Von Enke durdu, sanki o iki sorunun ne olduğunu Wallander’den sormasını bekler gibiydi. Kapının diğer tarafından kahkaha sesleri geldi ama sonra onlar da kesildi.
“Herhâlde denizaltının İsveç karasularına yanlışlıkla girdiğini mi bilmek istemiştiniz,” diye yorum yaptı Wallander. “Tıpkı Karlskrona açıklarında karaya oturduğu iddia edilen öteki Rus denizaltısı gibi?”
“O soruyu çoktan cevaplamıştım. Navigasyonu bir denizaltıdan daha mükemmel başka bir gemi yoktur. Bu konu sugötürmez bir gerçek. Ajax’ın karşılaştığı denizaltı, bulunduğu yere bilerek gelmiş bir denizaltıydı. Asıl soru, niyetinin ne olduğuydu. Görülmeyi beklemediği belliydi ama ne için keşif yapıyordu, neden su yüzüne çıkıyordu. Mürettebat dikkatsizliğinin bir işareti olabilirdi. Ama tabii başka bir olasılık daha vardı.”
“O da aslında keşfedilmeyi arzu etmesi mi?”
Von Enke başıyla onayladı ve tütmemekte ısrar eden piposunu yeniden yakmaya çalıştı.
“Bu durumda,” dedi, “bir römorkör ile karşılaşmak en güzeli olurdu. Çünkü bu türden bir geminin sizi vurmak için ne bir katapultu olurdu ne de böyle bir yüzleşme için eğitilmiş mürettebatı. Deniz üssünde o sırada komutan ben olduğum için, üst düzey komutanla bağlantıya ben geçtim; denizaltıyı takip etmek için oraya derhâl gerekli donanıma sahip bir helikopter göndermemiz konusunda o da bana katıldı. Denizaltı olduğuna karar verdiğimiz hareket hâlindeki bir objeyle deniz radar bağlantısı sağlandı. Hayatımda ilk kez, tatbikat dışı bir durum için ateş açma emri verdim. Helikopter denizaltını uyarmak için bir su altı bombası ateşledi. Ardından denizaltı ortadan kayboldu ve biz de bağlantıyı kaybettik.”
“Nasıl birdenbire ortadan kaybolabilir?”
“Denizaltıların kendilerini görünmez yapmak için çeşitli yolları vardır. Saklanmak için denizaltı hendeklerine inebilir, deniz dibindeki dik yamaçlara yapışık durarak kendilerini yankı iskandili ile izlemek isteyenleri atlatabilirler. Bölgeye birkaç helikopter gönderdik ama izlerini bir daha bulamadık.”
“Peki, hasar almış olamaz mıydı?”
“Bu işler o şekilde yürümez. Uluslararası kanunlara göre gönderilen ilk su altı bombası uyarı niteliğinde olmalıdır. Ancak bundan sonra denizaltını kimliğini açıklaması için su yüzüne çıkmaya mecbur edebilirsiniz.”
“Sonrasında ne oldu?”
“Bir şey olmadı. Soruşturma yapıldı; benim doğru hareket ettiğime karar verdiler. Bu olay belki de iki yıl sonra olacakların bir uvertürü niteliğindeydi, yani İsveç karasularında, özellikle de Stockholm çevresi adalar denizinde yabancı denizaltıların cirit atmaya başlamasını kastediyorum. Sanırım bundan çıkarılacak en önemli sonuç, Rusların bizim seyrüsefer deniz kanallarımıza ilgisinin son derece arttığı gerçeğini kesin olarak ortaya çıkarmış olmamızdı. Bütün bunlar hiç kimsenin aklına Berlin Duvarı’nın yıkılacağını veya Sovyetler Birliği’nin çökeceğini getirmediği bir dönemde oldu. İnsan bu ayrıntıyı kolaylıkla atlayabiliyor. Soğuk Savaş daha bitmemişti. Bu hadiseden sonra İsveç Deniz Kuvvetleri’ne ayrılan fonda büyük bir artış oldu. Ama hepsi bu kadardı.”
Von Enke kahvesinin geri kalanını içti. Ev sahibi yeniden konuşmaya başladığında Wallander ayağa kalkmak üzereydi.
“Daha bitmedi. İki yıl sonra yeniden yola çıktık. O sıralar ben İsveç Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı’nın en üst kademesine atanmıştım. Üssümüz Berga’daydı ve yirmi dört saat boyunca göreve hazır bir muharebe grubu vardı. 1 Ekim günü akla hayale gelmeyecek türden bir alarm çağrısı aldık. Hårsfjärden Kanalı’nda, Muskö’deki üssümüze çok yakın noktada, bir veya daha fazla denizaltı gezindiğine dair bazı işaretler vardı. Dolayısıyla bu olay artık sadece İsveç karasularına izinsiz girme durumu değildi; yasak olan bölgede yabancı denizaltıları vardı. Kopan yaygarayı hatırlarsınız herhâlde?”
“Gazeteler bu haberle doluydu, gazeteciler de bu sebepten kaygan kayalıklara tırmanıyorlardı.”
“Bilmem ki insan bunu neyle kıyaslayabilir? Kraliyet sarayının bahçesine inen yabancı bir helikopter mesela. En gizli bildiğimiz askeri karargâhlarımıza yakın gezinen yabancı denizaltıların varlığı işte insana böyle hissettiriyordu.”
“Bu, benim Ystad’da göreve başlama haberini aldığım zamanlar.”
Birden kapı açıldı. Von Enke irkilmişti. Wallander onun, sağ eliyle ceketinin göğüs cebine davrandığını fark etti ama sonra elini yeniden dizine koydu. Kapı, banyoyu arayan yarı sarhoş bir kadın tarafından açılmıştı. Kadın gidince yine baş başa kaldılar.
Von Enke kapı kapanınca, “Ekim ayıydı,” diye kaldığı yerden devam etti. “Bazen sanki bütün İsveç sahilleri kimliği belirsiz yabancı denizaltıların işgali altındaymış gibi geliyordu insana. Berga civarında toplanan gazeteci kalabalığıyla konuşma işini ben yapmadığıma mutluydum. Koğuştan birkaç odayı bu iş için ayırmıştık. Ben çok yoğundum, o denizaltılardan birini bulabilmek için uğraşıyordum. Bir tanesini su yüzüne çıkarmayı başaramazsak bütün inanırlığımızı yitirecektik. Sonra nihayet, Hårsfjärden Kanalı’nda denizaltılardan birini kıstırdığımız o akşam geldi. Hiç şüphe yoktu; komutanlıktakiler bunun o olduğuna emindi. Ateş açma emrini verme yetkisi bendeydi. O zor saatler içinde genelkurmay başkanı ve yeni savunma bakanıyla birkaç kez görüştüm. Bakanın ismi eğer hatırlarsan Andersson’du, Borlänge’den biriydi.”
“‘Kızıl Börje’ diye anıldığı kalmış aklımda.”
“Doğru. Ama işinin ehli biriydi ve denizaltıların kesinlikle çok tehlikeli olduklarını düşünüyordu. Kendi memleketine, Dalarna’ya döndü ve yerine savunma bakanı olarak Anders Thurnborg geldi. Palme’nin göz bebeği olanlardan biri. Meslektaşlarımdan çoğu ona güvenmezdi ama benim onunla ilişkim iyiydi. Karışmazdı; soru sorardı, eğer yanıtını alırsa tatmin olurdu. Ama beni bir kere telefonla aradığında odada Palme de yanı başındaymış gibi bir izlenime kapılmıştım. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum fakat ciddi biçimde hissetmiştim.”
“Her neyse, sonra ne oldu?”
Von Enke’nin yüzü seğirdi, sanki Wallander’in, sözlerini bu şekilde kesmesinden alınmış gibiydi. Konuşmaya devam ettiğinde ise alınganlığından eser kalmamıştı.
“Denizaltını iznimiz olmadan kıpırdayamayacak hâlde sıkıştırmıştık. Genelkurmay başkanıyla görüşüp, su altı bombası yollayıp denizaltını su yüzüne çıkmaya zorlamak üzere olduğumuzu söyledim. Operasyona hazırlanmak için bir saate ihtiyacımız vardı; sonra İsveç karasularını işgal eden bu denizaltının kimliğini dünyaya ilan edebilecektik. Yarım saat geçti. Zaman inanılmaz derecede yavaş ilerliyordu. Ben devamlı olarak helikopterlerle ve denizaltını çeviren gemilerle bağlantı hâlindeydim. Kırk beş dakika geçmişti. Sonra olanlar oldu.”
Von Enke birden durdu, ayağa kalktı ve odadan çıktı. Wallander adamın hastalandığını sanmıştı ama birkaç dakika sonra komutan geri döndü, elinde iki konyak kadehi vardı.
“Soğuk bir kış akşamı,” dedi. “Bizi ısıtacak bir şeyler gerek. Kimse yokluğumuzu fark etmiş gibi görünmüyor, dolayısıyla bu sığınakta sohbetimize devam edebiliriz.”
Wallander hikâyenin devamını bekledi. Denizaltılarla ilgili eski hikâyeleri dinlemek o kadar ilginç değildi belki ama von Enke’nin davetlilerinden tanımadığı insanlarla konuşmak zorunda olmaya tercih ederdi.
“İşte tam o sırada oldu,” diye tekrarladı von Enke. “Saldırıya geçmeye dört dakika kala telefon çaldı: İsveç Silahlı Kuvvetleri’nin özel hattıydı. Bildiğim kadarıyla dışarıdan dinlenme olasılığına karşı en güvenli hatlardan biriydi ve ayrıca bir de otomatik devreye giren ses bozucu sistemi vardı. Bin yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir emir aldım. Ne olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?”
Wallander başını iki yana sallarken brendiyi ısıtmak için elleriyle kadehi tamamen kavradı.
“Su altı bombası göndermeme emri aldık! Tabii ben bu emirle afallamıştım, onlardan bir açıklama istedim ama açıklama gelmedi. En azından hemen gelmedi. Sadece hiçbir koşulda uyarı için su altı bombası göndermeme yolunda açık seçik bir emir. Uymaktan başka çarem yoktu elbette. Helikopterlere karar bildirildiğinde ateşlemeye sadece iki dakika kalmıştı. Bizler Berga’da neler olduğunu anlayamıyorduk. Tam on dakika sonra ikinci emir geldi. Bunun ilkinden daha inanılmaz olduğunu söylesem yanlış olmaz. Üstlerimiz akıllarını kaçırmış gibiydi: Bize geri çekilmemiz emredildi.”
Wallander giderek meraklanmaya başlamıştı.
“Yani sizden denizaltının gitmesine izin vermenizi mi istediler?”
“Kimse böyle bir şey söylemedi elbette. En azından bu kadar sözcük kullanılmadı. Bizden Hårsfjärden Kanalı’nın başka bir bölgesine bakmamızı istediler, en uç noktasına, Danzig Boğazı’nın güneyine. Helikopterlerden biri başka bir denizaltı tespit etmişti. Diğer denizaltı, etrafını çevirdiğimiz ve yüzeye çıkması için zorlamaya ramak kalan bu denizaltıdan neden daha önemliydi, ben ve ekipteki arkadaşlarım anlayamıyorduk. Genelkurmay başkanıyla birebir görüşme talep ettim ama meşguldü ve rahatsız edilemeyeceğini söylediler, ki bu çok garipti çünkü kısa bir süre önce bu operasyonun gerçekleştirilmesini emreden oydu. Savunma Bakanı veya sekreteri ile görüşmeye bile çalıştım ama herkes ortadan kaybolmuştu sanki, ya telefonlara çıkmıyorlardı ya da bir şey söylememe emri almışlardı. Genelkurmay Başkanı’nın veya Savunma Bakanı’nın bir şey söylememe emri alması ne demek? Kim verirdi bu emri? Hükümet yapabilirdi, elbette, ya da Başbakan. Birkaç saat boyunca mide krampları çektim. Aldığım emirleri anlayamıyordum. Operasyonu terk etmek tecrübelerime ve içgüdülerime ters düşüyordu. Neredeyse emirlere karşı çıkmak üzereydim. Bu benim askerî kariyerimin sonu demek olacaktı tabii ama bütün bu gelişmelere rağmen hâlâ mantıklıydım. Böylece bütün helikopterlerimizi ve iki su üstü gemisini Danzig Boğazı’na götürdük. Denizaltının saklandığı yerin üstünde turlaması için hiç değilse bir helikopteri orada bırakmak için izin istedim ama izin vermediler. O bölgeden ayrılmalıydık ve bunu derhâl yapmalıydık. Biz de yaptık. Sonuç da beklendiği gibi oldu.”
“Ki, bu da?”
“Danzig Boğazı yakınlarında bir denizaltı falan bulamadık, açıkçası. Gecenin geri kalanında araştırmaya devam ettik. Sırf bu yüzden o helikopterlerin bilmem kaç bin litre yakıt harcadığını hâlâ merak ederim.”
“Daha önce ablukaya aldığınız denizaltına ne oldu?”
“Kayboldu. Hiç iz bırakmadan.”
Wallander dinlediklerini düşündü biraz. Bir zamanlar, çok uzun zaman önce, askerlik hizmetini Skövde’de bir tank alayında yapmıştı. Hayatının o bölümüyle ilgili pek güzel anıları yoktu. Askere çağrıldığında Deniz Kuvvetleri’ne girmeyi denemiş ama Västergötland’a gönderilmişti. Orada disiplini kabullenme konusunda hiçbir zaman sorun yaşamamıştı ama verilen emirlerin çoğunu da anladığı söylenemezdi. Ortama genelde kaosun hâkim olduğu gibi bir izlenime kapılmıştı, hem de düşmanla karşı karşıya ölüm kalım mücadelesi içinde olduklarını düşünmeleri gereken bir durumda.
Von Enke kadehindeki konyağı bitirdi.
“Ben olanlar hakkında sorular sormaya başlamıştım. Sormamalıydım. Kısa bir süre sonra pek de sevilen bir şey yapmadığımı anladım. Kendime en yakın gördüğüm meslektaşlarım bile merakımı hoş karşılamıyorlardı. Benimse bütün bilmek istediğim bu karşı emirlerin neden verildiğini öğrenmekti. Bana göre bir denizaltıyı su yüzüne çıkmaya ve kimliğini bildirmeye zorlamaya daha önce hiç olmadığı kadar yakındık, ya da yakınlaşmıştık demeli. İki dakika kalmıştı, çok değil. Başlarda, bu konuya kafası bozulan tek komutan ben değildim. Arosenius adında bir başka komutan ile İsveç Silahlı Kuvvetleri’nden bir uzman da o günkü üst düzey ekibin parçasıydılar. Fakat birkaç hafta geçtikten sonra ikisi de bana mesafe koymaya başladı. Benim ortalığı bulandırma eylemimle ilgileri varmış gibi görünmek ve sorduğum sorulara bulaşmak istemiyorlardı. Sonunda ben de işin peşini bıraktım.”
Von Enke elindeki kadehi masaya bırakıp öne, Wallander’e doğru eğildi.
“Ama olanları unutmadım, tabii. Hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sadece denizaltının elimizden kayıp gitmesine izin verdiğimiz o gün de değil; o yıllarda olup biten her şeyi yeniden gözden geçiriyorum ve sanırım artık sonunda, o sıralarda gerçekte neler olup bittiğine dair bir şeyler anlamaya başladım.”
“Denizaltıyı neden su yüzüne çıkarmanıza izin vermediklerini mi?”
Von Enke ağır ağır başını sallayarak onayladı, piposunu yeniden yaktı ama bir şey söylemedi. Wallander dinlediği olayın sonuçsuz kalmaya mahkûm bir hikâye olup olmadığını merak etti.
“İyice meraklandım. Açıklaması neymiş?”
Von Enke boş ver gibilerinden bir el hareketi yaptı.
“Bu konuda bir şeyler söylemek için henüz çok erken. Daha yolun sonuna gelmedim. O yüzden daha fazla bir şey söyleyemem. Aslında artık gidip diğer misafirlere katılsak iyi olur.”
Birlikte ayağa kalktılar ve odadan çıktılar. Wallander kış bahçesine geri döndü, dönerken bulundukları odaya yanlışlıkla giren kadına rastladı; o içeri girerken, von Enke’nin sağ elini kaldırdığını şimdi hatırlıyordu: Elini önce kararlı bir hareketle kaldırmış ama sonra durup, tekrar dizinin üstüne koymuştu.
Her ne kadar akıl almaz gelse de Wallander buna tek bir açıklama düşünüyordu: Von Enke üstünde silah taşıyordu. Pencereden dışarı bakıp ıssız bahçeyi süzerken, Bu gerçekten mümkün mü? diye düşündü. Emekli bir deniz komutanı yetmiş beşinci doğum günü partisinde silah taşıyor?
Wallander’in inanası gelmiyordu. Düşünceyi aklından savuşturdu. Kendi kendine kuruyordu yine. Gördüğü şaşırtıcı bir olay aklına başka şeyleri getirmiş olmalıydı. Önce von Enke’nin bir şeyden korktuğu fikri, sonra da silah taşıdığı düşüncesi. Sezgilerini mi yitiriyordu yoksa, tıpkı giderek daha unutkan olmaya başlaması gibi?
Linda kış bahçesine yanına geldi.
“Gittiğini sanmıştım.”
“Henüz gitmedim. Ama az sonra gideceğim.”
“Eminim Håkan da Louise de gelmene çok sevinmişlerdir.”
“Bana denizaltılardan bahsetti.”
Linda ilgiyle tek kaşını kaldırdı.
“Öyle mi? Bu beni şaşırttı.”
“Niçin?”
“Bana da anlatması için kaç kere uğraşmıştım ama hep reddediyor, anlatmak istemediğini söylüyor. Bu konu canını sıkıyor gibi.”
Hans seslenince Linda gitti. Wallander kızının söylediklerini düşündü. Håkan von Enke hikâyeyi anlatmak için niye kendisini seçmişti?
* * *Sonradan Wallander Skåne’ye geri dönüp o akşamı şöyle bir düşündüğünde, kendisini meraklandıran bir şey daha olduğunu fark etti. Aslında von Enke’nin anlattıklarında açık olmayan, belirsiz, Wallander’in anlaması zor olan pek çok şey vardı. Ama Wallander, hikâyenin sunuluş şeklinde de anlayamadığı bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Von Enke bütün bunları kendisine, gelininin babasının partiye geleceğini bildiği o kısacık sürede mi anlatmayı planlamıştı? Yoksa her şey çok daha kısa bir zamanda, çitin diğer tarafında sokak lambası direğinin altında bekleyen adam yüzünden mi gelişmişti? Ve kimdi o adam?
5
Üç ay sonra (tam olarak 11 Nisan’da) olan bir şey Wallander’i yeniden ocak ayının o akşamını düşünmeye zorladı. Durup dururken meydana gelen bir olaydı ve hiç kimsenin beklemediği bir şeydi. Håkan von Enke, Stockholm’ün Östermalm bölgesindeki evinden ardında hiç iz bırakmadan kaybolmuştu. Von Enke havanın nasıl olduğuna aldırmadan her sabah uzun yürüyüşlere çıkardı. O gün bütün Stockholm’de inceden inceye çiseleyen bir yağmur vardı. Her zamanki gibi erken kalkmış, saat altıyı biraz geçe sabah kahvaltısına oturmuştu. Saat yedi olunca karısını uyandırmak için yatak odasının kapısını tıklatmış ve dışarıya, günlük yürüyüşüne çıkacağını söylemişti. Genellikle bu yürüyüşler soğuk havalar hariç iki saat kadar sürerdi; öyle günlerde ise yürüyüşünü bir saatle sınırlandırırdı, eskiden çok sigara içtiği için ciğerleri hâlâ düzelmemişti. Her zaman aynı güzergâhı kullanırdı. Grev Caddesi’ndeki evinden Valhallavägen’e yürür, oradan Lill-Jansskogen koruluğuna saparak bir sürü karışık orman yolundan geçip sonunda yine Valhallavägen’e çıkar, ardından Sture Caddesi boyunca güneye ve oradan sola kıvrılıp Karlavägen’e ve yine eve dönerdi. Babasından kalma çeşit çeşit yürüyüş bastonlarını kullanır ama hızlı yürürdü; eve geldiğinde hep ter içinde olur ve hemen sıcak bir banyo alırdı.
O sabah da tıpkı diğerleri gibi başlamıştı, tek bir şey hariç: Håkan von Enke eve bir daha dönmemişti. Louise onun yürüyüş rotasını iyi biliyordu, bazen o da kocasına katılırdı ama hızına yetişemediğinden beri onunla gitmeyi bırakmıştı. Eve geri dönmeyince kadın merak etmeye başlamıştı. Von Enke sağlıklıydı, buna şüphe yoktu ama yine de yaşını başını almış bir adamdı ve başına bir şey gelmiş olabilirdi. Kalp krizi geçirmiş olabilirdi, beyin kanaması belki de? Adamın cep telefonu masada duruyordu. Her zaman yanına alacağı konusunda anlaşmış olmalarına rağmen almadığını görünce Louise onu aramaya çıktı. Ayak izlerini sürerek aradıktan sonra saat bire doğru eve döndü. Ararken onu bir yol kenarında ölü hâlde bulacağını sanmıştı hep ama kocasından iz yoktu. Yer yarılıp içine girmişti sanki. Gitmiş olabileceği bir iki arkadaşını telefonla aradı ama gören olmamıştı. Louise ona bir şey olduğuna artık emindi. Saat ikide Kopenhag’daki ofisinden Hans’ı aradı. Çok endişeli olmasına ve polise Håkan’ın kaybolduğunu bildirmek istemesine rağmen Hans onu yatıştırdı ve Louise istemeye istemeye birkaç saat daha beklemeye razı oldu.
Bu arada Hans hemen Linda’yı arayıp haber vermiş, böylelikle Wallander de olanları öğrenmişti. Wallander de o sırada, bir yandan Jussi’nin patilerini temizlerken bir yandan da uslu uslu oturmayı öğretmeye çalışıyordu; bunu Sturup’ta tanıdığı bir köpek eğiticisinden öğrenmişti. Telefon çaldığı sırada Jussi’nin yeni hiçbir şey öğrenmeye niyeti olmadığını görüp neredeyse pes etmek üzereydi. Linda kendisine Louise’in çok endişeli olduğunu söylemiş, ne tavsiye edebileceğini soruyordu.
“Sen de polissin,” dedi Wallander. “Ne yapılacağını biliyorsun. Bekleyip göreceğiz. Kaybolanlar çoğunlukla bir süre sonra geri gelirler.”
“Öyle ama, uzun yıllardan beri ilk defa böyle sıra dışı davranıyormuş. Louise’in neden meraklandığını anlayabiliyorum. Histerik bir kadın değildir.”
“Bu geceye kadar bekleyin,” dedi Wallander. “Geri gelecektir, göreceksin.”
Wallander, Håkan von Enke’nin bir süre sonra meydana çıkacağına ve yokluğunun da çok geçerli bir açıklaması olacağına emindi. Kendisi endişeli olmaktan çok merak ediyordu, acaba kayboluşunun ne gibi bir açıklaması vardı? Fakat von Enke geri dönmemişti, ne o akşam ne de ertesi akşam. 11 Nisan gecesi geç saatlerde Louise kocasının kaybolduğunu ihbar etti. Sonrasında bir polis aracı içinde Lill-Jansskogen koruluğunun daracık labirent gibi yollarında gezdirdiler onu ama von Enke’yi yine de bulamadılar. Ertesi gün Kopenhag’dan oğlu Hans da geldi. Durumun ciddi olduğunu Wallander o zaman fark etti.
* * *Bu arada iç soruşturma uzamış da uzamış ve hâlâ işbaşı yapmamıştı. Daha da kötüsü şubat başında evinin önünde buz tutan yolda kötü biçimde düşmüş ve sol bileğini kırmıştı. Jussi’nin tasma kayışına basıp düşmüştü çünkü hayvan hâlâ çekiştirip sürüklemekten vazgeçmeyi veya yolun kenarından yürümeyi öğrenememişti. Bileğini alçıya almışlar ve Wallander hastalık iznine çıkmıştı. Kendisine, Jussi’ye ve hatta Linda’ya karşı sık sık parladığı, öfke krizleri yaşadığı bir dönem olmuştu. Sonunda Linda çok gerekmedikçe onu aramayı kesmişti. Babasının büyükbabasına benzediğini düşünüyordu: ters, huysuz ve sabırsız. İstemeyerek de olsa Wallander içinden kızının haklı olduğunu kabul ediyordu ama babasına benzemeyi istemiyordu; her şeyle başa çıkabilirdi ama bununla değil. Hem yağlı boyalarında hem giderek kendisine yabancılaşan dünya hakkındaki görüşlerinde hep aynı şeyleri yapan, aksi bir ihtiyar olmak istemiyordu. Wallander’in evde kalıp kafese tıkılı bir ayı gibi volta attığı bir dönemdi. Altmış yaşında olduğunu, böylece acı bir gerçek olarak hayatının yaşlılık dönemine girdiğini görmezden gelemiyordu. Belki on veya yirmi yıl daha yaşardı ama günbegün daha da yaşlanmaktan başka bir şey tatmayacaktı. Gençlik uzak bir hatıraydı ve orta yaşı da artık ardında bırakmıştı. Kuliste duruyor, her şeyin açıklığa kavuşacağı, kötüler cezasını bulurken iyilerin kazanacağı üçüncü ve son sahneyi oynamak için sırasının gelmesini bekliyordu. En trajik rolü oynamak zorunda kalmamak için elinden geldiğince çaba gösteriyordu. Sahneyi kahkahalar içinde gülerek terk etmeyi tercih ederdi.
Kendisini asıl endişelendiren unutkanlığıydı. Arabayla Simrishamn veya Ystad’a alışverişe giderken bir liste yapardı ama dükkâna girince bu kez de listeyi unuttuğunu fark ediyordu. Acaba gerçekten bir liste yapmış mıydı? Hatırlayamıyordu. Bir gün unutkanlığı ile ilgili bu endişesi ayyuka çıkınca Malmö’de kendini “yaşlılık problemleri” uzmanı olarak lanse eden bir doktordan randevu aldı. Margareta Bengtsson adındaki doktor hanım onu Malmö merkezindeki eski bir yapıda kabul etti. Wallander ön yargılı davranıp kadının, yaşlılığın ızdıraplarından anlayamayacak kadar genç olduğunu düşünmüştü. Bırakıp gitmek istemiş ama sonra kendini tutup, deri koltuğa oturarak, giderek ciddileşmeye başlayan kötü hafızasından bahsetmeye başlamıştı.
Görüşmelerinin sonuna doğru, “Alzheimer hastalığı mı var bende?” diye sordu Wallander.
Margareta Bengtsson gülümsemişti; küçümseyici değil, dürüst ve dostça bir tebessümdü.
“Hayır,” dedi. “Sanmıyorum; ama tabii bir sonraki dönemecin ardında bizi neler bekliyor bilemeyiz.”
Ayaz soğuğunda arabasına geri dönerken, bir sonraki dönemeç, diye düşündü Wallander. Aracın yanına geldiğinde sileceklerin altına bir park cezası sıkıştırılmış olduğunu gördü. Ne kadar ceza yediğine bile bakmadan onu arabanın içine fırlattı ve eve doğru yola koyuldu.
Kapının önünde tanımadığı bir araba duruyordu. Wallander arabasından inerken Martinson’un köpek kulübesinin yanında durmuş, parmaklıkların arasından Jusssi’yi okşadığını gördü.
“Ben de neredeyse gidiyordum,” dedi Martinson. “Sana kapıya not bıraktım.”
“Mesaj iletmek için mi gönderdiler seni?”
“Kesinlikle hayır; nasıl olduğuna bakmak için gelmeyi ben istedim.”
Birlikte eve girdiler. Martinson yıllar içinde iyice genişlemiş olan Wallander’in kütüphanesini süzdü. Sonra mutfaktaki masaya geçip kahve içtiler. Wallander Malmö’ye gidişinden ve doktor ziyaretinden ona bahsetmedi. Martinson alçıdaki bileğini sorar gibi başıyla işaret etti.
Wallander, “Haftaya alçıyı çıkaracaklar,” dedi. “Dedikodulardan ne haber?”
“Elinle ilgili mi?”
“Benimle ilgili. Restorandaki silah meselesi.”
“Lennart Mattson inanılmaz derecede ketum biri. Neler olup bittiğini hiç bilmiyorum. Ama sana destek olacağımızı bil.”
“Bu doğru değil. Senin destek olacağına şüphem yok ama sızıntının bir kaynağı olmalı. Emniyette benden hoşlanmayan çok insan var.”
Martinson omuz silkti.
“Hayatın kendisi bu, elden ne gelir? Beni kim seviyor?”
Güneşin altında her şeyden konuştular. Wallander, Ystad’a ilk geldiği zamanlar emniyetteki meslektaşları arasından bugün geriye bir tek Martinson’un kaldığını düşünüp sarsıldı.
Martinson masada oturduğu yerde oldukça sıkıntılı görünüyordu. Wallander onun hasta olup olmadığını merak etti.
“Hayır, hasta değilim,” dedi Martinson. “Ama her şeyin bittiğini fark ediyorum. Polis memuru olarak kariyerimden bahsediyorum.”
“Sen de mi silahını restoranda unuttun?”
“Artık daha fazla dayanamıyorum,” dedi ve Wallander’i şaşırtan bir davranışla ağlamaya başladı. Orada çaresiz bir çocuk gibi otururken elleriyle kahve bardağını kavramış, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Wallander ne yapacağını şaşırmıştı. Son yıllarda Martinson’daki bu depresyon hâlini birkaç kez fark etmişti ama hiç kendini böyle koyuverdiğini görmemişti. Sessizce ağlamasının bitmesini beklemeye karar verdi. Telefon çaldığında kalkıp fişini çekti.
Martinson bir süre sonra kendini toparladı, yüzünü kuruladı.
“Ne yaptım böyle!” dedi. “Kusura bakma.”
“Neyin kusuruna bakayım? Bana göre, bir başka erkeğin önünde ağlayan bir erkek büyük cesaret sergilemektedir. Benim sahip olamadığım bir cesaret, ne yazık ki.”
Martinson yönünü kaybettiğini hissettiğinden bahsediyordu. Bir polis memuru olarak yaptığı işin değeriyle ilgili her geçen gün kendini daha fazla sorgulamaya başlamıştı. Çıkardığı işten değildi tatminsizliği, sıkıntısı İsveç’te bugün polislerin oynadığı rol yüzündendi. Halkın polisten beklentileriyle, polisin verdiği hizmet arasındaki uçurum giderek açılıyor gibiydi. İşkence gibi geçeceğini bildiği bir sonraki günün beklentisiyle her gecesinin uykusuz geçtiği bir noktaya ulaşmıştı.
“Bu yaz bu işi bitiriyorum,” dedi. “Malmö’de bağlantı hâlinde olduğum bir şirket var. Küçük işletmeler ve özel mülkler için güvenlik danışmanları ayarlıyorlar. Bana da bir iş verecekler. Üstelik kazancı şu an aldığımdan daha fazla.”
Wallander yıllar önce Martinson’un yine böyle istifa etmeye karar verdiği bir anı hatırladı. O zamanlar onu dayanması için ikna eden kendisi olmuştu. Nereden bakılsa on beş yıl olmuştu herhâlde. Bu kez meslektaşı kararını değiştirecek gibi görünmüyordu. Hem içinde bulunduğu durum polis teşkilatındaki kendi geleceğinin de parlak geçeceğini göstermiyordu.