Francis Hindes Groome
Çingene Masalları
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları, Çin Masalları, Norveç Masalları ve Kore Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Çingene Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Giriş
Francis Hindes Groome, kendini Roman (Çingene) yaşamına adayan az sayıdaki 19. yüzyıl halkbilimcisinden biridir. O dönem, folklor çalışmaları açısından destansı bir dönemdir. Fedakâr bilim insanları, tırnaklarıyla kazıyarak bu alanı oluşturmuştur. Ancak daha o zaman bile kıtaları ve kültürleri kapsayan evrensel hikâye motiflerinin varlığı açıkça görülebiliyordu. Groome, ortak bir hikâye yapısının geniş Avrasya coğrafyasına yayılmasında göçebe çingenelerin birincil kaynak olduğu hipotezini ortaya atmıştı. Bugün, bahsi geçen temaların yalnızca Avrasya’da değil, Avrupa’dan okyanuslarla ayrılan Afrika, Polonezya, Avustralya ve Yeni Dünya halkları arasında da yaygın olduğunu biliyoruz. Basit bir kökenden gelen kahramanın büyülü bir değişim yolculuğuna çıktığı, hayvanlardan yardım gördüğü, hilekârlarla karşılaştığı ve kötü üvey akrabalarla ilişki içinde olduğu masal anlatıları bütün dünyada mevcut. Yani yayılma, o kadar da çekici bir hipotez değil. Bu hikâyeler bilincimizin derinlerine işlemiş görünüyor.
Bu kitap, klasik “Çingeneloji”nin hazine sandığı ve Çingene halkı ve kültürüyle ilgilenen herkes için ilgi çekici bir okuma. Bunlar yumuşatılmış “masallar” değil, daha ziyade “yetişkinlere özgü durumlar” da içeren karmaşık ve dünyevi hikâyeler. Groome, 19. yüzyıldaki sansürlenmiş folklor kitaplarının aksine elindeki malzemeyi basitçe düzenlemiş ve hikâyedeki boşlukları ya da tutarsızlıkları düzeltme çabasına girmemiş. Anlatıcının, büyüsünü üzerimize saçmasına izin vermiş.
Çingenelerin Dağılımı
Dünya yüzünde Çingenelerden daha geniş bir alana yayılmış başka bir ırk yoktur. Finlandiya'dan Sicilya'ya, Boğaz kıyılarından Atlantik şeridine kadar Avrupa'da nereye giderseniz gidin, muhakkak Çingenelere rastlarsınız. Avrupa’daki muhtemel sayıları bir milyona yakın. Macaristan’da 275.000, Romanya’da 200.000, Sırbistan’da 38.000 ve Bulgaristan’da 52.000 kadar olduklarına inanılıyor. Britanya’da kaç Çingene olduğuna dair en ufak bir fikrim yok, zira değerlendirebileceğimiz hiçbir istatistik bulunmuyor.1 Ancak hayatımın herhangi bir döneminde, er ya da geç göçebe ya da yerleşik Çingenelerin ışıklarıyla aydınlanmayan hiçbir yer görmedim ki İngiltere ve İskoçya’nın pek çok yerinde yaşamışlığım vardır. Londra ve Londra çevresi, Oxford’a dek uzanan Thames vadisi, Black Country, Bristol, Manchester, Liverpool ve Yarmouth… Buralar, yerleşik Çingeneleri en çok aramam gereken yerler. Kilise kayıtlarına, yerel tarihe ve kendi bilgilerime dayanarak, son dört yüz yıldır Land’s End ile John o’Groats arasında, Çingenelerin herhangi bir zaman diliminde kamp kurmadıkları bir cemaat bölgesi olduğundan şüpheliyim.
Asya’nın Anadolu, Suriye, Ermenistan, İran, Türkistan ve Sibirya bölgelerinde, hatta belki Hindistan ve Çin’de bile sayıları bilinmeyen göçebe Çingeneler var. Amerika kıtasında da Kanada’nın Pictou kasabasından Brezilya’nın Rio kentine dek uzanıyorlar. Yeni Zelanda ve Avusturalya’da izole gruplar içinde yaşamaya devam ediyorlar.
Günümüzde yerleşik Çingenelerin sayısı göçebeleri geçmiş olmalı. Macaristan’da toplam nüfuslarının üçte biri, yani yalnızca 9000’i “daimi hareket halinde” görülmektedir. Yine de bu ırk, genel anlamda göçebe bir ırktır. Geniş bir alana yayılmış olmaları, geçmişteki göçlerden kaynaklanır. Bizim için önemli bir bilgi, on beşinci yüzyılın ilk yarısında, hareketlilikleri merhum M. Paul Bataillard tarafından “Dé l’Apparition et de la Dispersion des Bohémiens en Europe” (1844), “Nouvelles Recherches” (1849) ve “Immigration of the Gypsies into Western Europe in the Fifteenth Century” (Gypsy Lore Journal, Nisan 1889 – Ocak 1890) gibi kaynaklarda, büyük bir aşk ve emekle kayda geçirilmiştir.2
Birinci Bölüm
TÜRK ÇİNGENE MASALLARI
Ölü Adamın Minneti3
Bir kralın üç oğlu varmış. Kral en küçük oğluna yüz bin kuruş vermiş. En büyük oğluyla ortanca oğluna da aynı miktarda para vermiş. En küçük oğlu parayı aldığı gibi yola koyulmuş. Nerede bir fakir görse para vere vere bütün parasını bitirmiş. En büyük kardeş para kazanmak için gemiler inşa ettirmiş. Ortanca ise gidip dükkânlar yaptırmış. Bir süre sonra babalarının yanına dönmüşler.
“Neler yaptınız?” diye sormuş Kral.
En büyükleri, “Bir sürü gemi yaptırdım,” demiş.
Kral en küçük oğluna dönüp “Peki sen ne yaptın?” diye sormuş.
“Ben mi?” demiş küçük oğlu. “Parayı yolda gördüğüm fakirlere dağıttım. Fakir kızların düğün masraflarını karşıladım.”
Kral, “En küçük oğlum fakirlere kol kanat gerecek demek ki,” demiş. “Ona yüz bin kuruş daha verin.”
Delikanlı parayla birlikte babasının yanından ayrılmış. Parasını on iki kuruşu kalana dek harcamış. Cebinde on iki kuruşla yürümeye devam ederken buldukları bir cesedi hırpalayan birkaç adamla karşılaşmış.
“Ne istiyorsunuz ölüden? Neden dövüyorsunuz?” diye sormuş.
“Ondan on iki kuruş istiyoruz.”
“Eğer ölüyü rahat bırakırsanız size istediğiniz parayı veririm.”
Prens parayı verip ölü adamı ellerinden kurtarmış. Sonra yeniden yola koyulmuş. Delikanlı ilerlerken ölü adam da peşine düşmüş. “Nereye gidiyorsun?” diye sormuş ölü adam.
“Öylesine yürüyorum.”
“Ben de geleyim. Birlikte yürüyelim. Yol arkadaşı olalım.”
“Hadi, öyle olsun.”
“O halde gel, seni bir yere götüreceğim.”
Ölü adam, Prens’i bir köye götürmüş. Bu köyde yaşayan genç bir kız varmış ve kiminle evlense, ertesi gün şafak sökerken kocasını yatağında ölü bulurmuş.
Ölü adam, “Seni bir yere saklayacağım. Sana bir kız getireceğim ve biz hep arkadaş olacağız,” demiş.
Sonra da gidip kızı bulmuş. (Kızın ağzından ejderhalar çıkıyormuş.)
“Bu gece yatağa girdiğinde ben de orada olacağım,” demiş.
Kılıcını alıp delikanlıyla genç kızın yanına gitmiş. Delikanlı, “Kesinlikle olmaz,” demiş. “Madem istiyorsun, kızı sen al.”
“Biz arkadaş değil miyiz?” diye sormuş ölü adam. “Sen onunla uyuyacaksın. Ben de burada.”
Gece yarısı olduğunda ölü adam kızın ağzından çıkan ejderhayı görmüş. Kılıcını çektiği gibi ejderhanın üç başını da kesmiş, göğsünün üzerine koymuş. Sonra da yatıp uyumuş. Genç kız ertesi sabah uyandığında kocasının yanında uyuduğunu görmüş. Hemen kızın babasına haber göndermişler: “Kızınız bu sabaha kocasıyla birlikte uyandı.”
Baba, “Bu delikanlı benim damadım işte,” demiş.
Prens ise karısını alarak babasının yanına gitmeye niyetlenmiş.
Ölü adam, onun karşısına dikilip, “Parayı bölüşelim,” demiş. Bölüşmüşler.
“Parayı böldük, şimdi karını da bölüşeceğiz,” demiş ölü adam.
Delikanlı, “Onu nasıl böleceğiz? İstiyorsan sen al,” demiş.
“Hayır, bölüşeceğiz.”
“İyi de nasıl böleceğiz?” diye sormuş delikanlı.
Ölü adam, “Ben hallederim,” demiş.
Genç kıza uzanarak dizlerini bağlamış. “Sen bir ayağını tut, ben de diğerinden tutacağım,” demiş delikanlıya.
Kızı kesmek için kılıcını havaya kaldırmış. Genç kız korkuyla ağzını açıp haykırınca ağzından bir ejderha düşmüş. Ölü adam bunun üzerine delikanlıya dönerek “Bana eş gerekmez. Para da gerekmez. Diğer adamları öldüren, şu gördüğün ejderha başlarıydı. Artık öldüremezler. Eşin de paran da senin olsun. Sen bana bir iyilik yapmıştın, ben de sana bir iyilik yaptım,” demiş.
“Ben sana ne iyilik yaptım ki?” diye sormuş delikanlı.
“Beni o adamların elinden kurtardın ya…”
Ölü adam mezarına dönerken, Prens de karısıyla birlikte babasına doğru yola çıkmış.
Dazlak
Bir zamanlar adamın biri bir kalyon inşa etmiş, içini tayfayla doldurmuş. Akdeniz’den Karadeniz’e doğru yola koyulmuş. Su almak için bir köyde durduğunda dört beş erkek çocuğunun oyun oynadığını görmüş. Çocuklardan biri dazlakmış. Adam çocuğa, “Su nerede?” diye seslenmiş. Dazlak çocuk, adamı suya götürmüş. Adam suyunu aldıktan sonra çocuğa sormuş:
“Benimle gelir misin?”
“Gelirim ama bir anam var.”
“O zaman anana gidelim.” Gitmişler.
“Oğlunu bana verir misin?”
“Veririm.”
Kaptan bir aylık maaşını ödeyerek delikanlıyı yanına almış. Demir alıp yola çıkmışlar. Daha büyük bir köye vardıklarında su bulmak için karaya çıkmışlar.
Kralın oğlu yürüyüşe çıktığında bir dervişin bir kız portresi sattığını görmüş. Genç adam bu portreyi almış. Çok güzelmiş. Kızın babası yedi yıldır o portre üzerinde çalışıyormuş. Kralın oğlu resmi çeşmenin başına koymuş ve, su içmeye gelenlerden biri “ben bu kızı görmüştüm,” diyecek, diye düşünmüş. Kaptan kıyıya yanaşıp su almaya gitmiş. Gözlerini kaldırınca portreyi görmüş. “Nasıl bir güzellik bu!” demiş. Yeniden tekneye dönerek tayfasına, “Orada bir güzel var. Daha önce hiç böyle bir güzellik görmemiştim,” demiş.
Dazlak, “Gidip bakayım,” demiş.
Dazlak çeşmenin başına varıp da portreyi görür görmez kahkahalara boğulmuş. “Dervişin kızı bu. Onu nasıl bulmuşlar ki?”
Sözünü bitirmesine kalmadan yakalayıp saraya götürmüşler. Dazlak, yakalanır yakalanmaz aklını yitirmiş. İki gün sonra adamlar tekrar gelmiş. “O kızı tanıyor musun?”
“Tanımak mı? Biz birlikte büyüdük. Annesi öldü. Hem onu hem beni emzirmişti.”
“Padişahın karşısına çıkacaksın, korkma.”
Oğlanı, padişahın karşısına çıkarmışlar.
“Bu kızı tanıyor musun delikanlı?”
“Tanıyorum, birlikte büyüdük.”
“Onu buraya getirir misin?”
“Getiririm. Bana yaldızlı bir kalyon yapın. Yanıma yirmi müzisyen verin. Bırakın oğlunuz da benimle gelsin. Ne yaparsam yapayım kimse bana itiraz etmesin. O zaman giderim. Gidip dönmem yedi yıl sürer.”
Yanlarına yedi yıl yetecek azık ve su alıp yola koyulmuşlar. Genç kızın ülkesine varmışlar. Şafak sökerken Dazlak, kalyonu kızın evine yanaştırmış. Ev, denize çok yakınmış. Dazlak, “Ben çıkıp güverteye bir bakacağım. Sakın hiçbiriniz kendinizi göstermeyin,” demiş. Sonra yukarı çıkıp güverteyi arşınlamaya başlamış.
Dervişin kızı uykusundan uyanmış. Güneş artık hem kalyonu hem de evi aydınlatıyormuş. Kız dışarı çıkıp gözlerini ovuşturmuş. Bir aşağı bir yukarı yürüyen adamı görmüş. Başını biraz uzatınca bizim Dazlak’ı fark etmiş. Hemen tanımış.
“Ne arıyorsun burada?”
“Senin için geldim, seni görmeye. Çok uzun zaman oldu. Tekneye gelsene. Baban nereye gitti?”
“Babamın benim portremi yaptığını bilmiyor musun? Onu satmaya gitti. Birkaç gün içinde gelmesini bekliyorum.”
“Yanıma gel de biraz konuşalım.”
Kız üzerini değiştirmeye gidince Dazlak da tayfasıyla konuşmaya gitmiş. “İyice gizlenin. Kimse görünmesin. Ben kızı kamaraya götürünce ipleri çözün.”
Kız kamaraya girmiş. Oturup konuşmaya başlamışlar. Kalyon da yola çıkmış. Dazlak, kralın oğlunu gizlice içeri getirmiş.
“Bu da kim?” demiş kız. “Ben gidiyorum.”
“Delirdin mi kardeşim? Gel biraz şeker yiyelim.” Birkaç şeker vererek kızın kendinden geçmesini sağlamışlar.
“Biraz müzik çalalım sana,” demiş Dazlak.
Dışarı çıkıp müzisyenleri getirmiş. Çalmaya başlamışlar. Kız, “Kalkıp gitmeliyim, babam gelecek,” demiş.
“Biraz daha otur, bırak çalsınlar.” Müzisyenler çalmaya devam etmiş ve kız, kalyonun yola çıktığını fark etmemiş.
Daha sonra kız tekrar “Artık gidiyorum,” demiş.
Güverteye çıktığında bir bakmış ki evi uzaklarda… “Ah, kardeşim, ne yaptın sen bana?”
“Ne mi yaptım? Yanında oturan adam padişahın oğlu. Ben de onun adına seni almaya geldim.”
Kız ağlamaya başlamış. “Ne yapayım ben? Kendimi denize mi atayım?” Ama hayır, gidip şehzadenin yanına oturmuş. Müzik, yiyecek, içecek gırlaymış. Dazlak yukarıda bir başına oturuyormuş. Kaptanmış ne de olsa. Diğerleri yiyip içerken o görev yerinden dışarı bir adım bile atmamış.
Karaya yanaşmalarına iki ya da üç gün varmış. Bir sabah şafak sökerken üç kuş, kalyonun üzerine tünemiş. Oğlanın yanında kimse yokmuş. Kuşlar konuşmaya başlamış. “Kuş, ah sevgili kuş! O da ne öyle? Dervişin kızı, şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başlarına gelecek felaketten haberi bile yok.”
“Ne olacak?” diye sormuş diğer kuşlar.
“Varır varmaz, onları almaya küçük bir tekne gelecek. Tekne alabora olacak ve dervişin kızıyla şehzade boğulacak. Bunu her kim duyar da başkasına anlatırsa, dizleri taş kesilecek.”
Dazlak konuşulanları dinlerken yalnızmış.
Ertesi sabah erkenden kuşlar yeniden gelmiş. Konuşmaya başlamışlar. “Ah kuş, sevgili kuş! O da ne öyle? Dervişin kızı, şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başlarına gelecek felaketten haberleri yok. Kıyıya varıp da kapıdan geçtikleri anda kapı paramparça olacak. Üstlerine yıkılıp onları öldürecek. Bunu her kim duyar da başkasına anlatırsa, sırtı taşa dönecek.”
Şafak sökerken kuşlar tekrar gelmiş. “Ah kuş, sevgili kuş, o da ne öyle? Dervişin kızı şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başına gelecek felaketten haberi bile yok.”
“Ne olacak?” diye sormuş diğer kuşlar.
“Evlendikleri gece yedi başlı ejderha çıkıp gelecek ve şehzadeyle dervişin kızını bir çırpıda yutacak. Bunu her kim duyar da başkasına söylerse, başı taşa dönecek.”
Dazlak kendi kendine, “Hiçbir teknenin yaklaşmasına izin vermeyeceğim,” demiş. Ayağa kalkıp karşı tarafa bakınca, genç kızı almaya gelen birkaç tekne görmüş.
“Tekne istemem.” Hemen yelkenleri açmış. Kalyon hızlanarak ilerlemeye başlamış. Herkes onu izliyormuş. “Hey, kalyon karaya oturacak!”
“Dokunmayın,” demiş padişah. “Bırakın karaya otursun.”
Dazlak, gemiyi karaya oturtmuş.
Dazlak, “Kızı almaya giderken kimse yaptıklarıma karışmasın dememiş miydim? Kimse karışmasın,” demiş.
Kızla şehzadeyi alıp kapıya doğru ilerlemiş. “Yıkın kapıyı.”
“Yıkalım mı? Neden?” diye sormuşlar.
“Kimse karışmasın demedim mi ben?”
Hazırlanıp kapıyı yıkmışlar. Hep birlikte yukarı çıkmışlar. Yiyip içmiş, gülüp eğlenmişler.
Dazlak oğlanın içini kemiren bir kurt varmış.
Gece çökmüş. Genç çiftin yatağını hazırlamışlar. Dazlak, “Siz nerede uyuyacaksanız ben de orada uyuyacağım,” demiş.
“Gelinle damadın yanında uyuyamazsın, olmaz.”
“Anlaşmamız nasıldı?”
“Sen bilirsin.”
Hep birlikte odaya girip uzanmışlar. Dazlak kılıcını sımsıkı tutmuş, başını yorganın altına saklamış. Gece yarısı ejderhanın geldiğini duymuş. Kılıcını çektiği gibi ejderhanın başlarını kesmiş. Hepsini yatağının altına saklamış. Şehzade uyanıp da Dazlak’ı elinde kılıçla görünce, “Dazlak bizi öldürecek!” diye haykırmış.
Babası gelip “Neden bağırıyorsun oğlum?” diye sorunca, “Dazlak bizi öldürecek,” demiş şehzade.
Dazlak’ı yakalayıp kollarını bağlamışlar.
Şafak sökünce padişah, Dazlak’ı huzuruna çağırmış. “Neden öyle davrandın? Yedi yıl boyunca yolculuk ederek kızı getirdin, sonra da onları öldürmek istedin.”
“Ne yapabilirdim ki?”
“Sen oğlumu öldürmeye kalktın, ben de seni öldüreceğim.”
“Sen bilirsin.”
Oğlanın ellerini bağlayıp başını vurdurmaya götürmüşler. Yolda giderken Dazlak kendi kendine, “Kafamı kesecekler,” demiş. “Ama anlatırsam da taşa dönerim. Hey, beni padişaha götürün. Ona söyleyecek bir çift sözüm var.”
Genç adamı padişaha götürmüşler.
“Neden geri getirdiniz?”
“Size söyleyecek bir çift sözü varmış.”
“Söyle bakalım delikanlı.”
“Dervişin kızını almaya giderken kalyonda tek başıma oturuyordum. Oğlunuz kızla birlikte yiyip içiyordu. Bir sabah üç kuş gelip konuşmaya başladı. ‘Ah kuş, sevgili kuş, o da ne öyle? Dervişin kızı şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başına gelecek felaketten haberi bile yok. Bunu her kim duyup da bir başkasına söylerse dizleri taş keser,’ dediler. Orada yalnızca ben vardım ve duydum.”
Dazlak bunu söyler söylemez dizleri taş kesilmiş. Padişah, genç adamın taş kesildiğini görünce, “Rica ederim daha fazla devam etme delikanlı,” demiş.
“Ama anlatacağım,” diye cevaplamış Dazlak. Kapının hikâyesini anlatmış ve sırtı da taş kesilmiş.
“Kuşlar üçüncü kez gelip konuşmaya başladılar. Ben de onları duydum (zaten bu yüzden gelin ve damatla yatmak istedim). ‘Yedi başlı bir ejderha gelip onları yiyecek!’ dediler. İnanmazsanız yatağın altına bakın.”
Odaya gidip baktıklarında ejderhanın yedi başını görmüşler.
“Onu öldüren bendim. Oğlunuz kılıcı elimde görünce onları öldüreceğimi düşündü. Onlara gerçeği anlatamazdım.”
Bunları söyledikten sonra başı da taş kesmiş. Dazlak için bir mezar yaptırmışlar.
Şehzade birden ayaklanarak yollara düşmüş. “O benim için yedi yıl gezdi ben de onun için yedi yıl gezeceğim,” demiş.
Şehzade yürümüş durmuş. Bir yerde bir su görünce birkaç yudum içip dinlenmek için uzanmış. Dazlak rüyasına girmiş. “Buradan bir avuç toprak al, sonra mezarın üzerine serp.”
Şehzade bir süre daha uyumuş. Uyanır uyanmaz bir avuç toprak alıp mezarın başına dönmüş. Toprağı mezara serptiği gibi Dazlak uyanmış. “Mışıl mışıl uyumuşum!” demiş.
“Sen benim için yedi yıl dolaştın ben de senin için yedi yıl dolaştım,” demiş şehzade.
Dazlak’ı alıp saraya götürmüş ve ona rütbe vermiş.
İkinci Bölüm
ROMEN ÇİNGENE MASALLARI
Vampir
Köyün birinde yaşayan ihtiyar bir kadın varmış. Bu köyde yetişkin kadınlar bir araya gelip çalışır, “yardımlaşırmış”.4 Genç delikanlılar gelip kızların yakasına yapışır, bir kenara çekip öperlermiş. Ancak kızlardan birinin onu tutup öpecek bir âşığı yokmuş. Zengin köylülerden birinin kızı olan bu genç kadın iri yarı biriymiş. Üç gün boyunca kimse yanına yanaşmamış. Kız kendinden büyük arkadaşlarına bakıp dururmuş. Kimsenin onu düşündüğü yokmuş. Fakat bu kız, eşine az rastlanır güzellikteymiş. Derken genç bir delikanlı ortaya çıkmış, kızı kollarına alıp öpmüş. Horozlar ötene kadar da onunla kalmış. Şafak söküp de horozlar ötmeye başlayınca delikanlı çekip gitmiş. İhtiyar kadın, delikanlının ayaklarının horoz ayağı olduğunu görmüş. İhtiyar, oğlanın ayaklarına bakmaya devam ederken, “Nita, kızım, sen tuhaf bir şey gördün mü?” diye sormuş.
“Görmedim.”
“O zaman o çocuğun ayaklarının horoz ayağı olduğunu da fark etmedin yani?”
“Hayır, görmedim.”
Kız evine gidip uyumuş. Uyanınca da diğer kadınların yanına yün eğirmeye gitmiş. Çok geçmeden delikanlılar da sevgililerinin yanına gelmiş. Kızları öpmüş, bir süre yanlarında kalmış, sonra evlerine gitmişler. Genç kızın yakışıklı delikanlısı da gelmiş. Kızı kollarına almış, öpmüş, dans etmiş ve gün doğumuna kadar onunla kalmış. Derken horozlar ötmeye başlamış. Delikanlı horozların sesini duyar duymaz kızın yanından ayrılmış. Kulübesindeki ihtiyar kadın, “Nita, oğlanın ayakları at toynağıydı, fark ettin mi?” diye sormuş.
“Eğer öyleyse de görmedim.”
Kız evine dönmüş. Uyuyup uyanmış, yapması gereken işleri yapmış. Gece çöktüğünde eğirme tekerini alıp kulübedeki ihtiyarın yanına gitmiş. Diğer kızlarla delikanlılar da gelmiş. Herkes sevdiğiyle birlikteymiş. Genç kız bir süre bekledikten sonra delikanlı çıkıp gelmiş. Kız ne yapmış dersiniz? Büyük bir dikkatle oğlanın sırtına bir iğne ve iplik geçirmiş. Horozlar ötüp de oğlan gittiğinde, kız onun nereye gittiğini bilmiyormuş. Sabah kalkar kalkmaz ipin ucunu tutup yol boyunca takip etmiş. Oğlanın bir mezarda oturduğunu görmüş. Kız titreyerek evine dönmüş. Gece mezardaki delikanlı ihtiyar kadının evine geldiğinde kızın orada olmadığını görmüş. İhtiyar kadına, “Nita nerede?” diye sormuş.
“Gelmedi.”
Bunun üzerine delikanlı Nita’nın evine gitmiş. “Nita, evde misin?” diye seslenmiş.
“Evdeyim,” diye yanıtlamış Nita.
“Kiliseye geldiğinde ne gördüğünü anlat bana. Anlatmazsan babanı öldürürüm.”
“Hiçbir şey görmedim.”
Delikanlı şöyle bir bakmış5 ve kızın babasını öldürüp mezarına dönmüş.
Ertesi gece yeniden gelmiş. “Nita, bana ne gördüğünü anlat.”
“Hiçbir şey görmedim.”
“Anlat, yoksa babanı öldürdüğüm gibi anneni de öldürürüm. Ne gördüğünü anlat bana.”
“Hiçbir şey görmedim.”
Delikanlı kızın annesini de öldürmüş ve mezarına dönmüş. Kız ertesi sabah uyanmış. Kızın on iki hizmetkârı varmış. Onlara, “Ne çok param, öküzüm, koyunum var görüyorsunuz, değil mi? Onların hepsi sizin olacak, çünkü ben bu gece öleceğim. Eğer beni ormandaki bir elma ağacının dibine gömmezseniz, mirasım size lanet getirecek.”
Gece çökünce mezardaki delikanlı yeniden gelmiş ve “Nita, evde misin?” diye sormuş.
“Evdeyim.”
“Anlat bana Nita, üç gün önce ne gördün? Yoksa aileni öldürdüğüm gibi seni de öldürürüm.”
“Sana anlatacak hiçbir şeyim yok.”
Delikanlı, Nita’yı da öldürmüş, sonra etrafa bir bakış atarak mezarına dönmüş.
Hizmetçiler ertesi sabah uyandıklarında Nita’yı ölü bulmuşlar. Bedenini alıp dikkatle dışarı çıkarmışlar. Sonra duvarda bir delik açıp Nita’yı delikten geçirmiş ve tıpkı kızın söylediği gibi ormandaki elma ağacının dibine gömmüşler.
Aradan yarım yıl geçmiş. Günlerden bir gün prensin biri tazıları ve köpekleriyle yabantavşanı avına çıkmış. Tazılar ormanda dolaşırken genç kızın mezarının yakınına gelmişler. Mezardan bir çiçek çıkmış. Öyle güzel bir çiçekmiş ki bu, bütün krallıkta bir eşi benzeri yokmuş.6 Tazılar, genç kızın gömüldüğü yerde toplanıp havlamaya, mezarı kazmaya başlamışlar. Prens, boynuzunu çalarak köpekleri yanına çağırmış ama köpekler gelmemiş. Prens, “Hemen oraya gidin,” demiş.
Dört avcı, hayvanların yanına gelince bir mum gibi yanan çiçeği görmüş. Prensin yanına döndüklerinde Prens, “Ne var orada?” diye sormuş.
“Daha önce hiç görülmemiş bir çiçek.”
Delikanlı bunu duyunca genç kızın mezarına yaklaşmış. Çiçeği görür görmez koparmış. Eve döndüğünde annesiyle babasına göstermiş. Sonra da bir vazoya yerleştirip yatağının başucuna koymuş. Ancak çiçek vazodan çıkmış, bir takla atmış7 ve yetişkin bir kadına dönüşmüş. Delikanlıyı tutup öpmüş, ısırmış, sarılmış, onu kollarına almış, ellerini başının altına koymuş. Prens hiçbirinin farkında değilmiş. Şafak sökerken kız yeniden çiçek oluvermiş.
Delikanlı ertesi sabah hasta uyanmış. Annesiyle babasına, “Omzum ağrıyor, başım ağrıyor,” diye sızlanmış.
Annesi bir şifacı çağırıp delikanlıya baktırmış. Oğlan yiyecek içecek bir şeyler istemiş. Bir süre oyalanmış, sonra yapması gereken işleri yapmaya gitmiş. Akşam yeniden evine döndüğünde yiyip içmiş, kanepeye serilmiş. Bir süre sonra uyku onu ele geçirmiş. O sırada çiçek yeniden yükselip yetişkin bir kadına dönüşmüş. Genç adamı kollarına almış, onunla kol kola uyumuş. Prens gece boyunca uyumuş. Kız da sabah yeniden vazoya dönmüş. Oğlan uyandığında annesiyle babasına kemiklerinin ağrıdığını söylemiş. Babası karısına, “Çiçek geldikten sonra başladı. Önemli bir şey olmalı, çocuk çok hasta. Bu gece nöbet tutalım. Bir kenarda duralım da oğlumuzu ziyaret eden kimmiş görelim,” demiş.