“Sık sık böyle yapar mıydı?”
“Pek yapmazdı, hayır. Ben de ona yalnız olduğumu söyledim. Bana gerçeği söylüyor olmamın çok önemli olduğunu söyledi. Buna kızdığımı hatırlıyorum. Sonra onun kumanda odasından çıkmış olduğunu ve beni bir telefon kulübesinden aradığını anladım.”
“Bunu nereden bilebilirsiniz ki? Size o mu söyledi?”
Nordlander soran gözlerle Wallander’e baktı.
“Burada polis siz misiniz, ben mi? Nefes nefese kaldığını duyabiliyordum!”
Wallander provoke edilmeye izin vermeyecekti. Sadece başını sallayarak Nordlander’den devam etmesini istedi.
“Huzursuzdu, hem öfkeli hem de korkmuştu diyebiliriz sanırım. Bunun vatana ihanet olduğunu söyleyip duruyordu; emirlere karşı geleceğini, ne emir verirlerse versinler o Tanrı’nın belası denizaltıyı bombalayıp su üstüne çıkaracağını söylüyordu. Sonra parası bitti sanırım. Sanki biri hattı kesmiş gibi gelmişti bana.”
Wallander gözlerini dikip devamını anlatması için bekledi ama devamı gelmedi.
“Bu çok ciddi bir itham. Vatana ihanet mi?”
“Ama durum tam tamına buydu! Bizim karasularımızı işgal eden bir denizaltıyı salıverdiler.”
“Kim sorumluydu?”
“Genelkurmay başkanlığından biri; yapılması gerekeni yapmaktan birdenbire çok korkan biri, büyük olasılıkla tek bir kişi değil. Bir Rus denizaltısının su yüzüne çıkarılmasını istemediler.”
Elinde kahve fincanı olan bir müşteri, bulundukları yere gelmişti ama Nordlander öyle dik dik baktı ki adam diğer bölümde başka bir masa aramak üzere hemen yeniden dışarı çıktı.
“Sorumluluk kimdeydi, bilmiyorum. ‘Neden’ sorusunu cevaplamak daha kolay olabilir ama böyle bile olsa, bir spekülasyon olmaktan öteye gitmez. Bilmiyorsan bilmiyorsundur.”
“Bazen yüksek sesli düşünmek gerekir, polisler bile yapar bunu.”
“Diyelim ki o denizaltında İsveç otoritelerinin el süremeyeceği bir şey vardı.”
“Bu ne olabilir?”
Sten Nordlander sesini alçalttı, çok fazla değil ama yine de Wallander’in dikkatini çekmişti.
“Belki yaptığımız tahmin oyununu biraz genişletebilir ve bunun ‘bir şey’ değil, ‘birisi’ olduğunu düşünebiliriz. Ya gemide İsveçli bir subay olduğu ortaya çıksa neler olurdu, örnek bu ya!”
“Bu nereden aklınıza geldi?”
“Benim gelmedi. Håkan’ın varsayımlarından biriydi. Böyle bir sürü teorisi vardı.”
Wallander konuşmaya devam etmeden önce bir süre düşündü. Nordlander’in söylediği her şeyi not etmediğine pişman oluyordu.
“Sonrasında neler oldu?”
“Neyin sonrasında?”
Nordlander sinirlenmeye başlamıştı ama sebebi bütün bu sorular yüzünden miydi, yoksa arkadaşının kaybolmasıyla mı ilgiliydi, Wallander karar veremedi.
“Håkan bana çevreye sorular sormaya başladığını söyledi,” dedi Wallander.
“Neler olup bittiğini bulmaya çalışıyordu ama tabii her şey çok gizliydi. Hatta bazı dokümanlar ultra-gizli olarak sınıflandırılmıştı; bu, yetmiş seneliğine kilit altına alındıkları anlamına gelir. İsveç’te bir şeyin gizli olarak saklanabildiği en uzun süredir bu. Normal sınır kırk yıldır. Fakat bu işte bazı belgelere yetmiş yıl ambargosu konmuştu. Herhâlde bize kahve ile kurabiye getiren küçük Marie’nın bile onları okumaya ömrü yetmeyecek.”
“Evet ama, Maria iyi genlere sahip bir aileden geliyormuş,” dedi Wallander.
Sten Nordlander bu espriye karşılık vermedi.
“Håkan bir şeyi kafasına takarsa inatçı bir insan olabilirdi,” diye devam etti Nordlander. “Kendini tıpkı İsveç karasuları gibi hakkına tecavüz edilmiş olarak görüyordu. Birileri görevini yapamadı ve bunu açıkça dile getiremedi. Pek çok gazeteci denizaltı olayını deşmeye başlamıştı ama bu Håkan’a yetmiyordu. Hakikaten gerçeği bilmek istiyordu. Bu yüzden kariyer hayatını tehlikeye attı.”
“Kiminle konuştu?”
Nordlander’in cevabı çok çabuk gelmişti, sanki görünmez bir atı hizaya getirmek için şaklatılan kırbaç gibi.
“Herkesle. Aklınıza gelebilecek herkese sordu. Belki bir krala sormamıştır ama belli de olmaz tabii. Başbakan’la bir görüşme istedi, bu biliniyor. Thage G. Peterson’u aradı, şu bakanlar kurulundaki yaşlı kurdu; ve ondan Palme ile bir görüşme ayarlamasını istedi. Peterson, başbakanın ajandasının yoğun olduğunu söylediyse de Håkan’ı isteğinden caydırabilmek mümkün değildi. ‘O hâlde zaman ayrılabilecek yeri bulun,’ diye ısrar etmişti. ‘Hani, acil toplantılar için her zaman ayrılabilecek olan zamanı.’ Ve ona bir randevu gerçekten de ayarladılar. 1983 yılında, Noel’den birkaç gün önce.”
“Size bundan kendisi mi bahsetti?”
“Onunla birlikteydim o gün.”
“Palme ile buluştuğu zaman mı?”
“O gün onun şoförüydüm, diyebiliriz. Dışarıda arabada oturup onu bekledim; üniforması içinde, üstünde koyu renk bir paltoyla, saraydan sonra ülkedeki en üst düzey işlerin görüldüğü binanın ana kapısından içeri girip gözden kayboluşunu izledim. Görüşmeleri yaklaşık yarım saat sürdü. On dakika sonra polisin biri camımı tıklatıp, indirme bindirme yapılabileceğini ama park etmenin yasak olduğunu söyledi. Camı indirip ona içeride başbakanla önemli görüşmesi olan birisini beklediğimi ve hiçbir yere gitmeye niyetli olmadığımı söyledim. Bunun üzerine beni rahat bıraktılar. Håkan nihayet geldiğinde alnı boncuk boncuk ter içindeydi.”
Hiçbir şey konuşmadan oradan uzaklaşmışlardı.
“Buraya geldik,” dedi Sten Nordlander. “Tam da bu masaya oturmuştuk. Arabadan indiğimizde kar yağmaya başlamıştı. O sene Stockholm’de beyaz bir Noel yaşamıştık. Yeni yıl akşamına kadar kar kalkmamıştı. Sonra yağmur yağdı.”
Marie elinde kahve demliğiyle geri geldi. Bu kez ikisi de fincanlarını doldurdu. Sten Nordlander İsveç’te yaygın olan usulle bir yudum kahve almadan önce ağzına bir küp şeker atarken Wallander onun dişlerinin takma olduğunu fark etti. Bunu görmek onun birkaç saniye kendisini kötü hissetmesine neden olmuştu, kendisi de diş hekimine daha sık gitmeliydi.
Sten Nordlander’in anlattıklarına bakılırsa von Enke ona Olof Palme ile toplantısını bütün ayrıntılarıyla anlatmıştı. İyi karşılanmıştı. Palme onun askerlik kariyeriyle ilgili birkaç soru sormuş, sonra da kendi yedek subaylık günlerine dair kara mizah bir iki espri yapmıştı. Palme, von Enke’nin söylediklerini ilgiyle dinlemişti ve dinlediklerinin anlamı çok açıktı. Von Enke’nin kendi üsleriyle, yani İsveç Genelkurmay Başkanlığı ile olan ilişkisine gelince, von Enke var olan hiyerarşiyi bozmuş oluyor, Başbakan’la kendi inisiyatifiyle görüşmekle, genelkurmay başkanlığı ve personeliyle arasındaki bütün köprüleri atmış oluyordu. Artık geri dönüş yoktu. Bütün bu olanlar hakkında neler düşündüğünü birilerine anlatmak zorunda hissediyordu kendini. “Asıl konuya girmeden, yaklaşık on dakika kadar konuşmuşlar, Palme de anlattıklarını dinlemiş,” dedi Nordlander, “Ağzı bir karış açık, başından sonuna kadar gözünü kendisinden hiç ayırmadan. Sonunda von Enke eleştirilerini sıralayıp bitirdikten sonra, Palme kendi sorularını yöneltmeden önce biraz düşünmüş. İlk olarak denizaltının Varşova Paktı ülkelerinden birine ait olduğunun, ordu tarafından kesin olarak tespit edilip edilmediğini bilmek istemiş.” Nordlander anlatmaya devam ediyordu. “Bu soruya Håkan yine bir soruyla cevap vererek, ‘Başka nereden gelmiş olabileceğini’ sormuş. Palme cevap vermeyip sadece ciddi bir ifadeyle başını iki yana sallamış. Håkan, vatan hainliğinden, durumun askerî ve siyasi bir skandal olduğundan dem vurmaya başlayınca Palme onun sözünü kesmiş ve bu konunun Başbakan ile özel bir görüşme sırasında değil çok başka şekilde irdelenmesi gerektiğini belirtmiş. Görüşme buraya kadardı. Bir sekreter usulca başını içeri uzatmış ve ona diğer randevusunun başlamak üzere olduğunu hatırlatmış. Håkan dışarı çıktığında terlemiş bir hâldeydi ama aynı zamanda rahatlamıştı. Palme’nin kendisini dinlediğini söylüyordu. İçine umut dolmuş ve işlerin artık yoluna girmeye başlayacağına inanmıştı. Håkan’ın vatan hainliğinden neyi kastettiğini başbakan mutlaka anlamıştı. Savunma bakanını ve genelkurmay başkanını sıkıştıracak ve onlardan bir açıklama isteyecekti. Kafesin kapısını açıp denizaltının kaçmasına kim sebep olmuştu? Hepsinden önemlisi, neden böyle yapmıştı?”
Sten Nordlander saatine göz attı.
Wallander kısa bir sessizlikten sonra sordu. “Ondan sonra neler oldu?”
“Noel zamanıydı. Birkaç gün hiçbir şey olmadı ama Yeni Yıl arifesinde Håkan apar topar genelkurmay başkanlığına çağrıldı. Üslerini hiçe sayıp Olof Palme ile buluşma konusunda kendi başına hareket ettiği için sert bir fırça yedi ama kendi başına hareket eden bir deniz subayıyla asla görüşmemesi gerektiği için asıl fırçayı başbakanın yediğini anlayacak kadar zekiydi Håkan.”
“Fakat Håkan araştırmalarına devam etmiş olmalı? Herhâlde pes etmemiştir, fırça yemiş olmasına rağmen?”
“Araştırmaya hiç son vermedi. Yirmi beş yıldır.”
“Siz onun en yakın arkadaşısınız. Aldığı tehditlerden size bahsetmiş olmalı.”
Nordlander başını salladı ama cevap vermedi.
“Ve şimdi de kayboldu.”
“Öldü. Biri onu öldürdü.”
Karşılık birden ve kesin bir ifadeyle gelmişti. Nordlander Håkan’ın ölmüş olduğu sanki belliymiş gibi konuşuyordu.
“Nasıl böyle emin olabiliyorsunuz?”
“Bunda tereddüde düşecek ne var?”
“Kim öldürdü peki? Ve neden?”
“Bilmiyorum; ama belki de çok tehlikeli olmaya başlayan bir şeyler biliyordu.”
“O denizaltılar İsveç sularına gireli neredeyse yirmi beş yıl oluyor. Bunca yıl sonra tehlikeli ne olabilir? Tanrım. Sovyetler Birliği artık yok. Berlin Duvarı yıkıldı. Ya Doğu Almanya? Hepsi geride kalmış bir döneme ait artık. Birdenbire ortaya nasıl korkunç bir şey çıkmış olabilir ki?”
“Bizler her şeyin bittiğini, son perdenin indiğini düşünüyoruz ama belki de sadece birileri kulise geçip kostüm değiştirmiştir. Repetuar belki farklıdır ama hepsi yine aynı sahnede oynanır.”
Sten Nordlander ayağa kalktı.
“Bir başka gün devam ederiz artık. Eşim evde beni bekliyor.”
Arabasıyla Wallander’i oteline bıraktı. Ayrılmadan önce Wallander bir şey daha sormak istediğini fark etti.
“Håkan’a gerçekten çok yakın olan başka biri daha var mıydı?”
“Håkan’a kimse çok yakın değildi. Louise dışında, belki. Yaşlı deniz kurtları genellikle mesafeli insanlardır. İçe dönüktürler. Aslında ben de ona çok yakın değildim. Yakın-gibi olduğumuz söylenebilirdi.”
Wallander Nordlander’in bir sebepten dolayı tereddüt içinde olduğunu görebiliyordu. Söyleyecek miydi, yoksa söylemeyecek miydi?
“Steven Atkins,” dedi Nordlander. “Amerikalı bir denizaltı kaptanı. Ondan bir yaş veya daha küçük. Sanırım seneye yetmiş beş olacak.”
Wallander not defterini çıkarıp ismi yazdı.
“Bir adres var mı?”
“Kaliforniya’da yaşıyor, San Diego’dan fazla uzak değil. Eskiden Groton’da görev yapardı, büyük deniz üssünde.”
Wallander Louise’in neden Steven Atkins’ten bahsetmediğini merak etti ama şimdi bu konuyla Nordlander’i oyalamak istemiyordu; adamın acelesi var gibiydi, motora gaz verip duruyordu.
Wallander pırıl pırıl parlayan arabanın yokuşta gözden kayboluşunu izledi.
Sonra da odasına çıkıp dinlediklerini düşünmeye başladı. Håkan von Enke’den hâlâ bir iz yoktu ve problemi çözmeye bir adım bile yaklaşmış gibi hissetmiyordu kendini.
8
Ertesi gün Linda telefon edip Stockholm’ün nasıl geçtiğini sordu. Wallander sözü fazla dolandırmayarak Håkan’ın artık hayatta olmadığına Louise’in inandığını söyledi.
“Hans buna inanmak istemiyor,” dedi kızı. “Babasının ölmediğine emin.”
“Ama bence içinden, o da durumun Louise’in düşündüğü kadar kötü olduğunu biliyor.”
“Sen ne düşünüyorsun?”
“Pek iyi görünmüyor.”
Wallander kızına Ystad’da kimseyle konuşup konuşmadığını sordu. Linda’nın bazen Kristina Magnusson ile özel görüştüğünü biliyordu.
“İç işlerinden gelen ekip Malmö’ye geri döndü,” dedi. “Bu da herhâlde senin durumunla ilgili yakın bir zamanda karar verecekler anlamına geliyor.”
“Kıçıma tekmeyi yiyebilirim,” dedi Wallander.
Kızı cevap verirken neredeyse kızgın gibiydi.
“Silahı restorana yanında götürmen inanılmaz bir aptallıktı ama kovulmana bu sebep olacaksa o zaman yüzlerce diğer İsveç polisine de yol verileceğini düşünebiliriz. Çok daha kötü disiplin ihlalleri yüzünden.”
“Ben sadece en kötü olasılığı düşünüyorum,” dedi Wallander karamsar bir tavırla.
“Kendine acımayı bıraktığında yeniden konuşuruz,” dedi kızı ve telefonu kapadı.
Wallander Linda’nın haklı olduğunu biliyordu. Büyük olasılıkla uyarı alacaktı, bir ihtimal para cezası olacaktı bu. Onu aramak için yeniden telefonu eline aldı ama sonra vazgeçti. Tartışmaya yeniden başlama riski büyüktü. Giyindi, kahvaltı etti, sonra da kendisine saat dokuzda görüşme sözü veren Ytterberg’i aradı. Wallander ona herhangi bir ipucu bulup bulmadıklarını sordu ama bulamamışlardı.
“Håkan von Enke’nin Södertälje’de görüldüğüne dair duyumlar aldık,” dedi Ytterberg. “Oraya neden gitmek istediğini Tanrı bilir. Ama bir şey çıkmadı. Öğrendiğimize göre üniformalı bir adammış oysa dostumuzun uzun yürüyüşüne çıktığında üstünde üniforma yoktu.”
“Hep aynı şey, kimsenin onu görmemiş olması çok tuhaf,” dedi Wallander. “Oysa bildiğim kadarıyla Lill-Jansskogen’de birçok insan koşuya ya da köpeğini gezdirmeye çıkıyor.”
“Katılıyorum,” dedi Ytterberg. “Bu bizi de rahatsız ediyor. Ama onu gören hiç kimse yok gibi. Saat dokuzda gelin de konuşalım. Sizi resepsiyonda bekleyeceğim.”
* * *Ytterberg uzun boylu ve güçlü kuvvetli bir yapıdaydı, Wallander’e ünlü, İsveçli bir güreşçiyi hatırlatmıştı. Gözleri Ytterberg’in kulaklarına takıldı; güreşçiler arasında sık görülen karnabahar tipi şekil bozukluğunun onda da olup olmadığını görmek istemişti ama güreşle geçirilen eski günlerin bir izini göremedi. İri yarı vücuduna rağmen Ytterberg’in hareketleri seriydi. Wallander koridorda arkasından onu takip ederken hızından ayakları yere değmiyordu sanki. Nihayet orta yerde kocaman şişme bir yunus duran, dağınık bir ofise geldiler.
“Torunlarımdan biri için,” diye açıkladı Ytterberg. “Anna-Laura Constance’ın cuma günü dokuzuncu yaş günü hediyesi. Sizin de torunlarınız var mı?”
“Benim ilk torunum yeni doğdu. Bir kız.”
“İsim koydular mı?”
“Henüz değil. İsminin kendi kendine belirmesini bekliyorlar.”
Ytterberg anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı ve kendini sandalyesine güm diye bıraktı. Pencere kenarında duran kahve makinesini işaret etti ama Wallander başını iki yana salladı.
“Onun çok kötü bir suça kurban gittiğini düşünüyoruz,” dedi Ytterberg. “Çok uzun zamandır kayıp. Bütün bu iş çok tuhaf. Hiç ipucu yok. Ormanda o kadar kişiden onu gören kimse olmamış. Akla gelen en mantıklı olasılık uçup buhar olduğu. Anlaşılır gibi değil.”
“Yani her zamanki düzeninden saptı ve oraya hiç gitmedi, bunu mu demek istiyorsunuz?”
“Ya da ormana giderken başına bir şey geldi. Her ne olduysa durum çok garip ve kimse bir şey görmemiş. Valhallavägen’de kimseyi biri fark etmeden öldüremez veya çaktırmadan bir arabaya sokup kaçıramazsınız.”
“Kendi arzusuyla ortadan kaybolmuş olabilir mi, yani her şeye rağmen?”
“En uygun olasılık bu görünüyor. Ama bunu da destekleyen bir belirti yok.”
Wallander başını salladı.
“Säpo’nun kaybolmasıyla ilgilendiğini söylemiştiniz. Onlar bir şey buldu mu?”
Ytterberg gözlerini devirip Wallander’e baktı ve arkasına yaslandı.
“Säpo’nun bu ülkede hangi işe doğru dürüst bir katkısı oldu ki? Tek söyledikleri, yıllar önce emekli olmuş olsa da yüksek rütbeli bir subayın kayboluşuna ilgi göstermelerinin rutin bir iş olduğu.”
Ytterberg kendisine bir fincan kahve koydu. Wallander yine başını iki yana salladı. “Von Enke yetmiş beşinci doğum günü partisinde biraz endişeli görünüyordu,” dedi.
Wallander Ytterberg’in güvenilir biri olduğuna kanaat getirmişti; ona kış bahçesinde von Enke’nin korkmuş gibi göründüğü kısmı ayrıntılarıyla anlattı.
“Ayrıca sanki,” diye devam etti Wallander, “bana söylemek istediği bir şey varmış gibi geldi. Yine de anlattığı hiçbir şey sıkıntısına açıklık getirmedi, belirgin bir önemi varmış gibi görünmüyordu.”
“Ama korkuyordu?”
“Öyleydi sanırım. Bir denizaltı kaptanının hayalî tehlikelerden öyle kolay kolay tırsacak bir tip olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Denizin altında geçirilen onca zaman onu bu tip şeylere karşı dayanıklı kılmış olmalıydı.”
“Ne demek istediğinizi anlıyorum,” dedi Ytterberg düşünceli bir şekilde.
O sırada bir kadının koridorda bağırıp çağırdığı duyuldu. Wallander onun öfkeyle “bir öküz tarafından sorguya çekilmeye” itiraz ettiğini anladı. Derken ortalık yine sakinleşti.
“Bir konu beni çok düşündürdü,” dedi Wallander. “Grev Caddesi’ndeki apartmanında çalışma odasını araştırdım ve bana sanki birisi dosyalarını karıştırmış gibi geldi. Emin olmak güç ama nasıl olduğunu bilirsiniz. Bir insanın eşyalarını, özellikle de yıllar içinde biriken evraklarını saklayış tarzında bir düzen fark edersiniz, hayatımızın ıvır zıvırları, eski bir polis şefi arkadaşımın bana bir zamanlar dediği gibi. Ama sonra o düzen bir yerinde birden bozuluyor. Tuhaf bir uyuşmazlık vardı. Her şey yerli yerindeydi ama bir masa çekmecesi gerçekten karman çormandı.”
“Karısı ne dedi?”
“Oraya kimsenin girmediğini.”
“Bu durumda iki olasılık var: Ya karısı kendisi o eşyaları karıştırdı ama bir nedenden ötürü kabul etmek istemiyor. Meraklı görünmek istemiyor olabilir, belki de bunu utanç verici buluyordur, kim bilir? Ya da adam kendisi yaptı.”
Wallander Ytterberg’in söylediklerini iyice düşündü. Sözleri arasında dikkatini bir şey çekmişti, bir anda bağlantı kurmasına neden olan bir şey ama düşünce aklına geldiği hızda uçup gitmiş, fark ettiği anda saptamayı başaramamıştı.
“Gizli servisteki çocuklar ne diyor? Säpo’dakiler yani?” diye sordu Wallander. “Onunla ilgili bir şeyler bulabilmişler mi? Tozlu çekmecelerden birinde unutulmuş, son zamanlarda yeniden gündeme gelen eski bir şeye dair bir ipucu?”
“Aynı soruyu ben de sordum. Çok da belirsiz bir yanıt aldım. Her anlama çekilebilir türden. Hatta adamlarından bana yolladıkları kişinin bile bir şey bilmiyor olması mümkün. Bu olmayacak bir şey değil. Säpo’nun kendilerine sakladıkları epey sırları olduğunu biliyoruz, her ne kadar bildikleri şeyleri saklamada o kadar başarılı olamasalar da.”
“Evet de, von Enke ile ilgili bir şey bulmuşlar mı?”
Ytterberg ani bir hareketle kollarını iki yana açınca kazara kahve kabına çarpmış, bardak devrilip içindeki masaya dökülmüştü. Adam sinirle bardağı alıp çöpe fırlattı, sonra da masasının arkasında, çekmece dolabının üstünde duran bir bezle ıslanan bütün evrakları ve masayı silip temizledi. Wallander kahveyi devirme olayının bir ilk olmadığını tahmin etti.
“Hiçbir şey yoktu,” dedi Ytterberg silmeyi bitirdikten sonra. “Håkan von Enke İsveç ordusunun son derece dürüst ve saygın bir ferdi. Deniz subaylarının kayıtlarına bakabilen adını şu an hatırlamadığım biriyle konuştum. Håkan von Enke orduda hızla yükselmiş ve çok kısa bir sürede komutan olmuş ama sonrasında her şey bir durma noktasına gelmiş. Yükselişi durdurulmuş, diyebilirsiniz.”
Wallander çenesini eline dayayıp bir süre düşündü, von Enke’nin kariyerini tehlikeye atmasıyla ilgili Sten Nordlander’in sözlerini hatırlamıştı. Ytterberg bir mektup açacağıyla tırnaklarını temizliyordu. Koridorda önlerinden ıslık çalarak birisi geçti. Wallander şaşırarak melodiyi tanıdığını fark etti. II. Dünya Savaşı’ndan kalma eski ünlü bir parçaydı. “Yeniden karşılaşacağız, nerede bilmem, ne zaman bilmem…” Parçayı kendi kendine sessizce mırıldandı.
“Stockholm’de ne kadar kalacaksınız?” diye sordu Ytterberg, sessizliği bozarak.
“Bu öğleden sonra eve dönüyorum.”
“Bana ev numaranızı verin, sizi gelişmelerden haberdar ederim.”
Ytterberg onu Bergs Caddesi’ne çıkan kapıya kadar geçirdi. Wallander Kungsholmstorg’a doğru yürüyüp bir taksi durdurdu ve oteline döndü. Odasına çıkıp “Rahatsız Etmeyiniz” işaretini kapı kulpuna astı ve yatağa uzandı. Düşünceleri yeniden Djorsholm’deki doğum günü partisine kaydı. Håkan von Enke’nin nasıl davrandığı, neler söylediğiyle ilgili anlara, sessizce parmak ucunda yaklaşır gibi özenle yaklaştı hafızasında. Aklında kalanları yeniden gözden geçirirken doğru gelmeyen bir şeyler arıyordu. Belki de yanılmıştı. Belki onun korku olarak gözlemlediği şey korku falan değildi. Bir insanın yüz ifadesi pek çok farklı anlamda yorumlandırılabilirdi. Gözleri bozuk olup yakını iyi göremeyen insanlar, bazen kaba ve karşısındaki küçümseyen biriymiş gibi görüntü verebilirlerdi. İzini bulmaya çalıştığı adam artık altı gündür kayıptı. Wallander kaybolan birçok kişinin yeniden ortaya çıktığı dönemi artık geride bıraktıklarının farkındaydı. Bu kadar uzun bir zaman sonra kaybolanlar genelde geri dönerlerdi ya da hayatta olduklarına dair bir işaret verirlerdi. Oysa Håkan von Enke’den hiç iz yoktu.
Basbayağı yok oldu, dedi Wallander kendi kendine. Adam yürüyüşe çıktı ve bir daha geri dönmedi. Pasaportu evdeydi; yanında para yoktu, hatta cep telefonunu bile almamıştı. Telefon konusu Wallander’i düşündüren noktalardan biriydi. Çözüm isteyen bir bilmeceydi, bir cevap gerekiyordu. Håkan telefonunu elbette unutmuş olabilirdi ama böyle bir şeyi neden kaybolduğu sabah yapmış olsundu? Akla mantığa sığmıyordu ve ortadan kaybolmasının kendi arzusuyla olmadığıyla ilgili teoriyi de bu yüzden güçlendiriyordu.
Wallander yeniden Ystad’a dönmek için hazırlanmaya başladı. Trenin kalkmasına bir saat kala gara yakın bir restoranda öğle yemeği yedi. Trende birkaç kare bulmacayla zaman geçirdi. Her zamanki gibi bilemediği birkaç sözcük çıkmış, o da sözcükleri bulmak için kendini zorlamıştı. Saat dokuzda eve vardı. Jussi’yi geri aldığında, sahibini yeniden gördüğü için sevinçten deliye dönen köpeğin üstüne atlayışıyla neredeyse yere devrilecekti.
Wallander emniyetteki özel hattından Martinson’u aradı.
Martinson’un telesekretere kaydettiği mesajından onun bütün gün yasa dışı göç konulu bir seminer için Lund’da olacağını öğrendi. Wallander bunun üzerine Kristina Magnusson’u arasa mı acaba diye düşündü ama sonra aramamaya karar verdi. Birkaç bulmaca daha çözdü, buzluğu çözüp temizledi, ardından da Jussi ile birlikte uzun bir yürüyüşe çıktı. Çalışamadığı için sıkılıyor ve kendisini huzursuz hissediyordu. Telefon çalınca bir hamlede ahizeyi kaptı. Genç bir kadın cıvıl cıvıl bir sesle ona dolaba kaldırılabilen, kullanıldığında da fazla yer tutmayan bir masaj aletiyle ilgilenip ilgilenmediğini soruyordu. Wallander ahizeyi hırsla çarparak telefonu kapattı ama sonra bunu hak edecek hiçbir şey yapmamış olan kıza çıkıştığına pişman oldu.
Sonra telefon yine çaldı. Cevap verip vermemekte kararsızdı, biraz bekledikten sonra açtı. Karşı tarafın hattında arka plandan çıtırtılı sesler geliyordu, sanki arama uzak bir yerden yapılıyormuş gibiydi. Sonunda sesi de duyabildi.
İngilizce konuşuyordu.
Doğru kişiyle mi görüştüğünü soran bir erkekti arayan, Kurt ile görüşmek istiyordu, Kurt Wallander ile.
Gürültüyü bastırıp kendini duyurmak için, “Benim,” diye bağırdı Wallander. “Kimsiniz?”
Sanki bağlantı kesilmiş gibiydi. Wallander tam ahizeyi yerine koymak üzereydi ki ses yeniden duyuldu, üstelik bu kez daha anlaşılır şekildeydi ve daha yakın.
“Wallander mi?” dedi adam. “Kurt siz misiniz?”
“Evet, benim.”
“Ben Steven Atkins. Kim olduğumu biliyor musunuz?”
“Evet, biliyorum,” diye bağırdı Wallander. “Håkan’ın arkadaşısınız.”
“Bulunabildi mi?”
“Hayır.”
“Efendim? ‘Hayır’ mı dediniz?”
“Evet, ‘hayır’ dedim.”
“O hâlde bir haftadır kayıp neredeyse?”
“Evet, aşağı yukarı.”
Hatta yine çıtırtılar duyulmaya başlamıştı. Wallander Atkins’in cep telefonu kullandığını tahmin etti.
“Endişelenmeye başlıyorum,” diye bağırdı Atkins. “O öyle durup dururken ortadan kaybolacak biri değildir.”
“Kendisiyle en son ne zaman konuştunuz?”
“Geçen hafta, pazar günü. Öğleden sonraydı. İsveç saatiyle.”
Kayboluşundan bir gün önce, diye düşündü Wallander.
“Onu siz mi aramıştınız, yoksa arayan o muydu?”
“O beni aramıştı. Bana bir yargıya vardığını söylemişti.”
“Ne hakkında?”
“Bilmiyorum. Söylemedi ki.”
“Hepsi bu kadar mı? Bir yargıya varmış? Mutlaka başka şeyler de söylemiştir?”
“Kesinlikle hayır. Telefonda konuştuğu zaman hep çok dikkatliydi. Bazen telefon kulübesinden arardı.”
Hat cızırdadı ve yine gitti. Wallander nefesini tutuyordu; görüşmeyi kaçırmak istemiyordu.
“Neler olduğunu bilmek istiyorum,” dedi Atkins. “Çok endişeleniyorum.”
“Bir yere gideceğini söylemiş miydi?”
“Uzun bir süreden beri daha mutlu gibiydi. Håkan bazen çok karamsarlaşabiliyordu, yaşlanmayı sevmiyordu, ömrünü doldurmuş olmaktan korkardı. Sizin yaşınız kaç, Kurt?”
“Ben altmış yaşındayım.”
“Ah, bu bir şey değil. E-posta adresiniz var mı, Kurt?”
Wallander güç de olsa adresini heceledi ama interneti çok nadiren kullandığından hiç bahsetmedi.