“Sanırım ne demek istediğini biliyorum,” dedi ona. “Bence doğru olanı yapıyorsun. Daha henüz gençken yolunu değiştir.”
“Birkaç yıl sonra elli olacağım,” dedi. “Buna genç mi diyorsun?”
“Ben altmışım,” dedi Wallander. “Benim yaşımda isen, kesinlikle yaşlılığa giden o tek yönlü yola girmişsin demektir.”
Martinson bir süre daha kalıp Malmö’de yapacağı işin niteliğinden söz etti. Wallander adamın her şeye rağmen bütün heyecanını kaybetmediğini ispatlamaya, hâlâ dört gözle beklediği bir şeyler olduğunu göstermeye çalıştığını anladı.
Onu arabasına kadar geçirdi.
“Mattson’dan haber aldın mı?” diye sordu Martinson dikkatle.
“Dört olasılık var,” diye karşılık verdi Wallander. “Örneğin, yapıcı bağlamda bir ikaz, ki bunu bana yapamazlar. Böyle bir şey bütün polis teşkilatını maskara eder. Altmış yaşında bir polis, emniyet müdürünün karşısına yaramaz bir okul çocuğu gibi oturtulmuş, kendisine davranışlarını düzeltmesi söyleniyor.”
“Herhâlde böyle bir şey yapmayı düşünmezler? Akıllarını kaçırmış olmalılar!”
“Bana resmî bir ihtar verebilirler,” diye devam etti Wallander. “Ya da para cezasına çarptırabilirler. Son bir yol da, kıçıma tekmeyi vurabilirler. Benim tahminim para cezası olacağı.”
Arabanın yanına gelince tokalaştılar. Martinson karlı manzara içinde gözden kayboldu. Wallander tekrar eve girdi; takvimini karıştırdı. Beylik silahını restoranda unuttuğu o talihsiz akşamın üstünden üç ay geçmişti.
Alçısı çıkarıldıktan sonra da hastalık izni kullanmaya devam etti. 10 Nisan’da Ystad Hastanesi’nden bir uzman, Wallander’in el kemiklerinden birinin gerektiği gibi iyileşmediğini tespit etmişti. Wallander bir an panikle, elini yeniden kıracaklarını sandı ama doktorlar kendisine uygulanan başka yolların da olduğunu söyleyip rahatlattılar ama elini kullanmaması gerekiyordu, o yüzden işe geri dönememişti.
Hastaneden ayrıldıktan sonra Wallander şehir merkezinde kaldı. Amerikan modern drama ustalarından birinin Ystad Tiyatrosu’nda oyunu vardı. Linda soğuk algınlığına yakalanıp kendisi gidemeyince biletini ona vermişti. Linda genç kızlığında bir ara tiyatrocu olmaya heveslenmiş ama bu hevesi çabuk geçmişti. Bugün, sahneye çıkmak için gereken yeteneğe sahip olmadığını yeterince erken fark ettiği için mutluydu.
Daha onuncu dakikada Wallander saatine bakmaya başlamıştı bile. Oyun sıkmıştı. Vasat kapasiteli oyuncular, bir mekânın içinde oradan oraya dolanıp duruyor, farklı farklı yerlerden (bir sandalyeden, masadan, pencere kenarından) repliklerini söylüyorlardı. Oyunun konusu, bir evde yaşanan baskılar, çözümlenmemiş zıtlaşmalar, yalanlar, engellenmiş hayaller nedeniyle yıkılmak üzere olan bir aileydi ve ilgisini hiç ama hiç çekmiyordu. İlk perde nihayet bitttiğinde Wallander ceketini alıp tiyatrodan ayrıldı. Bu oyunu seyretmeyi çok arzu ettiğinden hayal kırıklığına uğradığı için canı sıkılmıştı. Sorun kendisinde miydi, yoksa oyun gerçekten onun düşündüğü gibi sıkıcı mıydı?
Arabasını tren istasyonuna park etmişti. Rayların üstünden atlayıp sık kullanılan bir patikadan geçerek gar binasının arkasına dolandı ve aniden sırtının alt tarafında bir darbe hissederek yere düştü. On sekiz on dokuz yaşlarında iki genç tepesine dikilmişti. Birinin üstünde kapüşonlu bir süveter vardı, diğeri deri ceketliydi. Kapüşonlu, elinde bir bıçak tutuyordu. Wallander deri ceketlisi tarafından yüzüne indirilen yumruğu yemeden önce, diğerinin elindekinin mutfak bıçağı olduğunu fark etti. Üst dudağı yarılıp kanamaya başlamıştı. Bir yumruk daha; bu kez alnına isabet etmişti. Çocuk güçlüydü ve sert vuruyordu, sanki hınç dolu gibiydi. Ardından Wallander’in üstünü başını çekiştirmeye, tıslar gibi cüzdanını, telefonunu sormaya başladı. Wallander kendisini korumak için kolunu kaldırdı. Gözünü bıçaktan hiç ayırmıyordu. Çocukların kendisinden daha fazla korktuğunu, silahı tutan titreyen elden çekinmesine aslında gerek olmadığını sonradan fark etti. Wallander bütün cesaretini toplayıp bıçağı tutan çocuğa bir tekme savurdu. Iskalamıştı ama bu arada çocuğun kolunu yakalayıp kötü biçimde kıvırdı. Bıçak uzağa savruldu. Tam o sırada ensesine sert bir darbe aldı ve yine yere yuvarlandı. Bu kez aldığı darbe öyle güçlüydü ki düştüğü yerden kalkmayıp sadece dizlerinin üstünde doğrulmayı başarabildi. Islak zeminden yayılan soğukluğun pantolonundan geçtiğini hissediyordu. Bıçaklanması an meselesiydi. Ama bir şey olmadı. Başını kaldırıp baktığında çocukların gitmiş olduğunu gördü. Ensesini ovaladı, yapış yapıştı. Ağır ağır ayağa kalktı, bayılmak üzereydi, rayları çevreleyen parmaklıklara tutundu. Birkaç kez derin derin nefes aldı ve hızla arabasına yöneldi. Başının arkası kanıyordu ama yarasıyla eve dönünce ilgilenebilirdi. Bir beyin sarsıntısı geçirdiğini gösteren belirtiler yoktu.
Kontağı çalıştırmadan direksiyonun önünde bir müddet öyle oturdu. Biraz önce ne hâldeydim, şimdi ne hâle geldim, diye düşündü: Bir tiyatroda oturup oyun izliyorum, adapte olamadığımdan bırakıp çıkıyorum ve kendimi sık sık karşılaştığım bir durumun içinde buluyorum ama bu kez yere serilen, yaralı ve tehlike içinde olan benim.
Bıçak geliyor aklına. Bir zamanlar, işe ilk başladığı yıllarda Malmö’de genç bir polisken, Pildamm Parkı’nda cinnet geçiren zıvanadan çıkmış bir adam tarafından bıçaklanışını hatırlıyor. Eğer bıçak vücuduna iki santim daha yandan saplanmış olsa kalbine gelecekti ve böylece bunca yılını Ystad’da geçirmiş olmayacak, Linda’nın büyüdüğünü göremeyecek ve hayatı daha doğru dürüst başlamadan sona ermiş olacaktı.
O zamanlar şöyle düşündüğünü hatırlıyordu: Yaşamın da ölümün de zamanı var.
Arabanın içi soğuktu. Motoru çalıştırıp kaloriferi açtı. Başına gelenleri tekrar tekrar yaşıyordu. Hâlâ şoktaydı ve içinde öfkenin kabardığını hissediyordu.
Biri camına tıklatınca olduğu yerde sıçradı; saldırgan gencin geri döndüğünü sanmıştı. Oysa camdan içeri gözlerini diken, beyaz saçlı, bere takmış yaşlı bir kadındı. Kapısını azıcık açtı.
“Bunca zamandır motoru çalışır hâlde bırakmanın yasak olduğunu bilmiyor musunuz?” dedi kadın. “Köpeğimi gezdirmeye dışarı çıktım ama saati kontrol ediyorum ve sizin kaç dakikadır burada motor çalışır vaziyette oturduğunuzu biliyorum.”
Wallander karşılık vermedi; başını salladı, arabasını sürüp uzaklaştı. O gece yatakta uyuyamadan dönüp durdu. Saate en son baktığında sabahın beşiydi. Håkan von Enke’nin kayboluşunun ertesi günüydü. Wallander başına gelen saldırıyı ihbar etmedi. Hiç kimseye de bahsetmedi, hatta Linda’ya bile.
* * *Håkan von Enke iki gün sonra hâlâ ortaya çıkmayınca Wallander’in müstakbel damadı telefon edip kendisinden Stockholm’e gelmesini rica etti. Wallander hâlâ hastalık iznindeydi, ricayı kabul etti. Bunu isteyenin aslında Louise olduğunu anlamıştı. Polisin işine karışmak istemediğini baştan açık açık belirtti, bu konuyla Stockholm’deki meslektaşları ilgileniyordu ve bir başka polis gücünün işine burnunu sokan polis memurları sevilmezlerdi.
Wallander Stockholm’e doğru yola çıkmadan önceki akşam Linda’ya uğradı; havaların hissedilir biçimde daha geç kararmaya başladığı ilkbaharın ilk günlerinde, o güzel akşamlardan biriydi. Her zamanki gibi Hans henüz eve gelmemişti, geç saatlere kadar çalışıyordu. Wallander ‘finansal spekülasyonlar’ diyerek takılmış, bu da gelecekteki damadı ile arasındaki ilk ve tek tartışmaya neden olmuştu. Hans iş arkadaşlarıyla uğraştıkları işin bu kadar basit bir şey olmadığını söyleyip karşı çıkmıştı. Wallander ona ne yaptıklarını sorduğu zaman, aldığı cevaptan edindiği izlenim, döviz ve hisse senetlerindeki spekülatif hareketler, depozit yardımcı mevduatlar ve yüksek riskli yatırım fonları gibi Wallander’in pek gizlemeye gerek duymadan anlamadığını itiraf ettiği konulardı. Linda araya girmiş, babasının bu işleri fazla bilmediğini ve bu yüzden de günümüzün ekonomik işleyişlerini korkutucu bulduğunu söylemişti. Eskiden olsa Wallander kızının bu açıklamasına bozulabilirdi ama Linda’nın ses tonundaki sıcaklığı fark etmişti. Ona hak verdiğini kollarını iki yana kocaman açarak gösterdi.
Kızıyla partnerinin paylaştıkları eve gelmiş, oturuyordu. Hâlâ bir isim verilmemiş bebekleri Linda’nın ayakları dibinde serili bir örtünün üstündeydi. Wallander Linda’yı bir süre inceledi ve sonra birden kızının bir daha asla kendi kucağına oturmayacağı gerçeğini fark etti. İnsanın kendi çocuğunun bir çocuğu olduğunda bazı şeyler bir daha geri gelmemek üzere geçmişte kalıyordu.
“Håkan’a ne oldu dersin?” diye sordu Wallander. “Hem bir polis memuru hem de Hans’ın partneri olarak senin görüşün nedir?”
Linda hemen cevaplandırdı. Böyle bir soru beklediği belliydi.
“Ciddi bir şeyler olduğuna eminim. Hatta ölmüş olmasından korkuyorum. Håkan pek öyle durup dururken ortadan kaybolacak tiplerden değil. Bir not bırakmadan da asla intihar etmezdi. Tabii intihar falan da asla etmezdi ama bu başka bir konu. Yanlış bir şey yapmış olsa cezasını çekmeden kaçmazdı. Ben onun kendi inisiyatifiyle ortadan kaybolduğuna hiç inanmıyorum.”
“Açıklasana.”
“Gerek var mı? Ne demek istediğimi pekâlâ biliyorsun.”
“Evet ama bir de senin ağzından duymak istiyorum.”
Wallander kızının yine verdiği cevabı öncesinde düşünmüş olduğunu fark etti. Linda, sadece bir yakını hakkında konuşan biri değil, aynı zamanda olaya karşı kendi bakış açısına sahip cin gibi bir genç polisti.
“Kurbanın kendi istemi dışında gelişen durumlardan bahsettiğin zaman iki olasılık vardır: Biri kaza. İncelip kırılan buzlu suya düşmek veya bir arabanın altında kalmak gibi. Diğeri de planlanmış bir şiddete maruz kalmasıdır, kaçırılma veya öldürülme gibi. Kaza olasılığı artık pek mümkün görünmüyor. Hastanelerde onunla ilgili bir kayıt yok, o yüzden bu ihtimalin üstünü çizebiliriz. Dolayısıyla geriye sadece diğer olasılık kalıyor.”
Wallander elini kaldırıp onun sözünü kesti.
“Hadi bir tahmin yürütelim,” dedi. “Sen de ben de biliyoruz ki böyle şeyler tahmin edilenden çok daha sıkça meydana gelmekte. Hele de yaşını başını almaya başlayan erkekler söz konusu olduğunda.”
“Yani bir kadınla kaçmış olabileceğini mi söylemeye çalışıyorsun?”
“Bunun gibi bir şey, evet.”
Linda kesin bir tavırla başını iki yana salladı.
“Hans’la bu konuyu konuştuk. Bana geçmişinde utanılacak bir sırrı olmadığını söyledi. Håkan evlilikleri boyunca Louise’e hep sadık olmuş.”
Wallander kızının sözünü yine kesti.
“Peki ya Louise? O da sadık mıymış?”
Linda’nın aklına bunun gelmediğini görebiliyordu Wallander.
Bir sorgulama sırasında düşünülmesi gereken bütün olasılıkları henüz bilmiyordu.
“Bunun söz konusu olduğunu sanmıyorum. Öyle bir tip değil.”
“İyi bir cevap değil. Asla ‘öyle bir tip değil’ diye düşünmemelisin. Bu senin durumu hafife almana neden olabilir.”
“O zaman şöyle diyeyim: Bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum ama tabii emin olamayacağım da aşikâr. Ona sorsana!”
“Böyle bir şey yapmaya hiç niyetim yok! Şu anki şartlar altında böyle bir şey yapmak büyük kabalık olur.”
Wallander aklına gelen diğer soruyu sormadan önce tereddüt etti.
“Hans ile bu olayı son birkaç gündür konuşuyor olsanız gerek. Sürekli bilgisayarına yapışıp kalıyor olamaz. O bu işe ne diyor? Håkan’ın kaybolmasına şaşırdı mı?”
“Neden şaşırmasın ki?”
“Bilemiyorum. Ama ben Stockholm’deyken bana sanki Håkan’ın bir sıkıntısı var gibi gelmişti.”
“Neden söylemedin öyleyse?”
“Çünkü bu düşünceyi aklımdan savuşturmaya çalıştım. Kuruntudur, dedim kendi kendime.”
“İçgüdülerin seni genellikle yanıltmaz ama.”
“Sağ ol. Her geçen gün bu söylediğine olan inancım azalıyor, birçok başka şeye olan inancımın azalması gibi.”
Linda karşılık vermedi. Wallander kızının yüzünü inceledi. Hamileliği sırasında biraz kilo almış, yanakları dolgunlaşmıştı. Gözlerinden yorgun olduğu anlaşılıyordu. Düşünceleri Mona’ya kaydı. Linda gece uyanıp ağladığı zamanlar kendisinin kalkıp yardım etmemesine nasıl kızardı! Linda acaba neler hissediyor, diye merak etti. İnsan çocuk sahibi olunca sanki insanın bütün duyguları sonuna kadar geriliyor, bir ikisi koptu kopacak hâle geliyordu.
“İçimden bir ses bana haklı olduğunu söylüyor,” dedi Linda sonunda. “Şimdi düşününce bazı olaylar hatırlıyorum, Håkan’ın endişeli olduğu zamanlar ama çok fark edilir şeyler değildi. Sürekli geriye bakardı.”
“Mecazi anlamda mı söylüyorsun, gerçek manada mı?”
“Gerçek anlamda. Arkasına bakardı sürekli. Bunu daha önce düşünmemiştim.”
“Başka şeyler de hatırlayabiliyor musun?”
“Kapıların kilitli olmasına çok dikkat ederdi. Ayrıca bazı ışıkların sürekli olarak yanık kalmasını isterdi.”
“Neden?”
“Bilmiyorum. Fakat çalışma masasındaki gece lambası her zaman açık olmalıydı, örneğin; bir de kapı önündeki antrenin ışığı.”
Emekli bir deniz subayı, diye düşündü Wallander, belli başlı deniz fenerlerinin yanık olmasını sağlayarak güzergâh kanallarının aydınlatılmasını istiyor.
Tam o sırada bebek uyandı. Wallander torunu ağlamayı kesene dek onu kollarında salladı.
Stockholm’e doğru trende giderken, yanık bırakılan ışıkları düşündü. Bu araştırması gereken bir konuydu. Belki basit bir açıklaması vardı. Aynı şey Håkan von Enke’nin kayboluşu için de geçerli olabilirdi. Şu ana dek bunu nasıl bulacağını bilemiyordu. Ama ne olursa olsun bunun, mantıklı ve neticesi kötü olmayan bir açıklaması olmasını ümit etti.
6
1970 sonlarında Mona ile beraber Stockholm’e bir yolculuk yapmışlardı. Söder bölgesinde Maritime Oteli’nde kaldıklarını hatırlıyordu; oteli aramış ve birlikte iki geceliğine bir oda tutmuşlardı. Wallander trenden inince otele kadar metroyla mı yoksa taksiyle mi gitsin karar veremedi. Sonunda ağır çantası omuzunda asılı yürümeye başladı. Hava hâlâ soğuktu ama güneş vardı ve ufukta hiç yağmur bulutu yoktu.
Eski Şehir Merkezi’nden yürüyerek geçerken Mona ile yaptıkları bu yolculuğu düşündü. Fikir karısından çıkmıştı. Mona başkente hiç gitmediğini fark etmiş ve böylesi bir ayıbı telafi etmek için en ideal zaman olduğunu düşünmüştü. Orada dört gün kalmışlardı. O yıllar Mona’nın okula yeniden dönüş yaptığı sıralardı, dolayısıyla ne bir geliri vardı ne de ücretli izni. Linda’ya birkaç gün bakmaları için onun bir sınıf arkadaşını ayarlamışlardı; kızı o sonbaharda üçüncü sınıfa geçecekti. Yanlış hatırlamıyorsa ağustos başıydı. Sıcak günlerdi; baskı dolu sıcağı takiben hava bir ara gök gürültülü bir fırtına yapmış, bu hava değişimi de onları dışarı çıkıp parkta yürüyüş yapmaya, ağaç gölgelerinin verdiği serinliğin tadını çıkarmaya teşvik etmişti. Wallander Slussen’e yaklaşırken, üstünden neredeyse otuz yıl geçmiş, diye düşündü ve otele doğru yokuşu tırmanmaya başladı. Otuz yıl. Koca bir jenerasyon; ve işte yine buradayım. Ama bu kez tek başıma.
Lobiye girince içeriyi tanıyamadı. Gerçekten de bu otelde mi kalmışlardı? İçine dolan ani huzursuzluk hissinden silkinip kurtuldu, geçmişi düşünmeyi bıraktı ve asansöre binip birinci kattaki odasına çıktı. Yatağın üst örtüsünü açıp uzandı. Yorucu bir seyahat olmuştu: Çevresi çığlık çığlığa bağrışan bir sürü çocukla dolu bir yolculuk yapmıştı ve daha da kötüsü, sonradan Alvesta’da bir grup sarhoş genç de binmişti trene. Gözlerini kapayıp uyumaya çalıştı. İrkilerek uyandığında saati kontrol edince topu topu on dakika uyumuş olduğunu gördü. Ayağa kalkıp pencereye gitti. Håkan von Enke’ye ne olmuştu? Bu yapbozun bütün parçalarını bir araya getirmeye çalışsa, yani Linda’dan duyduklarıyla kendi tecrübesi sayesinde bildiklerini birleştirse ne sonuç elde ederdi? Çözümün başı bile yoktu daha elinde.
O akşam Louise’lerin evine saat yedide gidecekti. Tekrar yürümeye karar verdi. Kraliyet Sarayı’nın önünden geçerken durdu. Buraya Mona ile gelmişlerdi, buna emindi. Köprünün üstünde şu anda durduğu yerde durmuşlar ve ikisi de ayaklarına kara sular indiğini kabul etmişti. Bu anı hafızasında o kadar tazeydi ki konuşmaları bile hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Bazen evliliklerinin nasıl çöktüğünü düşünüp hüzünlendiği oluyordu. Şu an onlardan biriydi. Aşağıda döne döne akan suya baktı ve çok özlediğini fark ettiği geçmiş günleri giderek daha fazla hatırlamaya başladığı bir döneme girdiğini düşündü.
Louise von Enke, seramik çaydanlıkta çay hazırlamıştı. Gözle görünür biçimde uykusuz olduğu belliydi ama buna rağmen hayranlık duyulacak kadar kontrollüydü. Salonun duvarları von Enke ailesine ait portrelerle, donuk renkli, çeşitli savaş manzaraları olan yağlı boya tablolarıyla süslüydü. Kadın resimlere baktığını fark etti.
“Håkan ailedeki ilk denizciydi. Babası, büyükbabası, büyük-büyükbabası hep karacıydılar. Amcalarından biri Kral Oscar’ın nazırıydı, I. Oscar mı II. Oscar mıydı, hatırlamıyorum. Orada, köşede duran kılıç, verdiği hizmet karşılığı XIV. Karl tarafından yine bir başka akrabasına armağan edilmiş. Håkan, adamın işinin krala uygun genç hanımlar bulmak olduğunu söylerdi hep.”
Louise susmuştu. Wallander yanmakta olan şöminenin üstünde duran saatin tik taklarıyla dışarıdaki trafiğin uzaktan uzağa duyulan uğultusunu dinliyordu.
“Ne olduğunu düşünüyorsunuz?”
“Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum.”
“Kaybolduğu gün, garibinize giden bir şey olmuş muydu? Her zamankinden farklı bir davranışı var mıydı?”
“Hayır. Her şey her zamanki gibiydi. Håkan dakikası dakikasına programlı yaşayan biri olmasa da kendine göre bir rutini vardı.”
“Daha önceki günler nasıldı? Geçen hafta?”
“Hastaydı, soğuk almıştı. Bir günlüğüne sabah yürüyüşüne çıkmadı. Hepsi bu.”
“Hiç adına posta geldi mi? Onu telefonla arayan biri oldu mu? Ziyaretine gelen biri?”
“Bir iki defa Sten Nordlander ile konuştu, en yakın arkadaşıdır.”
“Djursholm’deki partide var mıydı arkadaşı?”
“Hayır, o sıralar kendisi uzaklardaydı. Håkan ile Sten aynı denizaltında çalışırken tanışmışlar. Håkan komutanmış, Sten de baş mühendis. Altmışlı yılların sonu olmalı.”
“Håkan’ın kaybolmasına o ne diyor?”
“Sten de herkes gibi endişeli. Onun da aklına bir sebep gelmiyor. Hazır siz buradayken isterseniz görüşmekten memnun olacağını söyledi.”
Louise, Wallander’in karşısında kanepede oturuyordu. Akşam güneşi birden kadının yüzünü aydınlatınca kadın gölgeye kaydı. Wallander onun, güzelliğini sadelik maskesi arkasında saklamayı seven kadınlardan olduğunu düşündü. Sanki kadın onun aklından geçenleri okumuş gibi çekimser bir tavırla bakıp gülümsedi. Wallander not defterini çıkarıp Sten Nordlander’in telefon numarasını kaydetti. Kadının numarayı ezbere bildiğini fark etmişti, cep numarasını da.
Yaklaşık bir saat kadar konuştular ama sohbetleri Wallander’e bilmediği yeni bir şey katmamıştı. Sonra kadın ona kocasının çalışma odasını gösterdi. Wallander masa lambasını inceledi.
“Demek bütün gece açık bıraktığı lamba bu.”
“Size bunu kim söyledi?”
“Linda bahsetmişti. Bu lamba ve diğerleri.”
Kadın yanıt verirken kalın perdeleri çekmeye başladı. Wallander hafif bir tütün kokusu aldı.
Koyu renkli ağır perdelerden birinin üstünde gördüğü tozu silkelerken, “Karanlıktan korkardı,” dedi kadın. “Bundan da utanırdı. Herhâlde denizaltında görev yaptığı sıralar başladı ama gerçek korkusu çok sonraları ortaya çıktı, denize açılmayı bıraktıktan çok daha sonra. Ona bunu hiç kimseye söylemeyeceğime söz vermiştim.”
“Ama oğlunuz biliyor? O da bundan Linda’ya bahsediyor…”
“Hans’a bunu Håkan söylemiş olmalı, benim haberim olmadı.”
Uzakta çalan bir telefon sesi duyuldu.
“Lütfen rahatınıza bakın,” dedi kadın, çift kanatlı yüksek kapıdan çıkıp gözden kaybolurken.
Wallander kendini tıpkı Kristina Magnusson’un arkasından baktığı gibi kadını incelerken buldu. Yazı masasına ait, kızıl kahve ahşap renkli, oturma ve sırt dayama yeri yeşil deri döşemeli koltuğa oturdu. Bakışlarını ağır ağır odada gezdirdi. Masanın üstündeki lambayı açtı. Düğmenin çevresi tozluydu. Wallander parmağını parlak maun masa yüzeyinde gezdirdi, sonra uzanıp günlük not defterini kaldırdı. Rydberg’in yanında staj yaptığı günlerden edindiği bir alışkanlıktı bu. Ne zaman mekânda yazı masası olan bir cinayet mahalline gelseler, Rydberg’in ilk yaptığı şey bu olurdu. Tabii altından bir şey çıkmazdı ama Rydberg gizli bir şey açıklıyormuş edasıyla, bazen boş bir yerin bile önemli bir ipucu olabileceğini söylemişti.
Masanın üstünde birkaç kalemle kurşun kalem vardı, bir büyüteç, kuğu biçiminde seramik bir vazo, küçük bir kaya parçası ve bir kutu dolusu raptiye. Hepsi bu kadardı. Koltuğun üstünde yavaş yavaş dönüp gözlerini odada gezdirdi. Duvarlarda çerçeveler içinde fotoğraflar vardı, denizaltı ve başka gemilerin resimleri, mezun olduklarında İsveçlilerin giydikleri beyaz kep giyme töreni, Håkan’ın resmî üniformalı hâli, düğün günü şeref kıtasının kılıçlarının altından Louise ile birlikte geçişleri, hemen hemen hepsi üniformalı olgun yaştaki insanların fotoğrafları. Duvarlardan birinde bir de tablo vardı. Wallander daha yakından incelemek için yanına gitti. Trafalgar Savaşı’nın romantik bir tasviriydi: Nelson4 ölüyordu; bir topa yaslanmış, çevresi dizleri üstüne çökmüş denizcilerle çevriliydi, hepsi ağlıyordu. Bu tablo Wallander’i şaşırtmıştı. Zevkli döşenmiş bir evde görmeyi beklemediği basitlikte bir parçaydı. Håkan bunu neden asmıştı ki? Wallander resmi dikkatle yerinden çıkardı, çevirip arkasını inceledi. Hiçbir şey yazmıyordu. Odayı tamamen araştırmak için çok geç oldu, diye düşündü. Saat neredeyse sekiz buçuk olmuştu ve bu iş birkaç saat alırdı. Yarın sabah başlamak daha mantıklıydı. Birbirine açılan iki salondan birine geri döndü. Louise de mutfaktan çıkıp geldi. Wallander hafiften alkol kokusu aldığını sandı ama emin değildi. Wallander’in ertesi gün saat dokuzda gelmesi konusunda anlaştılar. Holde ceketini giydi ve gitmeye hazırlandı ama birden aklına bir şey gelmişti.
“Yorgun görünüyorsunuz,” dedi kadına. “Uyuyabiliyor musunuz?
“Bir iki saat dalabiliyorum. Neler olup bittiğini bilmezken nasıl iyi bir uyku çekebilirim?”
“Bu gece burada kalmamı ister misiniz?”
“Bunu düşünmeniz büyük incelik ama gerekli değil. Yalnız kalmaya alışığım. Unutmayın, bir denizci karısıyım.”
Wallander oteline kadar yürüdü; yolda pahalı görünmeyen bir İtalyan restoranında durup yemek yedi. Yemek de dış görünüşünü destekler nitelikteydi. Uykusuz bir gece geçirmeyi göze alamadığı için uyku haplarından birini ortadan kırıp içti. Hayatta sevdiği birkaç şeyden geriye kalan bir zevk işte buydu ne yazık ki: beyaz şişenin kapağını çevirmek suretiyle uykuya gelmesi için işaret göndermek.
* * *Ertesi günkü ziyareti de dün akşamki gibi başlamıştı: Louise’in ona bir fincan çay ikramıyla. Kadının bütün gece gözünü kırpmadığı yüzünden belliydi.
İletmesi için bir mesaj bırakılmıştı: Von Enke’nin kayboluşuyla ilgili soruşturmadan sorumlu Başkomiser Ytterberg’den. Acaba Wallander kendisini arayabilir miydi? Louise, Wallander’e bir telsiz telefon uzattı, sonra ayağa kalkıp mutfağa gitti. Wallander onun yansımasını duvardaki aynadan görebiliyordu. Kadın mutfağın orta yerinde hareketsiz duruyordu, sırtı kendisine dönüktü.
Ytterberg belirgin bir kuzeyli aksanıyla konuşuyordu.
“Artık geniş çaplı bir soruşturma bu,” diye başladı. “Başına bir şey geldiğine eminiz. Eşinin sözlerinden anladığım kadarıyla siz de orada onun evraklarını gözden geçireceksiniz.”
“Siz bunu çoktan yapmadınız mı?”
“Eşi yapmıştı bunu ve bir şey bulamadı. Sanırım bir de sizin kontrol etmenizi istiyor.”
“Herhangi bir ipucu buldunuz mu? Onu gören birileri olmuş mu?”
“Sadece kendisini Lill-Jansskogen’de gördüğünü iddia eden bir görgü tanığı ama güvenilir değil. Hepsi bu.”
Bir suskunluk olmuştu. Wallander Ytterberg’in birisine şimdi gidip daha sonra gelmesini söylediğini duydu.
Konuşmaya tekrar başladıklarında, “Buna hiç alışamayacağım,” dedi Ytterberg. “İnsanlar sanki kapı vurma denen şeyi unutmuş, içeri dalıveriyorlar.”
“Çok yakında bir gün, emniyet müdürü bize de çalışmada verimliliği artırmak için hepimizin bir arada, açık plan ofis tarzı şeklinde oturmamız gerektiğini söyleyecek,” dedi Wallander. “Birbirimizin şahitlerinin söylediklerini dinleyebilecek ve başkalarının soruşturmalarına yardım edebileceğiz.”
Ytterberg bu sözlere keyifle güldü. Wallander, Stockholm polis teşkilatında kendine mükemmel bir bağlantı bulduğunu düşünüyordu.
“Bir şey daha,” dedi Ytterberg. “Emekli olmadan önce Håkan von Enke üst rütbeli bir deniz subayıymış. Dolayısıyla Säpo5’dakiler bu işe burunlarını sokacaklardır. Bizim güvenlik servisindeki arkadaşlar bir casus yakalayabilme ihtimaline karşı hep tetiktedirler.”
Wallander şaşırmıştı.
“Yani von Enke’den şüphenildiğini mi söylemeye çalışıyorsunuz?”
“Tabii ki hayır. Ama seneye bütçe görüşmeleri başlayınca ellerinde çalıştıklarını gösterecek bir şeyler olması lazım.”
Wallander mutfaktan biraz uzaklaştı.
“İkimizin arasında kalsın ama,” dedi alçak sesle, “siz neler olduğunu düşünüyorsunuz? Eldeki bütün gerçekleri unutun, tecrübeleriniz size ne diyor?”