banner banner banner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Cennetin bu yakası

Cennetin bu yakası
F. Scott Fitzgerald

F. Scott Fitzgerald’ın yayımlandığı yıllarda büyük bir ilgiyle karşılanan bu otobiyografik romanı, büyük bir yazarın doğuşunu müjdeliyor. Yazarın henüz 20’li yaşlarındayken yazdığı Cennetin Bu Yakası egoist, hassas, toy ve hayalperest üniversite öğrencisi Amory Blaine’in hayatı tanımasının hikâyesini anlatıyor. I. Dünya Savaşı’nın sebep olduğu huzursuzlukla mücadele eden Amerika’da Amory hayallerinin peşine düşüyor, büyük yenilgiler alıyor, âşık oluyor, kaybediyor, kendini keşfediyor.

Cennetin Bu Yakası, Caz Çağı’nın getirdiği değişim ve bu değişimin bireyler üzerindeki yansımasını ustalıkla anlatan etkileyici bir roman. Yazar 1920’li yılların kayıp kuşağının hassas düşünce yapısını resmederken insanlığın değişime duyduğu ihtiyacın ve korkunun zamansızlığını da ortaya koyuyor.

F. Scott Fitzgerald

Cennetin Bu Yakası

“… Cennetin bu yakasında…
Huzur yoktur aklı başında olanlara.”

    Rupert Brooke

“Tecrübe, birçok insanın hatalarına verdiği addır.”

    Oscar Wilde

Sigourney Fay’e

Francis Scott Key Fitzgerald (24 Eylül 1896 – 21 Aralık 1940), Amerikalı bir romancı ve öykü yazarıdır. Caz Çağı’nı anlattığı eserleri yaşadığı dönemde pek ilgi görmemişse de, Fitzgerald günümüzde 20. yüzyılın en büyük Amerikalı yazarlarından biri kabul edilir.

Fitzgerald yaşadığı dönemde toplam 4 roman yazmıştır: This Side of Paradise (Cennetin Bu Yakası), The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby), Tender is the Night (Sevecendir Gece) ve The Beautiful and the Damned. Yazmayı bitiremediği romanı The Last Tycoon ise ölümünün ardından yayımlanmıştır. Fitzgerald’ın aynı zamanda 4 öykü kitabı da bulunmaktadır ve yaşadığı süre boyunca gazete ve dergilerde 150’den fazla öyküsünün yayımlandığı bilinmektedir.

F. Scott Fitzgerald, 1896 yılında Minnesota’da üst-orta sınıfa mensup bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Çocukluğunun ilk yıllarını New York ve Batı Virginia’da geçirdi. Ailesinin Katolik olması nedeniyle bir süre Katolik okullarına devam etti. Princeton Üniversitesi’ne girmesinin ardından zamanının önemli bir bölümünü yazmaya ayırmaya başladı. Burada geleceğin yazarları ve edebiyat eleştirmenleriyle arkadaşlık kurdu. Yazıları Triangle, Nassau Lit ve Princeton Tiger’da yayımlandı.

İlk romanı Cennetin Bu Yakası, yayıncının kitapta gördüğü eksiklikler ve savaş döneminin yarattığı maddi sıkıntılar sebebiyle basılamadı.

Alabama’da Zelda Sayre ile tanışması ve ona âşık olması, Fitzgerald’ın hayatında önemli bir dönüm noktası oldu. Zelda’yı evlenmeye ikna etti; ancak nişandan kısa bir süre sonra Zelda bu evlilikten vazgeçti. Sayre ailesi Fitzgerald’ın gelirinin ikisini geçindirmeye yetmeyeceğini düşünüyordu ve bu da ayrılmalarına sebep oldu.

Fitzgerald çalışmakta olduğu reklam şirketinden ayrıldı, ailesinin evine döndü. Burada Cennetin Bu Yakası’nın eksik taraflarını düzeltti ve kitabı yayıncıya kabul ettirmeyi başardı. Okurlar tarafından yoğun bir ilgiyle karşılanan Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın edebiyat kariyeri için muhteşem bir başlangıç oldu ve Sayre ailesinin fikir değiştirmesini sağladı. Kitabın yayımlanmasının hemen ardından evlendiler; 1921’de ilk ve tek çocukları dünyaya geldi.

1920’lerde sık sık Paris’e gidip gelen Fitzgerald gördüklerinden çok etkilendi. Burada yaşayan Amerikalı edebiyatçılarla arkadaş oldu. Bu arkadaşlarının en önemlilerinden biri, Amerikan edebiyatının önde gelen yazarlarından Ernest Hemingway’di. Ne var ki Hemingway, Zelda’yla hiç iyi anlaşamıyordu; çünkü ona göre Zelda, kocasının çok içmesine ve yazamamasına sebep oluyordu.

Genç çift tamamen eğlence odaklı bir hayat sürüyor, bu da maddi açıdan yaşadıkları zorlukların devam etmesine yol açıyordu. Sürekli hasta olan Zelda’ya en sonunda şizofreni tanısı konmasıyla birlikte, yaşadıkları zorluklar biraz daha arttı. Bu dönemlerde kaleme aldığı ve otobiyografik nitelikler taşıyan Muhteşem Gatsby ve Sevecendir Gece ne okurlar ne de eleştirmenler tarafından sevildi. Tüm bunların etkisiyle Fitzgerald zor günler geçirmeye başladı. Sık sık hastaneye yatırılıyordu; sürekli içiyordu ve kendine bakamaz haldeydi.

1930’lu yılların sonlarında iki kez kalp krizi geçiren Fitzgerald, 1940’ta, 44 yaşındayken yine kalp krizi sebebiyle yaşama veda etti. Zelda ise 1948’de, kaldığı akıl hastanesinde çıkan bir yangında yaşamını yitirdi.

Fitzgerald’ın yaşadığı dönemde ilgi çekmeyen ve pek beğenilmeyen Muhteşem Gatsby, ilerleyen yıllarda büyük bir ilgi görmeye başladı. Fitzgerald’ın başyapıtı, aynı zamanda 20. yüzyıl Amerikan edebiyatının başyapıtlarından biri haline gelmişti; pek çok dile çevrildi, çok satan kitaplar listelerinden hiç düşmedi, okullarda okutuldu ve satışı milyonları buldu.

Fitzgerald, I. Dünya Savaşı’nın etkisi altındaki Amerikalıları ve Caz Çağı insanlarının ruh halini konu edindiği gerçekçi romanlarıyla dönemin en parlak yazarlarından biri olmuştur ve günümüzde de büyük bir ilgiyle okunmaya devam etmektedir.

F. Scott Fitzgerald, 1917’de ilk romanı üzerinde çalışmaya başladığında henüz 21 yaşındaydı; Princeton Üniversitesi’ndeki pek de parlak olmayan öğrenimini tamamlamış ve orduya yazılmıştı. 23 yaşındayken yayımladığı Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın çağının en önemli yazarlarından biri olma yolunda attığı ilk adımdı.

Fitzgerald, hayranı olduğu şairler Rupert Brooke ve Algernon Swinburne’den aldığı ilhamla önceleri bir şiir kitabı yazmayı düşünüyordu. Ancak daha sonra şiir ve düzyazıyı bir araya getirdiği bir roman yazmaya karar verdi ve bu romanda sevdiği şairlere de bolca yer verdi.

Zorlu askerlik görevi sırasında bulabildiği tüm boş vakitleri yazarak geçiren Fitzgerald, üç ay boyunca tüm hafta sonlarında hiç ara vermeden yazdığını ve kitabın ilk bölümü olan “Romantik Egoist”i tamamladığını söylemişti. Fitzgerald’ın akıl hocası Sigourney Fay’in tanıdığı bir yazar, kitabı dönemin önemli yayıncılarından Scribner’s’a ulaştırmış ve onlar da yayımlamaya karar vermişlerdi. Edith Wharton, Henry James ve J.M. Barrie gibi ünlü yazarların da yayıncısı olan Scribner’s, bu genç yazarı, Amerikan gençliğinin o dönemki ruh hallerini anlatma konusunda çok başarılı bulmuştu. Yayıncıya göre bu roman, iyi bir edebiyat eseriydi ve yazar öldüğünde maddi açıdan da değerli olacaktı.

Bir süre sonra yayınevi, savaş zamanı baskı maliyetlerinin artmasını ve yayımlanmayı bekleyen çok fazla kitaplarının olmasını bahane ederek bu kitabı yayımlamaktan vazgeçti. Hikâyede eksiklikler görmeleri de fikir değiştirmelerinin bir diğer sebebiydi. Önerecekleri değişikliklerin yapılması halinde kitabı yayımlayabileceklerini söylediler ve Fitzgerald 1 ay gibi kısa bir sürede istedikleri tüm değişiklikleri yaptı. Ancak kitap bir kez daha reddedildi.

Aynı tarihlerde Fitzgerald, yaşadıkları çevrede tanınan bir ailenin kızı olan Zelda Sayre ile tanıştı ve kısa sürede birbirlerinden hoşlanmaya başladılar. Nişanlarının ardından Fitzgerald New York’a taşındı; orada gündüzleri bir reklam ajansında çalıştı, geceleriniyse hikâyeler yazarak geçirdi. Geliri çok düşüktü ve hikâyelerinin hiçbirini yayımlatmayı başaramamıştı. Bu durum Zelda ve ailesinin nişanı bozma kararı vermesine yol açtı.

Zelda’yı geri kazanmak için romanını yeniden düzeltip yayımlatmayı kafasına koyan Fitzgerald, işini bıraktı ve ailesinin evine geri döndü. 2 ay boyunca romanı üzerinde çalıştı; geçmişte yazmış olduğu şiirler ve düzyazılardan bazılarını, kendisinin yazdığı ve ona yazılmış mektuplardan bölümleri romanına ekledi. Romanı bir an önce tamamlamak için acele ediyordu; çünkü hem maddi açıdan hem de duygusal açıdan bu romanın tamamlanması onun için çok büyük önem taşıyordu.

Değişiklikleri bitirdiğinde kitabı daha önceden reddeden yayıncıya gönderdi ve çok kısa sürede cevap aldı. Romanı yayımlamaya karar vermişlerdi. Fitzgerald bunun üzerine daha önce yayımlatmayı başaramadığı hikâyelerini de düzenlemeye ve geliştirmeye karar verdi. Bu hikâyelerin pek çoğu dönemin önde gelen gazete ve dergilerinde yayımlandı.

Kitabın ve hikâyelerin yayımlanmasından kazandığı para sayesinde Zelda’yı ve ailesini yeniden nişanlanma konusunda ikna etti. Cennetin Bu Yakası’nın yayımlanmasını izleyen haftada, 3 Nisan 1920’de evlendiler.

Hakkında yazılan değerlendirmeler ve yapılan reklamların etkisiyle Cennetin Bu Yakası’nın 3000 adetlik ilk baskısı 3 günde tükendi. Aynı yıl içinde 8 baskı daha yapıldı. Bir sonraki yılın sonuna gelindiğindeyse satış adedi 50.000’i bulmuştu. Fitzgerald’ın yaşadığı süre zarfında en fazla satılan kitabı bu oldu. Yazarın 1940 yılında ölmesine kadar Muhteşem Gatsby (The Great Gatsby) yaklaşık 25.000, Sevecendir Gece (Tender is the Night) ise yaklaşık 15.000 kopya satmıştı.

Cennetin Bu Yakası, yazarın başyapıtı sayılmasa bile Amerika’daki üniversite gençliğini anlatan ilk gerçekçi roman ve Amerikan gençliğinin 20’li yıllardaki uyanışını anlatan ilk roman olmasıyla öne çıkar. Fitzgerald’ın bu romanıyla, benzer temalar barındıran pek çok romanın yayımlanmasının yolunu açtığı söylenebilir. Öte yandan savaşı anlatmasa da bu kitap, I. Dünya Savaşı zamanlarında Amerikalıların nasıl yaşadıklarına dair bir belge niteliğindedir.

Cennetin Bu Yakası, Fitzgerald’ın diğer romanları gibi otobiyografik bir romandır. Yazarın kendi yaşantısının izleri, burada diğer kitaplarına kıyasla daha belirgindir. Tıpkı Fitzgerald gibi Princeton’da öğrenci olan Amory Blaine’in yaşadıkları, Fitzgerald’ın kendi deneyimleriyle paralellik göstermektedir. Amory’nin hisleri ve olaylar karşısında gösterdiği tepkiler Fitzgerald’ın dünyasını yansıtsa da Amory, Fitzgerald’a göre daha şanslı bir gençtir. Amory’nin annesi Beatrice Blaine, Fitzgerald’ın sahip olduğu değil, sahip olmayı çocukluğundan beri arzuladığı annedir. Varlıklı, sosyal, çekici ve çevresi insanlarla çevrili bu kadın, oğluna her türlü kapıyı açabilecek güce sahiptir.

Eleştirmenler Amory’nin akıl hocası Monsenyör Darcy ile Fitzgerald’ın bu kitabı ithaf ettiği Sigourney Fay arasında çeşitli benzerlikler bulunduğunu söylemektedir. Öğrencilik yıllarında Fitzgerald’a çok yardımı dokunan Katolik rahip Fay, aynı zamanda Cennetin Bu Yakası’nın yayımlanmasına aracı olan kişidir. Kitapta Monsenyör Darcy’nin yazdığı mektupların bazı bölümleri Fay’in Fitzgerald’a yazdığı gerçek mektuplardan alınmıştır.

1920’li yıllarda Amerikan yaşantısını ve gençliğin ruh hallerini başarılı bir biçimde betimleyen bu roman, Fitzgerald’ın büyük bir romancı olacağına dair ipuçları barındırmaktadır. Bu büyük yazarın ilk romanını Türkçeye kazandırıyor olmaktan büyük bir mutluluk duyuyoruz.

Birinci Kitap

Romantik Egoist

Bir

BEATRICE’İN OĞLU AMORY

Amory Blaine, kelimelerle ifade edilmesi güç özelliği dışında, onu kayda değer biri yapan tüm huylarını annesinden almıştı. Babası, Byron’ın eserlerini beğenen ve Britannica Ansiklopedisi okurken uyuklamayı alışkanlık haline getirmiş beceriksiz ve kendini ifade edemeyen bir adamdı; “Chicago simsarları” diye bilinen iki ağabeyinin ölümüyle otuz yaşında zengin olmuştu. Dünyanın ayakları altında olduğu hissine kapıldığı ilk anda da Bar Harbor’a gitmiş ve Beatrice O’Hara’yla tanışmıştı. Sonuç olarak Stephen Blaine’in gelecek nesillere aktarabildiği yegâne miras 1.80’lik boyu ve çok önemli zamanlarda kararsız kalma eğilimi olmuştu. Bu iki özelliği de oğlu Amory’de görmek mümkündü. Stephen cansız, ipeksi saçlarla örtülü yüzü ve dikkat çekmeyen fiziğiyle yıllar boyunca aile içinde geri planda kalarak, kendini daima karısına “bakmaya” adamış ve ömrünü daima onu anlamadığı, anlayamayacağı düşüncesiyle huzursuz bir vaziyette geçirmişti.

Halbuki Beatrice Blaine! Ah, ne kadındı! Babasının Wisconsin’de, Geneva Gölü kıyılarındaki malikânesinde ya da gençliğinde yalnızca fevkalade zenginlerin kızlarının kabul edildiği aşırı pahalı bir eğitim kurumu olan Roma’daki Kutsal Kalp Manastırı’nda çekilen eski fotoğrafları, yüz hatlarının hayranlık verici zarafetini ve kıyafetlerinin kusursuz sadeliğini gözler önüne sererdi. Aldığı harikulade eğitim sayesinde gençlik yıllarını bir Rönesans ihtişamıyla geçirmişti, eski Katolik ailelerle ilgili dedikodularda deneyimliydi; Kardinal Vitori, Kraliçe Margarita ve yalnızca belirli bir kültür düzeyine sahip kişileri tanıyan daha nice zarif şöhret tarafından bilinen, son derece zengin Amerikalı bir kızdı. Viski sodayı şaraba tercih etmeyi İngiltere’de, havadan sudan konuşmalarını iki anlama gelecek şekilde genişletmeyi Viyana’da geçirdiği bir kış mevsiminde öğrenmişti. Her şeyden önemlisi Beatrice O’Hara bir daha asla mümkün olmayacak bir eğitimden geçmişti: Bir insanın gururlanacağı ya da etkileyebileceği şeylerin ve kişilerin sayısıyla ölçülen bir vesayet… Usta bahçıvanın tek bir mükemmel tomurcuk yetiştirebilmek uğruna diğer tüm dalları budayabildiği bir çağın son günlerinde her tür sanat ve gelenek açısından zengin, fakat tüm fikirlerden yoksun bir medeniyet…

Beatrice, hayatının daha sönük bir döneminde Amerika’ya dönmüş, burada Stephen Blaine’le tanışıp onunla evlenmişti. Bu evlilik tamamen biraz yorgun, biraz da üzgün olmasının sonucuydu. Tek çocuğunu usandırıcı bir süre boyunca karnında taşıdıktan sonra, doksan altı senesinin ilkbaharında dünyaya getirmişti.

Amory daha beş yaşındayken onun için hoş bir arkadaş haline gelmişti. Kumral saçları, büyüdüğünde onu yakışıklı biri yapacak kocaman gözleri, kolayca hayallere kapılan bir aklı ve süslü elbiselere merakı olan bir çocuktu. Dört yaşından on yaşına gelene kadar, babasının özel arabasıyla, annesinin çok sıkılıp lüks bir otelde sinir krizi geçirdiği Coronado’dan, neredeyse salgın halini alan hafif bir hastalık kaptığı Meksiko’ya kadar tüm ülkeyi dolaşmıştı. Bu hastalık Beatrice’i memnun etmiş, özellikle sersemletici birkaç kuvvet verici ilaçtan sonra onu hayatının olmazsa olmazlarından biri haline getirmişti.

Kendisinden daha az şanslı zengin çocukları Newport sahillerinde dadılarına kafa tutarken, pataklanırken, özel dersler alırken ya da Do and Dare ve Frank on the Lower Mississippi’yi[1 - Do or Dare (1884): “Doğruluk mu Cesaret mi”, Horatio Alger Jr. (1834 – 1899) tarafından yazılan roman. (ç.n.)Frank on the Lower Mississippi (1867): “Aşağı Missisippili Frank”, Harry Castle-mon takma adını kullanan Charles Austin Fosdick’in (1842-1915) romanı. (ç.n.)] okurken Amory, Waldorf’ta[2 - Waldorf: New York’ta 5. Cadde’yle 33.caddenin kesişiminde yer alan lüks otel. (ç.n.)] hiçbir şeye itiraz etmeyen komileri ısırıyor, oda müziğine ve senfonilere duyduğu doğal tiksintiden kurtuluyor ve annesinden son derece uzmanlık gerektiren bir eğitim alıyordu.

“Amory.”

“Eveet, Beatrice.” (Annesine tuhaf bir şekilde böyle seslenirdi, Beatrice de bunu teşvik ederdi.)

“Canım, yataktan çıkmayı aklından bile geçirme. Daima genç yaşta erken kalkmanın insanı asabileştirdiğini düşünmüşümdür. Clothilde kahvaltını buraya getirecek.”

“Tamam.”

“Amory, bugün kendimi çok yaşlı hissediyorum,” diye iç çekti, yüzünde acıma uyandıran eşine az rastlanır bir ifade vardı, ses tonu harikulade bir şekilde değişmişti, elleri Bernhardt’ınki[3 - Sarah Bernhardt (1844-1923), Fransız asıllı ünlü dansçı. (ç.n.)] kadar maharetliydi. “Bugün sinirlerim çok bozuk, çok… Yarın bu korkunç yerden ayrılıp güneşli bir yerlere gidelim.”

Amory karmaşık saçlarının arasından yeşil gözleriyle annesine delici bakışlar attı. Daha bu yaşta bile onun yapmacık hareketlerine kanmıyordu.