Norén tamam dercesine başını salladı.
“Kaza mı oldu?” Norén merakını gizleyememişti.
“İntihar,” dedi Wallander.
Birkaç dakika sonra Norén, Wallander’e kâğıt bardakta kahve uzatırken Martinson da olay yerine geldi. Wallander kahvesini almak için elini uzattığında elinin titrediğini şaşkınlıkla fark etti. Ann-Britt Höglund da Hansson’la birlikte gelmişti. Wallander olanları meslektaşlarına anlattı.
Sürekli aynı cümleyi kullanıyordu: Genç kız meşale gibi yandı.
“Bu korkunç bir şey,” dedi Höglund.
“Çok korkunçtu. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Hiçbirinizin böylesi bir şeyle karşı karşıya kalmamanızı dilerim.” Wallander bunları söyledikten sonra susmuştu.
Bir süre yangını söndürmeye çalışan itfaiye erlerini sessizce izlediler. Meraklılar doluşmuştu fakat polis onları yaklaştırmıyordu.
“Kız nasıl biriydi?” diye sordu Martinson. “Yakından görebildin mi?”
Wallander evet dercesine başını salladı.
“Birinin yaşlı adamla konuşması gerek. Adamın adı Salomonsson.”
Hansson, Salomonsson’un koluna girmiş onu mutfağa doğru götürüyordu. Höglund, Peter Edler’in yanına giderek onunla konuşmaya başladı. Yangını denetim altına alabilmişlerdi. Höglund geri döndüğünde yangının kısa süre sonra tamamıyla söndürüleceğini söyledi.
“Kolzalar çabuk alev alıyor,” dedi. “Ayrıca dün yağmur yağdığı için toprak da ıslak.”
“Çok gençti,” dedi Wallander. “Kara saçlı ve kara deriliydi. Üstünde sarı bir rüzgârlıkla, eğer yanlış hatırlamıyorsam, kot pantolon vardı. Ayaklarında ne olduğunu bilmiyorum. Çok korkuyordu.”
“Neden korkuyordu?” diye sordu Martinson.
Wallander karşılık vermeden bir an sustu.
“Benden korkuyordu. Tam olarak emin değilim ama polis olduğumu ve durmasını söylediğimde korkusu daha da artmıştı. Bunun dışında başka neden korktuğunu bilemiyorum.”
“Söylediklerini anladı mı?”
“Hiçbir şeyi anlamasa polis sözcüğünü anlamıştır. Bundan eminim.”
Yangından geriye yalnızca kalın bir duman tabakası kalmıştı.
“Tarlada başka kimse yok muydu?” diye sordu Höglund. “Kızın yalnız olduğundan emin misin?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Emin değilim. Ama onun dışında kimseyi görmedim.”
Bir süre Wallander’in az önce söylediklerini düşündüler.
Kimin nesiydi, diye geçirdi içinden Wallander. Buraya nereden gelmişti? Neden kendini yaktı? Eğer ölmek istediyse bunu neden kendine işkence ederek yapmıştı?
Salomonsson’la konuşan Hansson yanlarına yaklaştı.
“Amerika’da yaptıkları gibi yapmalıyız biz de,” dedi. “Evin içindeki kokudan etkilenmemek için elimizin altında mentol bulundurmalıyız. Lanet olsun, koku buraya kadar geliyor. Bana sorarsan yaşlı erkekler eşlerinden önce ölmeli.”
“Doktorlardan birine söyle de gidip bir baksın,” dedi Wallander. “O da büyük bir şok yaşadı.”
Martinson bu mesajı iletmek üzere yanlarından ayrıldı. Peter Edler kaskını çıkararak Wallander’in yanına yaklaştı.
“Az sonra tamamıyla sönecek,” dedi. “Ama bu gece yine de önlem amacıyla itfaiye arabalarından birini burada bırakacağım.”
“Tarlaya ne zaman girebiliriz?” Wallander sabırsızlanmaya başlamıştı.
“Bir saat içinde. Ama bir süre daha duman olacak, haberin olsun. Tarla soğumaya başladı bile.”
Wallander, Peter Edler’i kenara çekti.
“Tarlaya gittiğimde ne göreceğim?” diye sordu. “Kız, üstüne beş litre benzin döktü. Ve çevresindeki her şey alev aldığına göre yere de dökmüş olmalı.”
“Göreceklerin pek hoş şeyler değil. Aslında görülecek fazla bir şey de yok zaten.”
Wallander bu konuda daha fazla konuşmadı. Hansson’a döndü.
“Olaya nasıl bakarsak bakalım bunun bir intihar vakası olduğunu biliyoruz,” dedi Hansson. “Ve elimizde de kusursuz bir tanığımız var: bir polis.”
“Salomonsson neler söyledi?”
“Kızı daha önce hiç görmediğini ve ilk kez bu sabah saat beşte gördüğünü söyledi. Adamın yalan söylediğini sanmıyorum.”
“Bir başka deyişle, kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi Wallander. “Ve onun neden kaçtığını da.”
Hansson şaşkınlıkla baktı.
“Neden bir şeyden kaçtığını düşünüyorsun?”
“Korkuyordu,” dedi Wallander. “Tarlada gizleniyordu. Polis geldiğinde de kendini yakmaya karar verdi.”
“Kızın ne düşündüğünü bilemeyiz,” dedi Hansson. “Sana korkmuş gibi gelmiş de olabilir.”
“Hayır,” dedi Wallander. “Korkunun ne olduğunu bilebilecek kadar çok korku gördüm ben.”
Ambulans ekibinden biri yanlarına yaklaştı.
“Yaşlı adamı hastaneye götürüyoruz. Durumu hiç iyi değil.”
Wallander tamam dercesine başını salladı.
Kısa süre sonra da adli tıp ekibi arabalarıyla geldi. Wallander cesedin yerini onlara göstermeye çalıştı.
“Bence eve gitsen iyi olacak,” dedi Höglund. “Bu akşam yeterince kötü olaya tanık oldun.”
“Hayır. Kalacağım.” Wallander her şey bitinceye kadar kalmaya karar vermişti.
Dumanlar azalıp sekiz buçuğa doğru yangın tam olarak sönünce Peter Edler artık tarlaya gidip incelemelerine başlayabileceklerini söyledi. Hava henüz tam olarak kararmamasına karşın Wallander projektörlerin getirilmesini istedi.
“Orada cesedin dışında başka bir şeyler de olabilir,” dedi Wallander. “Dikkatli olun. Bu akşam burada işi olmayanlar geride kalsın.”
Sonra da yapmak zorunda olduğu şeyi aslında yapmak istemediğini düşündü. Aslında o anda arabasına atlayıp olay yerinden uzaklaşmak ve sorumluluğu diğerlerine bırakmayı çok istiyordu.
Tek başına tarlaya doğru gitti. Diğerleri oldukları yerde kalmış dikkatle onu izliyorlardı. Göreceklerinden ve midesindeki düğümün çözülmesinden korkuyordu.
Ceset düşündüğünden daha kötü görünüyordu. Ölmeden önce havaya kaldırdığı yanmış kolları kaskatı kesilmişti. Yüzü, saçları ve giysileri yanmıştı. Geriye yalnızca korku ve perişanlık yansıtan kül olmuş bedeni kalmıştı. Wallander arkasını dönerek simsiyah olmuş tarladan geçti. Bir an için bayılacağını sandı.
Adli tıp ekibi projektörlerin ışığı altında çalışmalarına başladılar. Yoğun ışık kümesinin çevresinde güveler uçuşuyordu. Hansson evin içindeki kötü kokunun gitmesi için mutfak penceresini ardına kadar açmıştı. Mutfak masasının çevresindeki sandalyeleri çekerek oturdular. Höglund’un önerisiyle kahve yapmaya karar verdiler.
“Filtre kahvesi yok, yalnızca Nescafe var,” dedi Höglund mutfakta tüm çekmecelere ve dolaplara baktıktan sonra. “İster misiniz?”
“Evet. Sert olsun da ne tür kahve olursa olsun.” Wallander fikrini belirttikten sonra etrafı incelemeye koyuldu.
Eski mutfak dolaplarının yanındaki sürmeli kapının yanı başındaki duvarda eski moda bir saat asılıydı. Wallander birden saatin çalışmadığını fark etti. Buna benzer bir saati Baiba’nın Riga’daki evinde gördüğünü hatırladı, onun da akreple yelkovanı hareket etmiyordu. Saat bir şeyden ötürü durmuş olmalı, diye geçirdi içinden. Sanki akreple yelkovan saati durdurarak zamanı geri çevirmeye çalışıyor gibiydi. Baiba’nın kocası, Riga limanında soğuk bir gecede öldürülmüştü. Tarladaki o zavallı kızcağız da kolza denizinde batan bir geminin içindeymişçesine hunhar bir şekilde yaşamına son vermişti.
Wallander genç kızın kendinden nefret ettiğini ve bu yüzden de acımasızca vücudunu ateşe verdiğini düşünüyordu. Genç kız ellerini kollarını sallayarak kendisine bağıran polisten kaçmıyordu. Kendinden kaçıyordu.
Masanın başında sessizce oturarak düşünüyordu. İş arkadaşları ona bakıyor ve işe başlamasını bekliyorlardı. Wallander pencereden projektörün güçlü ışığı altında teknisyenlerin cesedi incelediklerini görebiliyordu. Bir flaş patladı, bunu bir diğeri izledi.
“Cenaze işlerine haber veren oldu mu?” diye sordu birden Hansson.
Wallander sanki birisi kulağının dibinde bir şey patlatmış gibi irkildi. Hansson’un sorduğu bu basit soru, onu göz ardı etmeye çalıştığı gerçekle yüz yüze getirmişti.
Birkaç saat önce yaşadıkları gözlerinin önünden gitmiyordu. Olağanüstü güzellikteki İsveç yazının tadını çıkararak arabasını sürerken bir yandan da Barbara Hendricks’in kadife sesine kendisini kaptırmıştı. Sonra da kolza tarlasında karşısına ürkek bir hayvana benzeyen genç kız çıkıvermişti. Ve birden kendini bir karmaşanın içinde bulmuştu. Olmaması gereken şeyler olmuştu.
Cenaze işlerine bağlı bir ekip yola çıkmıştı.
“Prytz ne yapması gerektiğini biliyor,” dedi Martinson ve Wallander az önce adamın anımsamakta zorlandığı adını hatırladı.
Bir şeyler söylemesi gerektiğinin bilincindeydi.
“Şimdi bildiklerimize bir bakalım,” diye söze başladı. Deneyimli polis yaşadıklarını dile getirmekte güçlük çekiyordu. “Tek başına yaşayan yaşlı bir çiftçi sabahın erken saatlerinde kalkıyor ve kolza tarlasında bir kız görüyor. Tarladaki ürünün başına bir şey gelmesini istemediğinden de kıza seslenerek onu oradan uzaklaştırmaya çalışıyor. Kız gizleniyor, sonra yeniden ortaya çıkıyor ve bu oyun defalarca yineleniyor. Akşama doğru yaşlı çiftçi emniyete telefon ediyor. Polis arkadaşlarımız iki araba kazasıyla ilgilenmek için gittiklerinden zorunlu olarak ben buraya geliyorum. Dürüst olmam gerekirse yaşlı adamın anlattıklarına önce inanmamıştım. Salomonsson bana biraz kafası karışmış biri izlenimi verdiğinden oradan ayrılıp sosyal hizmetlerle bağlantı kurmaya karar vermiştim. Tam o sırada tarladaki kızı gördüm. Onunla konuşmaya çalıştım ama kaçtı. Sonra da plastik bir şişeyi kaldırarak başından aşağı benzini döktü ve çakmakla kendini yaktı. Gerisini biliyorsunuz. Kız yalnızdı, elinde bir şişe benzin vardı ve yaşamına son verdi.”
Ne söylemesi gerektiğini kestiremiyormuşçasına birden durdu. Kısa süre sonra da sözlerini bıraktığı yerden sürdürdü.
“Genç kızın kim olduğunu bilmiyoruz,” dedi. “Kendini neden öldürdüğünü de. Onu size tarif edebilirim ama hepsi bu kadar. Daha fazla bir şey bilmiyorum.”
Ann-Britt Höglund mutfak dolabından kahve fincanlarını çıkardı. Martinson arka bahçeye giderek işedi. Geri döndüğünde Wallander bildiklerini anlatmayı ve ne yapmaları gerektiğine dair sözlerini sürdürdü.
“Kızın kim olduğunu öğrenmeliyiz,” diye devam etti konuşmasına. “En önemli konu bu. Aslında bundan başka bir şey yapamayız. Siyahi bir kız olduğu için öncelikle mültecilere ve mülteci kamplarına bakmalıyız. Sonra da adli tıbbın bulgularını bekleyeceğiz.”
“Ama ne olursa olsun burada bir cinayet işlenmediğini biliyoruz,” dedi Hansson. “Dolayısıyla görevimiz kızın kimliğini ortaya çıkarmak olacak.”
“Mutlaka bir yerlerden buraya gelmiş olmalı,” dedikten sonra Höglund sözlerini sürdürdü. “Buraya kadar yürümüş mü? Bisikletle mi gelmiş? Arabayla mı? Benzini nereden almış? Bu ve buna benzer yanıtlanması gereken birçok soru var.”
“Ve neden burada?” diye ekledi Martinson. “Neden Salomonsson’un kolza tarlasında. Bu çiftlik ana yoldan çok uzakta.”
Bu sorular yanıtlanamadan havada asılı kalıyordu. Norén mutfağa gelerek bazı gazetecilerin geldiğini ve neler olduğunu öğrenmek istediklerini söyledi. Wallander ayağa kalktı.
“Onlarla ben konuşurum.”
“Onlara gerçeği söyle,” dedi Hansson.
“Başka ne söyleyebilirim ki?” diye karşılık verdi Wallander şaşkınlıkla.
Bahçeye çıktığında gazetecileri tanıdığını fark etti. Bunlardan biri Ystad’s Allehanda’da çalışan genç bir kadın, diğeri de Arbetet gazetesi muhabirlerinden yaşlıca bir adamdı.
“Burası film setine benziyor,” dedi kadın gazeteci, projektörlerin aydınlattığı kül olmuş tarlayı göstererek.
“Ama öyle değil,” diye karşılık verdi Wallander.
Gazetecilere olanları anlattı. Bir kızın yangında öldüğünü. Cinayet olasılığının söz konusu olmadığını. Polis henüz kızın kim olduğunu bilmediğinden Wallander bu konuda daha fazla konuşmak istemedi.
“Resim çekebilir miyiz?” diye sordu Arbetet’den gelen gazeteci.
“İstediğiniz kadar çekebilirsiniz,” diye yanıt verdi Wallander. “Ama buradan çekmek zorundasınız. Tarlaya kimsenin yaklaşmasına izin verilmiyor.”
Gazeteciler karşı çıkmadan fotoğraflarını çektiler, sonra da arabalarına binip olay yerinden uzaklaştılar. Wallander tam mutfağa, arkadaşlarının yanına gitmek için dönerken tarlada çalışan teknisyenlerden birinin el salladığını görünce yanına gitti. Kollarını havaya kaldırarak yanan kadından kalanlara bakmamaya çalıştı. Adli tıbbın müdürü Sven Nyberg ona doğru geliyordu. Projektörlerle çevrili alanın kenarında durdular. Yanık tarlanın karşısındaki denizden gelen hafif bir esintiyle Wallander’in sırtı ürperdi.
“Galiba bir şey bulduk,” dedi Nyberg.
Elinde küçük bir poşet vardı. Projektörlerden birine iyice yaklaşan Wallander’e poşeti uzattı. Poşetin içinde altın bir zincirle küçük bir kolye vardı.
“Madalyonun üstünde bir şeyler yazılı,” dedi Nyberg. “D.M.S. harfleri var. Meryem Ana’nın bir resmiyle birlikte.”
“Neden yangında erimemiş?”
“Tarlada çıkan bir yangın mücevherlerin erimesi için gerekli ısıyı oluşturmaz,” diye açıkladı Nyberg. Wallander sesinden onun yorgun olduğunu anlamıştı.
“İşte ihtiyacımız olan şey bu. Onun kim olduğunu bilmiyoruz ama artık elimizde isminin baş harfleri var.” Wallander biraz olsun rahatlamıştı.
“Yakında onu alıp götüreceğiz,” dedi Nyberg tarlanın kenarında bekleyen siyah cenaze arabasını başıyla işaret ederek.
“Nasıl görünüyor?” diye sordu Wallander merakla.
Nyberg omuz silkti.
“Dişlerden belki bazı ipuçları toplayabiliriz. Patologlarımız harikalar yaratır. Kızın yaşını ortaya çıkarabilirler. Yeni DNA teknolojisi sayesinde de kızın bu ülkedeki İsveçli bir ebeveyn tarafından dünyaya getirilip getirilmediğini ya da başka bir ülkeden buraya gelip gelmediğini öğrenebiliyoruz artık.”
“Mutfakta kahve var,” dedi Wallander.
“Sağ ol ama istemem,” diye karşılık verdi Nyberg. “Az sonra buradaki işim bitiyor. Sabah tüm tarlayı inceleyeceğiz. Bir cinayet söz konusu olmadığına göre bu işi sabaha rahatlıkla bırakabiliriz.”
Wallander mutfağa döndü. İçinde kolye olan poşeti masanın üstüne koydu.
“Artık elimizde bir delil var. Meryem Ana resmi olan bir madalyon. Arkasına da D.M.S. harfleri kazınmış. Artık evinize gidebilirsiniz. Ben biraz daha burada kalacağım.”
“Yarın sabah saat dokuzda,” dedi Hansson yerinden kalkarken.
“Kim olduğunu çok merak ediyorum,” dedi Martinson. “İsveç’te yazlar bu tür şeylerin olması için hem çok fazla güzel hem de çok kısadır.”
Bahçede ayrıldılar. Höglund arkada kalmıştı.
“İyi ki bu olaya tanık olmadım. Ne hissettiğini sanırım anlıyorum. Yarın görüşürüz.”
Wallander karşılık vermedi.
Arabalar gittikten sonra evin basamaklarına oturdu. Projektörler boş bir sahneyi aydınlatırcasına parlıyordu. Wallander de oyunun tek izleyicisi gibi hissediyordu kendini.
Rüzgâr çıkmıştı. Hâlâ yazın o güzelim sıcaklığını bekliyorlardı. Hava serindi. Wallander basamaklarda titrediğini fark etti. Sıcakların bir an önce gelmesini diledi içinden.
Bir süre sonra yerinden kalkarak mutfağa gitti, kullandıkları kahve fincanlarını yıkadı.
4
Wallander uykusunda bir çığlık attı. Sanki görünmez bir el ayaklarından birini çekip koparmaya çalışıyordu. Gözlerini açtığında ayağının kırık bazayla ayak ucundaki başlık arasına sıkıştığını fark etti. Sıkıştığı yerden kurtarmak için yan dönmek zorunda kaldı. Sonra kıpırdamadan yattı. Perdelerin arasından sızan günün ilk ışıklarını gördü. Komodinin üstündeki saate baktı. Dört buçuktu. Yalnızca birkaç saat uyumuştu, kendini çok yorgun hissediyordu. Bir kez daha tarlayı düşündü. Artık genç kızı daha net anımsıyordu. Benden korkmuyordu, diye geçirdi içinden. Ne benden ne de Salomonsson’dan kaçıyordu. Başka birinden kaçıyordu.
Yataktan kalkarak mutfağa gitti. Kahvenin olmasını beklerken dağınık oturma odasına giderek telesekreterine baktı. Telesekreterin kırmızı ışığı yanıp sönüyordu. Dinleme düğmesine bastı. Önce kız kardeşi Kristina’nın sesini duydu: “Ara beni. Birkaç gün içinde mutlaka ara.” Wallander bu mesajın mutlaka yaşlı babasıyla bir ilgisi olması gerektiğini düşündü. Babası bakıcısıyla evlenmesine ve artık yalnız olmamasına karşın yine de değişken bir ruh hâline sahipti. Daha sonraki mesajsa Skånska Dagbladet’e abone olmayı isteyip istemediğini soran çekingen sesli birinden gelmişti. Tam kahvesini almak için mutfağa giderken bir başka mesaj daha duyuldu. “Ben Baiba. Birkaç günlüğüne Tallinn’e gidiyorum. Cumartesi döneceğim.” Birden, sevdiği kadını denetleyememenin verdiği yoğun kıskançlığı duydu içinde. Tallinn’e neden gidiyordu? Son konuştuklarında bu yolculukla ilgili hiçbir şey söylememişti. Mutfağa giderek fincanına kahve doldurdu ve Baiba’nın o saatte büyük olasılıkla uyuduğunu düşünmesine karşın yine de Riga’daki evin numarasını çevirdi. Telefona yanıt veren olmadı. Bir kez daha denedi ama sonuç değişmedi. Tedirginlik duygusu gittikçe artıyordu. Sabahın beşinde Tallinn’e gidemezdi. Neden evde değildi? Ya da evdeyse neden telefonu açmıyordu? Fincanını alarak Maria Caddesi’ne bakan balkonunun kapısını açtı ve oradaki tek sandalyeye geçip oturdu. Bir kez daha kolza tarlasındaki genç kız gözlerinin önünde belirdi. Bir an için kızı, Baiba’ya benzetti. Haksız yere kıskançlık duygusuna kapıldığını düşünmeye zorladı kendini. İkisi de ilişkilerini gereksiz sadakat yeminleriyle kısıtlamayacaklarına karar verdikleri için aslında böylesi bir kıskançlık duygusuna kapılmaya hakkı da yoktu. Bir Noel akşamı gecenin geç saatlerine kadar oturup birbirlerinden ne istediklerini açık açık tartışmışlardı. Aslında Wallander onunla evlenmek istiyordu. Ama Baiba özgür olma isteğinden söz açınca Wallander ona hak vermişti. Genç kadını yitirmemek için onun hiçbir isteğine karşı çıkmıyordu.
Saat henüz çok erken olmakla birlikte hava sıcaktı. Gökyüzü masmaviydi. Küçük yudumlarla kahvesini içti ve sarı kolza tarlasında kendini yakan genç kızı düşünmemeye çalıştı. Kahvesini bitirdikten sonra temiz bir gömlek bulabilmek amacıyla yatak odasına gitti. Banyoya girmeden önce evdeki tüm kirli eşyaları salonun ortasına yığdı. Bunları bir an önce çamaşırhaneye götürmesi gerekiyordu.
Evden çıktığında saat altıya çeyrek vardı. Sürücü koltuğuna oturduğunda arabanın bakımını haziranın sonuna kadar yaptırması gerektiğini hatırladı. Önce Regements Caddesi’ne, sonra da Österleden’e doğru sürdü arabayı. Daha önceden karar vermemesine karşın kent dışına uzanan yola saptı ve Kronoholmsvägen’deki yeni mezarlığın önünde durdu. Arabadan inerek alçak mezar taşlarının arasında yürüdü. Zaman zaman tanıdık birilerinin isimlerine rastlıyordu. Kendisiyle yaşıt birinin mezarına şaşkınlıkla baktı. Az ilerde mavi tulumlarını giymiş işçiler, çim biçme makinesini çalıştırmaya hazırlanıyorlardı. Mezarlığın içindeki ahşap banklardan birine geçip oturdu. Rydberg’in küllerini serptikleri o rüzgârlı ve soğuk kış gününden bu yana, yaklaşık dört yıldan beri, buraya gelmemişti. Törende Björk de vardı. Rydberg’in uzak akrabaları da gelmişti. Wallander mezarlığa gitmesi gerektiğini sıklıkla düşünüyordu fakat o âna kadar bunu bir türlü gerçekleştirememişti.
Üstünde Rydberg’in adı yazılı mezar taşı daha basit olabilirdi, diye geçirdi içinden. Burada yatan ölülerin ruhları arasında ona ulaşmakta zorluk çekiyorum.
Birden Rydberg’i gözünün önüne getirmekte zorlandığını fark etti. İçimde, yüreğimde ve beynimde de ölüyor demek ki, dedi kendi kendine. Kısa süre sonra da tüm anılar yok olacak.
Kendini birden kötü hissederek ayağa kalktı. Yanan kızı bir türlü kafasından atamıyordu. Doğruca emniyete gitti, odasına girerek kapıyı kapattı. Saat yedi buçukta Svedberg’e devredeceği çalıntı araba soruşturmasının kısa bir özetini çıkarmaya zorladı kendini. Masasının üstü temiz olsun diye dosyaların tümünü yere koymuştu.
Bir şeyi unutup unutmadığını denetlemek için kayıt defterine baktı. Defterin sayfaları arasında birkaç ay önce aldığı ve çoktan unuttuğu bir kazıkazan çıktı karşısına. Cetvelin kenarıyla kazıdıktan sonra 25 kron kazandığını gördü. Koridordan Martinson’un sesini duydu, kısa süre sonra da Ann-Britt Höglund’un sesini. Koltuğunda kaykılarak ayaklarını masanın üstüne koyup gözlerini kapadı. Baldır adalelerinden birine giren krampla gözlerini açtı. On dakikadan fazla uyumamıştı. Kendini toparlarken telefon çaldı. Ahizeyi kaldırınca savcı Per Åkeson’un sesini tanıdı. Birbirlerine günaydın dedikten sonra havalara ilişkin bir iki söz ettiler. Birlikte çalıştıkları uzun yıllar boyunca aralarında güzel bir uyum oluşmuştu. Aynı zamanda, iş dışında baş başa neredeyse hiç görüşmeseler de birbirlerine gözü kapalı güvenirlerdi.
“Marsvinsholm yakınlarındaki bir tarlada kendini yakan genç kızla ilgili haberi okudum,” dedi Åkeson. “Benden istediğin bir şey var mı?”
“İntihar olayıydı,” diye karşılık verdi Wallander. “Salomonsson adındaki yaşlı bir çiftçi dışında olayın tek görgü tanığı benim.”
“Orada ne arıyordun?”
“Salomonsson telefon etmişti. Genellikle böylesi bir şikâyet karşısında bir devriye memuru göndeririz ama hepsi çok yoğundu.”
“Yanan kızı izlemek hiç de hoş bir şey olmamalı.”
“İnan bana, tahmin ettiğinden de çok daha kötü bir şeydi. Kızın kim olduğunu öğrenmek zorundayız. Emniyetin telefonlarının çalmaya başladığından eminim. Kayıp yakınlarının bu haber karşısında endişeleneceğinden eminim.”
“Bunun bir cinayet olduğunu düşünmüyorsun, değil mi?”
Nedenini anlamadan yanıt vermek için bir an duraksadı.
“Hayır,” diye karşılık verdi sonra da. “İnsan bundan daha açık seçik bir şekilde kendi hayatına son veremez.”
“Sesin pek ikna olmuşa benzemiyor ama.”
“Kötü bir gece geçirdim. Senin deyiminle, korkunç bir deneyimdi.”
Her ikisi de bir süre konuşmadı. Wallander, Åkeson’un konuşmak istediği başka bir şey olduğunu fark etmişti.
“Seni aramamın başka bir nedeni daha var,” dedi. “Ama lütfen aramızda kalsın.”
“Sır saklamakta iyiyimdir.”
“Sana birkaç yıl önce başka bir şey yapmayı düşündüğümü söylediğimi hatırlıyor musun? Hani çok geç olmadan, yaşlanmadan önce.”
Wallander hatırlamaya çalıştı.
“Mültecilerden ve Birleşmiş Milletler’den söz ettiğini hatırlıyorum. Sudan’dan mı söz etmiştin?”
“Uganda. Sonunda beklediğim teklif geldi. Ben de kabul etmeye karar verdim. Eylül ayı itibariyle bir yıl ücretsiz izin alacağım.”
“Karın bunu nasıl karşıladı?”
“Aslında seni bu yüzden aradım. Bana biraz moral vermen için. Onunla henüz konuşmadım.”
“O da seninle gelecek mi?”
“Hayır.”
“O zaman şaşıracağından eminim.”
“Bu konuyu ona nasıl açmam gerektiğini bana söyler misin?”
“Ne yazık ki sana bu konuda yardımcı olamayacağım. Ama bana sorarsan doğruyu yapıyorsun. İnsanları hapse tıkmanın dışında başka şeyler de vardır yaşamda.”
“Karımla konuştuktan sonra seni ararım.”
Telefonu tam kapatmak üzereyken Wallander birden ona bir şey sorması gerektiğini hatırladı.
“Senin yerine Anette Brolin mi geçecek?”
“Taraf değiştirdi, Anette artık Stockholm’de avukat olarak çalışıyor,” dedi Åkeson. “Bir zamanlar ondan biraz hoşlanıyordun, değil mi?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Yalnızca merak ettim o kadar.”
Telefonu kapattı. Hiç beklemediği bir kıskançlık duygusunun tüm benliğini sardığını fark etti. Uganda’ya giderek tamamıyla farklı bir şey yapmayı kendisi de isterdi doğrusu. Üstüne benzin döken genç bir insanın alevler içinde yanışını görmek kadar kötü hiçbir şey olamazdı. Bu acımasız dünyaya bir süre için bile olsa nokta koyacak olan Per Åkeson’u kıskandı.
Bir gün önceki neşesi balon gibi sönmüştü. Pencerenin kenarına yaklaşarak dışarıya baktı. Eski su kulesinin yanındaki çimler yemyeşildi. Wallander birini öldürdükten uzun süre sonra hastalık iznine ayrıldığı geçen yılı düşündü. O bunalımdan henüz kurtulup kurtulmadığından hâlâ emin değildi. Ben de mutlaka Per Åkeson’un yaptığı gibi yapmalıyım, diye geçirdi içinden. Benim için de mutlaka bir yerlerde bir Uganda vardır. Hem benim hem de Baiba için.
Uzun süre pencerenin önünde durdu. Sonra masasına dönerek kız kardeşi Kristina’yı aradı. Kardeşinin telefonu sürekli meşguldü. Masasının çekmecesinden not defteri çıkararak bir gece öncesinin olaylarına ilişkin raporunu yazmaya başladı. Sonra da Malmö’deki patoloji bölümünü aradı ama yanık cesede ilişkin kendisine bir şeyler söyleyebilecek doktorla bir türlü bağlantı kuramadı.
Dokuza beş kala bir fincan kahve alarak toplantı odalarından birine gitti. Höglund telefonda konuşuyordu, Martinson da bahçe aletleri kataloğunu inceliyordu. Svedberg her zamanki yerinde oturmuş, bir kalemle boynunu kaşıyordu. Pencerelerden biri açıktı. Wallander kapının önünde yoğun bir dejavu duygusuna kapıldı. Martinson katalogdan başını kaldırıp arkadaşını başıyla selamladı. Svedberg anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı, Höglund da telefonda çocuklarından birine sabırla bir şeyler anlatmayı sürdürdü. Hansson bir elinde kahve fincanı diğerinde içinde tarlada teknisyenlerin bulduğu kolye olan poşetle içeri girdi.
“Sen hiç uyumaz mısın?” diye sordu Hansson.
Wallander bu soru karşısında öfkelendiğini hissetti.
“Neden soruyorsun?”
“Son günlerde hiç aynaya baktın mı?”