Epikürcüler, bazı kinetik zevklerin gerekli ve iyi olduklarını kabul ederken, hep daha fazlası için arzu yaratan dürtülere karşı uyardılar. Örneğin, hoş tatlıları tüketme alışkanlığı, daha basit tatlılardan haz almayı veya tatlıların tümden yokluğu durumunda tatmin olmayı zorlaştırır. Bu nedenle Epikürcüler, kişinin basit yiyecekler yiyerek ve sadece arada sırada lüksten keyiflenerek genelde sade bir şekilde yaşaması gerektiğine inandılar.
EK BİLGİLER:1. Epikürcüler’in savunduğunun aksine, “Epikürcü” kelimesi, “duyusal hazzın, özellikle iyi yiyecekten ve rahattan haz almanın peşine düşmeye kendini adamış” anlamında kullanılır.
2. Epiküros’un Atina’da kurduğu okul, “Bahçe” olarak bilinirdi.
3. Romalı filozof Lucretius (MÖ 99-55), bir Epikürcüydü. Doğa felsefesi ve Epikürcü metafizik hakkında De rerum natura (Şeylerin Doğası Üzerine) adlı uzun bir şiiri bulunmaktadır.
Tapınak ve Kutsal Kâse
Kral Süleyman, ilk Yahudi tapınağını MÖ X. yüzyılda Kudüs’te, kafasında üç ana amaç belirleyerek inşa etti: İlki Yahudi inancının İsrail’deki merkezi olması; ikincisi Tanrı’ya adanan hayvanların kurban edilme yeri olması ve üçüncüsü, Musa’ya Sina Dağı’nda verilen orijinal On Emir’i barındıran Ahit Sandığı için kalıcı bir ev olması.
İsrail tarihindeki en zengin dönemlerden birinde inşa edilen Kral Süleyman’ın orijinal tapınağı, Babil Hükümdarı II. Nebukadnessar tarafından yok edildiği MÖ 586 tarihine kadar ayakta kalmıştır. Babilliler, muhtemelen Kutsal Kâse’yi ve On Emir’i içinde barındıran tapınağı yağmaladılar ve yok ettiler. Tapınağın yok edilmesiyle Yahudiler, Yahuda’nın Ülkesi olarak bilinen İsrail’in güney kısmından sürgün edildiler.
Yahudiler sürgünlerinden geri döndüklerinde tapınağı yeniden inşa ettiler. Bu ikinci tapınağın yapılması otuz bir yıllarını aldı ve MÖ 515 yılında tamamlandı. Beş yüzyıl boyunca büyüyüp genişledi. MÖ 19 civarında Kral Büyük Herod, tüm alanı saran geniş bir koruyucu duvar yapımını da içeren tutkulu bir genişletme projesine başladı. Tapınak MS I. yüzyılın sonuna kadar bu durumda kaldı.
I. yüzyılın bitmesine yakın Romalılar ve Yahudiler arasındaki gerginlik tırmandı. O zamanlar Roma İmparatorluğu’nun onda biri Yahudi idi. Ayrıca yalnızca sünnet gerektirdiğinden dolayı bu dine bağlanmaktan uzak duran çoğu kimse de Yahudiler’i destekliyordu. Romalı-Yahudi ilişkileri çoğu zaman barış içinde olmasına rağmen, bir grup bağnaz MS 66’da ayaklandı ve Romalı liderler ayaklanmanın yayılmasından korktular. Cevaben, Kudüs’ü ve ikinci tapınağı MS 70’te yok ettiler. Bu, Yahudiler’in en kutsal yerinin ikinci yıkımıydı ve İsrail’in dışında Yahudi Diasporası oluşmaya başladı.
EK BİLGİLER:1. Yahudilik’te en kutsal mekân olarak kabul edilen ilk iki tapınağın yeri, Dağ Tapınağı, aynı zamanda Hıristiyanlık ve İslam için de son derece önemlidir. VI. yüzyılda yapılan hem Kubbetüs-Sahra ve hem de Mescid-i Aksa, burayı Müslüman inancının en kutsal üçüncü mekânı kılar.
2. Bugün “Batı Duvarı” veya “Ağlama Duvarı” olarak bilinen Kral Herod’un koruma duvarlarının bir kısmı Romalılar’ın yıkımından sonra ayakta kaldı ve halen de oradadır. Duvarın bu kısmı, çoğu hacının ziyaret ettiği kutsal bir alandır.
Kara Ölüm
“Kara Ölüm” olarak bilinen, alabildiğine yayılmış bir veba salgını, 1347 ile 1350 yılları arasında Avrupa nüfusunun üçte birini yok etti. Asya’dan kaynaklanan yüksek oranda bulaşıcı bakteriyel hastalık yıkıcı bir hızla yayıldı. Ortaçağ Avrupası’nın pislik yuvası şehirlerinde yaşayan kurbanlar; kusma, ishal ve deri üzerinde beliren siyah tümörler gibi tipik belirtilerin ortaya çıkmasından sonra sadece birkaç gün yaşayabiliyordu.
Veba çoğu şehirde çok sayıda insanı öldürmekle kalmadı aynı zamanda tüm medeniyeti çöküşün kıyısına iterek hukuk ve düzeni de yıktı. Yazar Giovanni Boccaccio, 1370-71 yılları arasında yazdığı Decameron adlı ünlü eserinde, İtalya’nın zengin kenti Floransa’da vebanın yarattığı etkileri tasvir eder:
“Şehrimizin bu ıstırap ve sefilliğinde, beşerî ve ilahî hukukun otoritesi neredeyse ortadan kayboldu. Tıpkı diğer insanlar gibi bakanlar ve hukuk adamlarının hepsi ya öldü ya hasta oldu ya da aileleri ile uğraşmaktan ses çıkaramadı ve hiçbir görev yerine getirilemedi… Her insan, bu nedenle her istediğini hiçbir engelle karşılaşmadan yapabildi.”
Avrupa toplumunda vebanın sonuçları derin oldu. Birçok çileden çıkmış Avrupalı Hıristiyan, hastalıktan dolayı Yahudiler’i suçladı ve Kara Ölüm’ü takip eden katliamlar tarihteki en kötü anti-Semitik saldırılar arasında yerini aldı. Çoğu Avrupalı aynı zamanda Katolik Kilisesi’nin öğretilerini ve mevcut siyasi düzeni sorgulamaya başladı. Tanrı böylesine zalim bir hastalığa nasıl izin verebilmişti? Hayal kırıklığına uğramış bazı Avrupalılar, kendilerini kırbaçlayarak ibadet eden ‘kırbaççılar’ gibi radikal tarikatlara yöneldiler. Bunun bir sonucu olarak kiliseye duyulan saygı azaldı. Çoğu tarihçiye göre, veba orta çağın feodal düzenini yıktı ve Rönesans’a giden yolu açtı.
EK BİLGİLER:1. Bilim insanları, halen Kara Ölüm’ün nedenini tartışmaya devam etmektedirler. Muhtemel adaylardan olan hıyarcıklı veba hâlâ yaşamaktadır, ama antibiyotiklerle kolaylıkla tedavi edilebilmektedirler.
2. Orta Çağ’da veba bulaşan hemen herkes ölmesine rağmen, kurbanların % 5’i salgından sağ olarak kurtuldu ve bazı insanlar ona tümüyle yakalanmaktan kaçınabildiler. Modern bilim insanları, onların mikroplara karşı daha fazla direnç gösteren, çok ender bir genetik birleşimle korunduklarına inanıyorlar.
3. Kara Ölüm’den sonra, Avrupa’nın 1347 öncesi nüfus düzeyini tekrar yakalaması dört yüz yıl aldı.
Muhteşem Gatsby
Eleştirmenler ve okuyucular, uzun süre “Büyük Amerikan Romanı” olacak tek bir eser belirlemeye çalıştılar ve bu zamana kadar çoğu, F. Scott Fitzgerald’ın (1896-1940) Muhteşem Gatsby romanı üzerinde fikir birliğine vardı. Gerçekten de başka hiçbir eser Amerikan Rüyası’nın özünü bu kadar göz alıcı bir şekilde yakalayamamış ve eleştirmemiştir.
Başkarakter Jay Gatsby, Lond Island’a bağlı, eski zengin yerleşimi East Egg’deki limanın karşısındaki West Egg’in yeni zenginleşen kasabasında bir villa sahibi olan gizemli bir milyonerdir. Her hafta sonu, malikanesine yüzlerce “gündelik kelebek” çeken gösterişli partiler verir. Gatsby, hikâyesinin anlatıcısı olan yeni komşusu Nick Carraway ile tanışır. Nick’in ilk izlenimi, Gatsby’nin, “hayatta dört veya beş kez karşılaşabileceğiniz, içinde sonsuz bir rahatlık hissi barındıran ender gülümseyişli insanlardan biri” olduğu şeklindedir.
Ama Nick daha fazla şey öğrendikçe, Gatsby’nin mükemmel yüzünde daha fazla çatlak belirir. Gatsby, giderek, tüm yanlışlarıyla Amerika’nın “kendi kendini yaratmış insan” idealini örnekler. Midwest’te sefalet içinde doğan Gatsby, organize suçların yardımıyla gayrimeşru iş anlaşmalarından milyonlar kazanmıştır. Başka bir adamla evlendiğinden beri Daisy Buchanan isimli uzun zamandır kayıp olan aşkını tekrar elde etme hedefiyle ismini değiştirmiş, doğuya taşınmış, West Egg’de villa satın almış ve sahte bir kişisel geçmiş oluşturmuştur.
Gatsby, neredeyse her düzeyde bir paradokstur. O, girişimci, idealist ve yükselme tutkusundaki Amerikan ruhunu yaşar ve solur, fakat bunların hepsini çabasına layık olmayan bir kadının peşini bırakmayarak yapar. Görünüşte, yüksek bir özgüven ve benlik duygusu yansıtır fakat özünde o, yalnız ve karasevdalı bir adamdır. Kütüphanesi kitaplarla doludur, ama sayfalarına dokunulmamış, hatta kitaplardan biri bile açılmamıştır.
Muhteşem Gatsby yalnızca 180 sayfadır, ama Fitzgerald bu kısa alanı, kelime israf etmeden ustalıkla ve itinayla kullanır. Roman, aynı anda heyecan, romans, gizem ve Caz Çağı’nın çürümüşlüğüyle iç içedir. Ama her şeyin üstünde, bu en özlü Amerikan hikâyesini unutulmaz yapan –İngiliz dilinin gördüğü en şiirsel anlatımlarından bazılarını da örnekleyen-Fitzgerald’ın düzyazısıdır.
EK BİLGİLER:1. Fitzgerald, Muhteşem Gatsby için aylarca uygun bir başlık aradı. Mart 1925’te yayıncısına panikle telgraf çekip, başlığın “Kırmızı, Beyaz ve Mavi Altında” olarak değiştirilmesini talep etmiş ama çok geç kalmıştı.
2. Fitzgerald ve eşi Zelda, Zelda’nın ciddi duygusal dengesizliği ve Fitzgerald’ın alkolizm sorunuyla alt üst olan çalkantılı hayatlarıyla, Caz Çağı sosyetesinde pek de revaçta olmayan karakterlerdi.
3. Fitzgerald, bir Hollywood film kralı hakkındaki Son Düş adlı romanını tamamlayamadan 1940’ta kalp krizinden öldü.
Son Akşam Yemeği
Leonardo da Vinci, hamisi Ludovico Sforza için 1495 ile 1498 yılları arasında Son Akşam Yemeği adlı tablosunu yaptı. Milano, Santa Maria dele Grazie’deki keşişlerin yemekhanesinin kuzey duvarında konumlanmış olan tablo, Batı tarihinde İncil’de geçen bir konunun en ünlü tasvirlerinden biridir.
Son Akşam Yemeği, Yahuda tarafından Romalılar’a jurnallenmeden hemen önce, on iki havarisi ile Paskalya yemeğini kutlayan İsa’yı betimler. Hıristiyan teolojisine göre bu olay, masadaki ekmek ve şarabın İsa’nın etine ve kanına dönüştüğü yemek olarak Komünyon’un ilk kutlamasını oluşturdu.
Tüm figürler, resmin önünde yemekhanede yemeklerini yiyen rahiplerle, kutsal olayı birbirinden ayıran bir çeşit engel vazifesi gören masanın bir tarafında düzenlenir. Soldan sağa havariler Bartholomew, Küçük James, Andrew, Peter, Yahuda ve John görünürler. İsa tam ortadadır. Ondan sonra Thomas, Büyük James, Philip, Matthew, Thaddeus ve Simon gelir.
Rönesans’ın en ünlü İtalyan sanatçılarının biyografilerini yazan on altıncı yüzyıl yazarı Giorgio Vasari’ye göre, da Vinci’nin freski, İsa’nın, “İçinizden biri bana ihanet edecek.” (Matthew 26:21), dediği anı yakalar. Havariler böylece O’nun sözlerine karşı, her biri farklı bir duyguyu –inkar, şüphe, kin, inançsızlık veya sevgi– yansıtan ifadeleriyle gösterilir.
İncil’den konuyla ilişkili diğer parça, İsa’nın,“Bana ihanet edenin eli masada benimle.” dediği Luka 22:21’dir. Da Vinci’nin resminde, masada eli İsa’nın elinin yanında duran tek kişi Yahuda’dır. Yüzü gölgede kalmış, vücudu fiziki olarak İsa’dan ürkmüş haldedir. Sahnenin başka sanatçılarca yapılmış daha eski betimlemelerinde, Yahuda ya grubun geri kalanının dışında kalmış ya da masanın ters tarafında yalnız oturmuş veya halesinden mahrum bırakılmış halde betimlenmiştir. Da Vinci, onu dış özelliklerden çok psikolojik durumuna odaklanan daha gizemli bir tutumla diğer havarilerden ayırır.
Duvar resmi, yapılmasından kısa süre sonra bozulmaya başladı. Zahmetli bir hassasiyetle çalışan da Vinci geleneksel fresk teknikleri kullanmamıştı, çünkü ressamların büyük bir hızla çalışmalarını gerektiriyorlardı. Bunun yerine yüksek oranda kalıcı olmadığı bilinen yağ -ve zamk- bazlı boyaları denedi; birkaç yıl içinde çatlaklar ve küf oluşmaya başladı. Ayrıca 1652’de, duvarda İsa’nın ayaklarının göründüğü bölümü yok eden bir kapı yeri açıldı. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki restorasyon teşebbüsleri sadece kısmî başarı sağladı. II. Dünya Savaşı sırasında yemekhaneye daha da zarar veren bir bomba isabet etti. 1978’de büyük bir restorasyon hareketi, İtalyan hükümetince yüklenildi ve Pinin Brambilla Barcilon tarafından yirmi yıldan daha uzun bir süre boyunca denetlendi. Yeni restore edilen fresk, yemekhane iklim kontrolü ile donatıldıktan sonra 1999’da tekrar halka açıldı.
Güneş Lekeleri ve Güneş Parlamaları
Güneşin değişken yüzeyi, 6.000 santigrat derecede tüm güneş sistemini ısıtarak yanar. Bu, yeryüzündeki sıcak bir günden 180 kat daha sıcaktır. Ama güneşin yüzeyinin bazı kısımları diğerlerinden serindir. Kabaca bizim gezegenimizin boyutunda olan güneş lekeleri koyu renkte görünürler, çünkü çevreleyen yüzeyden 2.000 derece daha soğukturlar. Güneşin parlayarak yanan iç çekirdeğinden yayılan ısıyı baskı altında tutan yoğun manyetik alanlara sahiptirler.
Genelde güneş lekeleri, her biri zıt bir manyetik yüke sahip olan çiftler halinde görünürler. Zıt olarak yüklenen güneş lekeleri arasındaki bölgeler, bir milyar megaton TNT kadar çok enerji salan güneşin yüzeyindeki patlamalar, güneş parlamaları için hazırdır. Güneş parlamaları, jeomanyetik fırtınalara sebep olan x-ışınları ve manyetik radyasyon ile yeryüzünü bombardımana tutar. Kuzey ve güney ışıklarını yoğunlaştırır, elektrik şebekelerini bozar ve radyo ileticilerini karıştırır.
Son zirvesini 2000’de yapan güneş lekeleri ve güneş parlamaları, on bir yıllık döngüyle güçlenir ve zayıflar. 14 Temmuz 2000’de “Bastille Günü Olayı” da denen devasa bir güneş parlaması, Texas’a kadar güneye uzanan göz kamaştırıcı haleler saçtı, elektrik kesintilerini tetikledi ve uyduların yerini değiştirdi. Astronotların solar maksimumlara karşı çok temkinli olmaları gerekir, çünkü radyasyon fırtınaları ölümcül olabilir.
Güneş lekeleri, aynı zamanda yeryüzündeki sıcaklığı etkileyebilir. Maksimum güneş lekesi faaliyeti, ultraviyole radyasyondaki büyük bir artışı da içine alan, güneşten salınan enerjide küçük bir artışla ilişkilendirilir. Küresel ısınmayla örtüşür şekilde, son altmış yılda güneş lekesi faaliyetinde büyük bir artış vardır. Batı Avrupa’da 1600’lerin ortasından 1700’lerin başlarına kadar süren, ciddi soğuklar ve uzun kışlar nedeniyle “Küçük Buz Çağı” denen dönem, güneş lekesi faaliyetindeki bir düşüş dönemiyle çakışıyordu.
EK BİLGİLER:1. İtalyan astronom Galileo Galilei (1564-1642), Güneş’in dönme devrini izlemek için güneş lekelerini kullandı. Çoğunlukla gazdan oluştuğu için, Güneş’in farklı tarafları farklı hızlarla döner. Ekvator, kabaca yirmi beş günde kendi etrafında dönerken kutuplar otuz beş günde dönerler.
2. Çinli astronomlar güneş lekelerini ilk kez MS 30 yılında gözlemledi.
Johann Sebastian Bach
Johann Sebastian Bach (1685-1750), en önemli barok bestekârdır ve belki de tüm zamanların en önemli bestecisidir. Onun dinî vokal müziği –kantatlar ve ilahi besteleri– orkestralı konçertoları ve ustalıklı org eserleri, ulvi armoniler ve birleştirilmiş melodilerle doludur ve onun müzikal hassasiyeti, dehadan ödün vermez. Yirminci yüzyılın caz ve pop bestecileri de dahil, kendinden sonra gelen neredeyse tüm bestecileri etkilemiştir.
Bach, Thuringia denen bir bölgenin Eisenach kasabasında, 21 Mart 1685 tarihinde doğdu. Genç bir adam olarak, Arnstadt, Lübeck, Mülhausen ve Weimar’daki Lüteriyen kiliselerde çeşitli randevular ve misafirlikler arasında gidip geldi. Bach’ın kariyerinde değişmeyen şey, insanların onun müziğini vasat, karmaşık ve tatminkârlıktan uzak bulmalarıydı. Weimar’da saray orgcusu olduğu sıralar (1708-1717), orkestra şefliğine yükseldi. 1717’de Cot-hen’deki Lüteriyen Prensi Leopold’un sarayına taşındı.
1720’de Bach’ın ilk eşi öldü ve bugün alıştırmalarında çoğu piyanist tarafından çalışılan pek çok etüt kitabını ithaf ettiği Anna Magdalena isimli bir saray şarkıcısı ile evlendi. Cot-hen’de geçirdiği zamanda, efsanevi Brandenburg Konçertoları ve Matta Azabı oratoryoları gibi ünlü kantatlarının bir kısmını üretti. 1722’de, muazzam eseri Mass in B Minor tamamlandıktan sadece bir yıl sonra, 1750’ye kadar yaşadığı Leipzig şehri ve dört kilise için müzik direktörü oldu.
EK BİLGİLER:1. Bach’ın ilk eşinden altı, ikinci eşinden on üç çocuğu oldu.
2. Bach’ın çocuklarının çoğu bebekliklerinde öldü, ama Johann Christian Bach (1735-1782) ve Carl Philipp Emanuel Bach (1714-1788) dahil dördü tanınmış besteciler oldular.
3. Bach’ın erken dönem müzik eğitimini babası ve ağabeyleri vermişti, ama o büyük ölçüde kendi kendine işi öğrenmiş bir besteciydi.
Ortaçağ Felsefesi
Batı felsefesinde ortaçağ dönemi, genelde kabaca MS V. yüzyılda klasik antik çağın sona ermesinden MS XV. yüzyıl civarı Rönesans’ın başlangıcına kadar süren dönem olarak tanımlanır. Ortaçağ boyunca diğer disiplinlerin iç karartan izlerinin aksine, bu dönemin felsefesi aşırı derecede zengindi ve bir dizi seçkin şahsiyeti barındırmaktaydı.
İlk önemli ortaçağ filozofu, Platon’un felsefesi ile Hıristiyanlık’ı birleştirmeye teşebbüs eden Aziz Augustinus’dur (MS 354-430). Augustinus’un, sadece kilise öğretileri üzerinde değil, aynı zamanda Batı felsefesi ve kültürünün tümü üzerinde büyük tesiri olmuştur.
Diğer bir önemli ortaçağ şahsiyeti, Felsefe’nin Tesellisi kitabıyla bilinen Boethius’tur (MS 480-525). Ancak onun bu alana en önemli katkısı, Yunan felsefesini Latince’ye çevirmesiydi. Boethius, Yunanca bilen son Batı Avrupalılar’dan biriydi ve ölümünden sonra dilbilimi Avrupa kültüründe yüzlerce yıl kayboldu.
Ortaçağın erken dönemi, iki önemli şahsiyetle sona erdi: Canterbury’den Saint Anselmus (1033-1109) ve Peter Abelard (1079-1142). Anselmus, Proslogion isimli kitabında Tanrı’nın varlığına dair ilk analitik veya “ontolojik” kanıtları önermesiyle bilinir. Mantık ve anlambilim tarihinde önemli bir şahsiyet olmasının yanında Abelard, bir çocuk sahibi olduğu ve ünlü mektuplaşmalarını sürdürdüğü öğrencisi Heloise’e âşık olmasıyla da çok meşhurdur.
Ortaçağ felsefesinin geç dönemi, on üçüncü yüzyılda antikçağ Yunan metinlerinin, özellikle Artisto’nun yeniden keşfedilmesiyle kısmen farklı bir karaktere sahiptir. Geç dönem büyük ortaçağ filozoflarının –Saint Thomas Aquinas (1225-1274), John Duns Scotus (1265-1308) ve Ockhamlı William (1284-1347)– eserleri Aristo’dan oldukça çok etkilenmişti ve her biri, Aristo’nun tüm eserleri üzerinde dikkate değer yorumlar ürettiler. Bu üçlüden en önemlisi, Aristocu felsefeyi Hıristiyan teolojisi ile birleştirip büyük bir felsefî ve teolojik sistem yaratan Thomas Aquinas’tır. O zamandan beri Aquinas, Katolik düşüncesinde belirleyici olmasa bile büyük bir etkide bulundu.
EK BİLGİLER:1. Heloise’in amcası, yeğeninin aşk ilişkisi karşısında o kadar öfkelenmişti ki Abelard’ı hadım ettirmişti. Hem Abelard hem de Heloise, hayatlarının geri kalanını dinî bir düzen içinde yaşadılar, ama ideal romantik aşkın ilk ve hareketli örneklerinden biri olan mektuplaşmalarını sürdürdüler.
2. Ockham en çok, adını taşıyan ve her zaman en basit kuramın tercih edilmesi gerektiği veya kuramların olabildiği kadar basit olması gerektiği anlamına gelen “Ockham’ın usturası” prensibiyle bilinir.
Talmud
Talmud, Tevrat üzerine hahamların yüzlerce yıllık yorumlarını derler ve Yahudi dininde temel bir metin olarak görülür.
Talmud, iki kısımdan oluşur. İlki, Mişna’dır. Tevrat ilk başta Musa’ya indirildiğinde, yazılı metne bir dizi sözlü öğretinin eşlik ettiğine inanılır. MS 200 civarında Yahudi tapınakları yıkılmıştı ve topluluk sert baskıların hedefiydi. Bu ikincil öğretileri kaydetmek gerekli olmuştu.
Talmud’un ikinci parçası Gemara’dır. Gemara, hahamların Mişna’ya dair tartışmalarından oluşur. Mişna mutlak fikirler içerirken, Gemara farklı fikirlerin bir diyalogu halinde yazılır.
En yaygın olarak kastedilen ve kullanılan Talmud, MS 400-600 yılları arasında derlenen, Aramice olan Talmud Bavli’dir. Kudüs’ten gelen ikinci bir Talmud daha vardır, ama bu versiyonda öğretiler daha bölük pörçüktür ve anlaşılması oldukça zordur.
Talmud, Yahudi hukukunun bir kaynağı olarak görülür ve toplumda ortaya çıkan kavgaları karara bağlamak için kullanılırdı. Dinî ve laik kanunlar geleneksel olarak Yahudi topluluklarda aynıyken, Talmud’un oldukça değişen çeşitlilikte uygulamaları vardı.
EK BİLGİLER:1. Mişna’nın, “Hahamların Deyişleri” anlamına gelen “Pirkei Avot” denen bir bölümü, ünlü hahamların deyişlerini ve mesellerini içerir.
2. Talmud, geleneksel olarak kullanılan ‘havruta yöntemi’ –ikili gruplar soru-cevap şeklinde çalışır, böylece öğrenciler her bir satırı grup eşiyle beraber gözden geçirebilir ve tartışabilir– ile öğrenilir.
Jan Dark (Joan of Arc)
Jan Dark (1412-1431), İngilizler’le savaşan ortaçağ Fransız ordularının komutasını hayranlık uyandıracak bir şekilde henüz on yedi yaşında ele alan genç bir köylü kadınıydı. Bir dizi şaşırtıcı zaferden sonra yakalandı, sapkınlıkla suçlandı ve hemen kazığa bağlanarak yakıldı. Ancak Jan’ın cesur liderliğinden esinlenen Fransızlar sonunda İngilizler’i topraklarından çıkardılar. Böylelikle genç kadın, hafızalarda ulusal bir kahraman ve Fransa’nın sembolü olarak yer etti.
Avrupa kralları, özellikle de İngiliz ve Fransızlar arasındaki savaşlar, ortaçağ hayatının daimi bir özelliğiydi. Jan’ın 1429’daki üstün başarılarının gerçekleştiği sırada iki ülke, gerçekte 116 yıl süren, ara sıra tekrarlanan çatışmalardan oluşan Yüz Yıl Savaşları’nın tam ortasındaydı. Birçok açıdan savaş basitçe, Ortaçağ’da Avrupa’yı yöneten açgözlü feodal baronlar için bir iş teklifiydi. Asilzadeler toprak istemişlerdi ve savaş onu almanın bir yoluydu. Sonuç olarak, ortaçağ dönemi boyunca ulusal sınırlar da, herhangi bir hükümdar ile akrabalık bağı hissetmeyen Jan’ın ailesi gibi kıtanın ortak halkları da sürekli olarak yer değiştirdi.
Ama Jan’ın doğumuyla bu durum değişmeye başladı. İngilizler’e karşı Jan’ın hareketi, Avrupa milliyetçiliğinin ne olabileceğine dair ilk örneklerden biri oldu. Jan için Fransa, sadece harita üzerinde bir sınır veya asil bir ailenin mülkiyeti değildi. Orası özeldi, vatansever bir bağ hissettiği ülkesiydi. Bir ergen olarak tecrübe ettiği görülerinde, Jan, Tanrı’nın ondan İngilizler’i Fransa’dan çıkarmasını istediğini iddia etti. İngiliz ve Fransız soylularının arasındaki toprak kavgası, milletlerin savaşına dönüştü. Gelecek yüzyıllarda Avrupa’nın çeşitli feodal krallıkları, hem vatanseverliği hem de onun şeytanî ikizi ırkçılığı körükleyerek ayrı kültürel kimliklere sahip ulus-devletlere doğru evrildiler.
Jan’ın 1431’de yakalanmasından sonra, İngilizler onu uydurdukları sapkınlık suçuyla idam ettiler. Papa sonraları suçlamasını geri çekti ve Jan, 1920 yılında Katolik Kilisesi’nin bir azizesi ilan edildi.
EK BİLGİLER:1. II. Dünya Savaşı sırasında, Fransız Direnişi’nin yeraltı savaşçıları, Jan’ın amblemi olan Lorraine haçını kendi sembolleri olarak benimsediler.
2. Jan’ın orduların yönetimini ele almasına izin verilmeden önce, Fransız kralı kayınvalidesinden Jan’ın bakire olduğundan emin olmasını istedi. Öyleydi.
3. On dokuzuncu yüzyılın Amerikalı yazarlarından Mark Twain, Jan’ın hikayesiyle adeta büyülenmişti ve “insan ırkının şimdiye dek çıkardığı, açıkça ve açık ara farkla en sıra dışı kişi” olarak gördüğü bu kadın hakkında bir kitap yazarak ve araştırarak on iki yılını geçirdi. Kitap, Twain’in en meşhur çalışmalarından olmamasına rağmen, Twain onu en iyi kitapları arasında saydı.
John Steinbeck
Yirminci yüzyılın en sevilen Amerikalı romancılarından biri olan John Steinbeck (1902-1968), eserlerini yerlisi olduğu California’nın yerel renkleri ile demlendirdi. Çoğu eleştirmen yazımını çağdaşlarınınki kadar zarif ve ses getirici bulmayıp görmezden gelmesine rağmen, okuyucular arasında uzun süre gözde oldu. Her halükârda Steinbeck’in dokunaklı, sembolizm açısından zengin ve sosyal içerikli hikâyelerini ustalıkla işlediği tartışılmaz bir gerçektir.
Steinbeck, San Francisco ile Monterey arasındaki tarım bölgesinin kalbinde, California, Salinas’ta dünyaya geldi. Stanford Üniversitesi’nde ve çeşitli ağır işlerde çalışarak geçirdiği yıllardan sonra, 1920’lerin sonlarında azimli bir şekilde yazmaya başladı. Fakat bu yöndeki ilk birkaç girişimi hem eleştirel hem de ticari anlamda başarısızlıkla sonuçlandı. Nihayet Steinbeck, Büyük Buhran zamanında Monterey’de yaşayan paisanolar (ABD’deki Meksikalılar için kullanılan, ‘hemşeri’ anlamına gelen bir sözcük) hakkındaki Yukarı Mahalle (1935) adlı romanıyla başarıyı yakaladı. Bunu, bir California çiftliğindeki iki göçmen işçi olan Lenny ve George’un dokunaklı hikâyesi Fareler ve İnsanlar (1937) adlı kısa romanı takip etti.
Steinbeck’in başyapıtı ve en ünlü çalışması, kuraklığın vurduğu Midwest’ten kaçıp California’ya daha iyi bir hayat aramaya gelen Dust Bowl “Okies” ailesi hakkındaki Gazap Üzümleri (1939) adlı romanıdır. Son derece yoksul ve bir o kadar da dürüst insanlar olan Joad’lar yolculuk boyunca büyük zorluklarla yüzleşir, fakat karşılıklı fedakarlıkları ve kırılmaz aile bağlarından aldıkları güç ve umutla bunlara göğüs gererler. Romanın etkisi büyük oldu ve Buhran günleri yoksulluğunun kötü şartlarına emsalsiz bir şekilde dikkatleri çekti. O zamandan bu yana İngilizce müfredatın hem en temel, hem de en popüler yazarlarından biri olarak kaldı.