Книга Entelektüelin kutsal kitabı - читать онлайн бесплатно, автор David S. Kidder. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Entelektüelin kutsal kitabı
Entelektüelin kutsal kitabı
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Entelektüelin kutsal kitabı

EK BİLGİLER:

1. İslamiyet’e göre Müslümanlar İsmail’in soyundan gelir. İbrahim’in ilk doğan oğlu esasında İsmail olduğundan; Müslümanlar, İbrahim ile Tanrı arasındaki akdin gerçek mirasçıları olduklarını iddia ederler. İbrahim’in önemli bir peygamber olduğuna ve neredeyse kurban edilecek olanın İsmail olduğuna inanırlar.

2. Hıristiyanlık inancında, İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye hazır oluşu ile Tanrı’nın kendi oğlu İsa’yı kurban edişi arasında paralellikler kurulur.

Jül Sezar

Jül Sezar (MÖ100-44), MÖ I. yüzyılda şimdiki Fransa, Belçika ve Batı Almanya’yı işgal ederek şöhreti yakalayan Romalı bir generaldi. Pompey tarafından idare edilen Roma Senatosu’nu büyüyen popülaritesiyle tehdit etmeye başlayınca, Sezar’a ordusunu dağıtması emredildi. Sezar bunu reddetti. Birlikleriyle Rubicon Irmağı’nı geçerek Capitol’e yürüdü ve artık geri dönemeyeceği bu kader anından sonra bir iç savaş başladı. Düşmanlarını Avrupa üzerinden Pompey’in öldürüldüğü Mısır’a dek kovaladı. Mısır’dan ayrılmadan önce Sezar, Kleopatra’ya âşık olarak onu kraliçe ilan etti. Roma’ya döndüğünde de toprakları bir diktatör gibi yönetti. Sezar, en iyi arkadaşı Brutus’un da karıştığı bir komployla MÖ 44 yılında Roma takvimine göre 15 Mart’ta öldürüldü.

Sezar’la ilgili sayısız efsane bulunmaktadır. Daha yirmili yaşlarındayken Doğu Akdeniz’de korsanlar tarafından esir alınmıştır. Adamları tarafından fidye karşılığında kurtarıldıktan sonra, yerli liderlerden küçük bir ordu toplamış, korsanların yerini saptamış ve hepsini çarmıha gererek öldürmüştür.



Sezar yıllar sonra, MÖ 62’de, Roma’daki siyasi basamakları tek tek tırmanırken bir skandal patlak verdi. Publius Clodius isimli bir soylunun, erkeklerin katılmasının yasak olduğu dini bir ritüelde bulunduğu ortaya çıktı. Ritüel Sezar’ın evinde yapılmıştı ve sonradan, Clodius’un Sezar’ın eşi Pompeia’yla aşk yaşadığı için orada bulunduğu dedikoduları etrafa yayıldı. Sezar, dedikoduların doğru olmadığını biliyor ve böyle de söylüyordu. Ancak hiçbir şeyin Sezar’ın karısı ve ailesini şüphe altında bırakmaması gerektiği gerekçesiyle karısını boşadı.

Sezar, Pompey’e karşı yürüttüğü iç savaşın tam ortasında Senato tarafından diktatör ilan edildi. Bu bir kriz dönemiydi ve liderin olağanüstü hallerde belirleyici kararlar verebilmesi gerektiği düşünülüyordu. Fakat olağanüstü hal hiç bitmedi, cumhuriyet yeniden kurulamadı.

Sezar ülkeyi bir diktatör olarak yönetti ama (artık kendi taraftarlarını doldurduğu) Senato’ya danışıyor ve cumhuriyetin geleneklerine saygı gösteriyormuş gibi görünmeye çoğunlukla dikkat etti. Ancak yaşamının son yıllarında tedbiri elden bırakarak Asyalı tebaasının kendine bir tanrı gibi tapınmasına izin verdi ve paralara resmini bastırdı. Henüz hayatta olan bir Romalı ilk kez bu kadar onurlandırılıyordu. Resmini taşıyan paraların üzerinde “Ölümsüz Diktatör” yazıyordu. Bu gereksiz yüceltmelerin, Sezar’ın iktidardan düşürülerek öldürülmesiyle sonuçlanan kini alevlendirdiği düşünülüyor.

EK BİLGİ:

1. Asya’ya düzenlediği başarılı bir askeri seferden sonra Sezar ünlü sözünü söylemiştir: “Veni, vidi, vici” (Geldim, gördüm, yendim.)

Homeros

Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında anlattığı hikâyeler Batı kültürüne öyle işlemiştir ki günümüzde bile onlarla karşılaşmamak imkânsızdır. Truva atından kikloplara, yani tek gözlü canavarlara, Akhilleus’un topuğundan sirenlerin şarkılarına, her iki epik eserin unsurları da yazılmalarından neredeyse üç bin yıl sonra edebiyatımızın ve gündelik dilimizin temel taşları olarak varlıklarını sürdürmektedir.

İlyada ile Odysseia, iki epik şiirdir. Bu uzun, Yunanca manzumeler, yazıya dökülmeden önce muhtemelen ezberden okunmuş veya şarkı gibi söylenmiş, nesilden nesle sözlü olarak aktarılmıştır. Bu süreçte Homeros’un tam olarak nasıl bir rol oynadığı gizemini korumakta, gerçekte yaşamış olup olmadığıyla ilgili tartışmalar hâlâ sürmektedir. Her halükârda, bilginler her iki eserin de MÖ VIII. yüzyıl civarında, bugün Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde kalan fakat o zamanlar antik Yunan sınırları içerisinde bulunan İyonya’da ortaya çıktığına inanmaktadır.



İlyada, Akhalar (Yunanistan) ile Truvalılar arasında gerçekleşen Truva Savaşı’nda Akhiellus, Agamemnon ve diğer kahramanların başlarından geçenleri anlatır. Efsaneye göre savaş, Truva Prensi Paris’in, dünyanın en güzel kadını olan Spartalı Helen’i kaçırması ve onu eşi yapmak üzere Truva’ya götürmesiyle başlar. İlyada ise savaşın ilk dokuz yılından sonra başlar ve Akhalardan Akhiellus’un öfkesine odaklanarak, kahramanın gösterdiği ölümcül hatalarla kahramanlıkları bir arada ele alır. Yol boyunca Homeros, şiiri haklı olarak ünlü kılan “gül parmaklı şafak,” “şarap karası deniz” gibi çağrışımlara dayalı tasvirleri de anlatımına dahil eder.

İlyada’nın devamı olan Odysseia, Yunanlı kahraman Odysseus’un evine dönüp eşi Penelope’ye kavuşmak için denize açıldığında atlattığı badireleri anlatır. Odysseus’un yolculuğu on sene sürer. Çünkü Poseidon’u öfkelendirmiştir ve deniz tanrısı bu yolculuğu aksatmak için elinden gelen her şeyi yapar. Zekâsının ve Tanrıça Athena’nın yardımıyla Odysseus en sonunda İthaka’ya dönmeyi başarır ve kendisine sadık kalan eşine evlilik teklifleriyle yanaşan talipleri dağıtır.

İlyada ile Odysseia’nın, yazarlarına dair ayrıntılar bilinmemekle birlikte, antik Yunan’da gündelik hayat üzerinde inanılmaz kültürel ve işlevsel etkileri oldu. O zamanlarda epik şiirleri baştan sona ezberlemek yaygındı. Yunanistan’ın altın çağı MÖ 100’lerde son bulmuşsa da, Homeros’un eserleri kalıcı oldu ve Virgil’in Aeneid’i gibi antik Roma epiklerine de ilham verdi.

EK BİLGİLER:

1. Uzun yıllar Truva Savaşı’nın sadece bir efsane olduğuna inanılmasına rağmen, 1800’lerin sonlarında Türkiye’de yapılan arkeolojik kazılar, savaşın tarihi temelleri olabileceğini ortaya koydu.

2. Truvalı Helen’i “binlerce gemiyi yola çıkaran yüz” olarak betimleyen ünlü ifade İlyada’da değil, Christopher Marlowe’un ünlü oyunu Dr. Faustus’ta (1604) geçmektedir.

Ayasofya

Ayasofya, Konstantinopolis’te, yani bugünkü İstanbul’da İmparator Jüstinyen’in kişisel gözetimi altında bir Hıristiyan katedrali olarak inşa edildi. Kilisenin takdis töreninde Bizans hükümdarının, Eski Ahit’e göre Kudüs’teki ünlü Yahudi tapınağını yaptıran Kral Süleyman’ı geçtiğini iddia ettiği söylenir.

Ayasofya’nın Doğu’nun gizemciliği ile Roma imparatorluk mimarisinin Panteon örneğindeki gibi iddialı ölçülerini birleştirdiği sıklıkla söylenir. 532 ile 537 yılları arasında inşa edilen bu şaheser, mimardan ziyade matematikçi olan Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius tarafından tasarlandı. Kilisenin kubbesi 55 metre yüksekliğindedir ve dört pandantifle, yani yarımkürenin ağırlığını dört paye üzerine eşit olarak dağıtan dört adet üçgen parçayla desteklenmiştir. Kubbenin temelindeki kırk pencere içeri ışık girmesine izin verir ve kubbeyi ağırlığı yokmuş gibi, aşağıda ibadet edenlerin üzerinde süzülüyormuş gibi gösterir. Kilise başlangıçta altın mozaiklerle ve dekoratif motiflerle süslenmişti. Sonradan gelen hükümdarlar, kutsal şahsiyetlerin birçok resmini ekletti.



Yunanca “kutsal bilgeliğin kilisesi” anlamına gelen Ayasofya, yıllarca depremlerden önemli ölçüde zarar gördü. Başlangıçta Bizans imparatorunun şahsi kilisesi olan Ayasofya, Osmanlıların Konstantinopolis’i 1453 yılında işgal etmesinden sonra camiye dönüştürüldü. İnsan resimlerinin İslamiyet tarafından yasaklanmasından dolayı figüratif mozaiklerin üzeri alçıyla kapatıldı. Bugün hâlâ bina içinde görülebilen kaligrafik süslemelerin yanı sıra yapıya dört tane de minare eklendi. 1936’da Mustafa Kemal Atatürk döneminde bina ibadethane olmaktan çıkarıldı ve modern İstanbul’un en fazla turist çeken yerlerinden biri olan Ayasofya Müzesi’ne dönüştürüldü.

1993 yılında UNESCO, Ayasofya’yı en büyük tehlike altındaki tarihi alanlar listesine aldı. O zamandan beri binanın temeli güçlendirildi ve eski mozaiklerden çok daha fazlası gün ışığına çıkarıldı.

EK BİLGİLER:

1. Ayasofya, VI. yüzyılın ortalarında Mimarlık Üzerine başlıklı bilimsel bir Bizans eserinde Procopius tarafından en ince ayrıntısına kadar anlatılmıştır.

2. Heliopolis’teki bir Mısır tapınağından Romalılar tarafından alınan porfir sütunlar, Konstantinopolis’e getirilerek Ayasofya’nın inşasında kullanılmıştır.

3. Kilise, 1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi sırasında yağmalanmıştır.

Kara Delikler

Devasa bir yıldızın sönmesiyle bir kara delik ortaya çıkabilir. Sönmekte olan yıldız içe çöker, giderek küçülür, yoğunlaşır ve nihayet çapı olmayan, yoğunluğu sonsuz bir nokta haline gelir. Tekillik olarak adlandırılan bu nokta o kadar yoğundur ki yakınlarından geçen ışık ışınları onun yerçekiminden kaçamaz. Yıldızın çevresindeki her şey karalığın içine çekilir.

Uzaya gönderilen bir roketin, Dünya’nın yerçekiminden kaçabilmesi için yeteri kadar hızlı yol alması gerekir. Eğer uygun kaçış hızına ulaşamazsa, o zaman yere geri döner. Bir kara deliğin çekim gücü o kadar güçlüdür ki, kaçış hızı ışık hızından fazla olmalıdır. Bu nedenle hiçbir şey ondan kaçamaz, çünkü hiçbir şey ışıktan daha hızlı yol alamaz. Tekilliği çevreleyen, kaçış hızının ışık hızına eşit olduğu kuşak olay ufku olarak adlandırılır. Olay ufkunun içine düşen her şey tekilliğe çekilir.

Elbette tüm bunlar kuramsaldır. Gerçekte kara delikleri göremeyiz çünkü etrafa ışık yaymazlar. Onların var olduklarını biliriz, çünkü uzaydaki diğer nesneler onların kütleleriyle etkileşim halindedir. Kara bir merkezin etrafında dönen birçok yıldızın varlığı tam ortada bir kara delik olabileceğine işaret eder. Aynı zamanda kara delikler o kadar yoğundurlar ki ışığı bükebilirler. Bunun bir sonucu olarak da yeryüzündeki bilim insanları bazen aynı yıldızın birden çok görüntüsünü yakalayabilirler. Bu durumda, bizimle yıldız arasında bir yerlerde bir kara delik olduğu sonucunu çıkarırlar.

Kara delikler fizikçiler için bir çelişki oluşturur. Bu oluşumlar, enerjinin yaratılamayacağını ve yok edilemeyeceğini ifade eden kuantum yasasına meydan okuyor gibi. Görünüşe bakılırsa, bir kara deliğin merkezine doğru çekilen ışık, sonsuz küçüklükteki bir alana sıkıştığından yok oluyor. Ama eğer ışık bir şekilde korunmuşsa, daha sonra kaçabilir mi? Kara deliğin ters yöne dönmesi mümkün müdür? Bunlar astrofiziğin halen cevaplanamamış sorularıdır.

EK BİLGİLER:

1. Kara deliklerin evrendeki tüm enerjiyi emeceğine inanmak için hiçbir sebep yoktur. Sadece olay ufkundan geçen nesneleri içlerine çekmektedirler.

2. Albert Einstein bir keresinde, Kuantum mekaniğinin prensiplerini reddederek, “Tanrı, evrenle zar atmaz,” demiştir. Çağdaş kuramsal fizikçi Stephen Hawking de kara deliklere atıfta bulunarak, “Tanrı sadece zar atmaz. Bazen onları görülemeyecekleri yerlere atar,” demiştir.

3. Eğer bir kara deliğin olay ufkundan geçecek olsaydınız, dışarıdaki bir gözlemciye, giderek daha da yavaş hareket ediyor ve ufka asla erişemiyorsunuz gibi görünürdü. Yanılsama, kara deliklerin sonsuz çekim gücünden kaynaklanır. Yaydığınız ışığı çekerler ki bu da ışığın dışarıdaki gözlemciye çok daha uzun sürede ulaşması anlamına gelir. Ama kendi bakış açınızdan olay ufkunu geçtiğinizi görürsünüz ve tekillikte ölümle karşılaşana dek başka hiçbir şey yaşanmaz.

Enstrümanlar ve Orkestralar

Batı’nın sanat müziğini veya klasik müziği çoğunlukla farklı kılan, müziğin teknik yönlerinden ziyade belirli türden enstrümanların bir arada çıkardığı seslerdir. Bir yaylı çalgılar dörtlüsünün veya bir orkestranın ses rengi veya tınısı, müziğin bu çeşidini çağdaş rock veya pop müzikten ayıran şeyin büyük kısmını oluşturur.

İnsan sesi dışında, müzikal enstrümanlar beş kategoride toplanır: parmakla veya yayla çalınan yaylılar; bir ağızlık, dil veya delik içerisinden hava üfleyerek çalınan üflemeliler; genelde baget veya tokmakla çalınan vurmalı çalgılar; klavyeliler ve yirminci yüzyılda çıkan elektronik enstrümanlar.

1750’lere gelindiğinde barok orkestra kurulmuştu: flütler, obualar, fagotlar, kornolar ve trompetleri kapsayan bir üflemeli çalgılar bölümü; timpani (orkestra davulu); continuo (sıklıkla, akor basan klavyeli bir enstrüman ve baslarda ona destek veren bir çellodan oluşur) ve bir yaylı çalgılar bölümünden oluşuyordu. Keman sesi barok dönemin karmaşık melodilerinin baskın sesiydi. Keman, atası olan ortaçağ kemanının ardından, 16. yüzyılın ilk yarısında Kuzey İtalya’da nihai şekliyle ortaya çıkmıştır.

Klasik dönemin gelişiyle üflemeli çalgılar orkestranın armonik dokusunu tamamlamak için giderek daha çok kullanılmaya başlandı. Franz Joseph Haydn ve Wolfgang Amadeus Mozart’ın daha büyük senfonileri, genellikle, tahta üflemeli ve pirinç enstrümanların her birinden ikişer tane, ayrıca da timpani ve yaylılar için yazılmıştır.

19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Hector Berlioz gibi besteciler arpların yanı sıra İngiliz kornosu, alto klarnet ve çeşitli vurmalı çalgılar gibi yeni enstrümanların da dahil olduğu daha büyük orkestralar için beste yapıyorlardı.

19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde Richard Wagner, Gustav Mahler ve Arnold Schoenberg gibi besteciler bazen müzisyen sayısı yüzü bulan çok büyük orkestralar için parçalar besteliyordu. Daha sonraki besteciler, caz ve popüler müzikte kullanılan saksafon, synthesizer ve diğer bazı elektronik enstrümanları da eserlerine dahil ettiler.

EK BİLGİLER:

1. Müziğin erken dönemlerinde besteciler baştan sonra tüm parçalarını hangi enstrümanlarla çalınacağını belirtmeden yazardı. Parçanın hangi kısmının hangi enstrümanla çalınması gerektiğine dair öneriler ilk olarak Claudio Monteverdi’nin 1607 tarihli operası Orfeo’nun partisyonunda yer almıştır.

2. Piyano ismi “pianoforte” sözcüğünden gelir, çünkü bir piyano hem piano (yumuşak) hem de forte (güçlü) ses verir. Piyano, Kuzey İtalya’da, 1700 yılları civarında klavsen yapımcısı Bartolomeo Cristofori tarafından geliştirilmiştir.

Platon’un Mağara Benzetmesi

“İnsanları, ışığa açılan uzun bir girişi olan, yeraltı mağarası gibi bir yerdelermiş gibi düşün. Çocukluklarından beri oradalar, kıpırdamasınlar diye ayakları ve boyunları zincire vurulmuş, zincirleri yüzünden etraflarına bakmak için başlarını bile döndüremiyorlar ve sadece önlerini görebiliyorlar…”

-Platon, Devlet

Platon, kendi felsefi görüşlerini desteklemek için yazılarında gerçek yaşamdaki hocası Sokrates karakterini kullanır. Devlet, Sokrates ve öğrencileri arasında gelişen bir diyalog şeklinde yazılmıştır.

Devlet’ten alınan bu ünlü paragrafta Sokrates, bir mağarada kapana kısılmış insanların, sadece nesnelerin duvara yansıyan gölgelerini görebildiği bir senaryo tarif eder. Bu insanlar, arkalarında bir ateş yanarken ileri doğru bakmaya zorlanırlar. İnsanlar, ateşin önüne tutulan nesneler ve yansıyan görüntülerini bir tutarlar. Örneğin, mağaradaki insanlar bir kitap gördüklerini sanabilirler, ama gördükleri sadece arkalarındaki ateşin önünde duran birinin elindeki kitabın gölgesidir.

Bir insan nesnelerin doğasını bizzat görmek için mağaradan kurtulduğunda mağaradan ilk başta güneşin parlaklığından gözleri acır ve fiziki nesnelerden dolayı kafası karışır. Ancak sonunda dünyanın gerçek doğasını anladığını da sadece gölgelerden haberdar olan kitlelere acır. Elbette, Sokrates’in mağarasındaki insanlar gerçeği öğrenmeye direnç gösterirler ve mağaradan kurtulan arkadaşları onlara gerçeği anlatmaya çabaladığında onun deli olduğunu düşünürler.

Bu alegoride mağarada kapana kısılmış insanlar dünyadaki cahil kitleleri temsil eder. Onlar sadece fiziki duyularımızla farkına varılabilen nesne, görüntü ve seslerin suretlerini görebilirler. Nesnelerin gerçek doğasını bizzat görmek için mağaradan kaçıp kurtulan kişi filozoftur. Filozoflar akıllarını kullanarak evrenin esas temeli olan soyut, değişmez gerçekleri yani formları, kavrayabilirler. Mağaradan kurtulan filozof, nesnelerin gerçek doğasını bilir.

Devlet nihayetinde adalet sorunsalıyla ilgilidir. Platon, adaleti kurmak için kişinin neyin iyi olduğunu bilmesi gerektiğine inanır. Bu yüzden, iyinin formunu anlayan filozoflar kral olup yönetime geçmelidir. Toplumun geri kalanı bu yöneticilerin taleplerini yerine getirmek için örgütlenmelidir.

EK BİLGİLER:

1. Platon, MÖ 427 yılı civarında Atina’da doğdu.

2. Platon, filozof kralları “guardians”(koruyucu, bekçi) olarak adlandırmıştı.

Sara

Sara, İbrahim’in eşi ve Yahudilerin anasıdır.

Sara o kadar güzeldir ki, İbrahim, bir kıtlık yüzünden beraber Mısır’a kaçtıklarında eşinin güzelliğinden ötürü emniyetlerinden endişe etmeye başlar. Firavun’un onu öldürüp Sara’yı eşi olarak alacağından şüphelenen İbrahim, Sara’ya kardeşiymiş gibi davranır. Firavun, Sara’yı alır ama İbrahim’e dokunmayıp karşılığında ona sayısız hediye verir. Tanrı daha sonra Firavun’u cezalandırarak Sara ile İbrahim’in Mısır’dan kaçmalarına izin verir.

Güzel olmasına rağmen Sara kısırdır ve İbrahim’e bir çocuk veremez. Dolayısıyla, âdet olduğu üzere, cariyesi Hacer’i İbrahim’e verir çünkü İbrahim ancak bu şekilde soyunu devam ettirebilecektir. Hacer, İbrahim’in ilk oğlu olan İsmail’i doğurur.

Doğumdan sonra Sara’nın Hacer’le olan ilişkisi bozulur. Hacer artık Sara’ya saygı duymaz ve Sara da kıskançlığa kapılır. Sonunda Sara, İbrahim’den Hacer’le oğlunu kovmasını ister. Yahudi geleneğine göre Sara’nın İbrahim’e nazaran daha kuvvetli sezgileri olduğundan, İbrahim onun bu isteğine boyun eğer.

Tanrı, Sara doksan yaşına gelince İbrahim’e nihayet karısının ona bir çocuk verebileceğini söyler ve İbrahim’i güldürür. Tanrı ısrar ederken Sara tesadüfen konuşmayı duyar ve o da buna güler. Ama sonra, Tanrı’dan şüphe duyduğu için utanıp inancını beyan eder. Bir yıl sonra da, ileride İsrail’in on iki kabilesinin atası olacak İshak’ı doğurur.

Neredeyse kırk yıl sonra, Sara yüz yirmi yedi yaşındayken El Halil’de ölür. Bazı yazılarda Sara’nın ölümünün İbrahim’in İshak’ı neredeyse kurban edecek olmasıyla ilgili olduğu belirtilir. Bir hikâyede Şeytan, Sara’ya İbrahim’in İshak’ı öldürdüğünü söyler. Sara, İshak’ın yaşadığını öğrenince sevinçten ölür.

EK BİLGİLER:

1. Sara, eşi İbrahim ile El Halil’deki Makpela Mağarası’na gömülmüştür. Oğulları İshak ve eşi ile torunları Yakup ve ilk eşi Lea da oraya gömülmüştür.

2. Yahudiliğin ata ve analarından sadece Yakup’un ikinci eşi Raşel, El Halil’de gömülmeyip Beytüllahim’de gömülmüştür.

Rosetta Taşı

1799’da Napolyon’un ordusundaki Fransız askerleri Mısır’daki İskenderiye şehri yakınlarında kumların içine gömülmüş, gizemli siyah bir kaya keşfettiler. Kayanın üzerine üç antik dilde yazılar yazılmıştı. Kayadaki ilk yazı Yunancaydı. Bilim insanları bu yazının, Mısır’ın Büyük İskender tarafından kurulan Yunan İmparatorluğu’na bağlı olduğu zamanlardan, yani aşağı yukarı MÖ 196’dan kaldığını belirlediler. Siyah kayanın üzerindeki diğer iki yazıtsa Mısırlıların geleneksel yazısı olan hiyerogliflerin farklı iki versiyonudur.

Mısır binlerce yıl boyunca antik dünyanın en büyük imparatorluklarından biri oldu. Firavun olarak bilinen krallar tarafından yönetilen Mısırlılar, büyük piramitlerle sfenks gibi devasa anıtlar ortaya çıkardılar. Bugünkü Sudan’dan Suriye’ye kadar uzanan topraklar Mısır ordularının kontrolü altındaydı. Firavunlar kendileri için bayındır şehirler ve görkemli mezarlar inşa ettirdiler.

Ama Rosetta Taşı’nın keşfedilmesinden önce, tarihçiler ve arkeologlar Mısırlı kâtiplerin bıraktığı çok sayıdaki yazılı kaydı asırlar boyu okuyamadılar. Kâtipler, en donanımlı modern bilginlere bile anlaşılamaz gelen karmaşık bir yazı kullanmışlardı.

Yunan yetkililerin Mısır halkına yönelik bir bildirisinin kaydı olan Rosetta Taşı, antik Mısır’ın sırlarını ortaya çıkardı. Jean-François Champollion adındaki bir Fransız bilim insanı, Yunanca yazılmış metinle hiyeroglifleri yan yana getirerek yıllar süren çalışmalar sonucunda karmaşık Mısır dilinin şifrelerini çözdü. Hiyerogliflerin anlaşılmasıyla, 19. yüzyılda tarihçiler ve arkeologlar antik Mısır’ı çok daha yakından tanıyabildiler.

Rosetta Taşı’ndaki yazıların çevrilmesi başlı başına bilimsel bir başarıydı. Champollion, düzinelerce dili çok iyi derecede bilen muazzam bir dilbilimciydi. Bir İngiliz bilgini olan Thomas Young da yazıtların çözülmesine yardım etti. 1801’de İngilizlerin el koyduğu Rosetta Taşı, şu anda Londra’daki British Museum’da sergilenmektedir.

EK BİLGİLER:

1. 1. Dünya Savaşı sırasında British Museum’da sergilenen Rosetta Taşı ve diğer önemli eserler, Londra bombardıman altındayken zarar görmemeleri için bir metro istasyonuna taşındılar.

2. Rosetta Taşı’nda, Mısır halkını V. Ptolemy’nin tanrısallığına inandırmak amacıyla, on üç yaşındaki Yunanlı Firavun’un işlediği hayırlar sıralanmıştı.

3. Antik Mısırlılar ölümden sonra bedenlerin korunması gerektiğine inanıyor ve krallarının bedenlerini itinayla mumyalıyorlardı. Avrupa’daki birtakım şarlatanlar, öğütülerek toz haline getirilmiş mumyaları 19. yüzyıla kadar şifa verdiği iddiasıyla sattılar.

Karanlığın Yüreği

Joseph Conrad’ın 1899 tarihli kısa romanı Karanlığın Yüreği, pek çok yönden gerçek anlamda ilk 20. yüzyıl romanı olarak görülebilecek, zamanının çok ötesinde bir eserdir. 19. yüzyılın sonlarında yaygın olan gerçekçi yazım tarzına dayanmasına rağmen, modern çağa özgü birçok konuyu ele almaktadır. Avrupa emperyalizminin 1800’lerde Afrika ve Asya’daki yaygın sömürüsüne eleştirel gözle bakan ilk edebi çalışmalardan biri olarak da göze çarpar.

Karanlığın Yüreği, yaklaşık seksen sayfalık, kısa ama özlü bir çalışmadır. Belçika’ya ait, yalnızca “Şirket” denen sömürgeci bir işletmede çalışan Marlow isimli bir adam tarafından geriye dönük olarak anlatılır. Marlow, Kongo Nehri’ni geçip, Şirket’in çok uzaklarda kalan ve Kurtz adlı bir fildişi tüccarı tarafından işletilen iç şubesine gidecek buharlı gemiye kaptanlık etmek üzere Belçika Kongo’suna yollanır. Afrika’ya ulaşan Marlow, Şirket tesislerinin çürümüşlüğünü ve ırkçı Avrupalıların Afrikalı yerlileri küstahça sömürdüğünü görünce sarsılır.

Conrad’ın Kongo’su açık seçik bir dünya değildir ve bu dünyada neredeyse tüm karakterler uğursuz bir biçimde isimsiz kalır: Müdür, Muhasebeci ve diğerleri… Ayrıca Belçikalıların birbirinden kopuk yerleşim yerlerinin hemen ötesinde devasa ve aşılmaz orman görünür. Marlow, nehirde daha da uzak bölgelere doğru yol alırken, ruhsal bir yolculuk da yapar. İlerilere gittikçe medeniyetin tuzakları da azalır ve Marlow kendisini insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına yolculuk yapıyor gibi görmeye başlar. Bu esnada gizemli Kurtz hakkında daha fazla şey öğrenir ve Kurtz’un Afrikalı yerlileri medenileştirme niyetinde bir terslik olduğu belli olur. Afrika’nın karanlığına ve vahşiliğine olan düşkünlüğü, Kurtz’u ele geçirmiştir.

Karanlığın Yüreği, sıra dışı fakat olağanüstü film uyarlaması Kıyamet’ten (Apocalypse Now, 1979) dolayı bugün özellikle bilinmektedir. Film, romanı 1970’lerin Vietnamı’na taşır ve Kurtz rolünü, Kamboçya’nın ücra bir köşesinde aklını kaçıran Amerikalı bir albayı canlandıran Marlon Brando oynar. Senaryoda Conrad’ın hikâyesindeki birçok unsur korunurken; film, 1960’ların karşı kültürünün etkisini taşıyan sanrısal müzik ve görüntülerle güncelleştirilmiştir.

EK BİLGİLER:

1. Conrad’ın önemli eserlerinin tümü, kendisi Polonyalı bir aileden gelmesine karşın (gerçek adı Jozef Teodor Konrad Korzeniowski’dir) İngilizcedir. Lehçe ve Fransızcadan sonra İngilizce üçüncü diliydi.

2. Conrad’ın Karanlığın Yüreği ile insanın bilinçaltını keşfe çıkışı, yazarın çağdaşı olan Sigmund Freud’un ileri sürdüğü fikirlerden bazılarına ayna tutmaktadır. Bugün bile eleştirmenler, romanı sıklıkla Freudcu bir bakış açısıyla ele alır.

3. T. S. Eliot, kitaptaki en ünlü satırlardan birini “The Hollow Men” şiirinde (1925) epigraf olarak kullanmıştır: “Bay Kurtz… Öldü o”

Bizans Sanatı

Bizans İmparatorluğu’nun ismi, İmparator Konstantin’in IV. yüzyılda Konstantinopolis olarak yeniden adlandırdığı Byzantium şehrinden gelir. Konstantin, Roma’daki sarayını, günümüzde İstanbul olarak bilinen bu şehre taşımıştır. Roma İmparatorluğu’nun batı kısmının çöküşünden sonra, doğu kısmı Konstantinopolis’teki Bizans imparatoru tarafından idare edilmeye devam etmiştir.