Sırtına yediği tek bir balta darbesiyle anında öldü. Kendisini öldüren adamın hayvana benzediğini ve yere çömelip tek bir darbeyle kafa derisinin büyük bir bölümünü kesip aldığını elbette fark edemedi.
Saat gece yarısını geçmişti.
21 Haziran Salı günüydü.
Yakınlardan gelen bir motor sesi duyuldu. Bir dakika sonra da ses duyulmaz oldu.
Her şey yeniden derin bir sessizliğe büründü.
2
21 Haziran günü öğleye doğru Kurt Wallander, Ystad’daki emniyetten çıktı. Emniyetten ayrıldığını kimse görmesin diye garaj girişinden çıktı. Sonra arabasına bindi ve limana doğru yola koyuldu. Hava sıcak olduğundan spor ceketini sandalyesine asılı bıraktı. Bir iki saat içerisinde kendisini arayanlar binada bir yerde olduğunu düşüneceklerdi. Wallander arabasını tiyatro binasının yanına park etti. Sonra iç taraftaki rıhtımda yürüyerek sahil güvenliğin kırmızı boyalı kulübesinin hemen yanındaki ahşap banka oturdu. Not defterlerinden birini yanına almıştı. Tam yazmak üzere defterini açtığında kalemini emniyette unuttuğunu fark etti. İçinden not defterini suya fırlatmayı ve bu konuyu kapatmayı düşündüyse de bunun olanaksız olduğunu görerek vazgeçti. İş arkadaşları onu asla bağışlamazdı.
Tüm itirazlarına karşın o gün öğleden sonra saat üçte Ystad emniyetindeki görevinden ayrılan emniyet müdürü Björk’e tüm çalışanlar adına bir teşekkür konuşması yapma görevi kendisine verilmişti.
Wallander yaşamı boyunca hiç böyle bir konuşma yapmamıştı. Yaptığı tek konuşma cinayet soruşturmaları sırasında düzenlediği basın toplantılarıydı. Bunun dışında başka bir deneyimi yoktu.
Ama insan başka bir göreve atanan bir emniyet müdürüne nasıl teşekkür ederdi? Ne için teşekkür etmesi gerekiyordu? Teşekkür edecek bir şey var mıydı? Wallander aslında yaşadıkları tedirginliklerden, polis teşkilatındaki düzensizliklerden söz etmeyi yeğlerdi.
Söyleyeceklerini kafasında toplamak için emniyetten uzaklaşmıştı. Bir gece önce mutfak masasında sabahlamıştı. Ama artık bu konuşmayı bir şekilde, mutlaka hazırlaması gerekiyordu. Ertesi gün Malmö’de göçmen bürosu şefi olarak işe başlayacak Björk’ün veda partisine üç saatten daha az bir zaman kalmıştı. Yerinden kalkarak limanın kafesine doğru ağır ağır yürüdü. Rıhtımda bağlı balıkçı tekneleri hafif çalkantılı suda sallanıyordu. Wallander dalgın bir şekilde yürürken yedi yıl önce limanda aradıkları cesedi hatırladı birden. Sonra da bu tatsız düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Şu anda önemli olan, Björk hakkında hazırlayacağı konuşmaydı. Kafedeki garson kızlardan biri Wallander’e kalemini verdi. Dışarıdaki masalardan birine oturarak kahve söyledi ve Björk hakkında bir şeyler karalamaya çalıştı. Saat bir olduğunda sayfanın ancak yarısını doldurabilmişti. Sıkıntılı bir ifadeyle yazdıklarına baktı. Aslında elinden geleni yaptığını biliyordu. Garsona bir fincan daha kahve istediğini söyledi.
“Yazın buraya gelmesi uzun sürüyor,” dedi Wallander.
“Belki bu yıl gelmez,” diye karşılık verdi garson kız.
Björk hakkında yazması gereken yazı bir kenara bırakılırsa Wallander’in keyfi yerindeydi. Birkaç hafta sonra tatile çıkıyordu. Mutlu olması için birçok neden vardı. Uzun ve yorucu bir kış geçirmişti. Artık güzel bir tatili ve dinlenmeyi hak ettiğinin farkındaydı.
Öğleden sonra saat üçte emniyetin yemek salonunda toplandılar ve Wallander, Björk hakkında yazdıklarını okudu. Svedberg bir olta, Ann-Britt Höglund da bir buket çiçek verdi Björk’e. Wallander konuşmasını Björk’le yaptıkları bir iki kaçamağı anlatarak renklendirmeyi başarmıştı. Yapı iskelesinin çökmesiyle birlikte kendilerini bir gübre yığınının içinde buldukları olayı anlattığında herkes neşeyle gülüyordu. Kahve içip pasta yediler. Björk yaptığı teşekkür konuşmasında, yerine geçen kadın polis Lisa Holgersson’a şans ve başarılar diledi. Lisa Holgersson, Småland’daki daha büyük bir emniyet müdürlüğünden gelmişti ve yazın sonunda işbaşı yapacaktı. O âna değin de Hansson, Ystad emniyetinin geçici müdürü olarak çalışmalarını sürdürecekti. Parti sona erip de Wallander odasına döndüğünde, Martinson aralık kapıdan başını içeri uzattı.
“Konuşman harikaydı,” dedi. “Bu tür işlerde bu denli başarılı olduğunu bilmiyordum.”
“Başarılı değildim,” dedi Wallander. “Berbat bir konuşmaydı. Bunu sen de benim kadar biliyorsun.”
Martinson, Wallander’in kırık konuk sandalyesine dikkatle oturdu.
“Kadın müdürle işlerin nasıl olacağını doğrusu çok merak ediyorum,” dedi.
“Bence gayet iyi olacak,” diye karşılık verdi Wallander. “Ben yerinde olsam onca para kesintisiyle nasıl başa çıkabileceğimizi merak ederdim.”
“Ben de bunun için buraya geldim ya zaten,” dedi Martinson. “Cumartesi ve pazar geceleri Ystad emniyetindeki personelin azaltılacağına ilişkin söylentiler dolaşıyor ortalıkta.”
Wallander kuşkuyla Martinson’a baktı.
“Pek işe yaramaz bu. Zanlılarla kim başa çıkacak o zaman?”
“Söylentilere bakılırsa bu iş için özel güvenlik firmalarıyla anlaşmayı düşünüyorlarmış.”
Wallander şaşkınlıkla Martinson’a baktı.
“Güvenlik firmalarıyla mı?”
“Evet, söylentiler bu doğrultuda.”
Wallander başını iki yana salladı. Martinson ayağa kalktı.
“Bunları bilmen gerektiğini düşündüm,” dedi. “Polis teşkilatına neler olabileceğini düşünebiliyor musun?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Ve inan ciddiyim.”
Martinson bir süre daha odada oyalandı.
“Başka bir şey var mı?”
Martinson cebinden bir kâğıt parçası çıkardı.
“Senin de bildiğin gibi Dünya Kupası maçları başladı. Kamerun maçı 2-2 berabere bitti. Oysa sen Kamerun’un maçı 5-0 kazanacağına iddiaya girmiştin. Bu sonuca bakılırsa tahmin sırasında sonuncusun.”
“Bu da ne demek? Ya iddiayı kazanırım ya da kaybederim, değil mi?”
“Yaptığımız istatistiğe göre herkes gibi bizler de yanılmışız.”
“Eee? Ne demek istiyorsun?”
“2-2’lik doğru tahmini bir polis yapmış,” dedi Martinson, Wallander’in sorusunu duymazdan gelerek. “Şimdi sıra bundan sonraki maçta. İsveç-Rusya maçında.”
Wallander’in aslında maçlarla hiç ilgisi yoktu. Öte yandan ara sıra İsveç’in en iyi takımlarından biri olan Ystad’ın hentbol takımının maçlarına giderdi. Ama yine de tüm ülkenin dikkatini tek bir olaya, Dünya Kupası’na vermesini de göz ardı edemiyordu. Televizyon kanallarında ve gazetelerde sürekli İsveç takımının Dünya Kupası’nda nasıl bir başarı elde edeceğine ilişkin spekülasyonlar yapılmaktaydı. Maçlara ilişkin tahminler yapmak istememesine karşın yine de kendini bundan soyutlayamıyordu. İş arkadaşlarının kendisini ukaIa diye değerlendirmelerinden hoşlanmıyordu. Çaresizlikle arka cebindeki cüzdanını çıkardı.
“Ne kadar?”
“Yüz kron. Geçen seferki gibi.”
Parayı Martinson‘a uzatınca o da elindeki listeden Wallander’in adını sildi.
“Maçın sonucunu tahmin etmem mi gerekiyor?”
“İsveç’e karşı Rusya. Ne düşünüyorsun?”
“4-4.”
“Bu tür maçlarda genellikle bu kadar çok gol atılmaz,” dedi Martinson şaşkınlıkla. “Bence sen buz hokeyi maçının sonucunu tahmin ettin.”
“Tamam o zaman Rusya 3, İsveç 1,” dedi Wallander. “Şimdi oldu mu?” Martinson maç sonucunu yazdı.
“Hazır başlamışken Brezilya maçını da halledelim,” diye sürdürdü konuşmasını Martinson.
“3-0. Brezilya 3 tabii,” dedi Wallander hiç zaman yitirmeden.
“İsveç’e pek şans tanımıyorsun,” dedi Martinson.
“Futbol söz konusu olduğunda haklısın, tanımıyorum,” diye karşılık verdi Wallander arkadaşına yüz kronluk banknotu uzatırken.
Martinson gittikten sonra söylediklerini düşündü. Ama hemen bu düşünceleri kafasından uzaklaştırdı. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu zaman nasılsa gösterecekti. Saat dört buçuk olmuştu. Wallander çalıntı arabaları eski Doğu Bloku ülkelerine ihraç eden bir organize suç zincirine ilişkin soruşturma dosyasını önüne çekti. Birkaç aydan beri bu dosya üzerinde çalışıyordu. Polis şimdiye değin bu olayın yalnızca bazı ufak tefek ipuçlarını ele geçirebilmişti. Bu soruşturmanın aylar süreceğinin farkındaydı. İzindeyken, soruşturmayla Svedberg ilgilenecekti. Zaten Wallander yokluğunda önemli bir şeyler olacağını sanmıyordu.
Ann-Britt Höglund kapıyı vurarak içeri girdi. Başında siyah bir beyzbol şapkası vardı.
“Nasıl görünüyorum?”
“Tam turistler gibi olmuşsun,” diye karşılık verdi Wallander.
“Yeni polis üniformalarının şapkaları böyle olacak işte,” dedi. “Siperliğin üstünde de POLİS yazacak. Resimlerini gördüm.”
“Bana asla bu şapkayı taktıramazlar,” dedi Wallander. “Artık üniformalı polis olmadığım için sevinmem gerek, diye düşünüyorum.”
“Bir gün belki Björk‘ün gerçekten de çok iyi bir şef olduğunu anlayacağız. Partideki konuşman çok güzeldi.”
“Güzel olmadığını çok iyi biliyorum.” Wallander artık sinirlenmeye başladığını hissederek sözlerini sürdürdü. “Ama bunu benim yapmamda ısrar ettiğiniz için aslında bu kötü konuşmadan sizler sorumlusunuz.”
Höglund pencereye yaklaşarak camdan dışarı baktı. Ystad’a bir yıl önce gelmişti. Polis akademisinden başarıyla mezun olmuştu. Rydberg‘in ölümüyle boşalan göreve getirilmişti. Rydberg, Wallander’e birçok şeyi öğretmiş olan bir polisti ve Wallander de şimdi aynı şekilde Höglund’a yol göstererek yardım etmesi gerektiğini düşünüyordu.
“Araba işi nasıl gidiyor?”
“Sürekli araba çalınıyor işte,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu örgütün birçok kolu var gibi geliyor bana.”
“Örgütte bir delik açmayı başarabildik mi?”
“Başaracağız. Er ya da geç bu olacak. Birkaç aylık bir sessizlik olacak, sonra yeniden başlayacaklar.”
“Ama hiç bitmeyecek, değil mi?”
“Evet, hiç bitmeyecek. Çünkü Ystad’ın konumu böyle gerektiriyor. Buradan iki yüz kilometre ötede, Baltık Denizi’nin karşısında sahip olduklarımızı elimizden almak isteyen sayısız insan var. Onların tek sorunu bu alışveriş için gerekli paralarının olmayışı.”
“Her feribotla ne kadar çalıntı malın taşındığını doğrusu çok merak ediyorum.”
“Bu merakından vazgeçsen iyi olur çünkü inan bana şaşkınlıktan ağzını kapatamayabilirsin.”
Kahve içmek için odadan birlikte çıktılar. Höglund’un aslında o hafta izinde olması gerekiyordu. Kocası iş gereği Suudi Arabistan’da olduğundan Wallander onun iznini Ystad’da geçireceğini düşünüyordu.
“Sen ne yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu genç kadın, söz izinlerden açıldığında.
“Danimarka’ya Skagen’e gideceğim.”
“Riga’lı o kadınla birlikte mi?” diye sordu Höglund meraklı bir gülümsemeyle.
Wallander şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
“Sen nereden biliyorsun?”
“Yalnız ben değil, herkes biliyor,” diye karşılık verdi Höglund. “Fark etmemiş miydin? Buna polis araştırması diyebilirsin.”
Wallander gerçekten de çok bozulmuştu. Birkaç yıl önce bir cinayet soruşturması sırasında tanıdığı Baiba hakkında hiç kimseye bir şey söylememişti. Baiba bir cinayete kurban giden Letonyalı bir polisin eşiydi. Yaklaşık altı ay önce Noel için Ystad’a gelmişti. Paskalya tatilinde de Wallander onu görmeye Riga’ya gitmişti. Ama ne onun hakkında kimselere bir şey söylemiş ne de genç kadını iş arkadaşlarından biriyle tanıştırmıştı. Oysa şimdi neden bu şekilde davrandığını kendisine bile açıklayamıyordu. İlişkileri pek sağlam temellere oturmamasına karşın yine de genç kadının, kendisini Mona’dan boşandıktan sonra kapıldığı melankoliden kurtardığının farkındaydı.
“Tamam,” dedi. “Evet, Danimarka’ya birlikte gideceğiz. Sonra da yazın geri kalan bölümünü babamla birlikte geçireceğim.”
“Peki, ya Linda?”
“Bir hafta önce telefon ederek Visby’deki drama kurslarına katılacağını söyledi.”
“Oysa ben onun iç mimar olacağını sanıyordum.”
“Ben de. Ama şimdi bir kız arkadaşıyla birlikte tiyatro sanatçısı olmaya karar verdi.”
“Heyecanlı bir meslek seçmiş, sen ne diyorsun?”
Wallander kuşkuyla başını salladı.
“Umarım haziranda buraya gelir,” dedi. “Onu çok özledim. Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”
Wallander’in odasının kapısında ayrıldılar.
“Bu yaz bir ara bize de gel,” dedi Höglund. “İster Riga’lı arkadaşınla ister yalnız. Ya da istersen kızınla.”
“Arkadaşımın adı Baiba,” dedi Wallander.
Sonra da geleceğine söz verdi.
Ann-Britt’le konuştuktan sonra masadaki evrakı inceleyerek bir saat kadar çalıştı. İki kez Göteborg emniyetini arayıp aynı konu üzerinde ama olaya farklı bir açıdan yaklaşarak çalışan polisle konuştu. Altıya çeyrek kala dosyaları kapatıp yerinden kalktı. Akşam yemeğini dışarıda yemeye karar vermişti. Pantolonunun belini kontrol ederek iyice kilo verdiğini fark etti. Baiba şişman olduğunu söylediğinden beri pek hoşuna gitmese de ara sıra koşuyordu.
Ceketini giyerken o akşam Baiba’ya mektup yazmaya karar verdi. Tam odadan çıkarken telefonu çaldı. Bir an için açıp açmama konusunda tereddüt etti. Sonra masasına yaklaşarak ahizeyi kaldırdı.
Arayan Martinson’du.
“Konuşman çok güzeldi,” dedi Martinson. “Björk çok etkilendi.”
“Bunu daha önce de söylemiştin. Ne istiyorsun? Çıkıyordum.”
“Garip bir telefon geldi,” dedi Martinson. “Bu konuyu seninle konuşmak istedim.”
Wallander arkadaşının sözlerini tamamlamasını sabırsızlıkla bekledi.
“Marsvinsholm yakınlarındaki bir çiftlikte yaşayan bir adam aradı. Kolza ekili tarlasında bir kızın garip şeyler yaptığını söyledi.”
“Hepsi bu mu?”
“Evet.”
“Bir kız kolza ekili bir tarlada garip şeyler yapıyor? Nasıl garip şeylermiş?”
“Eğer doğru anlamışsam hiçbir şey yapmıyormuş. Aslında kızın o tarlada olması garip.”
Wallander karşılık vermeden bir an düşündü.
“Bir devriye arabası gönder oraya. Bu onların işi gibi.”
“Ne var ki tüm birimler şu anda çok yoğun. Hemen hemen aynı dakikalarda iki trafik kazası oldu. Biri Svarte yolunda, diğeriyse Continental Oteli’nin hemen yanı başında.”
“Ölü var mı?”
“Hayır ama araçlar hurdaya dönmüş.”
“O zaman devriye arabaları işlerini bitirdikten sonra Marsvinsholm’e giderler, tamam mı?”
“Adamın içinde bulunduğu ruh hâlini sana bundan başka sözcüklerle nasıl anlatabileceğimi kestiremiyorum ama panik içindeydi. Eğer çocuklarımı almak zorunda olmasaydım ben giderdim.”
“Tamam, ben giderim,” dedi Wallander. “Şimdi bana adresi ver.”
Birkaç dakika sonra Wallander arabasına binerek yola koyulmuştu. Sola dönerek kavşaktan Malmö’ye doğru ilerledi. Yanı başındaki koltuğun üzerinde Martinson’un yazdığı not duruyordu. Çiftçinin adı Salomonsson’du ve Wallander bu çiftliğe nasıl gideceğini biliyordu. E65 otoyoluna çıkınca camı açtı. Yolun iki yanında da sarı, kolza ekili tarlalar vardı. Uzun zamandan beri kendini bu kadar iyi hissetmediğini fark etti. Barbara Hendricks’in Susanna’nın aryasını seslendirdiği Figaro’nun Düğünü kasetini teybe koydu ve Kopenhag’da Baiba’yla birlikte geçireceği günleri düşünmeye başladı. Marsvinsholm’e giden ara yola sapınca sola döndü, kalenin ve kilisenin önünden geçti, sonra bir kez daha sola saptı. Koltuğun üstündeki adrese bir göz attıktan sonra tarlaların arasından uzanan yolda ilerledi. Uzaklardan deniz görünüyordu.
Salomonsson’un evi eski ama bakımlı Skåne çiftlik evlerinden biriydi. Wallander arabasından inerek çevresine bakındı. Her tarafta kolza ekili tarlalar vardı. Evin kapısı açıktı. Merdivende duran adam çok yaşlıydı. Elinde bir dürbün vardı. Wallander tüm bunların hayal ürünü olduğunu düşündü bir an için. Yalnızlığın ve hayal güçlerinin kurbanı olan, özellikle kent dışında yaşayan yaşlılar sıklıkla olağan dışı bir şeylerin olduğu düşüncesine kapılarak hemen polisi ararlardı. Merdivenlere yaklaşarak yaşlı adamı başıyla selamladı.
“Ystad emniyetinden Kurt Wallander,” diye tanıttı kendisini.
Merdivendeki adam tıraşsızdı ve ayağında takunya vardı.
“Edvin Salomonsson,” dedi adam kemikli ince elini uzatarak.
“Bana olanları anlatın,” dedi Wallander.
Çiftçi evin sağ tarafında uzanan kolza ekili tarlayı gösterdi.
“Onu bu sabah gördüm,” diye söze başladı. “Sabah erkenden kalkmıştım. Saat beşte oradaydı. Önce geyik sandım. Sonra dürbünle bakınca bir kız olduğunu anladım.”
“Orada ne yapıyordu?” diye sordu Wallander.
“Kıpırdamadan duruyordu.”
“Duruyor muydu?”
“Durup bakıyordu.”
“Neye bakıyordu?”
“Ben nereden bileyim?”
Wallander hafifçe iç çekti. Büyük olasılıkla yaşlı adam gerçekten de bir geyik görmüştü. Sonra da hayal gücü onu bu noktaya getirmişti.
“Tabii onu tanımıyorsunuz, değil mi?”
“Daha önce hiç görmemiştim. Eğer onu tanısaydım o zaman polis çağırmazdım, değil mi?”
Wallander evet dercesine başını salladı.
“Onu ilk kez bu sabah erken bir saatte gördünüz,” dedi. “Ama polis çağırmak için akşama kadar beklediniz, neden?”
“Sizleri boşuna rahatsız etmek istemedim,” diye karşılık verdi yaşlı adam sıradan bir sesle. “Polisin çok yoğun olduğunu biliyorum.”
“Onu dürbünle gördünüz.” Wallander durağan bir ses tonuyla konuşuyordu. “Kolza tarlasında duruyordu ve siz de onu daha önce hiç görmemiştiniz. Peki sonra ne yaptınız?”
“Giyindim ve ona tarladan çıkmasını söylemek için yanına gittim. Kolzaları ayağıyla eziyordu.”
“Sonra ne oldu?”
“Kaçtı.”
“Kaçtı mı?”
“Tarlaların arasına gizlendi. Kendisini görememem için başakların arasına saklandı. Önce gittiğini sanmıştım. Ama sonra yeniden dürbünle baktığımda orada olduğunu gördüm. Bu davranışını sürekli yineledi durdu. Sonunda ben de bu oyundan sıkılarak polise haber verdim.”
“Onu en son ne zaman gördünüz?”
“Telefon etmeden az önce.”
“O zaman ne yapıyordu?”
“Tarlada durmuş bakıyordu.”
Wallander başını tarlalara doğru çevirdi. Kolza ekili tarlaların dışında bir şey göremedi.
“Sizinle telefonda konuşan polis panik içinde olduğunuzu söylemişti,” dedi Wallander.
“İnsan kolza tarlasında ne yapar? Bu işte bir gariplik olduğu kesin. Tabii panik içerisinde olacağım.”
Wallander bu konuşmayı en kısa zamanda noktalaması gerektiğini düşünüyordu. Yaşlı adamın tüm bunları uydurduğu açıkça ortadaydı. Ertesi gün adamın durumunu anlatmak için sosyal hizmetlerle bağlantı kurmaya karar verdi.
“Yapabileceğim fazla bir şey yok,” dedi Wallander. “Kız büyük olasılıkla çekip gitmiş olmalı. Dolayısıyla da endişelenmeniz için bir neden yok ortada.”
“Gitmedi,” dedi Salomonsson. “Onu görebiliyorum.”
Wallander dönerek Salomonsson’un işaret ettiği yere baktı.
Genç kız kolza tarlasından yaklaşık elli metre ötede duruyordu. Wallander kızın saçlarının siyah olduğunu fark etti. Sarı tarlada siyah saçları göze çarpıyordu.
“Gidip onunla konuşacağım,” dedi Wallander. “Beni burada bekleyin.” Arabasının bagajından bir çift çizme çıkarıp giydi. Sonra da tüm bu olay sanki gerçek dışıymış gibi bir duyguya kapılarak kolza tarlasına doğru ilerledi. Genç kız kıpırdamadan ona bakıyordu. Wallander kıza yaklaştığında sadece saçlarının değil derisinin de kara olduğunu gördü. Tarlanın yanına geldiğinde durdu. Elini kaldırarak kıza doğru salladı. Genç kız kıpırdamadan durmayı sürdürdü. Wallander ondan uzak olmasına ve başaklar yüzünü örtmesine karşın kızın çok güzel olduğu izlenimine kapılmıştı. Seslenerek yanına gelmesini söyledi. Kız yerinden kıpırdamayınca ona doğru bir adım attı. Bu adımla birlikte de genç kız kaçıp gitti. Her şey o denli çabuk olmuştu ki Wallander bir an için kızın bir hayvan hayaleti olabileceğini düşündü. Ama aynı zamanda da öfkeleniyordu. Dört bir yana bakarak tarlada yürüdü. Onu yeniden gördüğünde kız tarlanın doğu köşesindeydi. Wallander koşmaya başladı. Kız çok hızlı hareket ettiğinden Wallander soluk soluğa kalmıştı. Genç kıza yirmi metre kadar yaklaştığında artık her ikisi de tarlanın ortasındaydı. Bağırarak durmasını söyledi.
“Polis!” diye haykırdı. “Dur!”
Kıza doğru yürümeye başladı. Sonra birden durdu. Ve her şey çok çabuk olup bitti. Genç kız plastik bir şişeyi başına doğru kaldırarak şişenin içindeki renksiz sıvıyı saçlarına, yüzüne ve bedenine döktü. Wallander kızın bu şişeyi başından beri yanında taşıdığını düşündü. Onun korktuğunu hissediyordu. Kız gözlerini iri iri açmış bakıyordu.
“Polis!” diye haykırdı Wallander bir kez daha. “Seninle konuşmak istiyorum.”
Aynı anda da benzin kokusu genzini yaktı. Genç kızın elindeki çakmağı ve sonra da saçlarını tutuşturuşunu gördü. Bir meşale gibi saçları alev alırken Wallander çığlık attı. Şaşkınlıktan donakalmıştı. Alevler kızın bedenini sarmış, tarlaya doğru yayılıyordu. Wallander kendi çığlıklarını duyuyordu. Ne var ki yanan genç kız sesini bile çıkarmıyordu. Daha sonra Wallander kızın çığlıklarını duyup duymadığını hatırlayamayacaktı.
Sonunda kendini toplayıp tarladan kaçmaya başladığında tüm tarla alevler içinde kalmıştı. Birden çevresi alev ve dumanla çevriliverdi. Elleriyle yüzünü kapatarak hangi yöne gittiğini kestiremeden koştu. Tarlanın kenarına ulaştığında tökezledi. Arkasını dönüp bakınca alevlerin arasına düşüp kül olmadan önce son bir kez daha kızı gördü. Kız merhamet dilercesine kollarını gökyüzüne doğru kaldırmıştı.
Kolza tarlası yanıyordu.
Arkasından bir yerlerden gelen Salomonsson’un hıçkırıklarını duydu.
Wallander yerinde doğruldu. Bacakları titriyordu.
Arkasını dönerek kustu.
3
Daha sonraları Wallander kolza ekili tarlada yanan kızı, unutmak istediği bir karabasan gibi hatırlayacaktı. Akşamın geri kalan bölümünü oldukça sakin geçirmesine karşın hiç de hoş olmayan ayrıntıları hatırlayıp durmuştu. Martinson, Hansson ve özellikle de Ann-Britt Höglund onun vurdumduymazlığına çok kızmışlardı. Ne var ki kendisini korumak için oluşturduğu sert kabuğun altında ne tür fırtınaların koptuğunu görememişlerdi. Aslında iç dünyasında kıyamet kopuyordu.
Sabahın ikisinde evine gitti. Üstünde hâlâ kirli giysileri ve çamurlu botlarıyla kanepeye oturduğunda ancak o zaman kendini bıraktı. Bir duble viski hazırladı. Balkon kapısını ardına dek açtı, sonra bir çocuk gibi hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Kendini yakan kız çok gençti. Kızı Linda’yı anımsatmıştı ona.
Polis teşkilatında çalışmaya başladığı günden beri olay yerine her çağrıldığında kendisini hep en kötüsüne hazırlamayı öğrenmişti. Kendilerini asan, ağızlarına kurşun sıkan ya da kafalarını havaya uçuran insanlar görmüştü. Gördüklerine bir şekilde katlanmayı, sonra da bir kenara atmayı öğrenmişti. Ama kurbanlar genç ya da çocuk olduğunda bu öğrendiklerini ne yazık ki uygulayamıyordu. Öylesi zamanlarda kendisini işe yeni başlayan acemi bir polis gibi savunmasız hissederdi. Polislerin çoğunun da aynı şekilde tepki gösterdiğini biliyordu. Çocuklar ya da gençler vahşice öldüklerinde devreye giren savunma mekanizması işe yaramazdı, polis olarak çalışmayı sürdürdükçe de bunun kaçınılmaz olacağının farkındaydı.
Tarlayla birlikte genç kızın cayır cayır yanmasına tanık olduktan sonra kusmuştu. Ağzında kusmuklarla dehşet içinde Salomonsson’un yanına gitmişti. Yaşlı çiftçi gözlerini yanan tarlasından alamıyordu. Wallander çiftçiye telefonun nerede olduğunu sormuştu. Yaşlı adam söylenileni anlayamadığından ya da belki de duyamadığından Wallander adamcağızı eve doğru sürüklemek zorunda kalmıştı. Evin içi yıkanmamış yaşlı bir adamın sürdürdüğü yaşamın tuhaf kokusunu yansıtıyordu. Telefon holdeydi. Wallander 90 000 numarasını çevirdi, telefona yanıt veren santral memuru daha sonra onun son derece sakin bir sesle konuştuğunu söylemişti.
Alevler gökyüzüne yükselirken Wallander, Martinson’un evine telefon etti. Önce kızıyla konuştu, sonra da arka bahçede çimleri biçen Martinson’u telefona çağırmasını rica etti. Elinden geldiğince net bir şekilde olayı anlatarak Martinson’a Hansson’la Höglund’a haber vermesini söyledi. Telefonu kapattığında hemen mutfağa gidip yüzünü yıkadı. Dışarı çıktığında Salomonsson hâlâ aynı yerde duruyor ve boş gözlerle yanan tarlasına bakıyordu. Salomonsson’un komşuları arabalarıyla gelmişlerdi ama Wallander bağırarak yaklaşmamalarını söyledi onlara. Komşuların Salomonsson’a yaklaşmalarına bile izin vermemişti. Uzaklardan gelen itfaiye sirenlerini duydu. İtfaiyeden kısa süre sonra da iki polis arabasıyla ambulans geldi. İtfaiye erlerinin başında Wallander’in çok güvendiği Peter Edler vardı.
“Ne oldu?” diye sordu Peter Edler.
“Sonra anlatırım,” diye karşılık verdi Wallander. “Tarlada bir ceset var.”
“Ev tehlikede değil,” dedi Edler. “Söndürmeye başlayalım.”
Sonra Salomonsson’a dönerek traktör yoluyla tarlaların arasındaki hendeklerin genişliklerini sordu. Bu arada ambulansla gelen doktor yanlarına yaklaştı. Wallander onunla daha önce de karşılaşmıştı ama adını hatırlayamıyordu.
“Yaralı var mı?” diye sordu doktor.
Wallander başını hayır dercesine salladı.
“Bir kişi öldü,” dedi. “Tarlada.”
“O zaman cenaze arabası gerekecek,” dedi ambulansın şoförü. “Ne oldu?”
Wallander’in içinden yanıt vermek gelmiyordu. Bunun yerine orada bulunanların arasından en iyi tanıdığı polise, Norén’e döndü.
“Tarlada bir ceset var. Yangın sönünceye kadar bir şey yapamayız ama sonra cesedi oradan almalıyız.”