banner banner banner
Cennetin bu yakası
Cennetin bu yakası
Оценить:
 Рейтинг: 0

Cennetin bu yakası

“Beni tekrar öp.” Kızın sesi koca bir boşluktan gelmişti sanki.

“İstemiyorum!” dediğini duydu. Bir sessizlik daha oldu.

Myra yerinden fırladı, yanaklarını incinen gururunun verdiği bir pembelik kaplamıştı, başının arkasındaki koca fiyonk durmadan titriyordu.

“Senden nefret ediyorum!” diye bağırdı. “Bir daha sakın benimle konuşayım deme!”

Amory “Ne oldu?” diye kekeledi.

“Anneme beni öptüğünü söyleyeceğim! Yapacağım! Yapacağım! Anneme söyleyeceğim, o da bir daha seninle oynamama izin vermeyecek!”

Amory ayağa kalktı ve karşısındaki, dünya üzerinde varlığından haberdar olmadığı yeni bir tür hayvanmış gibi ne yapacağını bilemeden kıza baktı.

Birdenbire kapı açıldı ve eşikte, el yordamıyla katlanır gözlüğünü arayan Myra’nın annesi belirdi.

Nazikçe gözlüğünü takarken “Pekâlâ,” dedi, “resepsiyondaki adam burada iki çocuk olduğunu söyledi… Nasılsın Amory?”

Amory Myra’yı izledi ve gürültünün kopmasını bekledi ama hiçbir şey olmadı. Surat asması geçmiş, pembeliği yatışmıştı, annesine cevap verirken Myra’nın sesi yaz mevsimindeki bir göl kadar sakindi.

“Ah, çok geç kaldık anne ben de düşündüm ki doğrudan…”

Amory anne kızı merdivenlere doğru izlerken alt kattan yükselen kahkahaları ve sıcak çikolatayla tatlı çöreklerin sevimsiz kokusunu duydu. Gramofonun sesi, mırıldanan onlarca kızın sesine karışmıştı, yüzü hafifçe kızardı ve her yanını ateş bastı:

Casey-Jones, lokomotife tırmandı
Casey-Jones, elinde emirleriyle
Casey-Jones, lokomotife tırmandı ve
Elveda diyerek koyuldu yola vaat edilen ülkeye gitmek üzere

Genç Egoistin Hayatından Kareler

Amory Minneapolis’te iki yıl geçirdi. İlk kış giydiği sarı mokasenler defalarca yağ ve çamura maruz kaldıktan sonra yeşilimsi kirli bir kahverengiye döndü. Gri kareli kumaştan bir yün ceketi ve kırmızı örgü bir kayak şapkası vardı. Köpeği Kont Del Monte kırmızı şapkayı kemirince eniştesi ona yüzünün üzerine düşen gri bir tane verdi. Bu şapkanın sorunu nefes alıp verdikçe içinin buz gibi havayla dolmasıydı; bir gün lanet olasıca şey yanaklarını dondurmuştu. Amory karla yanaklarını ovmuş ama değişen tek şey renginin siyahımsı bir maviye dönmesi olmuştu.

Kont Del Monte bir keresinde bir kutu meneviş yemiş, ama hiçbir şey olmamıştı. Daha sonra her nedense aklını kaçırarak sokağa fırlamış, çitlere çarparak, oluklarda yuvarlanarak tuhaf bir koşuşturmayla Amory’nin hayatından çıkıp gitmişti. Amory yatağında ağlayıp durmuştu.

“Zavallı küçük kont,” diye hıçkırmıştı, “Ah zavallı küçük kont!”

Birkaç ay sonra kontun yaptığı şeyin bir parça duygusal olduğunu düşünmüştü.

Amory ve Frog Parker, edebiyattaki en muhteşem cümlenin Arsen Lüpen’in III. perdesinde yer aldığını düşünüyordu.

Çarşamba ve cumartesi matinelerinde en ön sıraya otururlardı. Cümle şöyleydi:

“Eğer büyük bir sanatçı ya da büyük bir asker olamayacaksam, yapabileceğim en iyi şey büyük bir suçlu olmaktır.”

Amory tekrar âşık oldu ve bir şiir yazdı. Şiiri şöyleydi:

Marylyn ve Sallee,
Bu kızlar bana göre
Marylyn daha önde
Sallee’den, bu tatlı ve derin sevgide

Amory, Minnesota’lı futbolcu McGovern’ın Amerikan Yıldızlar Takımı’na birinci turda mı yoksa ikinci turda mı seçileceğiyle, kartlı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, bozuk paralı geçiş sisteminin nasıl çalıştığıyla, çift taraflı düğümün nasıl atıldığıyla, bebeklerin nasıl dünyaya geldiğiyle ve Üç Parmaklı Brown’ın gerçekten de Christy Mathewson’dan daha iyi bir atıcı olup olmadığıyla ilgileniyordu.

Okuduğu şeyler arasında şunlar vardı: For the Honor of the School, Küçük Kadınlar (iki kere), The Common Law, Sapho, “Dangerous Dan McGrew” The Broad Highway (üç kere), “Usher Evinin Çöküşü” Three Weeks, Mary Ware the Little Colonel’s Chum, “Gunga Din” The Police Gazette ve Jim-Jam Jems.

Tarihteki tüm Henty maceralarını satın almıştı ve Mary Roberts Rineheart’ın neşeli cinayet öykülerine özel bir ilgi duyuyordu.

Okul, Fransızcasını berbat ettiği gibi, sıradan yazarlara karşı bir beğenisinin oluşmasına sebep oldu. Öğretmenleri onun tembel, güvenilmez ve görünüşte zeki biri olduğunu düşünüyordu.

Birçok kızdan saç bukleleri topluyordu. Birçoğunun yüzüğünü takıyordu. Ama çok geçmeden kimse ona yüzüklerini ödünç vermez oldu, sinirlenince bir şeyleri çiğneme huyu yüzünden yüzüklerin şekillerini bozuyordu. Görünüşe bakılırsa bu durum yüzüğü ödünç alacak bir sonraki kişinin haset şüphelere kapılmasına sebep oluyordu.

Amory ve Frog Parker yaz ayları boyunca her hafta şehir tiyatrosuna gittiler. O hoş kokulu Ağustos akşamlarında neşeli kalabalığın arasında Hennepin ve Nicollet caddeleri boyunca hayal kurarak eve doğru yürürlerdi. Amory, insanların onun ne kadar muhteşem işler başaracak bir çocuk olduğunu anlamamalarına hayret ediyordu. Yüzler kendisine çevrildiğinde ya da gözler üzerine yöneldiğinde bildiği en romantik ifadeyi takınan on dört yaşındaki bu genç, ayaklarının altında asfalt değil de yumuşak yastıklar varmış gibi yürürdü.

Sonrasında yatağa girdiğinde penceresinin hemen önünde daima sesler olurdu; belirsiz, yok olup giden, büyüleyici sesler… Uykuya dalmadan önce en sevdiği hayallerden birini kurarak bir hücum oyuncusu olduğunu, Japonya’yı istila ettiği için dünyanın en genç komutanı unvanını aldığını düşlerdi. Onun hayallerini süsleyen daima bu değişim hali olurdu, asla onların gerçekleşecek olması değil. İşte bu da tam Amory’nin karakterine uygun bir şeydi.

Genç Egoistin İlkesi

Amory Geneva Gölü’ne geri çağırılmadan önce ilk mor kravatı, ilk uzun paçalı pantolonu, uçları tamamen birbirine değen takma gömlek yakası, mor çorapları ve göğsünün cebinden sarkan mor mendiliyle dışarıdan utangaç, içten içeyse heyecanlı görünüyordu. Dahası, en münasip dille bir tür aristokratik egoizm olarak adlandırılabilecek ilk hayat felsefesini, ilkesini belirlemişti.

En büyük çıkarlarının tek bir değişkene, değişen bir insana, geçmişi daima onun ayrılmaz bir parçası olacağından Amory Blaine ismiyle etiketlenen bu kişiye bağlı olduğunu fark etmişti. Amory kendisini muazzam bir iyilik ve kötülük kapasitesine sahip, şanslı bir genç olarak değerlendirirdi. “Güçlü bir iradeye” sahip olduğunu düşünmezdi, ama hünerlerine (çabuk öğrenen biriydi) ve üstün zekâsına (çok derin kitaplar okurdu) güvenirdi. Asla mekanik ya da bilimsel bir zihniyete sahip olamayacağı gerçeğiyle gururlanırdı. Bunun dışında ulaşamayacağı yüksek bir mevki yoktu.

Fiziksel açıdan: Amory ziyadesiyle yakışıklı olduğunu düşünürdü. Öyleydi de. Kendini çeşitli sporlara yatkın bir atlet ve kıvrak bir dansçı olarak görürdü.

Sosyal açıdan: İşte, durumun en tehlikeli hali aldığı nokta burasıydı. Kendisine bahşettiği kişilik, cazibe, çekicilik ve duruş, hemcinslerini gölgede bırakan bir güçken tüm kadınları büyüleyen bir yetenekti.

Zihinsel açıdan: Şüpheye yer bırakmayan mükemmel üstünlük.

Bu noktada bir itirafta bulunmak gerek. Amory vicdan söz konusu olduğunda epey müsamahasızdı. Ona boyun eğdiği için değil… Zaten daha sonra ondan tamamen kurtulacaktı da… Ama on beş yaşındayken vicdanı, onun kendisini diğer çocuklardan çok daha beter görmesine sebep oluyordu. Vicdansızlık… Kötülük söz konusu olduğunda bile insanları etkileme arzusu… Bazen acımasızlığa varan bir soğukkanlılık ve kayıtsızlık… Değişken bir onur anlayışı… Müthiş bir bencillik… Cinsellikle ilgili her şeye duyulan hayret verici, sinsi bir merak…

Bu süslü görüntünün altında tuhaf bir zayıflık da yatardı. Kendinden yaşça büyük bir çocuğun (kendinden yaşça büyük çocuklardan nefret ederdi) dudaklarından dökülen kaba bir söz, onu altüst ederek kasvetli bir duygusallığa veya yersiz bir mahcubiyete sürükleyebilirdi… O hislerinin kölesiydi; umursamaz ve küstah olabileceğini hissetse de ne cesareti, ne kararlılığı ne de kendine saygısı vardı.

Kendini tanıma yerine kendinden şüphe etmeyle harmanlanmış kibir, insanları iradesine hizmetle yükümlü makineler olarak gören bir algı, dünyanın zirvesine çıkabilmek için tüm diğer çocukları “geçme” arzusu… İşte Amory böyle bir altyapıyla ergenliğe girdi.

Büyük Maceraya Hazırlık

Tren yaz ortasının verdiği rehavetle, yavaşça Geneva Gölü’ne yaklaşırken Amory’nin gözüne istasyonun çakıllı yolundaki elektrikli otomobilinde bekleyen annesi ilişti. Bu, eski bir elektrikli otomobildi. İlk modellerden. Gri renkli… Annesini yüzünde güzellik ve asaletle, eski anıları hatırlamanın verdiği bir tebessümle dimdik oturmuş bir halde görünce birden onunla gurur duydu. Birbirlerini sakince öptüler, Amory otomobile binerken bir an onunla boy ölçüşebilmesi için gereken cazibeyi yitirdiğinden korktu.

“Sevgili çocuk… Boyun epey uzun, arkaya bak da gelen giden var mı söyle…”

Kadın sola ve sağa baktı, saatte üç kilometre hızla son derece dikkatli bir şekilde yola koyuldu. Amory’den kendisine gözcülük yapmasını istedi. Hatta kalabalık bir dörtyol ağzına geldiklerinde Amory’nin arabadan inerek önden gitmesini ve bir trafik polisi gibi ona kılavuzluk etmesini söyledi. Beatrice’e dikkatli bir şoför demek mümkündü.

“Çok uzunsun ama yine de yakışıklısın, insanların tuhaf göründüğü yaşı atlatmışsın. On altı yaşında mı öyle gözükülüyordu, on dört ya da on beş de olabilir, bir türlü hatırlayamam… Ama sen o yaşı atlatmışsın.”

Amory “Beni utandırma,” diye fısıldadı.

“Ama sevgili çocuğum, bu nasıl bir kılık! Sanki hepsi takımmış gibi duruyor, öyleler değil mi? İç çamaşırın da mor mu?”

Amory hiç de nazik olmayan bir şekilde homurdandı.