Книга Çingene Masalları - читать онлайн бесплатно, автор Francis Hindes Groome. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Çingene Masalları
Çingene Masalları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Çingene Masalları

“Şey, beyaz kısrağı kaybettim, bulamıyorum.”

Karga, bütün kargaları çağırmış. Kısrağı bulana kadar her yeri aramışlar. Sonunda gagalarında taşıyarak kısrağı oğlana getirmişler. Delikanlı kısrağı alıp ihtiyar kadına götürmüş.

“Bir günün daha var,” demiş ihtiyar kadın.

Sabah olduğunda delikanlı, kısrağı bir kez daha bulmak zorundaymış. (O gece ihtiyar kadın beyaz kısrağı öldüresiye kırbaçlamış. Kısrak da kadına, “Bu kez de beni bulursa çatlarım, doğruca denize gideceğim,” demiş.)

Delikanlı kısrakla birlikte gittikten sonra kısrak denize saklanmış. Delikanlı aramış taramış ama onu bulamamış. Aklına balık gelmiş. Balık hemen karşısında bitip, “Sorun nedir delikanlı?” diye sormuş.

“Beyaz kısrağın nereye gittiğini bilmiyorum.”

Balık gidip bütün balıkları çağırmış. Beyaz kısrağı, ardında tayıyla birlikte oğlana getirmişler. Delikanlı kısrağı alıp ihtiyar kadına gitmiş. Kadın, “Hangisini istersen al tatlım,” demiş.

Delikanlı en genç tayı seçmiş.

İhtiyar kadın, “Onu alma delikanlı, iyi bir at değil o,” demiş. “Daha güzelini al.”

Delikanlı da, “Öyle olsun,” demiş.

Delikanlı biraz daha ilerlediğinde tay bir takla atmış ve yirmi dört kanatlı altın bir ata dönüşmüş. Yılan’ın böyle bir atı yokmuş. Oğlan ablalarına gidip üçünü de almış. Sonra Yılan-Kadın’ı da alıp hepsini evine götürmüş. Ne Kirli Ruh ne de ejderha onu yakalayabilmiş. Oğlan eve dönmüş. Düğün yapmış, yiyip içmişler. Ben de onları orada bırakıp bu hikâyeyi sizlere anlatmaya geldim.



Değerli bir hikâye ama karmaşık ve noksan. Ejderhanın kim olduğu varsayımlara bırakılmış. Yılan-Kadın’dan -gerçekten yaşlı (iblis) biri olmalı- nadiren bahsediliyor. Hiçbir derlemede bu hikâyenin tam bir benzerini bulamadım.

İki Hırsız

Bir varmış bir yokmuş. İki hırsız varmış. Bunlardan biri köylerde, diğeri şehirlerde hırsızlık yaparmış. Bir gün ikisi karşılaşmış ve birbirlerine nereden geldiklerini, kim olduklarını sormuşlar.

Köylü hırsız, şehirli hırsıza demiş ki; “Karganın altından yumurta çalacak kadar becerikli bir hırsızsan, sana ancak o zaman hırsız derim.”

Diğeri, “İzle de nasıl çaldığımı gör,” demiş.

Sonra rahatça ağaca tırmanıp elini karganın altına uzatmış ve yumurtalarını çalmış. Karganın ruhu bile duymamış. O karganın yumurtalarını çalarken köylü hırsız da adamın pantolonunu çalmış ve şehirli hırsızın ruhu bile duymamış. Aşağı inip de çıplak olduğunu fark ettiğinde, “Kardeşim, pantolonumu çaldığını anlamadım bile. Gel kardeş olalım,” demiş.

Böylece kardeş olmuşlar.

Peki sonra ne yapmışlar dersiniz? Birlikte şehre gitmişler. Yanlarına bir de kadın almışlar. Şehirli hırsız, “Kardeşim, iki kardeşin tek bir eşi olması mümkün değil. Al senin olsun,” demiş.

“Benim olsun,” demiş diğeri.

“Hadi şimdi gel, seni para kazanacağımız bir yere götüreceğim.”

“Hadi kardeşim, sen bilirsin.”

Hazırlanıp yola düşmüşler. Kralın sarayına kadar gidip içeri nasıl girebileceklerini düşünmeye başlamışlar. Akıllarına ne gelmiş dersiniz?

Şehirli hırsız, “Hadi kardeşim, saraya gizlice girelim ve arka arkaya aşağı inelim,” demiş.

“Hadi.”

Böylece çatıya çıkıp bir yer açmışlar. Köylü hırsız aşağı inmiş, iki yüz kese dolusu parayı çalıp dışarı çıkmış. Eve dönmüşler.

Kral sabah uyanıp paralarına baktığında iki yüz kese paranın eksik olduğunu görmüş. Hemen kalkıp ihtiyar bir hırsızın yattığı hapishaneye gitmiş. Karşısına çıkınca, “İhtiyar hırsız,” demiş, “sarayıma kimin girip de benden iki yüz kese para çaldığını bilmiyorum. Nereden kaçtılar onu da bilmiyorum. Sarayın hiçbir yerinde bir gedik yok.”

İhtiyar hırsız, “Mutlaka bir gedik vardır majesteleri. Siz görmemişsinizdir. Şimdi gidip sarayda bir ateş yakın. Sonra dışarı çıkıp izleyin. Duman nereden çıkıyorsa, hırsızlar oradan girmiştir. Sonra o gediğe bir fıçı şekerkamışı bırakın. Çünkü paranızı çalan hırsız mutlaka tekrar gelecektir,” demiş.

Kral saraya gidip bir ateş yakmış ve dumanların sarayın çatısından çıktığını görmüş. Oraya gidip deliğe bir fıçı şekerkamışı koymuş. Hırsızlar gece olunca yeniden saraya gelmişler. Köylü hırsız yine gedikten aşağı inmiş. İnerken de şekerkamışı fıçısının içine düşmüş. Hemen kardeşine seslenmiş. “Kardeşim, benim işim bitti. Krala bu hazzı tattırmamak için gel de sen kes başımı. Nasılsa ölüyüm artık.”

Arkadaşı hemen aşağı inip diğerinin kafasını kesmiş ve bir ormana gömmüş.

Kral erkenden uyanıp çatıya çıkmış ve hırsızın düştüğü yeri görmüş. Fıçıdaki hırsızın başı yokmuş. Ne yapacakmış şimdi? Yeniden ihtiyar hırsızın yanına gitmiş. “Dinle beni ihtiyar, hırsızı yakaladım ama başı yok!” demiş.

İhtiyar hırsız bunun üzerine, “Hah!” demiş. “Kralım, çok kurnaz bir hırsız bu. Peki ne yapacaksınız? Cesedi alın ve şehrin kapısının dışına asın. Başını çalan hırsız, bedenini çalmaya da gelecektir. Orayı gözlesin diye askerlerinizi görevlendirin.”

Kral hemen gidip cesedi almış ve şehrin kapısına asmış. Askerlerini de izlemekle görevlendirmiş.

Hırsız ise beyaz bir kısrak ve bir at arabası almış. Yirmi testi de şarap almış yanına. Onları da arabaya koyduktan sonra doğruca arkadaşının cesedinin asılı olduğu yere gitmiş. Çok ihtiyar biri gibi davranmış ve arabası bozulmuş, arabada taşıdığı testi de düşmüş gibi yapmış. Ağlayıp saçını başını yolmaya başlamış. Dövüne dövüne ağlıyor, yoksul bir adam olduğunu, efendisinin onu öldüreceğini söyleyip duruyormuş. Cesedi koruyan askerler birbirlerine “Gidip şu ihtiyar adamın testisini arabaya koymasına yardım edelim,” demişler. “Ağlayışlarını duymak çok üzücü.”

Böylece yardım etmeye gitmişler. “Selam ihtiyar,” demişler. “Testini arabaya koyacağız. Sen de bize içecek bir şeyler verir misin?”

“Elbette veririm evladım.”

Askerler gidip testiyi arabaya yerleştirmiş. İhtiyar da onlara, “Testiden birer fırt alın, size verecek başka bir şeyim yok,” demiş.

Askerler tıka basa içmişler. İhtiyar o sırada, “Bu kim?” diye sormuş.

Askerler, “Hırsızın teki,” diye cevap vermiş.

Bunun üzerine ihtiyar adam, “Geceyi burada geçiremem, yoksa o hırsız kısrağımı çalar,” demiş.

Askerler, “Ne ahmaksın ihtiyar!” demişler. “Nasıl çalacakmış kısrağını?”

“Çalar elbet evladım. Hırsız değil mi?”

“Kapa çeneni ihtiyar. Kısrağını falan çalmayacak. Çalarsa parasını biz öderiz.”

“Ama çalacak, o bir hırsız.”

“Adam ölü. Eğer kısrağını çalarsa sana üç yüz groat10 ödeyeceğimize dair yazılı belge vereceğiz.”

İhtiyar adam, “Peki evlat, öyle olsun,” demiş.

Böylece gece orada kalmış. Ateşin yakınına yerleşmiş. Sonra mayışıp uyuyakalmış gibi yapmış. Askerler şarap testisini boşaltmaya devam etmiş ve bütün şarabı içmişler. Hepsi sarhoş olmuş. Oldukları yerde uyuyakalmışlar. Uyuyakalmış gibi yapan ihtiyar adam, yani bizim hırsız kalkıp cesedi tahtalardan çıkarmış, kısrağına koymuş ve ormana götürüp gömmüş. Kısrağını da orada bırakarak ateşin başına dönmüş ve yine uyuyor gibi yapmış.

Askerler uyandığında cesedin ve ihtiyar adamın kısrağının yerinde yeller estiğini görüp şaşırmışlar. “Hey, yoldaşlarım, ihtiyar adam hırsızın kısrağını çalacağını söylerken haklıymış. Ona verdiğimiz sözü yerine getirelim.”

İhtiyar adam uyanınca ona dört yüz groat verip bu konudan bahsetmemesi için yalvarmışlar.

Kral uyanıp da hırsızın yerinde olmadığını görünce zindandaki ihtiyar hırsıza gidip, “Hah! Hırsızı tahtalardan çaldılar ihtiyar. Şimdi ne yapacağım?” diye sormuş.

“Ben size bu hırsızın çok kurnaz olduğunu söylememiş miydim majesteleri? Şimdi gidip şehirdeki bütün et dükkânlarını satın alın. Fiyatını da kilosu bir duka altını yapın ki çok parası olan biri dışında kimse et alamasın. O hırsız üç gün dayanır ancak buna.”

Kral gidip bütün dükkânları satın almış ve sadece bir dükkânı açık bırakarak fiyatı da kilosu bir duka altını olacak şekilde artırmış. O gün kimse gelip et almamış. Ertesi gün hırsız daha fazla dayanamamış. Bir araba alıp atı koşmuş ve et pazarına gitmiş. Arabası bozulmuş gibi davranarak tamir edecek aletleri olmadığını söyleyerek ağlamış. Kasap yanına gelip, “Benim aletlerimi al da arabanı tamir et,” demiş. Aletler etlere çok yakınmış. Hırsız aletleri almak için ilerlerken koca bir parça et alıp paltosunun altına saklamış. Sonra aletleri kasaba geri verip evine dönmüş.

Kral aynı gün kasaplara gidip “Bugün kimseye et sattınız mı?” diye sormuş. “Satmadık,” demişler.

Kral etleri tarttığında on kilo eksik olduğunu görmüş. Yeniden zindandaki ihtiyar hırsıza gitmiş. “Adam on kilo et çalmış, kimse de onu görmemiş,” demiş.

“Ben size bu hırsızın çok kurnaz olduğunu söylememiş miydim?”

“Peki ben ne yapacağım ihtiyar hırsız?”

“Ne mi yapacaksınız? Hemen bir duyuru yapın ve tüm paranızı ona vereceğinizi, hatta sizin yerinize kral olacağını söyleyin. Kim olduğunu söylesin yeter deyin.”

Kral hemen gidip tıpkı ihtiyar hırsızın dediği gibi bir duyuru hazırlamış. Kapının hemen dışına asmış. Hırsız gelip de duyuruyu okuyunca nasıl davranması gerektiğini düşünmüş. En sonunda kralın karşısına çıkmış ve “Kralım, hırsız benim,” demiş.

“Sen misin?”

“Evet.”

Kral, “Eğer hırsız gerçekten sensen, sana inanmamın tek bir yolu var. Şu gelen köylüyü görüyor musun? Adamın elindeki öküzü fark ettirmeden çalacaksın,” demiş.

Hırsız, “Çalacağım majesteleri, izleyin beni,” demiş. Sonra köylünün karşısına çıkıp yüksek sesle, “Komedilerin komedisi!” diye bağırmaya başlamış.

Köylü, “Ah, Tanrım,” demiş. “Şehre kaç kez geldim ve Komedilerin Komedisi’ni çok duydum ama neye benzediğini hiç görmedim.”

Arabasını bırakıp şehrin diğer ucuna gitmiş. Hırsız, köylü öküzden iyice uzaklaşana kadar bağırmaya devam etmiş. Sonra dönüp öküzü çalmış ve kuyruğunu kesip diğer öküzün ağzına tıkmış. İlk öküzle beraber Kral’ın yanına gelmiş. Kral gülmekten ölecekmiş neredeyse. Köylü geri döndüğünde ağlamaya başlamış. Kral onu yanına çağırıp, “Neden ağlıyorsun?” diye sormuş.

“Ah Kralım, ben oyunu izlemeye gitmiştim, öküzlerden biri diğerini yemiş o sırada.”

Kral bunu duyunca yine gülmekten ölecek gibi olmuş ve hizmetkârına, adama iki iyi öküz vermesini söylemiş. Kendi öküzünü de adama iade etmiş. “Öküzünü tanıdın mı?” diye sormuş ona.

“Tanıdım Kralım.”

“Peki, evine dön artık.”

Sonra hırsızın yanına gitmiş. “Evet, sevgili dostum, sana kızımı vereceğim ve benim yerime kral olacaksın. Tabii eğer kilisedeki papazı çalarsan.”

Hırsız bunun üzerine şehre gitmiş ve üç yüz yengeç, üç yüz de mum almış. Kiliseye gidip kaldırımın üzerinde durmuş. Papaz vaaz verirken hırsız yengeçleri birer birer serbest bırakmış. Her birinin kıskacına bir mum bağlıymış.

Papaz, “Ben Tanrı’nın gözünde öyle doğru bir adamım ki bana azizlerini gönderdi,” demiş.

Hırsız, kıskaçlarına mum bağlanmış yengeçlerin hepsini saldıktan sonra, “Gel yüce papaz, çünkü Tanrı, bizzat gönderdiği ulaklarıyla seni çağırıyor. Çünkü sen erdemlisin,” demiş.

Papaz, “Peki nasıl gideceğim?” diye sormuş.

“Bu çuvala gir.”

Çuvalı açmış ve papaz da içine girmiş. Hırsız, papazı kaldırıp basamaklarda sürüklemiş. Papazın başı pat pat basamaklara çarpınca hırsız onu sırtına alıp Kral’a kadar taşımış ve yere bırakmış. Kral kahkahalara boğulmuş. Kızını hemen hırsıza vermiş ve adamı kendi yerine kral yapmış.

Çingene ve Papaz

Çok fakir bir çingene yaşarmış ve bu adamın bir sürü çocuğu varmış. Karısı şehre gidip birkaç patates ve biraz un için dilenmiş. Ama hiç yağı yokmuş.

“Tamam,” diye düşünmüş kadın. “Bir dakika. Papaz bir domuz öldürmüştü. Ona gidip bir parça yağ dileneceğim.”

Oraya gittiğinde papaz dışarı çıkmış, kamçısını kaldırıp kadını adamakıllı kırbaçlamış. Kadın eve döndüğünde kocasına, “Ah, Tanrım, az önce dayak yedim,” demiş.

Çingene iş üstündeymiş. Çekiç ellerinden düşüvermiş. “Bekle, bekle de ona bir tuzak kurup dersini vereyim.”

Çingene kiliseye gidip kapıya, kuleyi açan anahtara bakmış. Sonra evine dönmüş, örsünün başına oturup anahtar üzerine çalışmaya başlamış. Anahtarı bitirince geri dönüp kapıyı açmayı denemiş. Sanki oranın anahtarıymış gibi kolayca açılmış kapı.

“Dur bakalım,” diye düşünmüş. “Şimdi ne yapmam gerek?”

Doğruca dükkânın birine gidip kendine biraz kâğıtla papazların ayinde giydikleri kıyafetlerden almış. Daha sonra bir terziye gidip meleklerinkine benzer bir kıyafet yapmasını istemiş. Onları giyince tam bir papaz gibi olmuş. Eve döndüğünde oğluna (oğlu yirmi yaşındaymış), “Hark’ee, benimle gel ve kabı da getir. Yüz tane de yengeç yakala. Hah! Bu gece neler yapacağımı görsünler. O papaz hayatını kurtaramayacak,” demiş.

Gece yarısı gelip çatmış. Çingene kiliseye gidip içerideki bütün ışıkları yakmış. Aşçı bakmak için dışarı çıkmış. “Tanrım! Neler oluyor? Bütün kilise aydınlanmış.”

Gidip papazı uyandırmış. “Kalkın! Gelin de bakın neler oluyor. Bütün kilise ışıl ışıl. Ne oldu acaba?”

Papaz müthiş bir korkuya kapılmış. Cübbesini giyip kiliseye bakmaya gitmiş. Çingene, en büyük toplulukların gittiği ayinlerdeki bir papaz gibi ilahi söylüyormuş. “Ah!” diyormuş Çingene. “Ah, Tanrım, o günahkâr adam için geldim ben. Yanına öyle çok para almış ki onu cennete götüreceğim ve orada onu güzellikler bekliyor.”

Adam bunu duyunca hemen eve gidip bütün parasını toplamış.

Papaz kiliseye geri dönmüş. Çingene artık daha hızlı ilahi söylüyormuş çünkü er ya da geç her şey sona erermiş. Çingene hemen çuvalını açmış ve papaz içine girmiş. Çingene, papazın bütün parasını alıp cebine saklamış.

“Güzel! Artık benimsin.”

Çuvalı kapadığında papaz büyük bir korkuya kapılmış. “Tanrım! Başıma ne gelecek? O nasıl bir varlıktı öyle? Tanrı’nın kendisi mi yoksa bir melek mi anlayamadım.”

Çingene, papazı merdivenden aşağı sürüklemiş. Papaz canı yandıkça haykırıyor, ona daha nazik davranmasını, her yerinin kırıldığını söylüyormuş. Yarım saat daha böyle devam ederse ölürmüş, çünkü kemikleri çoktan kırılmış bile.

Çingene onu kilisenin yüksek kısmı boyunca sürükleyip kapının önüne atıvermiş. Oraya da papazın tenine batacak bir sürü diken yerleştirmiş. Papazı dikenlerin üzerinde ileri geri sürükleyerek dikenlerin iyice batmasını sağlamış. Çingene, papazın ölmekten beter olduğunu görünce çuvalı açıp onu öylece bırakmış.

Çingene eve gidip üzerindekileri çıkarmış ve ateşe atmış ki kimse bu işi onun yaptığını anlamasın. Elinde sekiz yüz gümüşten fazlası varmış. Çingene, karısı ve çocukları bu kadar paraları olduğu için mutluymuş. Çingene, karısı ve çocuklarıyla birlikte ölmediyse, belki de hâlâ yaşıyordur.



Sabah zangoç çanı çalmaya geldiğinde kilisenin önündeki çuvalı görmüş. Papaz ölü gibiymiş. Çuvalı açıp da papazın halini görünce çok korkmuş. “Papazımızın orada ne işi var?” Hemen şehre koşarak böyle böyle oldu diye herkese anlatmış. Yoksul halk neler olduğunu görmek için gelmiş. Kilisedeki bütün mumlar yanıyormuş. Papazı güzelce gömmüşler. Çürümediyse hâlâ bütündür. Şeytanlar yesin onu. Ben de oradaydım ve olan her şeyi duydum.

Saatçi

Bir zamanlar fakir bir delikanlı varmış. Kendine bir usta bulabilmek için yollara düşmüş. Yolda bir papazla karşılaşmış. Papaz sormuş: “Nereye gidiyorsun delikanlı?”

“Kendime bir usta bulacağım.”

“Benim yerim tam sana göre delikanlı. Sana benzer bir genç daha var. Altı öküzüm ve bir de sabanım. Hizmetime girip bütün bu tarlayı sürersin.”

Delikanlı doğrulup sabanı ve öküzleri almış, tarlalara gitmiş. İki gün boyunca toprakları sürmüş. Baht11 ve Dev çıkagelmiş. Dev, Baht’a “Sen git,” demiş. Baht gitmek istemeyince Dev gitmiş. Dev yanına yaklaştığında delikanlı sırtüstü yatıp çizmelerini çıkarmış ve düzlüğe doğru koşmaya başlamış.

Diğer delikanlı arkasından bağırmış: “Gitme kardeşim, gitme kardeşim!”

“Peh! Tanrı sabanının da senin de belanı versin.”

Bükreş büyüklüğünde bir şehre gitmiş. Bir saatçi dükkânına varmış. Dirseklerini tezgâha dayayarak çalışan çırakları izlemiş. Derken çıraklardan biri, “Neden orada boş boş oturuyorsun?” diye sormuş.

“Çünkü sizi çalışırken izlemeyi seviyorum,” demiş çocuk.

O sırada usta çıkıp, “Gel delikanlı,” demiş. “Seni üç yıllığına işe alıyorum. Bildiğim her şeyi göstereceğim sana. Bir yıl ve bir gün boyunca,” diye devam etmiş, “yalnızca odun kesip ateşi besleyecek, sonra da dirseklerini tezgâha dayayıp çırakların çalışmasını izleyeceksin.”

Saatçinin elinde de İmparator’un on beş yıllık saati varmış ve tamir edebilecek kimse bulunamamış. Paris’ten, Viyana’dan saatçiler getirilmiş ama kimse başaramamış. Kral en sonunda saati tamir edene krallığının yarısını vereceğini söylemiş ama herkes başarısız olmuş. Saatin içinde yirmi dört ezgi varmış. Ezgiler çaldığında İmparator gençleşiyormuş. Paskalya pazarı gelip çatmış ve saatçi, çıraklarıyla birlikte kiliseye gitmiş. Yalnızca adamın ihtiyar karısı ile bizim delikanlı arkada kalmış. Delikanlı hızla odunları kesip çalışma tezgâhına dönmüş. Küçük saatlerin hiçbirine dokunmamış ama büyük saati alıp tezgâha yerleştirmiş. İçindeki çubukların ikisini çıkarmış, temizlemiş ve yerine yerleştirmiş. Yirmi dört ezgi çalmaya, saat işlemeye başlamış. Delikanlı korkudan gizlenmiş. Çalan ezgileri duyunca kilisedekilerin hepsi çıkıp gelmiş.

Saatçi de eve dönmüş. “Anne, bu iyiliği bana kim yaptı? Saati kim tamir etti?” diye sormuş.

Annesi, “Yalnızca şu delikanlı tezgâha yaklaştı canım,” diye cevap vermiş.

Saatçi oğlanı aramaya başlamış. Ahırda otururken bulmuş. Onu kollarından tutup, “Oğlum, sen meğer ustaymışsın da ben hiç anlamamışım. Seni Paskalya günü odun kesmeye göndermişim,” demiş. Sonra üç terzi çağırtmış, üç tane güzel takım diktirmiş. Ertesi sabah dört iyi atın çektiği bir araba çağırmış. Saati kollarına alıp sarayın yolunu tutmuş. İmparator bunu duyunca tahtından inmiş, saati kucaklamış ve gençleşmiş. Sonra saatçiye dönüp, “Bana saati tamir edeni getir,” demiş.

“Ben tamir ettim,” demiş saatçi.

“Senin tamir ettiğini söyleme sakın. Git de kim tamir ettiyse onu getir.”

Saatçi gidip delikanlıyı getirmiş.

İmparator, “Saatçiye üç kese duka altını verin. Ama delikanlı, sen daha fazlasını alamayacaksın, çünkü niyetim sana yılda on bin duka vermek. Yalnızca burada kalacak ve bozulduğu zaman saati tamir edeceksin,” demiş.

Delikanlı on üç yıl boyunca orada yaşamış.

İmparator’un yetişkin bir kızı varmış ve ona bir koca bulmak istermiş. Kız bir mektup yazarak babasına vermiş. Peki, mektuba ne yazmış? Şunu yazmış: “Baba, dilsizmiş taklidi yapacağım. Kim beni konuşturmayı başarırsa ona varacağım.”

İmparator bütün dünyaya bunu duyurmuş: “Her kim ki kızımı konuşturmayı başarırsa, ona kızımı vereceğim. Konuşturamayanları ise öldüreceğim.”

Bir sürü talip gelmiş ama hiçbiri kızı konuşturamamış. İmparator hepsini öldürünce yavaş yavaş gelenler azalmış ve kimse gelmez olmuş.

Saati tamir eden delikanlı İmparator’a gidip, “İmparatorum, ben de kızla görüşüp onu konuşturabilir miyim denemek istiyorum,” demiş.

“Duyuruyu görmedin mi? Onu konuşturamayanları öldürmeye yemin ettiğimi bilmiyor musun?”



“Eh, başaramazsam beni de öldürün İmparatorum.”

“O halde git de dene.”

Delikanlı güzelce giyinip kızın odasına gitmiş. Kız çerçevesiyle dikiş yapıyormuş. Delikanlı içeri girerken, “İyi günler düzenbaz,” demiş.

“Teşekkürler saatçi. Gelmişsin, otur madem, biraz dinlen.”

“Tamam, öyle olsun düzenbaz.”

Yalnızca oğlan konuşuyormuş.12 Fazla oyalanmadan kalkıp, “İyi geceler düzenbaz,” demiş.

“Hoşça kal saatçi.”

Ertesi akşam İmparator, öldürmek için delikanlıyı çağırmış. Delikanlı ise, “Bir gece daha denememe izin verin,” demiş. Böylece delikanlı bir kez daha gidip, “İyi akşamlar düzenbaz,” demiş.

“Hoş geldin saatçi. Madem geldin, lütfen masaya buyur kardeşim.”

Sadece o konuşmuş ve sonunda, “İyi geceler düzenbaz,” demiş.

“Hoşça kal saatçi.”

Ertesi gece İmparator delikanlıyı çağırmış. “Artık seni öldürmeliyim, çünkü anlaşmanın sınırına ulaştın.”

Delikanlı, “Her insanın üç kez bağışlanma hakkı olduğunu bilmez misiniz İmparatorum?” demiş.

“Tamam, bir kez daha git.”

Delikanlı o gece yeniden gidip, “Nasıl gidiyor düzenbaz?” diye sormuş.

“Teşekkürler saatçi. Geldin madem, masaya buyur.”

“Öyle yapacağım düzenbaz. Elimdeki bıçağı görüyor musun? Soruma cevap vermezsen seni parçalara ayıracağım.”

“Neden cevap vermeyeyim saatçi?”

“Pekâlâ düzenbaz, prensesi tanıyor musun?”

“Nasıl tanımayayım?”

“Peki üç prens, onları da tanıyor musun?”

“Tanıyorum saatçi.”

“Tanıyorsan ne âlâ. Üç erkek kardeş, prensesle birlikteymiş. Hiçbiri üçünün de onunla birlikte olduğunu bilmiyormuş. Peki prenses ne yapmış? O üç erkek kardeşi de tanıyormuş. En büyükleri gece çökerken gelmiş. Prenses onu masaya oturtup yedirmiş. Sonra onu bir odaya kilitlemiş. Ortanca, gece yarısı gelmiş. O da prensesle yatmış ve başka bir odaya kilitlenmiş. Aynı gece en küçükleri de gelip prensesle yatmış. Şafak sökerken prenses hepsini serbest bırakmış ve hepsi, üç kardeş, birbirlerini öldürmek için atılmışlar. Prenses, Durun kardeşler, birbirinizi öldürmeyin. Evinize dönün ve her biriniz on bir duka alıp üç farklı şehre gidin. Her kim ki bana en güzel ustalık işini getirir, ben onun olurum, demiş. En büyükleri Bükreş’e gitmiş ve orada güzel bir ayna bulmuş. Bakalım nasıl bir aynaymış bu. Hey, tüccar bu aynanın fiyatı nedir, diye sormuş. On bin duka delikanlı. Çok değil mi kardeşim? Ama ne tür bir ayna olduğunu öğren. Aynaya baktığında içinde hem ölüleri hem yaşayanları görebilirsin. Şimdi de ortanca kardeşe bakalım. O da başka bir şehre gidip bir elbise bulmuş. Hey, tüccar, bu elbisenin fiyatı nedir? On bin duka evlat.”

“Ne diyorsun sen saatçi? Bir elbise on bin duka mıymış?”13

“Ama gör bak bakalım bu nasıl bir elbiseymiş düzenbaz. İçine girdiğinde seni istediğin yere götürürmüş. Yani oğlanın alıyorum diye haykırdığını gözünde canlandırabilirsin. Bu arada en küçük kardeş de bir şehre varmış ve bir Yahudiden bir elma almış. Bu öyle bir elmaymış ki ondan bir ısırık alan ölü canlanıverirmiş. Elmayı alıp abilerinin yanına dönmüş. Hepsi bir araya geldiklerinde, sevdikleri kadının öldüğünü görmüşler. Elmayı yedirmişler ve kız canlanmış. Sonra kimi seçmiş dersin? En küçüklerini seçmiş. Ne diyorsun?”

Böylece imparatorun kızı konuşmuş ve saatçinin karısı olmuş. Hemen evlenmişler.



Bu hikâye, her ne kadar iyi anlatılmış olsa da son derece kusurlu. Elbette büyük kardeş aynasına bakıp prensesin öldüğünü ya da ölmek üzere olduğunu görür. Ardından ortanca kardeş elbiseyle birlikte üçünü onun yanına götürür ve en küçük kardeş ancak o zaman yaşam elmasını kullanabilir.

Kızıl Kral ve Cadı

O Kızıl Kral’mış ve on duka değerinde yiyecek almış. Yiyecekleri pişirip bir yüklüğe koymuş. Yüklüğü kilitledikten sonra her gece insanları bu erzakı korumaları için nöbete dikmiş.

Sabah kalkıp baktığında tabakları boş bulmuş. İçlerinde hiçbir şey yokmuş. Kral, “Yüklüğü koruyacak ve erzakın kaybolmamasını sağlayacak kişiye krallığımın yarısını vereceğim,” demiş.

Kral’ın üç oğlu varmış. En büyükleri kendi kendine düşünmüş. “Tanrım! Krallığın yarısını bir yabancıya vermek mi? En iyisi nöbeti ben tutayım. Krallığın yarısı Tanrı’nın isteğiyle benim olsun.”

Babasına gitmiş. “Selam olsun baba. Krallığın yarısını bir yabancıya vermek mi? En iyisi nöbeti ben tutayım.”



Babası, “Tanrı’nın istediği gibi, yalnızca görebileceklerin seni korkutmasın,” demiş.

Oğlan saraya gidip uzanmış. Başını yastığa koymuş ve şafak sökene kadar da kaldırmamış. Ilık, tatlı bir rüzgâr onu uykuya sürüklemiş. Küçük kız kardeşi o sırada kalkıp bir takla atmış ve tırnakları baltaya, dişleri küreğe dönüşmüş. Dolabı açıp her şeyi yemiş. Sonra yeniden bir çocuğa dönüşüp beşiğine dönmüş. Ne de olsa daha memeden kesilmemiş bir bebekmiş. Delikanlı kalkmış ve babasına hiçbir şey görmediğini söylemiş. Babası dolaba baktığında tabakların boş olduğunu görmüş. Ne yiyecek varmış ne başka bir şey. Babası, “Senden daha iyisi de olabilirdi ama o da bir şey yapamayabilirdi,” demiş.

Ortanca oğlu da Kral’ın karşısına çıkmış. “Selam olsun baba. Bu gece ben nöbet tutacağım.”

“Peki evlat, erkek gibi davran yeter.”

“Tanrı’nın isteğine göre olsun.”

O da saraya gidip başını yastığa koymuş. Saat on gibi tatlı bir esinti gelmiş ve uyku, oğlanı kıskıvrak yakalamış. Kız kardeşi kalkıp kundağından kurtulmuş, bir takla atmış ve dişleri küreğe, tırnakları baltaya dönüşmüş. Dolabı açmış ve tabaklarda ne bulduysa yemiş. Her şeyi yedikten sonra yeniden bir takla atıp beşikteki yerine dönmüş. Şafak sökerken delikanlı uyanmış. Babası neler olduğunu sormuş, sonra da, “Senden daha iyi bir adam olabilirdi ve o da senin kadar zavallı bir yaratıksa, benim için hiçbir şey yapmayabilirdi,” demiş.