banner banner banner
Büyülü şehir
Büyülü şehir
Оценить:
 Рейтинг: 0

Büyülü şehir


O adama nazik davranmak zorundaydı. Ablası ondan çok hoşlanıyordu ve bu durum Philip’in duyduğu nefreti daha da artırıyordu. Aynı zamanda nefretini göstermemek için dikkatli olmasına neden oluyordu. O adamdan nefret etmek, çok sevdiği ablasına karşı haksızlık olacaktı. Lucy’ye gelince, ona duyduğu tiksintinin önüne geçebilecek hiçbir şey yoktu. Helen’ın anlattığına göre Lucy sarı saçlıydı ve saçlarını iki örgü yapıyordu. Philip onu şişko ve bodur bir kız olarak hayal ediyordu. Tıpkı “Savruk Peter” adlı dikdörtgen kapaklı eski kitapta okuduğu “Şekerli Ekmek” hikâyesindeki küçük kız gibi. Bu kitap küçükken Helen’ındı.

Helen çok mutluydu. Sevgisini gözünden sakındığı kardeşi ile evleneceği adam arasında paylaştırmıştı. İkisinin de kendisi kadar mutlu olduğuna inanıyordu. Nişanlısı, yani Peter Graham oldukça mutluydu. Philip ise ablasının çabaları sayesinde neşelenmişti fakat bu keyifli hali bir görüntüden ibaretti. Gerçekte mutsuzluktan perişan haldeydi.

Düğün günü gelip geçti. Philip çok sıcak bir günde, tuhaf trenlerde ve tuhaf bir vagonda, tuhaf bir eve doğru yola çıktı. Burada tuhaf bir dadı ve Lucy tarafından karşılanacaktı.

“Yanında ben olmadan Peter’ın güzel evinde kalmanın bir mahsuru olmaz, değil mi canım?” diye sordu Helen. “Herkes sana çok iyi davranacak. Üstelik Lucy ile oyun oynayabileceksiniz.”

Philip sakıncası olmadığını söyledi. Yine fenalık edip Helen’ı ağlatmamak için başka ne diyebilirdi ki?

Lucy, Şekerli Ekmek’teki kız çocuğuna hiç benzemiyordu. Sarı saçlı olduğu doğruydu ama iki örgü yapılmış saçları çok uzun ve düzdü. Ayrıca uzun boylu ve zayıf bir kızdı, çilli bir yüzü ve neşeyle ışıldayan gözleri vardı.

“Geldiğine çok sevindim,” dedi Lucy, Philip’i o güne dek gördüğü en güzel evin merdivenlerinde karşılayarak. “Tek başıma oynamadığım bütün oyunları oynayabiliriz. Ben tek çocuğum,” diye ekledi hüzünlü bir gururla. Sonra güldü. “‘Tek’ kelimesi ‘yek’ ile kafiyeli, değil mi?” diye sordu.

“Bilmem,” dedi Philip kasten yalan söyleyerek, zira bunun doğru olduğunu çok iyi biliyordu.

Başka bir şey söylemedi.

Lucy iki ya da üç kez daha sohbet etmeye çalıştı fakat Philip kızın söylediği her şeye karşı çıkıyordu.

“Korkarım pek aptal bir çocuk bu,” dedi Lucy dadısına. Son derece iyi eğitim almış olan dadısı, Lucy’yle tamamen aynı fikirdeydi. Ertesi gün halası onu görmeye geldiğinde Lucy, yeni gelen çocuğun çok aptal ve bir o kadar huysuz olduğunu söyledi. Philip davranışlarına ilişkin bu hükmü öyle güçlü bir şekilde tasdikledi ki genç ve sevecen bir kadın olan hala hemen Lucy’nin eşyalarını hazırlatıp yeğenini birkaç günlüğüne kendi evine götürdü.

Böylece Philip ve dadı çiftlik evinde yalnız kalmıştı. Evde hizmetçilerden başka kimse yoktu. Philip artık yalnızlığın ne demek olduğunu anlamıştı. Ablası balayı için gittiği Avrupa’nın tarihi şehirlerinden mektup ve resimler yollamıştı ama bunlar çocuğun keyfini yerine getirememişti. Tam tersine, ablasının yalnızca onunla ilgilendiği ve kartpostal veya mektup göndermeye gerek kalmayacak kadar yakınında olduğu o mutlu zamanları hatırlatarak çileden çıkmasına neden oluyordu.

Lucy’nin son derece iyi eğitim almış olan gri üniformalı, beyaz başlıklı ve beyaz önlüklü dadısı, disiplinli tabiatının her zerresiyle Philip’i kınıyordu.

“Aksi domuzcuk,” diyordu ona içinden.

Kâhyaya içini dökmüştü: “Öyle zor ve huysuz bir çocuk ki! Anlaşılan doğru düzgün bir terbiye almamış. Sıkı bir disipline ihtiyacı var.”

Ne var ki dadı, Philip için sıkı bir disipline başvurmadı. Zorbalıktan bile daha sinir bozucu bir kayıtsızlık sergiledi. Issız ve boş türden büyük bir serbestliğe sahipti Philip. O kocaman evde istediği gibi koşturabiliyordu. Fakat evin içindeki hiçbir şeye dokunmasına izin verilmiyordu. Bahçede istediği gibi dolaşabilirdi ama tek bir çiçek veya meyveyi bile koparmaması kaydıyla. Evet, hiç ders yoktu fakat oyun da yoktu. Evde bir çocuk odası vardı ama oraya hapsedilmiş değildi. Tam tersine, orada zaman geçirmesi için teşvik edilmiyordu. Yürüyüşe çıkması için dışarı gönderiliyordu çünkü park büyük ve güvenliydi. Ama o koca evde Philip’i en çok cezbeden yer göz alıcı oyuncaklarla dolu olan çocuk odasıydı. Gerçek bir midilli büyüklüğünde bir sallanan at, görülmemiş güzellikte oyuncak bebekler, içi çay takımlarıyla dolu ahşap ve çömlek malzemeden kutular, bulmaca haritaları, domino ve satranç taşları, dama tahtaları, kısacası sahip olduğunuz ya da sahip olmayı dilediğiniz her türden oyuncak veya oyun buradaydı.

Gelgelelim Pip’in bunların hiçbiriyle oynamasına müsaade yoktu.

“Hiçbir şeye dokunma lütfen,” diyordu dadı, üniformasına yakışan o buz gibi nezaketiyle. “Bu oyuncaklar Küçükhanım Lucy’ye ait. Hayır, onlarla oynamanıza izin verme sorumluluğunu üstlenemem. Hayır, oyuncaklarıyla oynamanız uygun mu diye sormak için mektup yazarak Küçükhanım Lucy’yi rahatsız edemem. Hayır, size Küçükhanım Lucy’nin adresini de veremem.” Evet, can sıkıntısı ve oyun oynama arzusu Philip’i, Lucy’nin adresini isteyecek kadar alçaltmıştı.

İki koca günü çiftlik evinde geçirdi. Bu evden ve içindeki herkesten nefret ediyordu çünkü hizmetçiler de dadıya uymuştu. Dolayısıyla çocukcağızın koca evde tek bir arkadaşı yoktu. Her nasılsa, bu süre içinde Helen’ı üzmemesi gerektiğine iyice ikna olmuştu. Bu yüzden ablasına yazdığı mektupta “Çok iyiyim, teşekkürler. Park çok güzel. Ayrıca Lucy’nin bir sürü oyuncağı var,” demişti. Kendini âdeta bir şehit gibi cesur ve asil hissediyordu. Dişini sıkıp her şeye katlanmaya hazırlandı. Sanki birkaç günü dişçide geçirmek gibi olacaktı.

Sonra birden her şey değişti. Dadı bir telgraf almıştı. Denizde boğulup öldüğü sanılan ağabeyi, hiç beklenmedik bir anda eve dönmüştü. Hemen onu ziyarete gitmesi gerekiyordu. “Ya buradan ayrılınca işime son verilirse,” dedi kâhyaya.

Kâhya şöyle cevap verdi: “Merak etme, sen eve git. Ben şu çocukla ilgilenirim. Somurtkan velet, ne olacak.”

Böylelikle dadı mutlu bir telaşla valizini hazırlayıp ailesinin evine gitti. Kapı eşiğinde onun arabaya binişini izlemekte olan Philip birden ileri atıldı.

“Dadı!” diye bağırdı neredeyse harekete geçmiş olan arabanın tekerine çarparak. Kadına ilk defa bir isimle hitap ediyordu. “Dadı, lütfen Lucy’nin oyuncaklarıyla oynayabileceğimi söyleyin. Burada çok yalnızım. Oynayabilirim değil mi?”

Belki kendi mutluluğu ve ağabeyinin yaşıyor olması haberi dadının kalbini yumuşatmıştı. Belki de çok acelesi olduğundan ne söylediğinin farkında değildi. Her halükârda Philip üçüncü kez “Oyuncakları alabilir miyim?” diye sorduğunda dadı hızlıca cevap verdi:

“Tanrı iyiliğini versin çocuk! İstediğini al. Aman tekerleğe dikkat et. Hoşça kalın!”

Geniş merdiven basamaklarının başında toplanmış hizmetçilere el sallayan dadı, ölümden dönen kardeşiyle buluşmasına doğru yola çıktı.

Philip derin bir nefes alıp doğruca çocuk odasına gitti. Akşama kadar bütün oyuncakları çıkarıp bir bir inceledi.

Ertesi gün her şeye bir kez daha baktı. Bu oyuncaklarla bir şey yapmak istiyordu. Yeni şeyler inşa etmenin verdiği zevk tanıdıktı. Helen’la rüya adası için bir sürü şehir kurmuşlardı. Bunun için Philip’e ait iki kutu tuğla blok, Helen’ın Japon tarzı etajeri, domino ve satranç taşları, karton kutular, kitaplar, tencere ve çaydanlık kapakları gibi eşyaları kullanmışlardı. Fakat yeterince tuğla blokları yoktu. Oysa Lucy’nin her şeye yetecek kadar oyun tuğlası vardı.

Philip, çocuk odasındaki masa üzerinde bir şehir inşa etmeye başladı. Ama diğer bir sürü şeyle şehir kurmaya alışkınsanız, sadece tuğla blok kullandığınızda ortaya yetersiz bir iş çıkacaktır.

“Bu bir fabrikaya benzedi,” dedi Philip memnuniyetsiz bir şekilde. Binayı yıkıp farklı kutulardan aldığı oyun tuğlalarını kullandı.

“Aşağı katta işime yarayacak bir şey olmalı,” dedi kendi kendine. “Dadı ‘İstediğini al,’ dememiş miydi?”

Tuğla ve blok kutularını kucağına doldurup iki üç kez aşağı inip çıktı. Kutuları uzun misafir odasına götürdü. Burada kristal avizeler, kahverengi Hollanda kumaşıyla kaplı koltuklar, uzun ve açık renk pencereler, dolaplar ve üzeri ilginç şeylerle örtülü masalar vardı.

Büyük bir yazı masasındaki hokka, gümüş yazı takımı ve kırmızı kaplı kitaplar gibi işe yaramayan ve önemsiz eşyaları kaldırınca şehri için alan açmış oldu.

Hemen şehri kurmaya başladı.

Siyah ve altın renkli dolabın üzerindeki bronz Mısır tanrısı odanın öteki tarafından ona bakıyor gibiydi.

“Tamam,” dedi Philip. “Sana bir tapınak inşa edeceğim. Biraz bekle.”

Bronz tanrı bekliyordu. Bu sırada tapınak yükselmeye başladı. Üstünde satranç taşlarının bulunduğu iki gümüş mumluk, revak[1 - Üstü örtülü, önü açık yer, sundurma. (ç.n.)] için harika birer sütun görevi görüyordu. Nuh’un Gemisi’ndeki hayvanları getirmek için çocuk odasına koştu. Birer tuğla blok üzerinde duran bir çift fil, girişin iki yanını kaplıyordu. Eseri muhteşem gözüküyordu. Tıpkı Helen’ın Philip’e gösterdiği resimlerdeki Asur tapınakları gibiydi. Ancak sadece tuğla kullanarak yaptığı kısımlar pek çirkin olmuştu. Öyle ki bunlar fabrikaları ve çalışma evlerini[2 - Çalışma evi (workhouse): Eski dönemlerde İngiltere’de yoksul ve evsiz kimselere destek veren kurumlar. Burada kalan insanlardan fiziksel bakımdan gücü yetenlerin çalışması isteniyordu. (ç.n.)] andırıyordu. Tuğla bloklardan ibaret yapılar hep böyledir.

Philip bir kez daha keşfe koyuldu. Kütüphaneyi buldu. Birkaç defa gidip geldi. Kapakları mermer desenli beyaz parşömenle ciltlenmiş yirmi yedi cilt kitap, bir Shakespeare seti ve mağribi usulüyle ciltlenmiş yeşil kapaklı on cilt kitap daha getirdi. Bunlar tapınağın sütunları ile karanlık, gizemli ama göz alıcı manastırlarını oluşturacaktı. Nuh’un Gemisi’ndeki diğer hayvanlar binaya bir antik Mısır havası katmıştı.

“Tanrım, ne güzel!” dedi onu çaya çağırmak üzere gelen sofra hizmetçisi kız.

“Pek hünerli elleriniz var Bay Philip. Bunu söylemem gerek. Yalnız bütün bu eşyaları kullanmanıza kızabilirler.”

“Gri üniformalı dadı kullanabileceğimi söyledi,” dedi Philip. “Hem onlarla bir şeyler inşa etmek eşyalara zarar vermez ki! Evde ablamla hep böyle oyunlar oynardık,” diye ekledi hizmetçi kıza onunla bir sır paylaşıyormuş gibi bakarak. Kız, Philip’in inşa yeteneğini övmüştü. Ayrıca Philip bu evde ilk defa birine ablasından bahsetmişti.

“Jetonlu eğlence makinelerinden geri kalır yanı yok,” dedi sofra hizmetçisi kız. “Hindistan’da yaşayan ağabeyimin gönderdiği kartpostallara benziyor. Şu sütunlar, kubbeler falan. Hayvanlar bile var. Böyle şeyler nasıl aklınıza gelmiş hiç bilmiyorum.”

Övülmek hoş şey doğrusu. Philip hemen hizmetçi kızın elini tutuverdi. Birlikte salona giden geniş merdivenleri indiler. Kocaman koyu renkli bir masadaki tepsiye konmuş çay Philip’i bekliyordu.

“Hiç de kötü bir çocuk değil,” dedi Susan müştemilatta çayını içerken. “Şu dadı titizlik edeceğim derken çocuğun ödünü koparmış, orası kesin. Güzelce konuşursanız çocuk gayet terbiyeli davranıyor.”

“İyi ama Küçükhanım Lucy de onu korkutmuş olamaz herhalde,” dedi aşçı. “Ona nasıl davranmıştı hatırlasana.”

“En azından uslu bir çocuk. Sabahtan akşama kadar hiç sesi çıkmıyor,” dedi oda hizmetçisi. “Biraz şapşal sanki.”

“İçeri giriverip kurduğu şehre bakın yeter,” dedi Susan. “O zaman o çocuğa şapşal falan diyemeyeceksiniz. İçinde bir Hindistan ve pagodalar[3 - Uzakdoğu ülkelerinde bulunan kule biçimindeki tapınaklar. (ç.n.)] eksik.”

Hep birlikte sessizce içeri girdiler. Bu sırada Philip yatmaya gitmişti. Yapı epey ilerlemiş ama henüz tamamlanmamıştı.

“Hiç dokunmayacağım,” dedi Susan. “Bırakalım yarın da oynasın çocuk. Şu dadı geri dönmeden her şeyi toplarız. Keplerine, yakalarına, hele o kendini beğenmişliğine sinir oluyorum!”

Böylece Philip ertesi gün bina kurmaya devam etti. Aklınıza gelecek her şeyi kullandı bu yapı için: domino taşları ile domino kutusu, tuğla bloklar ve kitaplar, bin bir dil dökerek Susan’dan aldığı masuralar, bir yakalık kutusu ve aşçının katkısı olan birkaç kek kalıbı. Domino taşlarıyla merdivenleri, domino kutusunu kullanarak ise taraçayı yaptı. Bahçeden biraz karapelin otu getirip masuralara doldurdu. Bunlar güzel birer saksı görevi görmüştü. Tıpkı büyük saksılardaki defne ağaçlarına benzemişti. Pirinç malzemeden el yıkama tasları kubbe olacaktı. Salondaki şifonyerden aldığı yine pirinç malzemeden çaydanlık kapakları ve kahve cezveleri ise göz kamaştırıcı derecede ihtişamlı minarelere dönüşmüştü. Satranç taşları da minare olarak işe yaramıştı.