banner banner banner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Cennetin bu yakası

“Amory.”

“Ah, evet.”

“Sıcak bir banyo yapmanı istiyorum, dayanabileceğin kadar sıcak olsun, sinirlerini gevşetmek için. Eğer istersen küvette bir şeyler okuyabilirsin.”

Beatrice, ona daha on yaşına gelmeden Fêtes Galantes’tan[4 - Fêtes Galantes (1869): Fransız sembolist şair Paul Verlaine’in (1844-1896) şiir kitabı. (ç.n.)] bölümler okurdu. On birine geldiğinde rahat bir şekilde sanki onları tanırmışçasına Brahms, Mozart ve Beethoven’dan konuşabiliyordu. Bir gün öğleden sonra Hot Springs’teki otelde tek başınayken annesinin kayısı likörünün tadına bakmış ve hoşuna gidince içmeye devam edip hafif sarhoş olmuştu. Önceleri bu hal hoşuna gitse de aynı coşkuyla sigarayı denemeye kalkınca iğrenç, pespaye bir etkiyle karşılaşmıştı. Bu olay Beatrice’i hem korkutmuş hem de gizliden gizliye eğlendirmiş ve sonraki nesillerin bu durumu onun “mirası” olarak adlandırmasına sebep olmuştu.

Bir gün Amory, onun dehşet içinde kalmış bir oda dolusu kadına “Bu benim oğlan,” dediğini duymuştu; “son derece bilmiş ve çok alımlı… Ama hassas… Bizler hassasız, burada, anlarsınız ya.” Eli göğsünün üzerinde son derece zarif bir biçimde duruyordu, sonra sesini bir fısıltı tonuna indirerek onlara kayısı likörü hadisesini anlattı. Beatrice hikâye anlatma konusunda öyle maharetliydi ki kadınlar onu neşeyle dinlediler. Ama o gece, kendi küçük Bobby ve Barbara’larını muhtemel bir sapkınlıktan korumak için büfeleri kilitleyenlerin sayısı bir hayli fazla oldu.

Bu çetin aile yolculukları daima ihtişamlıydı: İki hizmetçi, özel araba, müsait olduğunda Bay Blaine ve çoğu zaman bir de doktor. Amory boğmacaya yakalandığında yatağının başında bezgince birbirine bakan dört uzman doktor vardı, kızıl hastalığı geçirdiğinde kendisine eşlik edenlerin sayısı doktorlar ve hemşireler dahil on dördü bulmuştu. Her şeye rağmen Amory her defasında iyileşmişti; çıkmadık candan ümit kesilmezdi zaten.

Blaine’ler belli bir şehre bağlı değillerdi. Onlara Geneva Gölü’nden Blaine’ler derlerdi, arkadaş yerine geçebilecek çokça akrabanın yanı sıra Pasadena’dan Cape Cod’a dek hatırı sayılır bir itibarları vardı. Beatrice zaman geçtikçe yeni insanlarla tanışıklık kurmaya daha meyilli oluyordu. Kendi kanunlarının ve ıslah çalışmalarının tarihçesi, yurtdışında geçirdiği yıllara dair anılar gibi belirli aralıklarla tekrarlayabileceği değişmez birkaç hikâyesi olurdu. Tıpkı Freudyen rüyalar gibi bunları bir şekilde içinden atması gerekiyordu, yoksa içinde birikerek sinirlerini geriyorlardı. Ancak Beatrice, Amerikan kadınlarında hep kusur buluyordu; özellikle de sayıları hızla artan eski Batılılarda.

Amory’ye “Onların aksanı var, canım,” derdi, “Güneyli ya da Boston aksanı gibi de değil, herhangi bir bölgeyle bağı olmayan bir konuşma tarzı…” Dalgın bir havayla konuşmasını sürdürürdü. “Eski, modası geçmiş Londra aksanlarını alıp talihsiz bir şekilde kullanıyorlar. İngilizceyi uzun yıllar Büyük Chicago Operası Cemiyeti’nde çalışan bir İngiliz uşak gibi konuşuyorlar.” Neredeyse anlaşılmaz bir şekilde devam ederdi, “Sanırım… Her Batılı kadın hayatında… Bir aksana sahip olmasına fırsat tanıyacak kadar zengin bir kocaya sahip olmak ister… Beni etkilemeye çalışırlardı, canım…”

Beatrice vücudunu bir tür zafiyet yığını olarak düşünüyor olsa da ruhunun hasta olduğuna inanıyor, bu yüzden de onu önemsiyordu. Eskiden Katolikti; ama rahiplerin kiliseye olan inancını kaybeden ya da geri kazananlara daha çok ilgi gösterdiğini fark ettikten sonra inanç konusunda son derece tereddütlü bir tavır benimsemişti. Çoğu zaman Amerikan Katolik din adamlarının estetik anlayıştan ve zevkten yoksun oluşlarından şikâyet ederdi. Her ne kadar Kuzey Amerika’nın muazzam katedrallerinin gölgesinde yaşıyor olsa da ruhunun Roma kilisesinin sunağında ufak bir alevden ibaret olacağından emindi. Tıpkı doktorlar gibi rahipler de onun en büyük eğlencesiydi.

“Ah Piskopos Wiston,” derdi, “kendimden bahsetmek istemiyorum. Kapınıza üşüşüp cana yakın davranmanız için yalvaran histerik kadın güruhunu hayal edebiliyorum.” Ancak bir din adamı tarafından doldurulabilecek kısa bir aradan sonra şöyle devam ederdi, “ama benim ruh halim onlarınkinden tuhaf şekilde farklı.”

Beatrice, ruhani aşkını yalnızca piskoposlara ve daha yüksek mevkideki din adamlarına ifşa ederdi. Ülkesine ilk kez döndüğünde Swinburne[5 - Algernon Charles Swinburne (1837-1909), tabu kabul edilen birçok konuda yazan İngiliz şair, oyun yazarı ve romancı. (ç.n.)] tarzında, Ashville’li pagan bir delikanlıyla tanışmış ve bu genç adamın öpücüklerine karşı büyük bir tutku, içten sohbetlerine karşıysa şiddetli bir arzu besler hale gelmişti. Birlikte aşırı duygusallıktan uzak entelektüel bir romantizme kapılarak lehinde ve aleyhinde oldukları konuları tartışırlardı. Sonunda Beatrice zengin bir hayat sürebileceği bir evlilik yapma kararı aldı ve Asheville’li genç pagan, ruhsal bir kriz yaşayarak Katolik kilisesine katıldı. Artık Monsenyör Darcy adıyla anılıyordu.

“Hatta Bayan Blaine için kardinalin sağ kolu olan bu adam hâlâ hoş bir dosttu.”

Güzel kadın, “Amory bir gün ona gidecek, biliyorum,” diye fısıldıyordu “ve Monsenyör Darcy onu beni anladığı gibi anlayacak.”

Amory on üç yaşına geldi, Kelt asıllı annesinin tahmin edebileceğinden çok daha uzun ve inceydi. Arada bir “iyi yetişmesi gerektiği” düşüncesiyle özel ders alıyordu; gittikleri her yerde “çalışmaya kaldığı yerden devam ediyordu” ama öğretmenleri onun nerede kaldığını bir türlü anlayamıyor olsalar da aklı sürekli formda kalmayı başarıyordu. Ne var ki birkaç yıl daha böyle yaşamayı sürdürürse ne durumda olacağı tam bir muammaydı. Beatrice’le İtalya’ya gitmek için yola çıktıkları gemi karadan ayrılalı dört saat olmuşken muhtemelen yatakta yediği onca yemek yüzünden Amory’nin apandisi patladı. Avrupa’ya ve Amerika’ya üst üste gönderilen bir dizi telgraftan sonra tüm yolcuların şaşkın bakışları arasında koca gemi Amory’yi limana bırakmak için rotasını çevirerek New York’a geri döndü. Bu olayı yaşayanlardan biri değilseniz bunun muhteşem bir şey olduğunu kabul etmelisiniz.

Ameliyattan sonra Beatrice içkinin etkisiyle ortaya çıkan hezeyanlara şaşırtıcı derecede benzeyen bir sinir krizi geçirdi ve Amory sonraki iki yılı dayısı ve yengesiyle geçirmek üzere Minneapolis’te kaldı. İşte Batı medeniyetinin o yalın, bayağı havası, onu ilk olarak orada gafil avlamıştı.

Amory İçin Bir Öpücük

Amory notu okuduğunda yüzünde alaycı bir ifade belirdi.

“Bir kızak partisi vereceğim,” diyordu, “17 Aralık Perşembe günü, saat beşte. Eğer sen de gelebilirsen çok sevinirim.”

    Sevgiler, L.C.V.[6 - L.C.V.: Lütfen cevap veriniz. (ç.n.)] Myra St. Claire

Minneapolis’e geleli iki ay olmuştu ve bu sürede yaşadığı en büyük sıkıntı kendini “okuldaki diğer çocuklardan” ne denli üstün hissettiğini saklama konusunda olmuştu; fakat bu varsayımı pek sağlam temellere dayanmıyordu. Amory bir gün Fransızca dersinde (ileri Fransızca dersi alıyordu) aksanını küçümseyip durduğu Bay Reardon’ın telaffuzunu düzelterek gösteriş yapmış ve tüm sınıfı kendine hayran bırakmıştı. On yıl önce Paris’te birkaç hafta geçirmiş olan Bay Reardon ne zaman defterini açacak olsa fiillerle ilgili sorular sorarak ondan intikamını alıyordu. Başka bir sefer de Amory tarih dersinde gösteriş yapmaya çalışmış ama bunun sonuçları öyle korkunç olmuştu ki kendi yaşıtları sonraki bir hafta boyunca birbirlerine imalı laflar atıp durmuştu:

“Aaah, sanıyorum ki Amerikan devrimi ekseriyetle orta sınıfları ilgilendiren bir vakaydı,” ya da “Washington çok asil bir aileden geliyordu… Aaah, çok asil… Sanıyorum…”

Amory bilinçli olarak lafı geveleyerek kendini yaptığı gaftan kurtarmaya çalışmıştı. İki yıl önce Amerika tarihini okumaya girişmiş, ne var ki ancak annesinin büyüleyici bir sesle telaffuz ettiği Koloni Savaşları’na[7 - Koloni Savaşları: Özellikle 16. yüzyılda İspanyol asker ve kâşiflerin Amerika’yı işgal ederek yerli halkla savaşmasıyla başlayan kolonileşme dönemi savaşları. (ç.n.)] kadar gelebilmişti.

En büyük dezavantajı ise spor konusundaydı. Okulda güçlü ve popüler olabilmek için sporun ne kadar önemli olduğunu fark ettiğinde canını dişine takarak kış sporlarında ustalaşmayı kafasına koydu. Bilekleri ağrıyıp burkulsa da, her öğleden sonra cesurca Lorelie kayak alanına giderek paten yapıyor ve ne zaman bir hokey sopasını patenlerine takılmadan tutabileceğini merak ediyordu.

Bayan Myra St. Claire’in kızak partisi davetiyesi, o sabahı ceketinin cebinde, tozlu bir parça fıstıklı şekerlemeyle birlikte geçirdi. Öğleden sonra Amory iç çekerek davetiyeyi cebinden çıkardı, biraz düşündükten ve Latinceye Giriş kitabının arkasında ilk taslağını hazırladıktan sonra cevabını yazdı:

Pek sevgili Bayan St. Claire;

Bu sabah, gelecek Perşembe akşamı yapılacak olan akşam eğlencesi için göndermiş olduğunuz cazip davetiyeyi aldığıma gerçekten çok sevindim. İltifatlarımı Perşembe akşamı bizzat sunmak son derece hoşuma gidecektir.

    Saygılarımla, Amory Blaine

Böylelikle Amory perşembe günü kürekle karları temizlenmiş kaygan kaldırımlarda düşünceli bir şekilde yürüyerek annesinin tasvip edeceğini düşündüğü yarım saatlik bir gecikmeyle saat beş buçukta Myra’nın evinin önüne geldi. Eşiğe geldiğinde kayıtsızca gözlerini kısarak bekledi ve nasıl bir giriş yapacağını titizlikle planladı. Çok acele etmeden Myra’nın annesi Bayan St. Claire’in yanına doğru yürüyecek ve tam olarak şu tonlamayla şunları söyleyecekti:

“Pek sevgili Bayan Claire, geç kaldığım için ziyadesiyle üzgünüm fakat hizmetçim…” burada duraksadı ve daha önce duymuş olduğu bir cümleyi aynen tekrarladığını fark etti, “ama dayımla birlikte bir dostu görmemiz gerekti… Evet, göz alıcı kızınızla dans okulunda tanıştım.”

Sonra Amory yabancılara özgü o hafif eğilerek verilen selamla oradaki tüm samimiyetsiz küçük kızlarla el sıkışacak ve etrafını çevreleyen her iki tarafın selameti için birbirinden uzakta duran haşin erkek gruplarını başıyla selamlayacaktı.

Uşak (Minneapolis’teki üç uşaktan biriydi) kapıyı ardına kadar açtı ve Amory içeri girerek şapkasıyla montunu adama uzattı. Yan odadan yükselmesi gereken sohbetlerin tiz ciyaklamaları andıran seslerini duyamayınca çok şaşırdı ve bunun resmi bir buluşma olabileceğine kanaat getirdi. Bunu tasvip ederdi, tıpkı uşağı tasvip ettiği gibi…

Amory “Bayan Myra,” dedi.

Uşağın korkunç bir şekilde sırıttığını görünce şaşıp kaldı.

“Ah evet,” dedi, “o burada.” Doğu Londralı aksanıyla konuşma çabasının itibarını zedelediğinin farkında değildi. Amory soğuk bir tavırla onu görmezden geldi.

Uşak “Ama…” diye devam etti, sesi gereksiz derecede gürleşmişti, “buradaki tek kişi o. Parti için gelenler gitti.”

Amory bir an için dehşete kapıldı.

“Ne?”

“Kendisi Amory Blaine’i bekliyor. Siz osunuz, değil mi? Annesi eğer beş buçuğa kadar burada olursanız, ikinizin Packard’a[8 - Amerikalı The Packard Motor Car Company tarafından üretilen lüks araba markası. (ç.n.)] atlayıp peşlerinden gidebileceğinizi söyledi.”

Amory’nin çaresizliği Myra’nın belirmesiyle daha da pekişti. Kulaklarına kadar çektiği polo yaka paltosu, asık suratı ve zoraki bir kibarlık hissi veren sesiyle:

“Selam Amory,” dedi.

“Selam Myra.” Heyecanının sebebini açıkladı.

“Her neyse, sonunda gelebildin.”

“Pekâlâ, sana anlatayım. Sanırım otomobil kazasından haberin yok,” diyerek bir yalana girişti.

Myra’nın gözleri fal taşı gibi açıldı.

“Kim kaza yaptı?”

Amory çaresizce “Şey…” diye devam etti, “dayım, yengem ve ben.”

“Ölen var mı?”

Amory önce sustu, sonra başını sallayarak onayladı.

Kız panikle sordu: “Dayın mı?”

“Ah hayır… Sadece bir at… Kır bir at.”