Henning Mankell
Güvenlik Duvarı
Birinci Kısım
KATALİZÖR
1
Akşama doğru rüzgâr yavaşladı, sonra tamamen durdu.
Adam balkonda duruyordu. Gündüzleri binaların arasından okyanusun küçük bir kısmını görebiliyordu. Şu an hava fazlasıyla karanlıktı. Bazen teleskobunu kurar, başka evlerdeki ışıkları yanan pencerelere bakardı. Ancak birisinin onu izlemeye başladığını hissettiği an bunu bırakırdı.
Yıldızlar çok net ve parlaktı.
Sonbahar geldi bile, diye düşündü. Hatta bu gece don bile olabilir, Skåne için biraz erken olmasına rağmen.
Yoldan bir araba geçti. Adam titreyip içeri girdi. Balkon kapısını kapatmak zordu, tamir edilmesi gerekiyordu. Mutfaktaki bir not defterine yazdığı “yapılacaklar” listesine bunu ekledi.
Oturma odasına yürüdü, kapının eşiğinde durup etrafa bakındı. Günlerden pazar olduğundan kusursuz derecede derli topluydu. Bu da ona hoş bir tatmin duygusu verdi.
Adam çalışma masasına oturdu, çekmecelerden birinde tuttuğu kalın günlüğünü çıkardı. Her zamanki gibi bir gece önce yazdıklarını okuyarak başladı.
4 Ekim 1997, Cumartesi. Şiddetli rüzgâr, meteorolojiye göre saniyede 8-10 metre. Yer yer bulutlu bir hava. Sıcaklık sabah altıda 7 derece. Saat ikide 8 dereceye çıkacak, akşam 5 dereceye inecek.
Bunun altına dört cümle eklemişti: Bugün C-âleminde bir hareket yok. Mesaj yok. C aramaları cevaplamıyor. Her şey sakin.
Mürekkep hokkasının kapağını açtı ve kalemin ucunu dikkatlice mürekkebe batırdı. Babasının dolma kalemiydi bu, Tomelilla’da bankada çalıştığı günlerden kalmaydı. Adam da günlük yazarken katiyen başka kalem kullanmazdı.
O yazarken rüzgâr hafif esiyordu. Mutfak camının dışındaki termometre 3 dereceyi gösteriyordu. Gökyüzü açıktı. Adam daireyi temizlemenin 3 saat 25 dakika sürdüğünü kaydetti, geçen pazardan on dakika daha çabuk bitmişti.
Aynı zamanda St. Maria Kilisesi’nde yarım saat meditasyon yaptıktan sonra marinada yürüyüş yapmıştı. Duraksadı, ardından şöyle yazdı: Akşam kısa bir yürüyüş. Kurutma kâğıdını yazdığı satırların üstüne bastırdı, dolma kalemi sildi ve mürekkep hokkasının kapağını kapattı. Günlüğü kapatmadan önce çalışma masasındaki eski gemici saatine baktı. On biri yirmi geçiyordu.
Antrede deri ceketini ve eski lastik botlarını giydi. Cüzdanı ve anahtarı yanında mı diye kontrol etti.
Sokağa çıkınca bir süre loş gölgelerin içinde kalıp etrafına baktı. Etrafta kimse yoktu, tam beklediği gibiydi. Genellikle yaptığı üzere sola doğru yürüdü, Malmö’ye giden ana yoldan karşıya geçip mağazaların ve vergi dairesinin yer aldığı kırmızı tuğlalı binaya doğru yol aldı. Her zamanki gece ritmini bulana kadar adımlarını hızlandırdı. Gündüzleri nabzını arttırmak için daha hızlı yürürdü ama gece geç saatte çıktığı yürüyüşlerin başka bir amacı vardı. Bu yürüyüşlerde zihnini boşaltmaya çalışır, uykuya ve ertesi güne hazırlanırdı.
Mağazalardan birinin önünden, Alman çoban köpekli kadının yanından geçti. Gece yürüyüşlerinde hemen hemen hep bu kadına rastlardı. Bir araba son süratle geçti, radyosundan bangır bangır ses geliyordu.
Onları neyin beklediğinden haberleri bile yok, diye düşündü adam. O iğrenç müzikleriyle dolaşan gençlerin yakında kulakları zarar görecek. Hiç haberleri yok. Dışarı çıkmış köpeğini gezdiren şu kadın gibi onlar da cahil.
Böyle düşününce neşelendi. Adam elindeki gücü düşündü, seçilmişlerden biri olduğunu hissetti. Bu toplumun içine işlemiş yoz yanlarını koparıp yeni bir düzen, tamamen beklenmedik bir düzen getirme gücü elindeydi.
Durdu, kafasını kaldırıp gece semasına baktı.
Hiçbir şey tam anlaşılamaz, diye düşündü. Benim kendi hayatım da şu yıldızlardan yüzyıllardır seyahat edip buraya ulaşan ışıklar kadar anlaşılmaz. Tek anlam kaynağı, yaptıklarım olabilir, mesela yirmi yıl önce bana teklif edilen ve hiç duraksamadan kabul ettiğim o anlaşma gibi.
Adam yoluna devam etti, hızlandı çünkü kafasındaki düşünceler onu heyecanlandırıyordu. İçinde artan bir sabırsızlık hissetti. Bunun için çok ama çok uzun zaman beklemişlerdi. Artık o görünmez barajların kapaklarını açıp sel sularının dünyayı sarıp geçişini izleme zamanıydı.
Ama henüz değil. O an tam gelmemişti. Sabırsızlık bir zayıflıktı ve buna izin veremezdi.
Arkasını dönüp dönüş yoluna koyuldu. Vergi dairesinin önünden geçerken meydandaki ATM’ye gitmeye karar verdi. Cüzdanının olduğu cebe elini attı. Para çekmeyecekti, sadece hesabını kontrol edecekti ve içindeki meblağ olması gerektiği kadar mı diye bakacaktı.
ATM’nin yanındaki trafik ışıklarında durdu, mavi kartını çıkardı. Çoban köpeğini gezdiren kadın çoktan gitmişti. Dopdolu yüklü bir kamyon Malmö yolundan geçti, muhtemelen Polonya’ya giden feribotlardan birine yetişmeye çalışıyordu. Egzozu patlamış gibiydi.
Adam şifresini girip “hesap bilgileri” seçeneğine tıkladı. Makine kartını geri verdi ve adam kartı cüzdanına koydu. Vızlamayı, tıklamayı dinledi ve gülümsedi. Ah, bir bilseler, diye düşündü. İnsanlar onları neyin beklediğini bir bilse.
Hesabında ne kadar para olduğunu gösteren dekont çıktı. Adam ceplerini yoklayıp gözlüğünü ararken diğer ceketinin cebinde bıraktığını fark etti. Unutkanlığana biraz sinirlendi.
Işıkların en parlak olduğu noktaya yürüdü, sokak lambasının altında durdu ve kâğıdı inceledi. Cuma da cumartesi de para çekmişti. Toplamda hesabında 9.765 kron vardı. Her şey yerli yerindeydi.
Ardından bir şey oldu, gafil avlanmıştı. Sanki göğsüne bir at çifte atmıştı. Ani ve feci bir acı duydu.
Kâğıt parçasını elinde sıkı sıkı tutarak öne düştü. Kafası kaldırıma çarparken bir aydınlanma yaşadı. En son aklından geçen, ne olduğunu anlamamasıydı. Dört bir yanını karanlık sardı.
Gece feribotuna yetişmeye çalışan ikinci bir kamyon geçip gitti.
Sonra sokaklar yeniden sakinleşti.
6 Ekim 1997, Pazartesi günü saat tam gece yarısından hemen sonraydı.
2
6 Ekim 1997 sabahı Kurt Wallander, Ystad’daki Maria Caddesi’n-de arabasına binerken son derece isteksizdi. Daha sabahın sekiziydi. Kurt Wallander şehir dışına doğru arabayı sürerken, hangi akla hizmet, giderim demişti, işte bunu merak ediyordu. Cenazelerden hiç ama hiç hoşlanmazdı. Gelgelelim şimdi işi buydu. Vakti bol olduğundan Malmö’ye doğrudan gitmemeye karar verdi. Onun yerine Svarte ve Trelleborg üzerinden sahil yolunu tercih etti. Sol tarafındaki denize şöyle bir baktı. Limana büyük bir feribot yanaşıyordu.
Bunun yedi yıl içinde katılacağı dördüncü cenaze olduğunu düşündü. Önce kanserden ölen meslektaşı Rydberg vardı. Fazla uzun, acılı bir son olmuştu. Wallander onu evinde ve sonunda tükendiği hastane odasında sık sık ziyaret etmişti. Rydberg’in vefatı büyük bir darbeydi. Doğru soruları sormayı öğretip onu gerçek bir polis yapan Rydberg’di. Wallander onun çalışma şeklini izleyerek bir suç mahallinde gizlenen bilgileri okumayı öğrenmişti. Wallander, Rydberg’le çalışmaya başlamadan evvel çok vasat bir polisti. Ancak Rydberg ölünce Wallander nasıl inatçı ve enerjik bir komiser ve iyi bir polis olduğunu fark etmişti. Hâlâ bir soruşturma dosyasında nasıl ilerleyeceğini bilemeyince zihninde Rydberg’le uzun uzun diyaloglara girerdi. Rydberg’in yokluğunu hemen hemen her gün derinden hisseder, buna üzülürdü. Bu sızı hep içinde kalacaktı.
Arkasından hiç beklenmedik şekilde vefat eden babası vardı. Atölyesinde kriz geçirip yığılmıştı. Üç yıl önceydi. Wallander hâlâ babasının artık dünyada olmadığını, etrafının yağlı boya ve terebentin kokmadığını kavramakta güçlük çekiyordu. Löderup’taki ev satılmıştı. Wallander o günden beri birkaç defa arabayla önünden geçmiş ve oraya yeni insanların taşındığını görmüştü. Hiçbir zaman durup yakından bakmamıştı. Ara sıra babasının mezarına giderdi, her seferinde de neden olduğunu bilmeden vicdan azabı duyardı. Bu ziyaretlerin sıklığı azalıyordu. Babasının yüzünü zihninde canlandırmak gittikçe zorlaşıyordu.
Bir insan öldüğünde sonunda sanki hiç var olmamış gibi oluyordu.
Bir de meslektaşı Svedberg vardı, daha bir yıl önce feci şekilde öldürülmüştü. Bu olay da Wallander’e birlikte çalıştığı insanlar hakkında ne kadar az şey bildiğini göstermişti. Soruşturma sürerken Svedberg’in hayatına dair, asla tahmin edemeyeceği, karman çorman bir ilişki ağı keşfetmişti.
Şimdiyse dört numaralı cenaze yolundaydı, gitmek zorunda olmadığı tek cenazeydi bu. Kadın çarşamba günü, Wallander tam işten çıkmak üzereyken aramıştı. Akşamüstü olmak üzereydi ve sigara kaçakçılığıyla ilgili iç sıkıcı bir dosyaya kafa patlatmaktan Wallander’in başı ağrıyordu. İzler Kuzey Yunanistan’a gidiyor, sonra puf diye kayboluyordu. Wallander hem Alman hem Yunan polisiyle bilgi paylaşımında bulunmuştu. Yine de kaçakçıları yakalamayı başaramamışlardı. Kaçak malları taşıyan kamyonun sürücüsünün, muhtemelen kasada neler olduğundan haberi bile olmadığına kanaat getirdi. Buna rağmen, en az iki ay hapis yatacaktı. Başka da bir şey çıkmazdı o dosyadan. Wallander, Ystad’a yanaşan her feribotla kaçak sigara geldiğinden adı gibi emindi. Bu akışı durdurabileceklerine hiç inanmıyordu.
Ayrıca günü, bir savcıyla, yani iki sene önce Sudan’a gönüllü giden ve dönmek için hiç acelesi olmayan Per Åkeson’un yerine gelen adamla yaşadığı tartışmayla rezil olmuştu. Åkeson’dan her mektup alışında Wallander onu kıskandığını hissediyordu. Çünkü Åkeson tam da Wallander’in hayalini kurduğu şeyi yapıp sil baştan başlamıştı.
Wallander ellisine merdiven dayamıştı ve nadiren itiraf etse de biliyordu ki hayatındaki dönüm noktası olaylar geride kalmıştı. Polis olmak dışında bir şey olamayacaktı. Emekliliğe kadar kalan yıllarında en iyi yapabileceği şey, işlenen suçların failini bulmak ve bilgisini daha genç nesillere aktarmaktı. Fakat onu bekleyen hayatını değiştirecek kararlar yoktu, yani bir Sudan yoktu.
Tam ceketini giymek üzereyken telefon çalmıştı. Önce arayan kadını tanımadı. Derken Stefan Fredman’ın annesi olduğunu fark etti. Üç yıl öncesinden kalma bölük pörçük anılar ve kopuk görüntüler birkaç saniye içinde canlandı. Kızılderili bir savaşçı gibi görünmek için her yerini boyayan bir çocuktu Fredman. Kız kardeşini delirten adamlardan intikam almış ve küçük erkek kardeşinin ödünü patlatmıştı. Kurbanlarından biri de kendi babasıydı. Wallander huzurunu kaçıran o son görüntüyü hatırlayınca ürperdi: Oğlan kız kardeşinin cesedinin yanında diz çökmüş ağlıyordu. Sonrasında ne olduğunu bilmiyordu Wallander; sadece çocuk, hapishane yerine güvenli bir akıl hastanesine kapatılmıştı.
Şimdiyse annesi Anette aramış, oğlanın öldüğünü haber veriyordu. Kendini camdan aşağı atmış. Wallander taziyelerini bildirdi, hem de bu konuda içtendi, gerçi Wallander üzüntüden çok, ümitsizlik ve çaresizlik hissetmişti. Kadın onu neden aramıştı, hâlâ anlamıyordu. Ahize kulağında durdu, kadının suratını anımsamaya çalıştı. Onunla sadece iki üç kez karşılaşmıştı, o da topu topu 14 yaşındaki bir çocuğun bu vahşi suçları işleyebildiğine inanmakta güçlük çekerek gittiği Malmö banliyösündeki evindeydi. Kadın utangaç ve gergindi. Kadında bir çekingenlik vardı, sanki her an her şey en kötü biçimde olacakmış gibi bekliyordu. Aslında onun durumunda, çoğunlukla öyleydi. Wallander bunları hatırlayınca acaba kadın alkol ya da ilaç bağımlısı mıydı, diye merak etti. Ama bilmiyordu. Yüzünü zihninde canlandıramıyordu. Sesini hatırlamıyordu.
Kadın, Wallander’in cenazeye katılmasını istiyordu. Çok az insan olacaktı. Stefan’ın küçük kardeşi Jens haricinde aileden geriye tek o kalmıştı. Wallander de sonuçta onlara iyi dileklerini sunmuştu. Wallander gelirim demişti. Söylediği anda fikrini değiştirmişti ama artık iş işten geçmişti.
Stefan’ın doktorlarından birini aradı, psikiyatri koğuşuna alındıktan sonra çocuğa neler olduğunu öğrenmeye çalıştı. Stefan son birkaç yıldır ağzını açıp tek kelime bile etmemiş, dış dünyadan kendini soyutlamıştı. Ancak hastanenin zeminindeki asfalta küt diye düşen çocuk tepeden tırnağa savaşçı gibi boyanmıştı. Boyadan yapılmış o rahatsız edici maske ve kan birbirine karışmıştı ve orada yatan gencin kim olduğuna dair hiçbir ipucu vermiyordu ancak şiddete meyilli ve genel anlamda ilgisiz bir toplum hakkında ciltlerce şey söylüyordu aslında.
Wallander arabayı yavaş sürdü. O sabah takım elbisesini giydiğinde pantolonunun üstüne olduğunu görünce şaşırmıştı. Kilo vermişti demek ki. Geçen sene diyabet teşhisi konduğundan beri yeme içme alışkanlıklarını düzenlemişti, egzersize başlamıştı ve kilo veriyordu. İlk başlarda günde birkaç kez tartıya çıkıyordu ama sonunda banyodaki tartıyı bir öfkeyle fırlatıp atmıştı.
Fakat doktoru insaflı davranmamış, Wallander’in sağlıksız beslenme alışkanlığı ve sıfıra yakın egzersiz yapma huyunu değiştirmesi için ısrar etmişti. Bunca lafın üstüne, sonunda Wallander harekete geçmişti. Kendine bir eşofman ve spor ayakkabı almıştı, düzenli yürüyüşe çıkıyordu. Martinson birlikte koşmayı teklif edince Wallander kendine bir hat çizmişti. Maria Caddesi’nden başlayıp Sandskogen parkının içinden geçip geri döndüğü, yaklaşık bir saat süren düzenli bir tur oturtmuştu. Haftada en az dört kez yürüyüşe çıkmak için kendini zorluyordu, aynı zamanda en sevdiği fast-food mekânlarından kaçınmaya çalışıyordu. Sonuç olarak, kan şekeri düşmüştü ve kilo vermişti. Bir sabah tıraş olurken aynada avurtlarının tekrar çökük durduğunu fark etmişti. Âdeta yapay bir yağ tabakası ve bozuk ciltten sonra gerçek suratını geri almak gibiydi. Kızı Linda da onu en son gördüğünde bu değişime bayılmıştı. Öte yandan emniyette dış görünüşü hakkında yorum yapan kimse olmamıştı. Sanki kimse kimseyi görmüyor, diye düşündü Wallander. Birlikte çalışıyoruz ama birbirimizi hiç görmüyoruz.
Wallander, Mossbystrand’dan arabayla geçti, bu sonbahar sabahında yol boştu. Altı yıl önce lastik bir botun burada kıyıya vuruşunu ve içindeki iki cesedi hatırladı.
Bir an aklına esmesiyle birlikte frene bastı ve geriye döndü. Çok vakti vardı. Arabayı park edip indi. Rüzgâr yoktu ve hava belki sıfırdan bir iki derece yüksekti. Wallander paltosunun düğmelerini ilikledi, kum tepeciklerinden denize inen dolambaçlı yolu izledi. Kimse yoktu ama kumda ayak izleri vardı, insanların ve köpeklerin ayak izleriydi bunlar. Bir de atların. Wallander denize doğru baktı. Bir kuş sürüsü tablolardaki gibi güneye doğru uçuyordu.
Onları bulduğu noktayı dün gibi hatırlıyordu. Zor bir soruşturmaydı ve bu soruşturma Wallander’i Letonya’ya kadar sürüklemişti. Riga’da Baiba’yla tanışmıştı. Wallander’in bir zamanlar tanıyıp sevdiği Letonyalı bir polisin dul eşiydi.
Görüşmeye başlamışlardı. Uzunca bir süre böyle yürütebileceklerini, kadının İsveç’e taşınacağını sanmıştı. Hatta ev bile bakmışlardı. Fakat kadın yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Wallander kıskançlıkla, başka birisini bulduğunu düşünmüştü. Hatta bir kere uçakla Riga’ya kadar gitmiş, habersizce, sürpriz bir ziyaret yapmıştı. Ama başka bir erkek yoktu. Sadece Baiba’nın başka bir polisle evlenmeye ve az kazandığı ama ona yeterli gelen çevirmenlik işini bırakıp memleketinden ayrılmaya dair şüpheleri vardı. Böylece ilişkileri sona ermişti.
Wallander deniz kıyısında yürüdü ve onunla en son konuşmasının üstünden bir yıl geçtiğini fark etti. Hâlâ ara sıra rüyasına giriyordu ama Wallander onu hiçbir zaman avucunda tutmayı başaramıyordu. Ne zaman ona yaklaşsa ya da dokunmak için elini uzatsa kadın kayboluyordu. Wallander onu özleyip özlemediğini düşündü. Kıskançlığı kaybolmuştu, onun başka bir adamla birlikte olduğunu düşünmek artık onu korkutmuyordu.
Arkadaşlığını özledim, diye düşündü. Baiba sayesinde hiç farkında bile olmadığım yalnızlığımdan kaçmayı başarıyordum.
Arabaya döndü. Sonbaharda ıssız kalmış kumsallardan uzak dursam iyi olur, diye düşündü. Beni depresif yapıyor. Bir keresinde Wallander, Jutland’ın kuzeyinde, uzak bir bölgeye sığınıp orada yaşamıştı. Depresyonda olduğu için izin almıştı ve Ystad’daki işine bir daha asla dönemeyeceğini zannetmişti. Yıllar önceydi bu ama Wallander o zamanlardaki hislerini korkunç bir biçimde en ince ayrıntısına kadar anımsıyordu. O duyguyu bir daha asla yaşamak istemiyordu. O iç karartıcı ve fırtınalı manzara galiba en derin kaygılarını tetiklemişti.
Arabasına binip Malmö’ye sürdü. Önümüzdeki kış nasıl geçecek acaba diye düşündü, çok kar yağacak mı, yoksa sırf yağmurlu mu olacak? Aynı zamanda kasımdaki bir haftalık yıllık izninde ne yapacağını da merak ediyordu. Linda’yla ucuz bir uçuş bulup sıcak bir yerlere gitmeyi konuşmuşlardı. Bu seyahati Wallander karşılayacaktı. Ama Linda hâlâ Stockholm’deydi, yeni bir şey okuyordu. Wallander ne olduğunu bilmiyordu ve kızı şehirden çıkamayacağını söylemişti. Wallander birlikte gidebileceği başka birisini düşünmeye çalıştı ama resmen hiç arkadaşı yoktu. Sten Widén vardı, Ystad dışında at yetiştiriyordu ama Wallander ondan iyi bir seyahat arkadaşı olup olmayacağından emin değildi. Widén deli gibi içerdi ve Wallander bir zamanlar endişe verici alkol tüketimini minimumda tutmak için mücadele veriyordu. Gertrud’a, babasının dul eşine, teklif edebilirdi. Ama koca bir hafta ne konuşurlardı ki? Başka da kimse yoktu.
Wallander evde kalıp tatil parasını yeni bir arabaya harcayacaktı. Peugeot’su eskimişti. Tuhaf tuhaf sesler çıkarmaya başlamıştı.
* * *Saat onu biraz geçe Rosengård denen banliyödeydi. Cenaze saat on birdeydi. Kilise modern bir binaydı. Yakınlarda bir grup oğlan futbol topuyla duvara pas atıyordu. Yedi kişiydiler, üç tanesi siyahiydi. Üç tanesi de sanki göçmen anne babadan doğmuşa benziyordu. Sonuncusu çilliydi ve darmadağınık sarı saçlıydı. Çocuklar büyük bir coşku ve neşeyle topa vuruyor, kahkahadan kırılıyorlardı. Wallander bir an onlara katılmaya can atar gibi oldu ama olduğu yerde kaldı. Bir adam kiliseden çıkıp bir sigara yaktı. Wallander arabadan inip adama doğru gitti.
“Stefan Fredman’ın cenazesi bu kilisede mi yapılacak?” dedi.
Adam başıyla onayladı. “Akrabası mısınız?”
“Hayır.”
“Fazla insan gelmez sanmıştım,” dedi adam. “Ne yaptığını biliyorsunuz diye tahmin ediyorum.”
“Evet, biliyorum.”
Adam sigarasına baktı. “Onun gibi birisinin ölmüş olması daha hayırlı.”
Wallander sinirlendiğini hissetti. “Stefan daha 18 yaşında bile değildi. Öyle gencecik birisinin ölmesi hiçbir zaman daha hayırlı olmaz.” Bağırdığını fark etti.
Sigara içen adam ona merakla baktı. Wallander öfkeyle kafasını sallayıp arkasını döndü. Tam o anda cenaze arabası yanaştı. Kahverengi tabut indirildi. Üstünde sadece bir adet çelenk duruyordu. Wallander gelirken çiçek almalıydı.
Wallander hâlâ futbol topuyla oynayan çocuklara doğru yürüdü. “Buralarda bir çiçekçi var mı, biliyor musunuz?” dedi.
Çocuklardan biri ileriyi işaret etti.
Wallander cüzdanını çıkardı ve yüz kron aldı. “Koş, bana oradan çiçek al gel,” dedi. “Gül olsun. Hemen dön. Zahmetin için sana on kron vereceğim.”
Çocuğun gözleri yuvalarından fırlar gibi oldu parayı alırken.
“Ben polisim,” dedi Wallander. “Tehlikeli bir polisim. Eğer parayı alıp tüyersen seni bulurum.”
Çocuk hayır anlamında başını salladı. “O zaman neden üstünde üniforma yok?” diye sordu kırık dökük bir İsveççeyle. “Hiç polise benzemiyorsun. Hele hele tehlikeli bir polise.”
Wallander polis kimliğini çıkarıp çocuğa gösterdi. Çocuk bir süre kimliği inceledi, sonra başını salladı ve gözden kayboldu. Diğerleri oyuna devam etti.
Dönmeme ihtimali çok yüksek, diye düşündü Wallander kasvetli bir şekilde. Uzun zamandan beri halk polise hiç saygı duymuyor.
Fakat çocuk tam söz verdiği gibi elinde güllerle döndü. Wallander ona 20 kron verdi, söz verdiği için 10 kron, geri döndüğü için 10 kron daha. Abartı bir cömertlik sergilediğinin farkındaydı ama artık çok geçti. Bir taksi kilisenin girişindeki merdivene yanaştı ve Stefan’ın annesi indi. Yaşlanmıştı ve o kadar zayıftı ki hastalıklı gibiydi. Yanında yedi yaşlarında bir oğlan duruyordu. Gözleri kocaman açılmıştı ve korku doluydu. Hâlâ o günün korkusuyla yaşıyordu. Wallander yanlarına gidip onlarla selamlaştı.
“Sadece biz ve papaz,” dedi kadın.
Birlikte kiliseye yürüdüler. Papaz genç bir adamdı, tabutun yanında taburede oturuyor, gazetesini karıştırıyordu. Wallander, birden Anette Fredman’ın, koluna tutunduğunu hissetti. Anladı.
Papaz ayağa kalkıp gazetesini kaldırdı. Tabutun sağ tarafına oturdular. Kadın hâlâ Wallander’in kolundaydı.
Önce kocasını kaybetti, diye düşündü Wallander. Björn Fredman hiç de hoş olmayan vahşi bir adamdı, onu döverdi ve çocuklarına terör estirirdi ama onun kocası, çocuklarının babasıydı. Öz oğlu tarafından öldürülmüştü. Arkasından en büyük çocuğu Louise ölmüştü. Şimdiyse kadın gene burada, oğlunu gömmeye hazırlanıyordu. Ona ne kalmıştı? Yarım bir hayat? O kadarcık mı?
Arkalarından birisi kiliseye girdi. Anette Fredman hiçbir şey duymuşa benzemiyordu ya da kontrolünü kaybetmemek için kendini o kadar sıkıyordu ki başka bir şeye odaklanamıyordu. Bir kadın kürsüye doğru yürüyordu. Wallander yaşlarındaydı. Anette Fredman nihayet kafasını kaldırıp baktı ve kadına baş selamı verdi. Kadın birkaç sıra yanlarında arkaya oturdu.
“Doktor,” dedi Anette Fredman. “Adı Agneta Malmström. Bir süre önce Jens pek iyi durumda değilken ona yardım etmişti.”
Wallander bu adı bir yerden tanıyordu ama hatırlaması bir dakika sürdü, Stefan Fredman dosyasında en can alıcı ipuçlarını Agneta Malmström ve kocası vermişti ona. Stockholm istasyonu aracılığıyla bir gece çok geç saatte konuşmuşlardı. Kadın Landsort’un ilerisinde denizin ortasında yattaydı.
Wallander kilise müzisyenini göremedi ama müzik başladı. Papaz bir kayıt cihazını başlatmıştı. Wallander neden kilise çanı işitmediğini de merak etti. Cenazeler hep çanların çalmasıyla başlamaz mıydı? Anette Fredman koluna daha sıkı yapışınca aklından geçen bu düşünce gerilere kaydı. Wallander kadının yanındaki oğlana şöyle bir baktı. Onun yaşında bir çocuk cenazeye katılmalı mı? Wallander çocuğun burada olmaması gerektiğini düşünüyordu. Fakat çocuk oldukça ağırbaşlı duruyordu.
Müzik yavaşça sustu ve papaz konuşmaya başladı. Onlara İsa’nın sözlerini hatırlattı, “Bırakın küçükler bana gelsin.” Wallander tabutun üstünde duran çelenge dikkatini verdi, boğazındaki düğümün büyümesine engel olmak için çiçeklerdeki yaprakları saymaya başladı.
Kısa bir törendi. Sonrasında tabuta yaklaştılar. Anette Fredman bir koşu yarışının son metrelerindeymiş gibi kesik kesik nefes alıyordu. Dr. Malmström tam arkalarında durdu. Wallander papaza doğru döndü, papaz sanki sabırsızlanıyordu.
“Çanlar,” dedi Wallander adama. “Neden çanlar çalmadı? Biz dışarı çıkarken çanlar çalmalı, ayrıca org yerine kaydedilmiş müzik de çalınmaz.”
Papaz tereddütle başını salladı. Wallander polis kimliğini çıkarsa ne olurdu diye merak etti. Dışarı yürümeye başladılar. Jens ve annesi öndeydi. Wallander, Agneta Malmström’e selam verdi.
“Sizi tanıdım,” dedi kadın. “Hiç tanışmadık ama yüzünüzü gazetelerden biliyorum.”
“Benden gelmemi istedi. Sizi de mi aradı?”
“Hayır, ben kendim geldim.”
“Şimdi ne olacak?”
Dr. Malmström yavaşça başını salladı. “Bilmiyorum. Çok içmeye başladı. Jens nasıl büyüyecek bilmiyorum.”
Tam bu noktada Anette Fredman ve Jens’in onları beklediği alana ulaştılar. Kilise çanları çaldı. Wallander kapıları açtı, tabuta son bir bakış attı. Bazı adamlar yan kapıdan tabutu taşıyorlardı.
Birdenbire bir flaş yüzünde patladı. Dışarıda gazeteci bekliyormuş. Anette Fredman elleriyle yüzünü kapattı. Fotoğrafçı ona arkasını dönüp oğlanın resmini çekmeye çalıştı. Wallander onu durdurmak için kolunu öne attı ama fotoğrafçı fazla hızlıydı. Alacağını almıştı.
“Neden bizi rahat bırakmıyorsun?” diye bağırdı Anette Fredman.
Oğlan ağlamaya başladı. Wallander fotoğrafçıyı kolundan tutup kenara çekti. “Ne yaptığını sanıyorsun ha?” diye dişlerini sıktı.
“Seni hiç ilgilendirmez,” dedi fotoğrafçı. Nefesi kokuyordu. “Ne satarsa onu çekerim ben. Bir seri katilin cenazesinden çekeceğim fotoğraflar iyi satar. Maalesef daha erken gelemedim.”
Wallander polis kimliğine elini attı, sonra fikrini değiştirip kameraya yapıştı. Fotoğrafçı makinesini elinden çekmeye çalıştı ama Wallander daha kuvvetliydi. Makineyi açıp içindeki filmi çıkardı.
“Her şeyin bir sınırı olmalı,” dedi Wallander, adama makinesini geri uzatırken.
Fotoğrafçı ona bakakaldı ve ceketinin cebinden cep telefonunu çıkardı. “Polisi arıyorum,” dedi. “Buna saldırı denir.”
“Hadi ara,” dedi Wallander. “Ben Ystad emniyetinde komiserim. Komiser Kurt Wallander. Malmö’deki meslektaşlarımı ara ve canın ne istiyorsa söyle.”
Wallander film rulosunu yere attı ve kılıfını ayakkabısının altında ezdi. Kilise çanları sustu. Wallander terliyordu ve hâlâ öfkeliydi. Anette Fredman’ın onları rahat bırakmalarını isteyen tiz çığlığı hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Fotoğrafçı ezilmiş filmine baktı. Oğlanlar hâlâ futbol topuyla oynuyordu.