“Gazetede resim falan çıkmayacak,” dedi Wallander.
“Neden bizi rahat bırakmıyorlar ki?”
Wallander’in verecek cevabı yoktu. Agneta Malmström’e doğru baktı ama onun da söyleyecek bir sözü yoktu.
Anette Fredman, Wallander’i aradığında cenaze töreninden sonra eve kahve içmeye de davet etmişti. Wallander hayır demeyi becerememişti.
Döküntü kiralık binadaki daire, tam da Wallander’in hatırladığı gibiydi. Dr. Malmström de onlarla geldi. Kahvenin demlenmesini beklerken sessiz sessiz oturdular. Wallander mutfaktan bir porselen çınlaması duyduğunu sandı.
Jens yerde sessizce arabasıyla oynuyordu. Wallander, Dr. Malmström’ün de ortamı onun kadar kasvetli bulduğunu anlıyordu ama söyleyecek bir şey yoktu.
Ellerinde kahve fincanlarıyla oturdular. Anette Fredman parlak gözlerle karşılarına oturdu. Dr. Malmström işsiz olduğu bugünlerde nasıl idare ediyor diye anlamaya çalıştı. Anette Fredman muğlak, yarım ağız cevaplarla geçiştirdi.
“İdare ediyoruz işte. Bir şekilde yoluna girecek. Her şey sırayla.”
Sözler tükendi. Wallander kol saatine baktı. Ayağa kalkıp Anette Fredman’la tokalaştı. Kadın gözyaşlarına boğuldu. Wallander çok şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi.
“Siz gidin,” dedi Dr. Malmström. “Ben bir süre daha onunla kalırım.”
“Sonra arayıp hâlinizi hatırınızı soracağım,” dedi Wallander. Ardından, beceriksizce, oğlanın kafasını okşadı ve çıktı.
Motoru çalıştırmadan önce bir süre arabada oturdu. Bir seri katilin cenaze fotoğraflarının çok satacağından emin olan fotoğrafçıyı düşündü.
Artık dünyanın düzeni böyle, inkâr edemem, diye düşündü. Ama bu, olanları anlayışla karşılayacağım anlamına da gelmez.
Sonbahar manzarası içinde arabasını Ystad’a sürdü. Boğucu bir sabah olmuştu.
Saat ikiyi biraz geçe arabasını park etti.
Doğu rüzgârı artmıştı. Wallander emniyete doğru yürürken deniz kıyısından karaya doğru ilerleyen kara bulutlar gördü.
3
Wallander odasına girdiğinde başı ağrıyordu. Çalışma masasının çekmecelerinde ağrı kesici tablet aradı. Hansson’un ıslık çalarak koridordan geçtiğini duydu. Sonunda en alt çekmecenin dibinde buruşuk bir paket buldu, Distril. Kantinden kendine bir bardak su ve kahve almaya gitti. İki sene önce işe alınan bir grup genç polis bir masaya oturmuş, yüksek sesle konuşuyordu. Wallander onlara selam verdi. Polis Akademisi’nde geçirdikleri günlerden bahsettiklerini işitti. Tekrar odasına yürüdü ve iki tabletin suyun içinde eriyişini seyretti.
Anette Fredman’ı düşündü, oturma odasında yerde oturmuş sessiz sakin oyuncağıyla oynayan, Rosengård’ın yoksul bir mahallesinde yaşayan o küçük çocuğu nasıl bir gelecek beklediğini hayal etmeye çalıştı. Sanki dünyadan saklanmaya çalışıyor gibiydi, ölmüş babasına ve iki kardeşine dair anıları içinde taşıyordu.
Wallander bardağı kafasına dikti ve ânında baş ağrısının geçtiğini hissetti. Martinson’un masasına koyduğu dosyaya baktı, üstüne Çok, çok acil! yazan kırmızı bir post-it yapıştırılmıştı. Wallander dosyadakileri zaten biliyordu. Geçen hafta Wallander, gittikçe büyüyen motosikletli çetelerle bağlantılı şiddet eylemlerinde polisin tutumuyla ilgili düzenlenen ulusal polis konferansındayken telefonda uzun uzadıya konuşmuşlardı. Wallander bu vakada olmamak için mazeret bildirmek istemişti ama Emniyet Müdürü Holgersson ısrar etmişti. Onu özellikle bu dosyada mutlaka istiyordu. Çetelerden biri Ystad’ın dışında bir çiftlik satın almıştı ve ileride onlarla baş etmeye hazırlıklı olmak zorundaydılar.
Wallander derin bir iç geçirerek dosyayı aldı. Martinson olayları titizce sıraladığı bir rapor hazırlamıştı. Wallander sandalyesinde arkaya yaslandı ve az önce okuduklarını kafasında evirip çevirmeye başladı.
Biri 19, diğeri en fazla 14 yaşında olan iki kız, salı akşamı saat on sularında bir restorandan taksi çağırmışlardı. Taksiciden kendilerini Rydsgård’a götürmesini istemişler. Kızlardan biri şoförün yanına oturmuş. Ystad’ın dış mahallelerine ulaştıklarında kız, taksiciye arka koltuğa geçmek istediğini söylemiş. Taksi yol kenarına çekince arkada oturan kız, taksicinin kafasına çekiçle vurmuş. Ön koltuktaki kız da adamı göğsünden bıçaklamış. Adamın cüzdanını ve cep telefonunu alıp kaçmışlar. Taksici, o hâline rağmen taksinin telsizinden acile ulaşmayı başarmış.
Adamın adı Johan Lundberg’di ve aşağı yukarı 60 yaşındaydı. Ömrü boyunca taksicilik yapmıştı. İki kızın da eşkâlini oldukça ayrıntılı tarif etmişti. Martinson bu detaylı tarifleri kullanıp kızların isimlerini bulmayı başarmış, aynı zamanda restorandaki diğer insanların da ifadesini almıştı.
Kızlar evlerinde yakalanmıştı. İkisi de yaşlarına rağmen gözaltında tutuluyordu çünkü işledikleri suç ve şiddet unsuru göz önüne alınmıştı. Lundberg hastaneye yatırıldığında bilinci yerindeydi ancak durumu kötüleşmişti. Artık şuuru kapanmıştı ve doktorlar tedaviden pek emin değildi. Martinson’a göre kızlar saldırının nedeni olarak sadece “paraya ihtiyaçları olduğunu” belirtmişti.
Wallander yüzünü ekşitti. Hayatında hiç böyle bir şey duymamıştı. Ortada vahşice suç işleyen iki kız vardı. Martinson’un notlarına göre, daha genç olan kızın okul notları çok iyiydi. Büyük olansa bir otelin resepsiyonunda çalışıyordu ve daha önce Londra’da dadılık yapmıştı. Üniversitenin yabancı dil bölümüne başvurmuştu. İkisinin de sicili temizdi.
Hiç anlamıyorum, diye düşündü Wallander. İnsan hayatı bu kadar ucuz mu? O taksici ölebilirdi, belki de ölecek zaten. İki kız. Erkek olsalar bir nebze anlayabilirim, o da sırf artık duymaya alıştığım için.
Kapının çalmasıyla düşünceleri kesildi. Meslektaşı Ann-Britt Höglund kapıdaydı. Her zamanki gibi beti benzi atmış ve yorgun görünüyordu. Wallander, kadının Ystad’a ilk gelişinden bu yana hayatındaki değişiklikleri düşündü. Polis Akademisi’nde sınıf birincisiydi ve büyük bir hırs ve enerjiyle şehre gelmişti. Bugünse hâlâ iradesi güçlüydü ama değişmişti. Yüzündeki solgunluk içinden yansıyordu.
“Sonra uğramamı ister misin?” dedi.
“Hayır, sorun değil.”
Wallander’in karşısındaki bozuk sandalyeye dikkatlice oturdu.
Wallander önündeki belgeleri gösterdi. “Bununla ilgili söyleyecek bir sözün var mı?” diye sordu.
“Taksici dosyası mı?”
“Evet.”
“Yaşı büyük olan kızla konuştum, Hökberg. Bana net ve sert cevaplar verdi, her şeye cevap verdi. Pişmanlıktan en ufak bir eser yoktu. Diğer kız, yaşından dolayı sosyal hizmetlerde gözaltında tutuluyor.”
“Anlayabiliyor musun?”
Höglund cevap vermeden önce durdu. “Hem evet hem hayır. Suç işleme yaşının çok düştüğünü biliyoruz.”
“Kusuruma bakma ama ben daha önce bir çekiç ve bıçakla birisine saldıran iki ergen kızla ilgili bir dosyaya rastlamadım. Sarhoş muymuşlar?”
“Hayır. Ama bu bizi şaşırtmalı mı, bilmiyorum. Belki de böyle bir olayın daha önce yaşanmamış olması şaşırtıcıdır.”
Wallander masasına doğru eğildi. “Şu en son kısmı bir tekrar etmen lazım.”
“Açıklayabilir miyim, emin değilim.”
“Bir dene bakalım.”
“Kadınlara artık iş alanında ihtiyaç yok. O çağ sona erdi.”
“Ama bu genç bir kızın neden bir taksiciye saldırdığını açıklamıyor.”
“Bizim bildiğimizden fazlası olmalı. Ne sen ne ben insanların doğuştan kötü kalpli olduğunu düşünüyoruz.” Wallander başını iki yana salladı. “Benim fikrim değişmedi,” dedi, “gerçi ara sıra biraz şaşmıyor değilim.”
“Genç kızların okuduğu dergilere bir göz at. Artık her şey güzellik hakkında, başka hiçbir şey yok. Nasıl erkek arkadaş bulunur, onun ilgi alanları ve hayalleri aracılığıyla hayata nasıl anlam katılır, bunun gibi şeyler.”
“Eskiden de hep bunlarla ilgili değil miydi o dergiler?”
“Hayır. Kendi kızını düşün. Hayatını nasıl şekillendireceği hakkında kendi fikirleri yok muydu?”
Wallander kadının haklı olduğunu biliyordu. “Evet ama yine de neden Lundberg’e saldırdıklarını anlayamıyorum,” dedi.
“Ama anlamalısın. Genç kızlar, toplumun onlara gönderdiği mesajın alt metnini yavaş yavaş görmeye başladılar. Kendilerine ihtiyaç olmadığını, hatta bir süs unsuru olduklarını anladıkları zaman, erkekler kadar haince tepki veriyorlar. Suç işlemeye ve başka şeyler yapmaya başlıyorlar.”
Wallander suskun kaldı. Höglund’un ifade etmeye çalıştığı şeyin özünü anlıyordu.
“Daha iyi açıklayabileceğimi sanmıyorum,” dedi kadın. “Onlarla kendin konuşsan daha iyi olmaz mı?”
“Martinson da böyle istemişti.”
“Aslında ben başka bir sebeple uğradım. Bir konuda yardımına ihtiyacım var.”
Wallander devam etmesini bekledi.
“Ystad’da bir kadın kulübüne konuşma yaparım demiştim. Toplantı perşembe akşamı ama artık canım istemiyor. Hayatımda bir sürü şey oluyor ve buna odaklanamıyorum.”
Wallander kadının, sancılı bir boşanma sürecinin ortasında olduğunu biliyordu. Kocası işi sebebiyle hep uzaktaydı. Dünyanın dört bir yanına gönderiliyordu ve bu yüzden süreç daha da uzuyordu. Evliliğinin bittiğini Wallander’e ilk söylemesinin üstünden bir yıl geçmişti.
“Martinson yapabilir mi diye sorsana?” dedi Wallander. “Benim konuşma yapma konusunda ne kadar beceriksiz olduğum ortada.”
“Onlara sadece polisliğin nasıl bir iş olduğunu anlatacaksın, o kadar,” dedi kadın. “Altı üstü otuz kadar kadından oluşan bir dinleyici kitlesine konuşacaksın. Muhtemelen soru da soracaklar. Seni severler.”
Wallander kararlı bir şekilde olumsuz anlamda başını salladı. “Martinson bayıla bayıla yapar,” dedi. “Siyaset deneyimi de var, o yüzden böyle şeylere alışkın.”
“Ona sordum zaten. Yapamazmış.”
“Holgersson?”
“O da. Geriye tek sen kalıyorsun.”
“Hansson’a ne olmuş?”
“Birkaç dakika sonra at yarışı konusuna girer. İflah olmaz.”
Wallander pes etmek zorunda olduğunu anladı. Kadını ortada bırakamazdı. “Nasıl bir kadın kulübü?”
“Bir kitap kulübü olarak başladı galiba, entelektüel ve edebî bir gruba dönüştü. Yaklaşık on yıldır faaller.”
“Eh, yapmak istemiyorum ama başka kimse yoksa yaparım.”
Kadın resmen rahatlamıştı, Wallander’e bir kâğıt parçası uzattı.
“Arayacağın kişinin adı ve telefon numarası burada yazıyor.” Adres şehir merkezindeydi, Wallander’in evine uzak değildi. Höglund ayağa kalktı.
“Bir ödeme yapmıyorlar,” dedi. “Ama bol bol kahve içer, kek yersin.”
“Ben kek sevmem.”
“Eğer bir yardımı olacaksa diye söylüyorum, bu tür gönüllü kamu hizmetleri tam da emniyet müdürlüğünün bizden yapmamızı istediği şey. Biliyorsun, hani bize hep halkla iç içe olun diye mesajlar geliyor ya onlardan işte.”
Wallander ona özel hayatının nasıl gittiğini sormayı düşündü ama vazgeçti. Eğer onunla paylaşmak istediği bir sorunu olsaydı konuyu ilk açan zaten kendisi olurdu.
“Stefan Fredman’ın cenazesine gitmeyecek miydin sen?”
“Oradaydım, tahmin edemeyeceğin kadar boğucuydu.”
“Anne nasıl karşılamış bu haberi? Adını unuttum.”
“Anette. Kadının hayatta şansı hiç yaver gitmemiş. Ama bence elinde kalan tek çocuğuna iyi bakıyor. Ya da en azından bakmaya çalışıyor.”
“Göreceğiz.”
“Nasıl yani?”
“Çocuğun adı ne?”
“Jens.”
“On yıl sonra Jens Fredman ismi polis kayıtlarımıza girecek mi girmeyecek mi, bekleyip göreceğiz işte.”
Wallander başını salladı. Bu ihtimal dâhilindeydi.
Höglund çıktı, Wallander de yeni bir kahve almaya gitti. Genç polisler kantinden ayrılmıştı. Wallander, Martinson’un odasına yürüdü. Kapı ardına kadar açıktı ama oda boştu. Wallander kendi odasına döndü. Baş ağrısı geçmişti. Camdan dışarıya baktı. Su kulesinin orada bir grup karatavuk ciyak ciyak bağırıyordu. Wallander kuşları saymaya çalıştı ama sayıları çok fazlaydı.
Telefon çaldı, Wallander masasına oturmadan açtı. Arayan kitapçıydı, sipariş ettiği kitabın geldiğini haber veriyordu. Wallander kitap siparişi verdiğini hatırlamıyordu ama ertesi gün almaya geleceğine söz verdi.
Ahizeyi yerine koyar koymaz hangi kitap olduğunu anımsadı. Linda’ya bir hediyeydi. Antika mobilyaları yenilemek üzerine yazılmış Fransızca bir kitaptı. Wallander doktorun muayenehanesindeki dergide bu kitabın tanıtımını okumuştu. Linda’nın para kazanmak için mobilya yenileme fikrine dönmesini umuyordu hâlâ, oysaki kızı başka kariyerler denemekle meşguldü. Wallander kitabı sipariş etmiş, ânında da sipariş ettiğini unutmuştu. Kahve fincanını kenara itip akşamın ilerleyen saatlerinde kızını aramaya karar verdi. En son konuşmalarının üstünden haftalar geçmişti.
Martinson içeri girdi. Hep bir acelesi vardı ve nadiren kapıyı çalardı. Yıllar içinde Wallander’in Martinson’un polisliğine olan inancı artmıştı. En büyük zayıflığı muhtemelen başka bir iş yapmayı tercih edecek olmasıydı. İşi bırakmayı ciddi ciddi kafasına koyduğu zamanlar olmuştu, en kötüsü de kızının okulda saldırıya uğradığı dönemdi. Ona saldıranlar, sırf polis kızı olduğu için yaptıklarını ısrarla ifade etmişti. Bu da Martinson’u zıvanadan çıkarmaya yetmişti. Ancak Wallander sonunda bir şekilde onu ikna etmeyi başarmıştı. Martinson’un en güçlü yönleri hem inatçı hem de zeki oluşuydu. İnatçılığı bazen sabırsızlığına yeniliyordu ve o zaman zekâsından yeterince faydalanamıyordu. Ara sıra özensiz işler teslim edebiliyordu.
Martinson kapının eşiğine yaslandı. “Seni aramaya çalıştım,” dedi, “ama cep telefonun kapalıydı.”
“Kilisedeydim,” dedi Wallander. “Tekrar açmayı unutmuşum.”
“Stefan’ın cenazesinde mi?”
Wallander, Martinson’a Höglund’a anlattıklarını anlattı, tahmin edeceği üzere son derece kasvetli olduğunu söyledi. Martinson masadaki dosyayı işaret etti.
“Okudum,” dedi Wallander. “Hâlâ o kızlar hangi şeytana uyup da bir çekiç ve bıçak alıp birisine öylece saldırıvermişler, aklım alamadı.”
“Orada yazıyor ya,” dedi Martinson. “Paraya ihtiyaçları varmış.”
“İyi de neden böyle bir şiddete başvurmuşlar? Adam nasıl bu arada?”
“Lundberg mi?”
“Başka hangi adam olacak?”
“Hâlâ şuuru kapalı ve durumu kritik. Herhangi bir değişiklik olursa arayacaklarına söz verdiler. Ama durum pek umut verici görünmüyor.”
“Bunlardan herhangi bir şey anlıyor musun?”
Martinson oturdu. “Hayır,” dedi. “Kesinlikle anlamıyorum. Anlamak istediğimden de emin değilim.”
“Ama anlamak zorundayız. Bu işi yapıyorsak.”
Martinson, Wallander’e baktı. “Biliyorsun, sık sık işi bırakmayı düşünürüm. En son düşündüğümde benimle konuşup beni ikna ettin. Bir sonraki sefere bu kadar kolay olmayacak ama.”
Wallander endişeliydi. Martinson’u kaybetmek istemiyordu, aynı şekilde Höglund da istifa dilekçesiyle kapısını çalsa hiç memnun olmazdı. “Belki gidip şu Hökberg denen kızla konuşuruz,” dedi.
“Bir şey daha var.”
Wallander sandalyede arkasına yaslandı. Martinson’un elinde birkaç belge vardı.
“Buna bakmanı istiyorum. Dün gece olmuş. Ben nöbetçiydim ve seni yataktan çıkarmanın çok gerekli olduğunu düşünmedim.”
“Anlatsana.”
Martinson alnını kaşıdı. “Gece devriyelerinden biri, saat bir civarı aradı ve şehirdeki mağazaların orada bir ATM’nin önünde ölü bir adam olduğunu söyledi.”
“Hangisinde?”
“Vergi dairesinin yanındaki.”
Wallander başıyla onayladı.
“Arabayla bakmaya gittik. Doktora göre, adam öleli çok olmamış, en fazla iki saat dedi. Elbette otopsi raporunu birkaç gün sonra alırız.”
“Ne olmuş?”
“Mesele de bu. Başında çok kötü bir yara vardı ama birisi ona vurdu mu, adam yere düşüp mü yaralandı, anlayamadık.”
“Soyulmuş mu?”
“Cüzdanı yanındaydı ve paralar da duruyordu.”
Wallander bir saniye düşündü. “Kimse bir şey görmemiş yani?”
“Hayır.”
“Adam kimmiş?”
Martinson belgeye baktı. “Adı Tynnes Falk. 47 yaşında, o civarda oturuyormuş. Apelbergs Caddesi 10 numarada en üst katta kiracıymış.”
Wallander elini havaya kaldırdı.
“Apelbergs Caddesi 10 numara mı?”
“Evet.”
Wallander yavaş yavaş başını salladı. Yıllar önce, Mona’dan boşanmasının hemen ardından, Saltsjöbaden Oteli’ndeki bir dans gecesinde bir kadınla tanışmıştı. Wallander çok sarhoştu. Kadınla birlikte evine gitmişti ve ertesi sabah tanımadığı bir kadının yanında, hiç bilmediği bir yatakta uyanmıştı, kadının adını hatırlamıyordu. Hemen giysilerini giymiş ve oradan ayrılmış, kadını da bir daha görmemişti. Her nedense Wallander o kadının Apelbergs Caddesi 10 numarada oturduğundan emindi.
“Adresi tanıdın mı?” dedi Martinson.
“Sadece seni duymadım.”
Martinson ona şaşırarak baktı. “Sessiz mi söyledim?”
“Lütfen devam et.”
“Adam bekârmış, boşanmış. Eski karısı hâlâ burada yaşıyor ama çocukları taşınmışlar. 19 yaşındaki oğlu Stockholm’de okuyor. Kızı 17 yaşında ve Paris’teki bir büyükelçilikte dadılık yapıyor. Eski karısına haber verildi.”
“Adam nerede çalışıyormuş?”
“Kendi işini yapıyormuş galiba. Bir çeşit bilgisayar danışmanı.”
“Ve soyulmamış?”
“Hayır ama ölmeden hemen önce ATM’de banka hesabını incelemiş. Onu bulduğumuzda dekont hâlâ elindeydi.”
“Ve hiç para çekmemiş?”
“Kayıtlara göre hayır.”
“Tuhaf. En mantıklı senaryo, birisinin o para çekerken arkasında bekleyip nakit elindeyken arkadan ona vurmuş olması.”
“Benim de aklımdan bu geçti tabii ki ama en son cumartesi günü para çekilmiş ve o zaman bile büyük bir miktar çekilmemiş.”
Martinson, Wallander’e içinde kan lekeli bir banka dekontu olan bir poşet uzattı. Hesap özeti gece yarısını iki geçe alınmıştı. Wallander poşeti Martinson’a geri verdi.
“Nyberg ne diyor?”
“Başındaki yara haricinde hiçbir şeyin bir suça işaret etmediğini söyledi. Adam muhtemelen kalp krizi geçirmiş.”
“Belki de adam hesabında görünenden daha büyük bir meblağ görmeyi bekliyordu,” dedi Wallander düşünceli bir hâlde.
“Neden öyle düşündün?”
Wallander de merak ediyordu bunu. Ayağa kalktı. “İyisi mi otopsi raporunu bekleyelim. O zamana dek bir suç işlenmemiş gibi hareket edeceğiz, şimdilik rafa koyalım bu mevzuyu.”
Martinson belgelerini topladı. “Hökberg’e atanan avukatla konuşacağım. Ne zaman buraya gelebilir, bir öğreneyim, o zaman konuşursun kızla.”
“Çok da istemiyorum aslında,” dedi Wallander. “Ama konuşmalıyım galiba.”
Martinson odadan çıktı, Wallander de tuvalete gitti. Kan şekerinin yüksek olmasından dolayı durmadan tuvalete çıktığı günlerin sona ermesine şükretmeliydi.
Bir saat boyunca kaçak sigara dosyası üstünde çalıştı, bir yandan da Höglund için yapmayı kabul ettiği şey zihninin bir köşesini kemiriyordu.
Saat dördü iki geçe Martinson arayıp Hökberg ve avukatının hazır olduğunu söyledi.
“Avukat kimmiş?” dedi Wallander.
“Herman Lötberg.”
Wallander onu tanıyordu. Yaşı geçkinlerden biriydi ve çalışması kolay bir insandı. “Beş dakika sonra oradayım,” dedi Wallander ve telefonu kapattı.
Tekrar pencere kenarına yürüdü. Rüzgâr hızlanmıştı, karatavuklar uçmuştu. Wallander, Anette Fredman ve sessiz sessiz yerde oturmuş oyuncağıyla oynayan oğlanı düşündü. Çocuğun korku dolu gözlerini. Başını iki yana salladı ve bunun yerine Hökberg denen kıza soracağı soruları düşünmeye koyuldu. Martinson’un notlarında kızın arka koltukta oturan ve adamın kafasına çekiçle vuran şahıs olduğu yazıyordu. Bir kez de değil, birçok defa vurmuştu. Sanki cinnet geçirmiş gibi.
Wallander bir defter ve kalem alıp odadan çıktı. Yolun yarısında gözlüğünü unuttuğunu fark etti. Geri döndü. Aslında sorulacak tek soru var gerçekten, diye düşündü ifade odasına giderken. Neden yapmışlardı? Paraya ihtiyaçları olduklarını söylemeleri yeterli değildi. Bir yerlerde başka bir cevap daha var, bulmak zorunda olduğum daha derin bir cevap, diye düşündü.
4
Sonja Hökberg, Wallander’in beklediği gibi görünmüyordu. Aslında Wallander tam olarak ne beklediğini anımsayamadı ama o odada tanıştığı kişi değildi beklediği. Wallander içeri girdiğinde Sonja Hökberg oturuyordu. Kız ufak tefek ve zayıftı, üflesen neredeyse uçacaktı. Sarı saçları omuzlarındaydı ve mavi gözlüydü. Masumiyet ve saflık konulu bir dergi reklamında model olabilirdi. Ona gözü dönmüş, çekiçli katil demeye bin şahit isterdi.
Wallander’i odanın dışında kızın avukatı ve Martinson karşılamıştı.
“Kız gayet kendine hâkim,” dedi Lötberg, Wallander’e. “Yapılan suçlama ve cezanın bilincinde olduğundan emin değilim.”
“Mesele suçlama ve itham değil. Kız suçlu zaten,” dedi Martinson altını çizerek.
“Peki ya çekiç?” dedi Wallander. “Bulduk mu?”
“Yatağının altına koymuş. Üstündeki kanı temizleme zahmetine bile girmemiş. Diğer kız bıçağı elden çıkarmış. Hâlâ arıyoruz,” dedi Martinson ve çıktı.
Wallander avukatla birlikte içeri girdi. Kız onlara umutla baktı. Pek gergin görünmüyordu. Wallander başıyla selam verip oturdu. Masada bir kayıt cihazı duruyordu. Wallander kıza uzun uzun baktı. Kız da ona baktı.
“Sakızınız var mı?” diye sordu sonunda kız.
Wallander hayır anlamında başını sallayıp Lötberg’e baktı, Lötberg de hayır anlamında başını salladı.
“Bakalım, daha sonra alırız belki,” dedi Wallander, kayıt cihazını çalıştırdı. “Önce biraz sohbet edeceğiz.”
“Tüm olan biteni zaten anlattım. Neden sakız vermiyorsunuz? Parasını öderim,” dedi kız ve meşe yaprağı şeklinde tokası olan siyah el çantasını kaldırdı. Wallander çantaya el konmamasına şaşırmıştı. “Sakızımı alana kadar ağzımı açmam.”
Wallander telefona uzanıp danışmayı aradı. Ebba halleder, diye düşündü. Ancak hatta tanımadığı bir ses çıkınca Ebba’nın artık emekli olduğunu hatırladı. Altı aydır yoktu ama Wallander yeni danışma görevlisine hâlâ alışamamıştı. Otuzlu yaşlarında, Irene adında bir kadındı. Önceden bir doktorun muayenehanesinde yönetici asistanıymış. Kısa sürede emniyette sevilen biri oldu. Ama Wallander, Ebba’yı özlüyordu.
“Bana sakız lazım,” dedi. “Kimde vardır biliyor musun?”
“Evet,” dedi Irene. “Bende var.”
Wallander telefonu kapatıp danışmaya yürüdü.
“Kız için mi?” diye sordu Irene.
“Çok zekisin.”
Wallander sorgu odasına döndü, Sonja Hökberg’e sakızı verdi ve tüm bunlar olurken kayıt cihazını kapatmayı unuttuğunu fark etti.
“Artık başlayalım,” dedi. “6 Ekim 1997, saat 16.15. Kurt Wallander Sonja Hökberg’i sorguluyor.”
“Yani her şeyi size en baştan mı anlatmak zorundayım?” dedi kız.
“Evet, net konuşmaya ve mikrofona doğru söylemeye çalış.”
“Hepsini çoktan anlattım zaten, neden tekrar olmak zorunda?”
“Benim başka sorularım olabilir.”
“En baştan hepsinin üstünden geçmek içimden gelmiyor.”
Wallander bir an için kızda kaygıdan eser olmayışına hayret etti.
“Maalesef iş birliği yapmak zorundasın,” dedi. “Çok ciddi bir suçla itham ediliyorsun ve suçunu da kabul ettin. Şu an nitelikli saldırı söz konusu, eğer taksicinin hâli daha kötüye giderse, senin durumun daha da fena olabilir.”
Lötberg, Wallander’e onaylamayan bir bakış attıysa da ağzını açmadı.
Wallander en baştan başladı. “Adın Sonja Hökberg ve 2 Şubat 1978 günü doğmuşsun.”
“Yani balık burcuyum. Senin burcun ne?”
“Şu anda bunun yeri değil. Buraya sorularımı cevaplamaya geldin, hepsi bu. Anladın mı?”
“Aptala benzer bir hâlim mi var?”
“Burada Ystad’da, Trastvägen 12 numarada anne babanla birlikte yaşıyorsun.”
“Evet.”
“Emil adında, 1982 doğumlu bir erkek kardeşin var.”
“Bu sandalyede oturması gereken o, ben değilim.”
Wallander kaşlarını kaldırdı.
“Neden öyle dedin?”
“Eşyalarımı karıştırmadan duramaz. Hep eli benim eşyalarımda. Çok kavga ederiz.”
“Eminim küçük kardeşinin olması zor bir durumdur ama şimdilik bu konuyu bir kenara koyalım.”
Kız hâlâ istifini bozmuyor, diye düşündü Wallander. Bu umursamazlığı sinirine dokunmaya başlıyordu.
“Geçen salı yaşanan olayları anlatmaya başlar mısın?”
“Aynı şeyin üstünden iki kere geçmek ne eziyet, çok sıkıcı.”
“Yapacak bir şey yok. Sen ve Eva Persson o akşam dışarı çıktınız?”
“Burada yapacak hiçbir şey yok. Keşke Moskova’da yaşasaydım.”
Wallander’in nutku tutulmuştu. Lötberg bile şaşırdı.
“Neden Moskova?”
“Bir yerlerde gördüm, orada hep heyecanlı şeyler oluyormuş. Hiç Moskova’ya gittiniz mi?”
“Hayır. Sadece sorularıma cevap ver. Evet, o gece dışarı çıktınız.”
“Biliyorsunuz zaten.”
“Eva ve sen yakın arkadaş mısınız?”
“Değilsek neden gece çıkalım? Sizce ben hoşlanmadığım insanlarla çıkıp gezecek bir tipe mi benziyorum?”
Wallander ilk kez kızın ses tonunda bir duygu yakalar gibi oldu. Sabırsız görünüyordu.
“Birbirinizi ne zamandır tanıyorsunuz?”
“Çok uzun değil.”
“Ne kadardır?”
“Birkaç yıl.”
“Senden beş yaş küçük.”
“Beni örnek alıyor.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Bana kendi söyledi. Beni örnek alıyormuş.”
“Neden peki?”
“Onu kendisine soracaksınız.”
Soracağım, diye düşündü Wallander. Ona soracak çok şeyim var. “Bana o gece olanları anlatır mısın?”
“Of Tanrım!”
“Anlatmalısın, istesen de istemesen de. Mecbur kalırsak burada böyle sabaha kadar otururuz.”
“Birer bira içtik.”
“Eva Persson daha 14 yaşında olmasına rağmen mi?”