banner banner banner
Büyülü şehir
Büyülü şehir
Оценить:
 Рейтинг: 0

Büyülü şehir


“Asfalt yollar ve çeşme yapmalıyım,” dedi Philip düşünceli bir şekilde. Yollar sedef kart düzenleyicilerle döşendi. Gümüş ve cam bir küllük ise çeşme olmuştu. Bunun ortasından telkâri işlemeli bir iğne kutusu yükseliyordu. Philip, çeşmenin akan sularını yapmak için gümüş çikolata kâğıtlarının ince kısımlarını kullandı. Helen bu çikolatayı veda ederken vermişti. Palmiye ağaçlarını yapmak çok kolay olmuştu çünkü daha önce Helen’ın gösterdiği yöntemi izlemesi yeterliydi. Bunun için karaçam parçalarını oyun hamuru yardımıyla mürver ağacı köklerine yapıştırdı. Lucy’nin oyuncakları arasında bol bol oyun hamuru vardı. Her şeyden bol bol vardı.

Böylece şehir masayı kaplayana dek büyüdü. Philip hiç azalmayan enerjisiyle başka bir masada yeni bir şehir yapmaya koyuldu. Bu şehrin en çok göze çarpan yapısı, tabanını bir çeşmenin çevrelediği büyük su kulesiydi. Artık Philip’i hiçbir güç durduramazdı. Çeşmeleri yapmak için büyük avizelerin kristal damla taşlarını söktü. Bu şehir ilkinden daha görkemli olmuştu. Muhteşem bir kulesi ve gözlem evi vardı. Bunlardan ilki müsvedde kâğıtların atıldığı bir çöp kovasından, ikincisi de bir fotoğraf büyütme makinesinden yapılmıştı.

Philip’in kurduğu şehirler gerçekten çok güzeldi. Keşke size bunları en ince ayrıntısına kadar tasvir edebilsem. Fakat bu şehirleri anlatmam sayfalar alacaktır. Bahsettiğim şeylerin yanında bir de kuleler, taretler[4 - Taret: Gemilerde ya da kalelerde, topun makine bölümünü ve topçuları koruyacak biçimde yapılmış zırhlı kule. (ç.n.)], büyük merdivenler, pagodalar, kameriyeler, gümüş kâğıt şeritleriyle parlak ve su gibi bir görünüm verilmiş kanallar ile üzerinde bir teknenin bulunduğu bir göl vardı. Philip, oyuncak bebek evindeki eşyalardan uygun olduğunu düşündüğü her şeyi inşa ettiği yapılarda kullandı. Ahşaptan yiyecekler ve tabaklar, kurşun çay fincanlarıyla kadehler faydalandığı eşyalardandı. Şehir halkı olarak da domino taşlarıyla piyonları kullandı. Yakışıklı satranç figürleri ise minare görevi görecekti. Kaleler yaptı ve bunlara kurşun askerleri yerleştirdi.

Çok sıkı ve zekice çalıştı. Şehirler güzelleşip ilgi çekici hale geldikçe Philip eserlerini daha çok seviyordu. Artık mutluydu. Mutsuz olmak için zamanı yoktu.

“Helen gelinceye kadar bozmayacağım şehirleri. Bunlara bayılacak!” dedi.

İki şehir bir köprüyle birbirine bağlanmıştı. Bunun için bir cetvelden faydalanmıştı. Bu cetveli hizmetçilerin dikiş odasında bulmuş ve hiçbir itirazla karşılaşmadan almıştı. Zira evdeki bütün hizmetçiler arkadaşıydı artık. İlk önce Susan’la dost olmuştu ve bu her şeyi değiştirmişti.

Köprüyü yerleştirip şehir sakinlerini temsil etmeleri için Bay ve Bayan Nuh’u ana meydana koymuş, eserinin uyandırdığı hayranlık hissiyle kendinden geçmiş halde durmaktaydı ki omuzlarına dokunan bir çift sert el irkilip çığlık atmasına neden oldu.

Dadının ta kendisiydi bu. Beklendiğinden bir gün erken gelmişti. Gerçek şu ki ağabeyi yeni evlendiği karısıyla dönmüştü. Dadı ile yengesi birbirlerinden hiç hazzetmemişlerdi. Bu yüzden dadının keyfi pek bozuktu. Philip’i omuzlarından tutup sarstı. Bu, Philip’in daha önce hiç başına gelmemiş bir şeydi.

“Seni yaramaz kötü çocuk!” dedi dadı çocuğu sarsmaya devam ederek.

“Ama ben hiçbir şeye zarar vermedim. Hepsini yerine koyacağım,” dedi. Korkudan titriyordu, yüzünün rengi de solmuştu.

“Bir daha hiçbir şeye dokunmayacaksın. Sabah her şeyi kendi ellerimle yerine koyacağım. Sana ait olmayan şeyleri nasıl alırsın?”

“Ama istediğimi alabileceğimi söylemiştiniz,” dedi Philip. “Eğer yaptığım yanlışsa bu sizin hatanız.”

“Yalancı çocuk seni!” diye bağırdı dadı ve Philip’in parmak boğumlarına vurdu. Daha önce kimse Philip’e vurmamıştı. Çocuğun benzi iyice attı ama ağlamadı. Gerçi elleri hakikaten çok acıyordu. Çünkü dadı ona vurmak için sert ve köşeli cetveli kapmıştı.

“Siz bir korkaksınız,” dedi Philip. “Yalan söyleyen sizsiniz, ben değilim.”

“Kapa çeneni,” dedi dadı. Sonra Philip’i hemen yatağa yolladı.

“Akşam yemeği falan yok sana!” dedi öfkeyle, Philip’i yatırıp yorganının kenarlarını sıkıştırırken.

“Yemek falan istemiyorum zaten,” dedi Philip. “Hem güneş batmadan sizi affetmem gerek.”

“Affedecekmiş!” diye cevap verdi dadı bir hışımla dışarı çıkarken.

“Özür dilediğinizde, sizi affetmiş olduğumdan emin olabilirsiniz,” diye bağırdı Philip arkasından. Elbette bu sözler dadıyı eskisinden de çok sinirlendirecekti.

Philip’in yalnız kaldığında ağlamış olup olmaması bizi ilgilendirmiyor. Dadının Philip’i sarsıp dövdüğünü gören ama müdahale etme cesaretini gösteremeyen Susan, biraz sonra sessizce yukarı çıkıp Philip’e biraz süt ve kek getirdi. Ama Philip uyumuştu ve Susan’ın söylediğine göre kirpikleri ıslaktı.

Philip uyandığında oda öyle aydınlıktı ki önce sabah olduğunu sandı. Ama hemen sonra bu güzel aydınlığın kaynağının sarı güneş ışığı değil, beyaz ayışığı olduğunu fark etti.

İlk başta neden bu kadar üzgün olduğuna şaşırdı. Sonra Helen’ın uzaklara gittiğini ve dadının ona ne denli kötü davrandığını hatırladı. Dadının şehri yıkacağı geldi aklına. Helen kardeşinin eserini hiç göremeyecekti. Philip bir daha öyle güzel bir şehir kuramazdı. Sabah olduğunda hepsi yok olacaktı. Philip o şehri nasıl yaptığını hatırlayamayacaktı bile.

Ayışığı çok parlaktı.

“Acaba şehrim ayışığında nasıl gözüküyor?” dedi Philip kendi kendine.

Sonra büyük bir heyecan içinde aşağı inip şehrinin nasıl göründüğüne bakmaya karar verdi.

Hemen sabahlığını giyip odasının kapısını yavaşça açtı ve sessizce koridoru yürüyüp geniş merdivenden indi. Sonra iç balkondan geçip misafir odasına girdi. İçerisi çok karanlıktı ama el yordamıyla pencerelerden birini bulup perdeyi açtı. İşte kurduğu şehir, yoğun ayışığı altında tıpkı hayal ettiği gibiydi.

Âdeta kendinden geçmişti, bir süre eserinden ayıramadı gözlerini. Sonra kapıyı kapatmak için arkasını döndü. Bu sırada tuhaf bir baş dönmesi hissetti. Bu yüzden bir süre elini başında tutarak bekledi. Sonra dönüp yine şehrine doğru yürüdü. Yaklaşınca küçük bir çığlık kopardı ama kimseler duymasın diye hemen sustu. Biri gelip onu odasına yollayabilirdi. Geri çekilip şaşkınlık içinde etrafına baktı. Bir kez daha başı dönüyordu. Şehir göz açıp kapayıncaya kadar geçen o kısacık sürede ortadan kaybolmuştu. Misafir odası da öyle. Masanın yakınındaki sandalye de ortalıkta yoktu. Uzakta dağları andıran devasa tepelerin yükseldiğini görebiliyordu. Tepelerin üstüne ayışığı vuruyordu. Fakat kendisi geniş ve düz bir ovadaydı. Ayaklarını çevreleyen uzun çimlerin yumuşaklığını hissediyordu. Ama bu engin yeşilliği dağıtacak tek bir ağaç, ev, çalılık veya çit yoktu. Ovanın bazı bölümleri daha koyu renkliydi. İşte hepsi bu kadardı. Macera kitaplarında okuduğu uçsuz bucaksız çayırları anımsamıştı.

“Galiba rüya görüyorum,” dedi Philip. “Gerçi daha biraz önce kapı kolunu çeviriyordum. Hemen nasıl uykuya dalmış olabileceğimi anlamıyorum. Yine de…”

Bir şeyler olmasını bekliyordu hâlâ. Rüyalarda daima bir şey olur. İşte ancak o zaman rüya sona erer. Ama hiçbir şey olmuyordu. Philip oracıkta sessizce duruyor, ayak bileklerinin çevresindeki ılık ve yumuşak çimleri hissediyordu.

Sonra, tam gözleri ovanın karanlığına alıştığı sırada, biraz uzakta çok dik bir köprü olduğunu gördü. Bu köprü, üzerine beyaz ayışığı vuran karanlık bir tepeye varıyordu. Philip oraya doğru yürüdü. Yaklaşınca bunun bir köprüden ziyade bir merdivene benzediğini ve baş döndürücü bir yüksekliğe doğru uzandığını gördü. Sanki karanlık gökyüzünde çok yükseklerdeki bir kayaya dayanıyordu. Kayanın içi kocaman karanlık bir mağara şeklinde oyulmuş gibiydi.

Şimdi merdivenin başladığı yere yaklaşmıştı. Basamak yerine el ve ayaklarını koyabileceği çıkıntılar vardı. Philip hemen Jack ve Fasulye Sırığı masalını hatırlayıp macera özlemiyle yukarı baktı. Ama merdiven uzun mu uzundu. Öte yandan etrafta herhangi bir yere varmasını sağlayacak başka bir şey göremiyordu. Philip yeşil çayırda tek başına dikilmekten usanmıştı. Hakikaten epeydir burada bekliyordu. Bu yüzden ellerini ve ayaklarını merdivene yerleştirip çıkmaya başladı. Çok uzun bir tırmanış olmuştu bu. Tam üç yüz sekiz basamak vardı, teker teker saymıştı. Üstelik basamaklar merdivenin sadece bir yanında olduğundan son derece dikkatli davranması gerekiyordu. Bir basamak, sonra bir basamak daha çıktı. Böylece ilerlemeye devam etti ta ki ayakları ağrıyana ve yorgunluktan elleri sanki bileğinden kopmuş gibi hissedene dek. Yukarı pek bakamıyordu, aşağı bakmaya ise cesaret edemiyordu. Hiç durmadan tırmanmaya devam etmekten başka çaresi yoktu. Nihayet merdivenin dayandığı zemini görebildi: Düz çizgiler halinde ve görünüşe göre sert kayadan yontulmuş bir taraçaydı. Şimdi Philip’in başı zeminle aynı hizadaydı. Sonra elleri ve ardından ayakları zemine dokundu. Merdivenden kenara zıpladı ve kendini yüzüstü yere bıraktı. Burası soğuk ve mermer gibi dümdüzdü. Onca tırmanışın ardından hissettiği yorgunluk ve ferahlamanın etkisiyle derin derin nefes aldı.

Dinlendirici ve yatıştırıcı türden bir sessizlik hâkimdi çevreye. Philip hemen ayağa kalkıp etrafına baktı. Çok kalın sütunlarla dolu bir kemer gördü. Buraya yaklaşıp temkinli bir şekilde içeriye göz attı. Açık bir alana çıkan kocaman bir kapı vardı. Philip kapının ardında kiliselere ve evlere benzeyen bulanık yığınları seçebiliyordu. Ama hepsi terk edilmişti. Burası her neresi ise ayışığına ve Philip’e aitti.

“Sanırım herkes uyuyor,” dedi Philip. Bu tuhaf kemerin siyah gölgesinde biraz titreyerek ama aynı zamanda merakı ve ilgisi uyanmış olarak bekliyordu.

İkinci Bölüm

Kurtarıcı Ya Da Yıkıcı

Philip siyah kemerin gölgesi altında durup dışarı baktı. Karşısında yüksek ve asimetrik binalarla çevrili büyük bir meydan duruyordu. Ortada bir çeşme vardı. Ayışığında gümüş gibi parlayan suları hafif bir şırıltıyla yükselip düşüyordu. Kemerli girişin yakınında uzun bir ağaç, gövdesinin gölgesiyle yolu örtüp geniş ve siyah bir engel oluşturmuştu. Philip uzunca bir süre etrafı dinledi durdu fakat gecenin derin sessizliği ve çeşmenin çıkardığı inişli çıkışlı yumuşak ses haricinde dinleyecek bir şey yoktu.

Philip’in gözleri loş ışığa giderek alışıyordu. Biraz sonra büyük kare sütunlarla desteklenen kocaman bir kubbe çatının altında durduğunu fark etti. Sağ ve sol yanında ise sımsıkı kapatılmış, koyu renkli kapılar vardı.

“Bu kapıları gün ışıyınca keşfedeceğim,” dedi Philip. Korktuğu söylenemezdi ama tam olarak cesur da hissetmiyordu kendini. Öte yandan cesaretini toplama niyetinde olduğundan “Kapıların ardında ne var bakacağım,” dedi. “Yani en azından kararım bu,” diye ekledi. Çünkü sadece cesur olmamız yetmez, dürüst olmamız da şarttır.

Sonra birden ağır bir uyku bastırdı. Duvara dayandı. Ama oturmasının daha iyi olacağını düşündü. Sonra uzanmak pek rahat geldi. O sırada çok ama çok uzaklardan bir çan sesi duyuldu. Saat on ikiyi vurmuştu. Philip dokuza kadar saydı fakat Helen’ın geçen kış onun için diktiği içi pelüşlü kalın sabahlığa sarınıp derin bir uykuya daldığından onuncu, on birinci ve on ikinci çan sesini duyamadı. Rüyasında her şey eskisi gibiydi. “O adam” gelip Helen’ı götürmeden önce olduğu gibi. Kendi küçük evlerinde, kendi küçük odasında, kendi küçük yatağındaydı. Helen onu çağırmaya gelmişti. Kapalı göz kapaklarının arasından güneş ışığını görebiliyordu. Gözlerini kapalı tutuyordu çünkü ablasının onu uyandırmaya çalışmasını duymak çok eğlenceliydi. Birden gözlerini açıp çoktan uyanmış olduğunu söyleyecek ve birlikte gülüşeceklerdi. Kısa süre sonra uyandı ama evlerinde kendi yumuşak yatağında değil, tuhaf kapılı kocaman bir evin sert zemininde yatıyordu. Üstelik onu sarsarak “Hey, haydi uyan diyorum sana,” diyen kişi ablası Helen değil, kırmızı paltolu uzun boylu bir adamdı. Philip’in gözlerini kamaştıran ışık ise güneşten değil, adamın yüzüne doğru tuttuğu fenerden geliyordu.

“Ne oluyor?” diye sordu Philip uykulu bir sesle.

“Ben de sana soruyorum,” dedi kırmızılı adam. “Muhafız odasına gel de burada ne işin var anlat bakalım genç adam.”

Philip’in kulağını hafif ama sıkı bir şekilde sert başparmağı ve işaret parmağının arasına aldı.

“Bırakın beni,” dedi Philip. “Bir yere kaçacak değilim.”

Sonra ayağa kalktığında kendini çok cesur hissediyordu.

Adam, Philip’in kulağını bırakıp omzunu tutarak onu sabah olunca keşfetmeyi planladığı kapıların birinden geçirdi. Hava henüz aydınlanmamıştı. İki ucunda birer kemer, kenarlarında ise küçük ve dar pencereler bulunan mobilyasız geniş oda, kancalı fenerler ve kalay şamdanlara konmuş uzun ince mumlarla aydınlatılmıştı. Sanki oda askerlerle doluymuş gibi geldi Philip’e. Komutanları oturduğu sıradan kalktı. Kıyafetinde bir sürü altın vardı. Ayrıca gösterişli siyah bir bıyık bırakmıştı.

“Bakın ne yakaladım efendim,” dedi Philip’i omuzlarından tutan adam.

“Hım, nihayet gerçek oldu demek,” dedi.

“Neden bahsediyorsunuz?” diye sordu Philip.

“Senden tabii ki!” dedi komutan. “Korkma küçük adam.”

“Korktuğum falan yok,” dedi Philip. Sonra kibarca devam etti: “Ne demek istediğinizi söylerseniz çok memnun olacağım.” Adres soran insanlardan duymuş olduğu bir cümleyi ekledi: “Ben buranın yabancısıyım.”