“Size mesaj göndereceğim,” diye bağırdı Atkins. “Neden çıkıp buraya gelmiyorsunuz? Ama önce Håkan’ı bulun!”
Sesi yine giderek uzaklaşıyordu ve sonra bağlantı tamamen koptu. Wallander orada elinde ahizeyle öylece kalakalmıştı. Neden çıkıp buraya gelmiyorsunuz? Ahizeyi yerine koydu, elinde not defteri ve kalemle mutfak masasına çöktü. Steven Atkins kendisine yeni bir adres vermişti, doğrudan kulağına fısıldamıştı, ta uzaklardaki Kaliforniya’dan. Atkins’le görüşmelerini tekrardan düşündü, satır satır, cümle cümle. Kaybolmasından bir gün önce Håkan von Enke Kaliforniya’yı aramıştı, Sten Nordlander’i veya kendi oğlunu değil. Bu bilinçli bir seçim miydi? O görüşmeyi bir telefon kulübesinden mi yapmıştı? Von Enke o görüşmeyi yapmak için Stockholm sokaklarına mı çıkmıştı? Cevabı olmayan bir soruydu bu. Tamamını gözden geçirdiğine emin olana dek bütün konuşmalarını bir bir yazarak uğraştı. Sonra ayağa kalktı, masadan iki metre kadar uzakta durup, tıpkı uzaktan ressam sehpasında çalışmasını inceleyen bir ressam gibi gözlerini not defterine dikti. Atkins’e Wallander’in numarasını veren elbette ki Sten Nordlander olmalıydı, bunda bir tuhaflık yoktu. Atkins de herkes gibi çok endişeliydi. Yoksa değil miydi? Wallander bir an, Atkins İsveç’i telefonla arayıp kendisiyle görüşürken Håkan von Enke’nin yanında durduğu gibi bir hisse kapıldı ama sonra bu düşünceyi kafasından kovdu.
Wallander bu olaydan sıkılmaya başlamıştı. Kayıp kişiyi bulmak ya da çeşitli senaryolar üretmek kendi işi değildi. İşsiz güçsüz geçen günlerini böyle kuruntularla dolduruyordu sadece. Belki de bu, emekli olduğu zaman katlanmak zorunda kalacağı zor geçecek günler için bir ön denemeydi?
Yemeğini hazırladı, biraz temizlik yaptı, sonra Linda’nın verdiği bir kitabı okumaya çalıştı, İsveç polis teşkilatının tarihçesiyle ilgili bir kitaptı. Çalan telefonun sesi ile irkildiğinde kitabın üstünde uyukluyordu.
Arayan Ytterberg’di.
“Umarım seni rahatsız etmiyorumdur,” diye başladı.
“Kesinlikle hayır. Kitap okuyordum.”
“Bir şey bulduk,” dedi Ytterberg. “Bilmeniz gerek diye düşündüm.”
“Bir ceset mi?”
“Yanmaktan kömür olmuş. Lidingö Adası’nda yangın çıkan bir pansiyonda birkaç saat önce bulduk. Lill-Jansskogen’den çok fazla uzakta değil. Yaşı aşağı yukarı aynı ama kesinlikle o olduğunu gösteren bir kanıt yok. Şimdilik karısına veya bir başkasına bir şey söylemiyoruz.”
“Ya basın ne olacak?”
“Onlara hiçbir şey söylemiyoruz.”
Wallander o gece yine kötü uyudu. Sürekli yataktan kalkıp durdu, kitabını okumaya başladı ama sonra yine hemen elinden bıraktı. Jussi şöminenin önünde uzanmış onu izliyordu. Wallander onun bazen içeride uyumasına izin verirdi.
Ertesi sabah saat altıyı biraz geçiyordu ki Ytterberg yeniden aradı. Bulunan ceset Håkan von Enke’ye ait değildi. Kömür hâline gelmiş bir parmaktaki yüzük sayesinde kimlik tespit edilebilmişti. Wallander rahatlamıştı, saat dokuza kadar uyudu. Lennart Mattson aradığında kahvaltısını ediyordu.
“Artık bitti,” dedi. “Personel İdare Kurulu silahını unuttuğun için seni beş günlük yevmiye cezasına çarptırmaya karar verdi.”
“Hepsi bu kadar mı?”
“Memnun olmadın mı?”
“Elbette memnun oldum. O hâlde bu, artık işe dönebilirim demek. Pazartesi.”
Ve döndü. Pazartesi günü erkenden Wallander yeniden işinin başındaydı.
Ama Håkan von Enke’den hâlâ bir iz yoktu.
9
Kayıp olan hâlâ kayıptı. Wallander işe dönmüş ve hafif ceza ile durumu atlattığını öğrenip sevinen arkadaşları çevresini sarmıştı. Hatta ceza tutarını kendi aralarında toplamak için öneriler olmuş ama bunun arkası gelmemişti. Wallander kollarını açıp kendisini karşılayanlar arasında bir iki kişinin aslında başına gelen talihsizliğe için için sevindiğini tahmin etti ama buna aldırmamaya karar verdi. İşi gücü bırakıp kimlerin ikiyüzlülük yaptığını anlamaya çalışmakla uğraşmayacaktı, buna harcayacak zamanı yoktu. Arkasından konuşan iş arkadaşlarına kafayı takacak olsa geceleri artık hiç uyuyamazdı.
Üstlendiği ilk ciddi olay, Ystad ile Polonya arasında gidip gelen bir feribotta çıkan saldırı olayıydı ve işe sıra dışı sayılacak oranda şiddet karışmıştı; her zamanki gibi, doğru dürüst bir görgü tanığı yoktu, herkes birbirini suçluyordu. Olay kalabalık bir kabinde meydana gelmişti. Kurban, Skurup’tan yanında kıskanç ve içerken durmasını bilmeyen erkek arkadaşıyla beraber bu talihsiz yolculuğa çıkmış genç bir kadındı. Yolculukları sırasında, Malmö’den binen ve sarhoş olana dek içip eğlenmekten başka bir şey düşünmeyen genç bir grup erkekle ahbap olmuşlardı.
Wallander soruşturmayı ara sıra Martinson’dan aldığı yardımla kendisi yürütüyordu. Çok fazla yol yordama ihtiyacı yoktu. Saldırgan büyük olasılıkla kadının yolculukta tanıştığı gençlerden biriydi. Aralarından biri veya daha fazlası, kadını feci şekilde dövmüşlerdi; kadının sol kulağının kopmasına ramak kalmıştı.
Håkan von Enke olayıyla ilgili yeni bir gelişme yoktu. Wallander hemen her gün Ytterberg ile konuşuyordu. Ytterberg hâlâ komutanın kaçmış olabileceğine inanamıyordu. Von Enke’nin pasaportunu evde bırakmış olması ve kredi kartını hiç kullanmamış olması onun bu inancını besleyen faktörlerdi. Ytterberg esas olan şeyin burada adamın karakteri olduğunu düşünüyordu. Håkan von Enke durup dururken ortadan kaybolacak bir insan değildi. Asla eşini bu şekilde bırakıp gitmezdi. Ona bu yaptığı hiç uymuyordu.
Wallander sık sık Louise ile görüşüyordu. Hep kadın arıyordu, genellikle akşamları saat yedi civarında, kendi kendine üstünkörü hazırladığı yemeğini yerken. Wallander onun kendisini kocasının ölmüş olduğu fikrine alıştırdığını anlıyordu. Açıkça sorduğu bir soruya kadın artık uyku haplarının yardımıyla geceleri iyi uyuduğunu söylemişti ona. Herkes bekliyor, diye düşündü Wallander ahizeyi yerine bırakırken. İz bırakmadan kayboldu, aramızdan buhar olup uçtu sanki. İyi de, cesedi bir yerlerde öylece çürüyor bir hâlde miydi acaba, yoksa şu anda başka bir yerde akşam yemeğini mi yiyordu, başka bir isimle, kim olduğunu bilmediğimiz ünlü biriyle?
Wallander ne düşünüyordu? Tecrübeleri kendisine emekli denizaltı komutanının ölü olduğunu söylüyordu ama ölümünün bir gün adi bir suç sebebiyle olduğunu öğrenmekten korkuyordu, sonu kötü giden bir yankesicilik olayı gibi; emin değildi tabii. Håkan von En-ke’nin kaçmış olması için hâlâ küçük de olsa bir ihtimal vardı, sebebini şu anda kendileri göremiyor olsalar bile.
Von Enke’nin öldürüldüğü fikrine ayak direyip inanmayı reddeden biri varsa o da Linda idi. Kolay kolay öldürülecek biri değil, diye ısrar ediyordu kızgınlıkla, babasıyla her zaman buluştukları kafedeydiler, bebeği yanında bebek arabasında uyuyordu. Öte yandan von Enke’nin neden kaçmış olabileceğini kendisi de bilmiyordu. Hans hiç aramamıştı ama Linda’nın varsayımlarını ve sorularını dinleyince Wallander ikisinin de aynı görüşte olduklarını anladı ama sormadı; karışmak istemiyordu, bu onların ikisinin hayatıydı, başkasının değil.
Steven Atkins Wallander’e elektronik postayla sayfa sayfa uzun iletiler göndermeye başlamıştı. Atkins’in iletileri uzadıkça Wallander’in yanıtları kısalmaya başladı. Daha uzun yazabilmeyi o da isterdi ama İngilizcesi çok iyi olmadığından karmaşık cümle yapıları kurmaya cesaret edemiyordu. Bu arada Steven Atkins’in artık Kaliforniya’da San Diego’nun hemen dışında, Point Loma’daki ana deniz üssüne yakın oturduğunu öğrenmişti. Neredeyse tamamının emekli askerlerin oluşturduğu bir sitede küçük bir evi vardı. Atkins, öteki binada oturanlar için ‘en alt kademeden en üst kademeye bir değil, birkaç denizaltıyı dolduracak sayıda emekli denizci yaşıyor’ diyordu. Wallander emekli polislerle dolu bir yerde yaşamanın nasıl bir şey olacağını düşündü, ürperdi birden.
Atkins iletilerinde yaşantısından, ailesinden, çocuklarından ve torunlarından bahsediyor ve ekte fotoğraflar gönderiyordu. Wallander onları açabilmek için Linda’dan yardım istemek zorunda kalmıştı. Açık havada çekilmiş fotoğraflardı, arka planda deniz kuvvetlerine ait gemiler vardı. Atkins üniforması içinde, büyük ailesiyle birlikte Wallander’e gülümsüyorlardı. Atkins’in başı kel ve zayıftı; kendisi gibi zayıf ama kel olmayan eşine sarılmıştı. Wallander fotoğrafın bulaşık deterjanı ya da kahvaltı gevreği gibi bir reklam karesini hatırlattığını düşündü. Bilgisayarın ekranında kendisine tebessüm edip el sallayan ideal ve mutlu bir Amerikan ailesi duruyordu.
* * *Wallander takvime bakınca Håkan von Enke’nin Grev Caddesi’ndeki dairesinin kapısını çekip giderek bir daha dönmeyişinin üstünden tam bir ay geçmiş olduğunu gördü. Az önce Ytterberg’le uzun bir telefon görüşmesi yapmıştı. 11 Mayıs’tı ve Stockholm’de bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Ytterberg sıkıntılı görünüyordu, kapalı havadan mı yoksa soruşturmanın aldığı vaziyetten mi, söylemek zordu. Wallander ise feribottaki üzücü olaydan sorumlu doğru kişiyi nasıl tespit edeceğini kara kara düşünüyordu. Dolayısıyla ikisi arasındaki konuşma bezgin, bariz biçimde aksi ve huysuz iki polis arasında geçen bir görüşme olmuştu. Wallander Säpo’nun hâlâ kaybolma olayıyla ilgilenip ilgilenmediğini merak ediyordu.
“Ara sıra William adında biri beni görmeye geliyor,” dedi Ytterberg. “Doğruyu söylemek gerekirse bu onun adı mı, yoksa soyadı mı onu bile bilmiyorum. İlgilendiğimi de söyleyemem. Buraya son geldiğinde içimden onu boğmak gelmişti. İşimizi biraz daha kolaylaştıracak, ellerinde herhangi bir bilgi olup olmadığını sormuştum. Bir profesyonelden diğerine uzatılan bir yardım eli yani; İsveç gibi demokratik, modern bir ülkede bunun normal bir nezaket uygulaması olduğunu düşünürsün. Ama söylemeye bile gerek yok, yardım etmediler. Ya da en azından William’ın bana söylediği bu. Onun pozisyonundaki insanların doğruyu söyleyip söylemediğini asla bilemezsin. İşlerini yapış şekilleri yalan dolan, dalavere üzerine kurulu bir oyun. Senin benim gibi sıradan polislerin bazen insanları kandırdığımız doğru ama bunun bizim profesyonel işleyişimizin esasını oluşturduğu söylenemez.”
Telefon görüşmesinden sonra Wallander önündeki yazı masasının üstünde açık duran soruşturma notlarının olduğu dosyanın başına döndü. Dosyanın yanında kötü biçimde darp görmüş bir kadın resmi vardı. Bu işi işte bu yüzden yapıyorum, dedi kendi kendine. Çünkü onun yüzü bu hâlde, çünkü birisi onu öldüresiye dövmüş.
Wallander o akşam eve döndüğünde Jussi’yi hasta buldu. Köpek bir şey yememiş, içmemiş, kulübesinde yatıyordu. Wallander bir an soğuk terler döktü ve hemen bir zamanlar Ystad civarındaki çayırlarda otlayan taylara saldıran birini yakalamasında kendisine yardım etmiş bir veteriner hekimi aradı. Adam Kåseberga’da oturuyordu ve geleceğine söz verdi. Muayene sonrası Jussi’nin yediği bir şeyin onu bozduğu ortaya çıkmıştı, kısa zaman sonra iyileşeceğini söyledi. Jussi o geceyi paspasın üstünde, ateşin önünde geçirdi. Wallander kontrol edip iyi olup olmadığına sık sık baktı. Ertesi gün Jussi sarsak bir hâlde olsa da yeniden ayağa kalktı.
Wallander rahatlamıştı. Ofise gelip bilgisayarını açarken aklından Steven Atkins’in kendisine son beş gündür bir şey yollamadığı geçti. Belki artık söyleyecek bir şeyi kalmamıştı veya gönderecek fotoğrafı. Ama tam öğle üzeri, Wallander dışarı çıkıp bir yerlerde öğle yemeği düşünmeye başladığı sırada resepsiyondan bir telefon geldi. Ziyaretçisi vardı.
“Kim?” diye sordu Wallander. “Ne istiyormuş?”
“Yabancı biri,” dedi resepsiyonist. “Polis memuru galiba.”
Wallander aşağı inip ön büroya gitti. Gelen yabancıyı hemen tanımıştı. Adamın üstünde polis üniforması değil, Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin üniforması vardı. Kolunun altına sıkıştırdığı şapkasıyla karşısında Steven Atkins duruyordu.
“Böyle habersiz gelmek istemezdim,” dedi. “Ama Kopenhag’da iken, buraya varış saatini yanlış hesaplamışım. Sizi evden de aradım, cebinizden de ama cevap alamadım, ben de çıkıp geldim.”
“Bu ne sürpriz,” dedi Wallander. “Ama hoş geldiniz elbette, bunun İsveç’e yaptığınız ilk ziyaret olduğunu düşünmekle yanılıyor muyum?”
“Evet. Arkadaşım Håkan kendisini ziyaret etmem için hep davet ederdi ama hiç fırsat bulamamıştım.”
Şehir merkezinde Wallander’in yemeklerini güzel bulduğu bir restoranda öğle yemeği yediler. Atkins etrafıyla ilgili dost canlısı bir insandı. Sorduğu sorular sadece nezaket icabı değil, samimiydi; verilen yanıtları can kulağıyla dinliyordu. İlk başlarda Wallander Atkins’in bir denizaltı komutanı olduğuna inanmakta güçlük çekmişti, hem de Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin en büyük nükleer güce sahip türlerinden birinin. Bunun için fazlasıyla neşeli bir tipti. Ama elbette, iyi bir denizaltı komutanı nasıl olur, bir fikri de yoktu.
Atkins’i İsveç’e gelmeye iten şey tamamıyla ve sadece arkadaşının başına ne geldiğini merak etmesiydi. Wallander Atkins’in ne kadar endişeli olduğunu görünce çok duygulanmıştı. Yaşlı bir adam, kayıp başka bir yaşlı arkadaşını merak ediyordu, gösterdiği yakınlık çok bariz bir dostluk örneğiydi.
Atkins, Kastrup Havaalanı’nda bulunan Hilton’a giriş yapmış, sonra da bir araba kiralayıp Ystad’a gelmişti.
“İnanılmaz derecede uzun o köprü üstünde araba sürmek nasıl bir şey denemem gerekiyordu,” dedi bir kahkaha atarak.
Wallander adamın bembeyaz dişlerine gıpta etti. Yemekten sonra emniyeti arayıp öğleden sonra işe dönmeyeceğini bildirdi. Sonra beraberce Wallander’in evine doğru yola koyuldular. Atkins’in köpeklere çok düşkün olduğu ortaya çıktı. Jussi ile kısa zamanda birbirlerine kaynaştılar. Jussi’ye tasmasını takıp birlikte uzun bir yürüyüşe çıktılar; açık arazide yürüyüş için ayrılan patika yollarda bazen mola verip, kimi zaman deniz, kimi zaman da engebeli bir kır manzarasını içlerine çekerek seyrediyorlardı. Atkins birden Wallander’e dönüp baktı; dudağını ısırarak, “Håkan öldü mü?” diye sordu.
Wallander onun niyetini biliyordu. Atkins sorusunu Wallander’in baştan savma veya tam gerçekleri yansıtmayan bir cevabın arkasında saklayamayacağı şekilde sormuştu. Açık ve kesin bir yanıt istiyordu. Gemisinin kaybolup kaybolmadığını bilmek isteyen bir denizaltı komutanı gibiydi.
“Bilmiyoruz. Hiçbir iz bırakmadan kayboldu.”
Atkins bir süre onu süzdü, sonra ağır ağır başını salladı. Yürümeye devam ettiler ve yarım saat kadar sonra da eve döndüler. Wallander kahve yaptı. Birlikte mutfaktaki masada oturdular.
“Bana Håkan ile aranızda geçen son telefon görüşmesinden bahsetmiştiniz,” dedi Wallander. “Görüştüğü kişi neden bahsettiğini bilmiyor olsa neden bir sonuca vardığını söylemiş olsun?”
“Bazen insanlar kendi aklından geçenlerin karşısındaki tarafından bilindiğini sanır,” dedi Atkins. “Belki de Håkan onun neyi kastettiğini bildiğimi sanıyordu.”
“Pek çok kere görüşmüş olmalısınız. Sürekli gündeme gelen belli bir konu var mıydı? Bahsettiğiniz pek çok şeyin yanında, daha önemli olan?”
Wallander sorularını hazırlamamıştı. Sanki sorulması kaçınılmazmış gibi sorular kendiliğinden ağzından dökülüyordu.
“Aşağı yukarı aynı yaşlardaydık,” dedi Atkins. “İkimiz de Soğuk Savaş dönemi çocuklarıydık. Ruslar Sputnik’i fırlattıklarında ben daha yirmi üç yaşındaydım. Korkudan neredeyse ölecektim, onu bizim üstümüze yönlendirmelerinden korkuyordum. Håkan da bana benzer şekilde hissettiğini söylemişti bir keresinde ama daha masumca, tüyleri diken diken eden türden değildi onun düşünceleri: Ruslar oradaydı ama bana göründükleri kadar canavarca görünmüyorlardı Håkan’a. O zamanlar bizler her şeyden etkilenirdik. NATO üyesi olmadıklarına Håkan’ın canının sıkıldığını hatırlıyorum. Bunun feci şekilde yanlış bir karar olduğunu düşünüyordu. Ona göre tarafsız bir siyaset izlemek sadece yanlış ve tehlikeli değil aynı zamanda hipokrasinin de ta kendisiydi. Bizler onlarla aynı taraftaydık. Siyasetçiler neyi savunursa savunsun, İsveç sahipsiz bir ülke değildi. Wennerström’ün maskesi düşürülüp gerçek kişiliği ortaya çıktığında Håkan beni aramıştı; o günü hâlâ dün gibi hatırlıyorum. 1963 Haziran’ı idi. Pasifik Okyanus’una yollanmak üzere olan bir denizaltıda ikinci kaptandım. Wernerström’ün vatan hainliğiyle suçlanıp Ruslar lehine casusluk yapıyor olması gerçeğine içerlemiş değildi. Buna bayram etmişti! Håkan, sonunda İsveçlilerin ortada neler döndüğünü anlayacaklarını düşünüyordu. Ruslar, İsveç savunma sisteminin tamamına sızmışlardı. Nereye baksanız taraf değiştirmiş bir ajan görüyordunuz ve Ruslar bir gün ülkesine girip işgal ettiği zaman, İsveç’i kurtaracak tek şey NATO üyeliği olacaktı. Bana konuşmamızda sürekli gündeme gelen bir şey olup olmadığını sormuştunuz. Evet, hep siyaset konuşurduk. Buna siyasetçilerin Ruslarla aramızdaki güç dengesini sağlama imkânını nasıl zayıflattığı da dâhildi. İçinde politika konusu geçmeyen tek bir görüşmemizi bile hatırlamıyorum.”
“Madem hep siyasetten konuşuyordunuz,” diye öğrenmek istedi Wallander, “vardığı yargı ne olabilirdi? Daha önce de onu böyle çok sevindiren durumlar olmuş muydu?”
“Hatırladığım kadarıyla yok ama biz birbirimizi neredeyse elli yıldır tanıyoruz. Şimdi unuttuğum pek çok anımız var.”
“Nasıl tanışmıştınız?”
“Bütün önemli tanışmalar nasıl olursa öyle: tamamıyla tesadüf eseri.”
Atkins, Håkan von Enke ile tanışmalarının öyküsünü anlatmaya başladığında yağmur yağmaya başlamıştı. Karşısındaki, Djursholm’deki doğum günü partisinde o penceresiz odada dinlediği adamdan çok daha iyi bir anlatıcıydı. Ama belki de sebebi konuştuğu dildir, diye düşündü Wallander. İngilizce dinlediğim hikâyelerin, kendi dilimde dinlediğim hikâyelerden çok daha zengin ya da önemli olduğunu düşünmeye alışmış olmalıyım.
* * *Atkins alçak sesle anlatmaya başlayarak, “Yaklaşık elli yıl önceydi,” dedi. “Tam olarak söylemek gerekirse, 1961 Ağustos’u. İki denizciyi görmeyi hiç ummadığınız bir yerde. Babamla birlikte Avrupa’ya uçmuştuk, babam o sıralar Amerikan ordusunda albaydı. Bana Rus bölgesinin göbeğindeki o küçük, tecrit edilmiş kaleyi, yani Berlin’i göstermek istemişti. Pan Am uçağıyla Hamburg’dan uçtuğumuzu hatırlıyorum; uçak ordudan askerlerle doluydu, siyah cüppeleri içinde birkaç rahip dışında hemen hemen hiç sivil yoktu. Ortam gergindi ama en azından karşı karşıya gelmiş iki kızgın boynuzlu geyik gibi, doğu ile batının sıra sıra dizili tankları yoktu. Bir akşam, Friedrich Caddesi’nden çok uzakta değil, babamla kendimizi birden bir kalabalığın içinde bulduk. Karşımızda bir grup Doğu Alman askeri, sonradan beton bloklardan örülü bir duvar hâline dönüştürülecek olan dikenli tel örgüleri kurmakla meşgullerdi. Hemen yanımda seyreden ben yaşlarda bir adam vardı, o da üniformalıydı. Ona nereli olduğunu sordum, bana İsveçli olduğunu söyledi. Bizim Håkan’dı, elbette. Tanışmamız böyle oldu. Orada durup Berlin’in bir duvarla ikiye bölünüşünü izledik, bir dünyanın kangrenmiş gibi kesilip atıldığını söyleyebiliriz.
“Doğu Almanya’nın başkanı Ulbricht bunun, ‘özgürlüğü korumak ve yükselmeye devam edecek sosyalist bir devlete temel oluşturmak için’ yapıldığını söylemişti. Ama biz o gün, Berlin Duvarı yapılmaya başlandığında, karşı tarafta kalan yaşlı bir kadın gördük, ağlıyordu. Üstü başı yırtık pırtıktı ve yüzünde büyük bir yara izi vardı; plastik yapay bir de kulağı vardı sanki ama ikimiz de emin olamamıştık. Birlikte şahit olduğumuz ve asla unutamadığımız şey, diğer tarafta kalan kadının, gözleri önünde tel örgü geren askerlere doğru çaresizce uzattığı eldi. Zavallı kadın çarmıha gerili falan değildi, sadece bizden yardım istercesine elini uzatıyordu. Sanırım işte o an her ikimiz de asıl görevimizin ne olduğunu kavramıştık: dünyanın özgür kalmasını sağlamak ve bundan sonra başka hiçbir ülkenin hapishaneyi andıran duvarlar arkasında kalmasına müsade etmemek. Birkaç hafta sonra Ruslar nükleer silah denemeleri yapmaya başlayınca bu kararımızın doğruluğundan daha da emin olmuştuk. O sıralar ben artık çalıştığım üsse, Groton’a dönmüştüm, Håkan da trenle İsveç’e ama birbirimizin adresini almıştık ve bu, bizim hâlâ devam eden arkadaşlığımızın başlangıcı oldu. Håkan o sıralar yirmi sekiz yaşındaydı, ben de yirmi yedi yaşımı henüz yeni kutlamıştım. Kırk yedi yıl gerçekten çok uzun bir zaman.”
“Hiç Amerika’ya ziyaretinize geldi mi?”
“Ah, evet, sık sık gelirdi. Belki on beş kez gelmiştir, belki daha da fazla.”
Bu cevap Wallander’i şaşırtmıştı. Håkan von Enke’nin Birleşik Devletler’e sadece ara sıra gittiğini sanıyordu. Linda böyle dememiş miydi? Yoksa yanlış mı hatırlıyordu?
“Bu her üç yılda bir ziyaret anlamına geliyor,” dedi Wallander.
“Gerçek bir Amerika hayranıydı.”
“Hep uzun mu kalırdı?”
“Üç haftadan az kaldığı pek olmazdı. Louise hep yanında olurdu. Karımla çok iyi anlaşıyorlardı. Bizi ziyaret etmelerini dört gözle beklerdik.”
“Herhâlde oğulları Hans’ın Kopenhag’da çalıştığını biliyorsunuz?”
“Onunla bu gece buluşmak için sözleştim.”
“O zaman kızımla birlikte yaşadıklarını biliyorsunuz sanırım?”
“Evet, biliyorum. Ama onunla başka bir zaman tanışacağım. Hans çok meşgul. Bu gece saat ondan sonra kaldığım otelde buluşacağız. Yarın Louise’i görmek için Stockhlom’e uçacağım.”
Yağmur durmuştu. Sturup’a inmek üzere olan bir uçak evin üzerinden alçaktan geçmiş, pencereleri zangırdatmıştı.
“Sizin fikriniz nedir?” diye sordu Wallander. “Onu benden daha iyi tanıyordunuz.”
“Bilmiyorum,” dedi Atkins. “Bunu söylemeyi sevmiyorum. Direkt cevap vermekten kaçan insanlardan değilim. Ama kendi arzusuyla gidecek, karısıyla oğlunu terk edecek biri olduğuna inanamam; şimdi bir de torunu var, onları endişeden ölecek hâlde bırakacağını hiç sanmam. İstemediğim hâlde havlu atmak durumundayım.”
Atkins fincanını boşalttı ve ayağa kalktı. Kopenhag’a dönme zamanı gelmişti. Wallander Ystad’a giden ana yola nasıl çıkacağını ve oradan da Malmö’ye nasıl gideceğini açıkladı. Atkins tam ayrılmak üzereyken cebinden küçük bir taş çıkardı ve Wallander’e uzattı.
“Bir hediye,” dedi. “Yaşlı bir Kızılderili bana kabilesindeki bir gelenekten bahsetmişti, sanırım Kiowa’dandı. Eğer birinin bir derdi varsa, yanında bir taş taşır, mümkünse ağır bir taş ve üstünden yükü atana dek onu yanında gezdirir. Ancak ondan sonra taşı atar, yoluna daha rahat ve hafiflemiş şekilde devam eder. Siz de bu taşı cebinize koyun. Koyun ve Håkan’a ne olduğunu öğrenene kadar da yanınızdan ayırmayın.”
Atkins yokuştan aşağı arabasıyla gözden kaybolurken el sallayan Wallander, sıradan kırık bir mermer taş, dedi kendi kendine. Grev Caddesi’ndeki apartman dairesinde yazı masasının üstünden kaybolan taşı da hatırlamıştı. Atkins’in Håkan von Enke ile ilgili anlattıklarını düşündü. Wallander 1961 Ağustos’uyla ilgili o günleri hiç hatırlamıyordu. Kendisinin on üç yaşına bastığı yıldı ve bütün hatırladığı, ister gerçek ister hayal ürünü olsun, sürekli kadınlarla ilgili hayaller kurmasına neden olan çoşan hormonlarıydı.
Wallander 1960’lar jenerasyonundandı ama siyasi hareketlerin hiçbirine katılmamış, Malmö’de yapılan protesto yürüyüşlerine gitmemişti. Zaten ne Vietnam Savaşı’nın sebebini anlamıştı ne de adını bile duymadığı ülkelerde yapılan özgürlük hareketlerine ilgi duymuştu. Linda ona sık sık ne kadar az bilgisi olduğunu söyler dururdu. Wallander siyasete genellikle polisin, kanun ve emirleri uygulama gücüne sınır getiren daha yüksek bir otorite olarak bakmıştı ve hepsi de bu kadardı. Seçimlerde oyunu kullanırdı ama hiçbir zaman kime oy vermek istediğinden tam emin olamazdı. Babası koyu bir Sosyal Demokrat’tı; kendisinin de genellikle desteklediği partiydi ama bu, gerçekten bir fikri olduğundan değildi.
Atkins’le görüşmeleri nedense huzurunu kaçırmıştı. Kendi iç dünyasında Berlin Duvarı etkisi yapmış bir anı aradı ama bulmadı. Onun dünyası gerçekten bu kadar dar mıydı ki dış dünyada meydana gelen büyük olaylar onu böyle hiç etkilememişti? Hayatta kendisini rahatsız eden şeyler nelerdi peki? Kötü muamele görmüş çocukların resimleri elbette ama bunu değiştirmek için kalkıp bir şeyler de yapmamıştı doğrusu. Bahanesi hep çok işi olmasıydı. Sokakları suçlulardan temizlemekle bir şekilde insanlara yardım etmiş oluyorum, diye düşündü. Ama bundan başka? Dışarıda, üstünde henüz bir şey bitmemiş arazilerde gezdirdi gözlerini ama aradığı şeyi bulamadı.
O akşam yazı masasını toplayıp düzenledi ve geçen sene Linda’nın kendisine doğum günü hediyesi olarak aldığı yapbozun parçalarını üstüne boşalttı. Degas’ın bir yağlı boya resmiydi. Sistemli bir şekilde parçaları ayırdı ve yapmaya başlayarak sol alt köşeyi meydana çıkardı.
Kafası sürekli Håkan von Enke’nin başına ne gelmiş olabileceğiyle meşguldu ama asıl düşündüğü kendi kaderiydi.
Olmayan Berlin Duvarı’nı arıyordu hâlâ.
10
Haziran başlarında bir öğleden sonrası, Wallander arabasına atlayıp Ystad’daki marinaya gidip iskeledeki en son banka kadar yürüdü. Burası kafasını dinlemek istediği zamanlarda severek geldiği yerlerden biriydi, rahipsiz bir günah çıkarma yeri, canını sıkan bir şey üzerinde düşünmek istediği zamanlarda düşünceleriyle yalnız kalmak istediğinde geldiği bir yer. Soğuk bir bahardı, yağışlı ve rüzgârlı ama artık yüksek basınçlı hava akımının ilk dalgası Skåne’yi vurmuştu. Wallander ceketini çıkardı, yüzünü güneşe çevirdi ve gözlerini kapadı ama hemen ardından yeniden açtı. Eski komşulardan birinin babasıyla ilgili sözleri gelmişti aklına. Baban seni çok severdi. Bunun doğru olup olmadığını sık sık sorardı kendine. Polis olmasını babası hiçbir zaman kabullenememişti. Ama hayatına anlam katan başka şeyler de olmalıydı. Mona Wallander’in babasını sevmezdi; onunla birlikte ziyaretine de gitmezdi. Löderup’a doğru ne zaman yola koyulsalar arabada sadece Linda ile kendisi olurdu. Babası torununa karşı hep yumuşaktı. Linda’ya karşı bir dereceye dek gösterdiği anlayışlı yaklaşımı küçükken ne kendisi ne de kız kardeşi Kristina görmüştü.