“Durum oldukça ciddiye benziyor. Ormanda saldırıya uğrayıp kaçırılmış olmalı. Şu anda en olası şey olarak düşündüğüm bu.”
Ytterberg telefonu kapatmadan önce Wallander’den cep numarasını istedi. Wallander çayını içmek için yeniden salona döndü, bir yandan da kahveyi tercih edeceğini düşünüyordu. Louise mutfaktan gelmiş soran gözlerle ona bakıyordu. Wallander başını iki yana salladı.
“Yeni bir şey yok. Ama kayboluşunu oldukça ciddiye alıyorlar.”
Kadın kanepenin yanında ayakta dikilmeye devam etti.
“Öldüğünü biliyorum,” dedi, durup dururken. “Şu ana kadar en kötüsünü düşünmeyi hep reddettim ama artık daha fazla engelleyemiyorum.”
“Bu yargıya varabilmenizin temelleri olmalı,” dedi Wallander dikkatle. “Şu anda böyle düşünmenize neden olacak sebepler var mı?”
“Onunla kırk yıldır yaşıyorum,” dedi. “Bana böyle bir şeyi bilerek asla yapmazdı. Ne bana ne de aileden bir başkasına.”
Kadın aceleyle salondan çıktı. Wallander yatak odası kapısının kapandığını duydu. Bir süre bekledi, sonra ayağa kalkıp parmaklarının ucunda hole çıkıp dışarısını oradan dinledi. Kadının ağladığını duyabiliyordu. Gerçekte pek duygusal tiplerden sayılmasa da boğazının düğümlendiğini hissetti. Çayının geri kalanını bitirdi, ardından dün gece gidip baktığı, von Enke’nin çalışma odasına geçti. Perdeler hâlâ çekiliydi, onları açtı ve ışığın içeri girmesini sağladı. Sonra yazı masasını araştırmaya başladı, birer birer bütün çekmeceleri. Hepsi çok düzgündü, her şeyin bir yeri vardı. Gözlerden birinde eski pipolar, pipo temizleme gereçleri ve toz bezine benzer bir şey duruyordu. Dikkatini yazı masasının diğer çekmeceli dolabına çevirdi. İçindeki her şey güzelce dosyalanmıştı: Eski okul karneleri, sertifikalar ve bir pilot lisansı. 1958 Mart’ında Håkan von Enke, Bromma Havaalanı’n-da, tek motorlu uçak kullanma izni veren bir sınavdan geçmişti. Demek ömrünü denizin diplerinde harcamamış, diye düşündü Wallander. Sadece balıkları değil, kuşları da taklit etmiş anlaşılan.
Wallander, von Enke’nin Norra Latin Ortaokulu’ndan aldığı karneleri eline aldı. Tarih ile İsveççeden en yüksek notları almıştı ve de coğrafyadan ama Almanca ile din derslerinden sadece geçer not alabilmişti. Diğer çekmecede bir fotoğraf makinesiyle bir çift kulaklık vardı. Leica’nın eski bir modeli olan kamerayı daha yakından inceleyince içinde hâlâ film olduğunu gördü. Ya on iki poz çekilmişti ya da on iki pozluk yer hâlâ vardı. Makineyi yazı masasının üstüne bıraktı. Kulaklıklar da eskiydi. Wallander onların belki elli yıl önce en iyi kalite kulaklıklar olduklarını tahmin etti. Acaba von Enke bunları neden hâlâ elinde tutuyordu? En alttaki çekmecede içi renkli resimler ve konuşma baloncuklarıyla Son Mohikan hikâyesinin bir çizgi romanı vardı sadece. Çizgi roman çok okunmaktan Wallander’in elinde dağıldı dağılacak hâldeydi. Bir ara Rydberg’in kendisine söylediği bir şey aklına geldi: Her zaman diğerleriyle bağdaşmayan şeyi ara. 1962 basımı klasik bir çizgi roman Håkan von Enke’nin dolabının en alt çekmecesinde ne arıyordu?
Louise’in yaklaştığını duymamış, kadın birdenbire kapının girişinde belirivermişti. Yaşadığı duygu boşalmasının bütün izleri gitmiş, yüzü yeni pudralanmıştı. Elindeki çizgi romanı havaya kaldırdı.
“Bunu neden tutuyordu?”
“Sanırım ona bir arkadaşı tarafından özel bir günde verilmişti. Bana ayrıntılarını hiç anlatmadı.”
Kadın onu yine kendi işiyle baş başa bırakmıştı. Wallander kalan son büyük çekmeceyi açtı: Bel hizasında, kaide görevi gören yanlardaki iki büyük dolabın arasında kalan orta çekmeceyi. Bunun içindekiler düzenli olmaktan çok uzaktı. Mektuplar, fotoğraflar, eski uçak biletleri, bir doktor raporu, birkaç fatura. Neden her şey burada karmakarışıktı da diğer yerler düzgündü? Bu çekmecenin içindekilere şimdilik dokunmamaya karar verip açık bıraktı. İçinden aldığı tek şey doktor raporuydu.
İzini bulmaya çalıştığı adam pek çok kez aşı olmuştu. Daha üç hafta önce sarı humma aşısı olmuştu, ayrıca tetanoz ile sarılık aşısı da yaptırmıştı. Doktor raporuna zımbalanmış sıtmaya karşı ilaç reçeteleri vardı. Wallander’in kaşları çatıldı. Sarı humma mı? İnsanın buna karşı aşı olmasının gerekmesi için nereye yolculuk yapıyor olmalıydı? Bir cevap bulmadan evrakı yeniden çekmeceye bıraktı.
Wallander ayağa kalkıp dikkatini kitaplığa çevirdi. Kitaplara bakılırsa Håkan von Enke, İngiltere tarihi ve yirminci yüzyılda denizcilik alanında yaşanan gelişmelere büyük ilgi duyuyordu. Aralarında genel dünya tarihi ve bir sürü siyasi anı kitabı da vardı. Tage Erlander’in anı kitabının Stig Wennerström’ün otobiyografisinin hemen yanında durduğunu fark etti. Von Enke’nin İsveç şiir edebiyatına da ilgi duyduğunu görünce daha da şaşırdı. Aralarında Wallander’in tanımadığı isimler vardı, bazı şairleri ise biraz biliyordu, örneğin Sonnevi, Tranströmer gibi. Kitapların bir ikisini eline alıp inceleyince okunmuş olduklarını belli eden işaretler gördü. Tranströmer’in kitaplarından birinde, sayfa kenarına birisi notlar almıştı, bir yerine de ‘mükemmel bir şiir’ diye not düşülmüştü. Wallander şiiri okuyunca hak verdi. Çam ormanlarının iç çekişini anlatan bir şiirdi. Ivar Lo-Johansson’un bütün eserleri var gibiydi ve Vilhelm Moberg’in de öyle. Ortadan kaybolan adam hakkında Wallander’in sahip olduğu fikir giderek değişiyor, derinleşiyordu. Komutanın gösterişçi ve sanata ilgi duyduğunu dünyaya ispatlamaya çalışan bir insan olduğu kanısına varmasına neden olacak hiçbir şey yoktu ortada. Wallander böyle tiplerden nefret ederdi.
Kitaplığı bırakıp bu kez uzun dosya dolabına geçti ve çekmeceleri birer birer açmaya başladı. Dosyalar, mektuplar, raporlar, birkaç özel günlük ve “komuta ettiğim türler” diye etiketlenmiş denizaltı çizimleri vardı. Her şey düzgün, yerli yerindeydi, ortadaki o çekmece dışında. Durumda ismini koyamadığı, kendisini huzursuz eden bir şeyler vardı. Tekrar masaya geçip oturdu ve açık duran dosya dolabına bakıp düşünmeye başladı. Odanın bir köşesinde kahverengi deri bir koltuk, bir sehpa ve kırmızı bir abajur duruyordu. Wallander yazı masasındaki koltuktan okuma köşesindeki koltuğa geçti. Sehpanın üstünde iki kitap vardı, ikisi de açıktı. Biri eski bir şeydi, Rachel Carson’ın Silent Spring’i. Wallander bunun Batı uygarlığının ilerleyişinin, yeryüzünün geleceği açısından ileride bir tehdit oluşturacağı konusunda uyarıda bulunan ilk kitaplardan biri olduğunu biliyordu. Diğer kitapsa İsveç’te görülen kelebeklerle ilgiliydi; kısa bilgi aktaran paragraflarla renkli resimlerden oluşan bir kitaptı. Kelebekler ve tehdit altında bir gezegen, diye düşündü Wallander; ve karmakarışık bir masa çekmecesi. Bu birbirinden farklı verilerin birbiriyle nasıl bağdaştığını göremiyordu.
Sonra koltuğun altından bir derginin köşesini fark etti. Eğilip aldı; donanma gemileriyle ilgili İngiliz veya belki Amerikan basımı bir dergiydi. Wallander sayfalarını karıştırmaya başladı. Uçak gemisi Ronald Reagan hakkında yazılmış makalelerden, hâlâ çizim aşamasında olan denizaltı eskizlerine kadar içinde her şey vardı. Wallander dergiyi elinden bırakıp yeniden dosya dolabına baktı. Görmeden bakmak. Rydberg’in kendisine yaptığı bir uyarıydı bu: Gerçekte aradığın bir şeyi fark edememek. Dosya dolabını bir kez daha araştırdı ve çekmecelerden birinde bir toz bezi buldu. Demek burada her şeyi tertemiz tutuyor, diye düşündü Wallander. Kâğıtlardan hiçbirisinde tek bir toz zerreciği bile yok, her şey pırıl pırıl. Tekrar yazı masasının koltuğuna oturup, açık duran, öteki yerlere hiç benzemeyen karman çorman hâldeki yazı masasının gözüne baktı. Dikkatle içindekileri elden geçirmeye başladı ama şaşırtıcı hiçbir şey bulamıyordu. Kendisini tek huzursuz eden şey çekmecenin karışıklığıydı. Acıyan bir parmak gibi rahatsız ediyordu bu durum onu, Håkan von Enke’nin eşyalarını düzenleyiş tarzına uymuyordu. Yoksa kendisine normal gelen şey karışıklıktı da düzeni bozan bu intizam mıydı?
Ayağa kalktı, gidip sıra dışı yükseklikteki dosya dolabının en üstünde elini gezdirdi; bakınca görülemeyen bir yerinde eline bir klasör geldi, alıp aşağı indirdi. Kamboçya’daki siyasi durum üzerine yazılmış bir rapor vardı içinde. Robert Jackson ve Evelyn Harrison tarafından hazırlanmıştı, artık her kimlerse. Wallander raporun ABD Savunma Bakanlığı tarafından gönderilmiş olduğunu görünce şaşırdı. Mart 2008 tarihliydi, henüz yeni yayımlanmıştı. Raporu okuyan her kimse, kendini konuya kaptırdığı belliydi: Bazı cümlelerin altını çizmiş, sayfa kenarına büyük belirgin ünlem işaretleri dolu notlar almıştı. Raporun başlığı, Kamboçya’daki Sorunlar Üzerine, Pol Pot Rejimi’nin Bıraktıkları Hakkında idi.
Tekrar salona geri döndü. Çay fincanları toplanmıştı. Louise pencerelerden birinin yanında durmuş caddeyi seyrediyordu. Wallander hafifçe öksürünce, kadın sanki korkmuş gibi irkilip hızla arkasına döndü ve bu durum Wallander’in aklına Djursholm’deki partide kocasının yaptığı şeyi getirdi; o da aynı tepkiyi vermişti, diye düşündü. Her ikisi de tedirgin, korkuyorlar ve sanki bir tür tehlike içindeler.
Bu soruyu sormayı planlamamıştı ama Djursholm’ü hatırlayınca kendiliğinden ağzından döküldü.
“Bir silahı var mıydı?”
“Hayır. Artık yoktu. Håkan görevli olduğu zamanlarda mutlaka bir tane kullanmıştır. Ama burada evde, hayır, burada hiç silahı olmadı.”
“Bir yazlığınız var mı?”
“Bir yer almaktan hep söz ederdik ama bunu gerçekleştirme imkânı hiç bulamadık. Hans küçükken yaz mevsimini Utö Adası’nda geçirirdik. Son yıllarda ise Riviera’ya gitmeye ve orada bir daire kiralamaya başlamıştık.”
“Silah saklayabileceği başka yerler var mı?”
“Hayır. Neden soruyorsunuz?”
“Belki depo gibi bir yeri olabilir diye. Bu evde tavanarası var mı veya bodrum katı?”
“Eski eşyaları ve çocukluk hatırası olan şeyleri sakladığımız bir oda var bodrumda. Ama orada bir silah olabileceğini sanmıyorum.”
Kadın odadan çıkıp bir anahtarla geri döndü. Wallander onu cebine koydu. Louise ona biraz daha çay isteyip istemediğini sordu ama Wallander istemedi; yerine bir fincan kahve istediğini ise söyleyememişti.
Çalışma odasına geri dönüp Kamboçya ile ilgili raporu karıştırmaya devam etti. Neden bu dosya dolabının en tepesinde duruyordu? Koltuğun yanında ayak dayamak için bir puf vardı. Wallander pufu dosya dolabının önüne çekerek üstünü görmek için parmak uçlarında tepesine çıktı. Klasörü aldığı yer hariç üstü toz kaplıydı. Wallander pufu yerine itti ve dikilip çevreyi süzmeye devam etti. Birdenbire dikkatini neyin çektiğini kavrayıverdi. Sanki bazı evraklar kayıp gibiydi, özellikle dosya dolabında. Emin olmak için bir kez daha gözden geçirdi, hem masanın gözlerini hem de dosya dolabındaki çekmecenin içindekileri. Her yerde, yerinden alınmış evrakların izine rastlıyordu. Bunu Håkan’ın kendisi yapmış olabilir miydi? Bu mümkündü veya Louise de yapmış olabilirdi.
Wallander salona yine geri döndü. Louise oldukça eskiymiş gibi görünen bir sandalyede oturmuş, gözlerini ellerine dikmişti. Wallander’in geldiğini görünce ayağa kalkıp ona tekrar bir fincan çay isteyip istemediğini sordu. Wallander bu kez kabul etti. Sonra kadının çayı koyması bitene kadar bekledi; kendisine de bir tane doldurmadığını fark etmişti.
“Bir şey bulamadım,” dedi Wallander. “Acaba evraklarını biri elden geçirmiş olabilir mi?”
Kadın soran gözlerle kendisine baktı. Yüzü yorgunluktan neredeyse gri bir renk almıştı.
“Onları ben inceledim elbette. Ama başka kim yapmış olabilir?”
“Bilmiyorum, ama sanki bazı kâğıtlar eksikmiş gibi gözüküyor, sanki bütün düzenli ve tertemiz dosyaların düzeni bozulmuş gibi. Yanılıyor da olabilirim.”
“Kaybolduğu günden beri onun çalışma odasına giren olmadı. Benim dışımda, tabii.”
“Bunu daha önce de konuştuğumuzu biliyorum ama bir daha sorayım: Çok titiz bir insan mıydı?”
“Düzensizlikten nefret ederdi.”
“Ama kılı kırk yaran tiplerden olmadığını söylediğinizi de hatırlıyorum.”
“Yemeğe misafirlerimiz olduğu zaman bana sofrayı kurmakta hep yardım ederdi. Çatal bıçaklarla kadehlerin her zaman olması gerektiği yerde durup durmadıklarını kontrol ederdi fakat bunun için de cetvel kullanmazdı. Bu, sorunuzu cevaplıyor mu?”
“Kesinlikle cevaplıyor,” dedi Wallander kibarca.
Sonra çayını içti ve ardından ailenin depo olarak kullandığı odaya bakmak için bodrum katına indi. Burada birkaç eski valiz, salıncaklı oyuncak at, sadece Hans tarafından olmayıp farklı jenerasyonlarca kullanılmış ve sonunda plastik kutulara yerleştirilmiş oyuncaklar vardı. Duvara kayaklar dayanmıştı ve bir de fotoğraf negatifleri basmak için parçalarına ayrılmış bir makine vardı.
Wallander yavaşça oyuncak atın üstüne oturdu. Biraz düşünce, birkaç gün önce üstüne saldıran gençler gibi aklına bir fikir hücum etti: Håkan von Enke ölmüştü. Başka mümkün bir açıklaması yoktu. Ölmüştü.
Bunu idrak etmek kendisini sadece üzmemiş, aynı zamanda rahatsız da etmişti.
Håkan von Enke bana bir şeyler söylemeye çalışıyordu, diye düşündü. Ama ne yazık ki o gün Djursholm’deki o sığınakta ben bunun ne olduğunu anlayamadım.
7
Wallander sabaha karşı yan odada kavga eden genç bir çiftin gürültüsüyle uyandı. Duvarlar öyle inceydi ki birbirlerine söyledikleri kötü sözleri açıkça duyabiliyordu. Yataktan kalktı, tuvalet takımlarını koyduğu çantanın içinde kulak tıkaçlarını aradı ama herhâlde onları evde bırakmıştı. Duvara vurdu. İki kuvvetli vuruştan sonra, sanki ettiği küfrü yumruğuyla iletmek istercesine son bir tane daha indirdi. Tartışma anında kesilmişti veya artık duyulmayacak şekilde tartışmaya alçak sesle aralarında devam ettiler. Uyumadan önce başkente gezmeye geldikleri zaman otelde Mona ile kendisinin de böyle kavga edip etmediklerini düşündü. Ara sıra kızdıkları bir konuyu anlamsız tartışmalarla onların da büyüttüğü olmuştu ama eften püften şeyler yüzündendi. Bizim tartışmalarımız hiç böyle renkli değildi, diye düşündü, bizimki hep kurşuni renkteydi. Biz mutsuz olurduk veya hayal kırıklığı hissederdik ya da ikisini birden ama kısa bir süre sonra geçeceğini bilirdik. Yine de nedense tartışırdık ve ikimiz de aynı derece aptaldık, anında pişman olduğumuz şeyler söylerdik. Kendimizi tutamaz, ağzımızdan bir araba dolusu söz çıkardı.
Uyuyakaldı ve rüyasında birini gördü. Rydberg’di galiba, ya da babası mıydı, yağmurun altında durmuş kendisini bekliyordu. Ama geç kalıyordu, arabası mı bozuluyordu ne; ve geç kaldığı için azarlanacağını biliyordu.
Kahvaltıdan sonra lobide oturdu ve Sten Nordlander’i aradı. Wallander önce ev telefonunu çevirdi. Cevap yoktu. Cep telefonu da cevap vermiyordu ama bir mesaj bıraktı. Adını ve ne iş yaptığını söyledi. Fakat işi neydi gerçekten? Kayıp Håkan von Enke’yi bulmak Stockholm polisinin işiydi, kendisinin değil. Belki olayla ilgilenen bir ‘özel dedektif’ olduğu söylenebilirdi; Olof Palme’nin öldürülmesinin ardından itibarı zedelenen bir sıfattı bu.
Birbiri ardına aklından geçen düşünceler çalan cep telefonunun sesiyle bozuldu. Arayan Sten Nordlander’di. Sesi kalın ve boğuktu.
“Kim olduğunuzu biliyorum,” dedi. “Hem Håkan hem de Louise sizden bahsetmişti. Sizi nereden alabilirim?”
Sten Nordlander arabasıyla yanaştığında Wallander kaldırımda bekliyordu. Arabası ellilerin ortalarından kalma, parlak krom kaplama, jantlarının lastik yanağı beyaz olan bir Dodge’du. Nordlander gençken, 50’lili yılların “Teddy Boy”larından olduğuna hiç şüphe yoktu. Şu anda bile deri ceket, Amerikan tarzı çizmeler, kot ve soğuk havaya rağmen ince bir gömlek giymişti. Wallander, elinde olmadan Nordlander ile von Enke’nin nereden ve nasıl arkadaş olduklarını merak etti. İlk bakışta birbirinden bu kadar farklı olan iki insanı bir arada düşünmek imkânsız geliyordu. Fakat dışarıdan görünümüyle bir insanı değerlendirmek çok yanlıştı. Bu durum Rydberg’in sık sık söylediği bir şeyi hatırlatmıştı: Dış görünüme hiçbir zaman takılma.
“Atla,” dedi Sten Nordlander.
Wallander nereye gittiklerini sormayıp, orijinal olduğu belli olan kırmızı deri koltuğa gömüldü. Arabayla ilgili birkaç nezaket sorusu sordu ve aynı nezaketle yanıt aldı. Sonra sessizce oturdular. Arka pencerenin önünde, yünden bir çift büyük zar sallanıyordu. Wallander gençlik yıllarında buna benzer çok araba görmüştü. Direksiyonun arkasında her zaman en az arabanın krom parçaları kadar parlak takım elbiseler içinde orta yaşlı adamlar olurdu. Babasının yağlı boya resimlerini düzinelerle almaya gelirler, bedelini kalın bir para tomarı arasından çıkarıp verdikleri paralarla öderlerdi. Onlara “İpek Giyen Şövalyeler” derdi Wallander. Yağlı boya resimleri çok az bir para karşılığı aldıkları için aslında babasını aşağıladıklarını sonradan anlamıştı.
Bunu hatırlamak üzdü onu. Artık geçmişte kalmıştı, o günleri geri getirmek mümkün değildi.
Arabada emniyet kemeri yoktu. Nordlander onun bağlanmak için kemer aradığını gördü.
“Bu klasik bir araba,” dedi. “Zorunlu kemer takma kuralından muaf tutuluyor.”
Värmdö Adası’nda bir yere gelmişlerdi. Wallander mesafe ve yön duygusunu çoktan yitirmişti. Nordlander kahverengi boyalı, altında kafe olan bir binanın önüne park etti.
“Kafenin sahibi kadın Håkan ile benim ortak bir arkadaşımızın eşiydi,” dedi Nordlander. “Artık dul. Adı Matilda. Kocası, Claes Hornvig, Håkan’la birlikte görev yaptığımız Yılan’da ikinci kaptandı.”
Wallander başını salladı. Håkan von Enke’nin o denizaltından bahsettiğini hatırlıyordu.
“Fırsat oldukça buraya gelip kafenin iş yapmasını sağlıyoruz. Paraya ihtiyacı var. Ayrıca kahvesi çok iyi.”
İçeri girer girmez Wallander’in gözüne ilk çarpan şey, orta yerde duran bir periskop olmuştu. Nordlander onun emekliye çıkarılan hangi denizaltıdan alındığını anlattı ve Wallander aslında denizaltı müzesi gibi bir yerde olduğunu fark etti.
“Bir alışkanlık hâline geldi,” diye açıkladı Nordlander. “İsveç denizaltısında hizmet eden herkes en az bir kere Matilda’nın kafesine uğrar ve gelirken de mutlaka bir şeyler getirirler, bunun aksi düşünülemez bile. Çalıntı tabak çanak veya bir battaniye, hatta kontrol malzemeleri bile. Tabii en bereketli dönem, denizaltıların emekli edilip hurdaya çıkarıldıkları zamanlardı. Pek çok emekli denizci hatırat toplamaya başlamıştı. Matilda’nın koleksiyonuna katkıda bulunmak isteyen birileri mutlaka olurdu. Parası önemli değildi, önemli olan hurda denizaltıdan bir şeyler kurtarabilmekti.”
Açılır kapanır mutfak kapısından yirmilerinde genç bir kız çıktı.
“Matilda ile Claes’in torunu, Marie,” dedi Nordlander. “Matilda da hâlâ ara sıra gelip yüzünü gösterir ama artık doksan yaşını geçti. Annesinin yüz bir, büyükannesinin de yüz üç yaşına kadar yaşadığını söyler hep.”
“Bu doğru,” dedi genç kız. “Annem elli yaşında. Ömrünün sadece yarısını yaşadığını söyler durur.”
Kendilerine tepsiyle kahve ve pasta ikram edildi. Nordlander kendisine ayrıca bir dilim de cheesecake koydu. Diğer masalarda başka müşteriler de vardı, çoğu yaşlıydı.
Caddeden uzak, boş olan dipteki bölüme geçerlerken Wallander içeridekileri kastederek, “Eski denizaltı mürettebatı mı?” diye sordu.
“Hepsi değil,” dedi Nordlander. “Ama bazılarını tanıyorum.”
Kafenin orta kısımdaki duvarlarda eski üniformalar ve işaret flamaları asılıydı. Wallander kendini savaş filmleri için malzemelerin saklandığı bir sahne deposundaymış gibi hissetti. Köşedeki bir masaya geçip oturdular. Yanlarındaki duvarda çerçeveli siyah beyaz bir fotoğraf vardı. Sten Nordlander onu gösterdi.
“İşte bizim Deniz Yılanları’ndan bir tanesi. İkinci sırada, baştan ikincisi benim. Dördüncü de Håkan. Claes Hornvig o seferde bizimle değildi.”
Wallander daha iyi görebilmek için öne eğildi. Bir sürü insanın içinde yüzlerini seçmek kolay değildi. Nordlander ona resmin, uzun bir sefere çıkmadan önce Karlskrona’da çekildiğini söyledi.
“Ne yazık ki çıktığımız en güzel seferlerden biri değildi,” dedi. “Karlskrona’dan Kvarken Boğazı’na gitmek, oradan Kalix’e uğrayıp sonra eve dönmeliydik. Kasım ayıydı, hava buz gibiydi. Sürekli fırtına estiğini hatırlıyorum. Gemi sallanıyor, savruluyordu. Baltık Denizi çok sığ olduğundan yeterince derine dalamıyorduk. Baltık Denizi tıpkı bir havuz gibidir.”
Nordlander büyük işhatla pastalara girişmişti. Tatlarının nasıl olduğu önemli değil gibiydi ama sonra birden çatalını bıraktı.
“Neler oldu?” diye sordu Wallander.
“Ben de sizden ve Louise’den daha fazlasını bilmiyorum.”
Nordlander kahve fincanını sertçe kenara itti. Wallander onun da tıpkı Louise gibi çok yorgun olduğunu görebiliyordu. Uyuyamayan biri daha, diye düşündü.
“Siz onu tanıyorsunuz,” dedi Wallander, “çoğu kişiden daha iyi. Louise bana sizin Håkan’la çok yakın olduğunuzu söyledi. Eğer bu doğruysa o zaman sizin görüşleriniz herkesten daha önemli.”
“Siz de Bergs Caddesi’ndeki polis gibi konuşuyorsunuz.”
“Ben zaten bir polisim!”
Sten Nordlander başını salladı. Çok gergindi. Sabit bakan gözlerinden ve sımsıkı kapadığı dudaklarından endişesi okunabiliyordu.
“Yetmiş beşinci doğum günü partisinde siz neden yoktunuz?” diye sordu Wallander.
“Bergen’de oturan bir kız kardeşim var. Kocası beklenmedik bir şekilde aramızdan ayrıldı. Yardımıma ihtiyacı vardı. Ayrıca ben büyük partileri sevmem. Håkan ile ben doğum gününü aramızda kutlamıştık. Bir hafta öncesinde.”
“Nerede?”
“Burada. Kahve ve kurabiyelerle.”
Nordlander duvarda asılı bir denizci şapkasını gösterdi.
“Bu Håkan’ın. Küçük kutlamamızı yaptığı gün buraya hediye etti.”
“Neler konuştunuz?”
“Her zaman nelerden konuşuyorsak onu. Ekim 1982’de olanları. Ben o sıralar Halland destroyerinde görevdeydim. Destroyer emekli edilmek üzereydi. Şimdi Göteborg müzesinin bir parçası.”
“O hâlde sadece denizaltılarında baş mühendislik yapmadınız?”
“Hizmet hayatıma bir mayın gemisinde başladım, sonra korvette6 görev yaptım, ardından denizaltılara geçtim ve en son yine muhrip gemisine (destroyere) döndüm. Baltık Denizi’nde denizaltılar görünmeye başlayınca, biz batı kıyısında konuşlandırıldık. 2 Ekim günü öğle saatlerinde, Komutan Nyman bizim tam hız Stockholm Adalar Denizi’ne gitmemizi istedi; orada destek olarak yardımımıza ihtiyaç vardı.”
“Durumların karışık olduğu o günlerde Håkan ile bağlantınız var mıydı?”
“Beni aradı.”
“Evden mi, gemiden mi?”
“Muhripteyken. O sıralar hiç evde değildim. Bütün izinler iptal edilmişti. Kırmızı alarmdaydık denebilir. Cep telefonlarının bu kadar sık kullanılmadığı o güzel günler olduğunu unutmayın. Muhripin telefon görüşmelerine bakan denizciler aşağı gelip bize haber geldiğini bildirirlerdi. Håkan genellikle geceleri arardı. Kendisinden gelen telefonlara kamaramdan cevap vermemi isterdi.”
“Neden?”
“Sanırım konuştuğumuz şeyleri kimsenin duymasını istemezdi.”
Sten Nordlander soruları yanıtlarken kaba ve isteksiz bir tavrı vardı. Konuşurken bir yandan pastasından kalanları çatalıyla eziyordu.
“Ekim ayının biri ile on beşi arasında hemen hemen her gece görüştük. Bana anlattığı şeyleri bir başkasıyla paylaşabileceğini sanmıyorum ama biz birbirimize güvenirdik. Omuzlarındaki sorumluluk çok ağırdı. Attığı su altı bombası rotasını şaşırırsa denizaltıyı su yüzüne çıkarmak yerine batmasına sebep olabilirdi.”
Nordlander’in pasta artıkları iştah kaçırıcı bir görünüm almıştı. Çatalını bıraktı ve kâğıt peçeteyi buruşturup tabağının içine attı.
“O son gece beni tam üç kez aradı. Çok geç bir saatti ya da çok erken demeli. Aradığında tanyeri yeni ağırıyordu.”
“Siz hâlâ muhripte miydiniz?”
“Hårsfjjärden’nin güneydoğusunda bir milden daha az bir uzaklıktaydık. Hava rüzgârlıydı ama çok kötü değildi. Tam teyakkuz hâlindeydik. Subaylar elbette olup bitenler hakkında uyarılmışlardı ama mürettebatın geri kalanı sadece eyleme geçmeye hazır olduğumuzu biliyor, sebebini ise bilmiyorlardı.”
“Gerçekten de size denizaltıyı avlamaya başlama emri verilecek miydi?”
“Denizaltılardan birini su üstüne çıkmaya zorladığımız takdirde Rusların nasıl tepki vereceğini bilmiyorduk. Belki onu kurtarmaya çalışabilirlerdi. Gotland’ın kuzeyinde Rus gemileri vardı ve yavaş yavaş bizim bulunduğumuz yere doğru geliyorlardı. Telsiz subaylarımızdan biri daha önce hiç bu kadar çok telsiz trafiği görmediğini söylemişti, hatta Baltık kıyılarında yaptıkları büyük tatbikatlar sırasında bile. Rahatsız oldukları belliydi.”
Marie biraz daha kahve isteyip istemediklerini sormak için içeri girince konuşmalarına ara verdiler. İkisi de hayır dedi.
“En önemli şey hakkında kafa yoralım biraz,” dedi Wallander. “Sıkıştırdığınız denizaltıyı salıverme emrine nasıl tepki verdiniz?”
“Kulaklarıma inanamamıştım.”
“Bunu nasıl haber almıştınız?”
“Nyman aniden geri durma, Landsort’a gitme ve orada bekleme emri almıştı. Açıklama yapılmamıştı, Nyman da gereksiz sorular soracak bir tip değildi. Bana telefon geldiğini söylediği sırada ben makine dairesindeydim. Kamarama koştum. Arayan Håkan’dı. Yalnız olup olmadığımı sordu.”