Yüzey Gerilimi ve Hidrojen Bağlantısı
Su, yeryüzündeki en tuhaf, aynı zamanda en yaygın bulunan maddedir. Katı formu, sıvı halinden daha az yoğundur ki bu nedenle buz, yüzebilir. Yüksek miktarlarda ısıyı, çok fazla değişime uğramadan emebilir ve bu nedenle sahil kentleri ılıman sıcaklıklara sahiptir. Ve yüzeyde toplanmaya eğilimli ince bir molekül tabakasından oluşan bir “derisi” vardır.
Suyun sıra dışı özellikleri, onun şeklinin sonucudur. Bir su molekülü, iki hidrojen atomuyla bir su atomundan oluşur (H2O). Görüntüsü Disney karakteri Mickey Mouse’a benzer: İki hidrojen atomu kulakları ve oksijen atomu da kafayı andırır. Su molekülünde elektronlar eşit bir şekilde dağılmadığı için kulaklar pozitif, kafa ise negatif yüklenir. Karşıtlar birbirini çektiğinden, bir su molekülünün kulakları bir hidrojen bağlantısı oluşturarak diğer bir su molekülünün çenesine doğru çekilir. Buz içinde su molekülleri, dört yüzlü bir piramit olan ‘tetraeder’i oluşturmak üzere kararlı şekilde birbirlerine bağlanırlar. Ama sıvıyken, su moleküllerinin yapısı daha gevşektir. Hidrojen bağları devamlı olarak birbirinden ayrılır ve tekrar bir araya gelirler. Aslında ortalama hidrojen bağı, sadece saniyenin küçük bir kısmı kadar dayanır.
Bir su bardağının ortasında, herhangi bir verili molekül tüm yönlere eşit bir şekilde çekilir, böylece net bir etki görülmez. Ama yüzeyde su moleküllerini yukarıya doğru çeken bir kuvvet yoktur. Suyun yapışkan derisini veya yüzey gerilimini yaratan şey, moleküllerin daha çok yanlara ve aşağıya çekilmesidir. Yüzey gerilimi, bir bardağı ağzına kadar doldurmamızı mümkün kılar. Su damlacıklarının oluşmasına ve kabarcıklar yayılmasına izin verir.
EK BİLGİLER:1. Ped benzeri yayvan ayaklı ve hafif böceklerden olan su örümcekleri, suyun yüzey geriliminden faydalanır. Onlar, gerçek anlamda suyun üzerinde yürüyebilirler.
2. Suyun yüzey gerilimi, kazara düşen uçan böcekleri suda boğmaya yetecek kadar güçlüdür. Bu böcekler kanatlarını su moleküllerinin çekiminden kurtulmalarını sağlayacak kadar hızlı çırpamazlar.
3. Deterjanlar yüzey gerilimini azaltarak suyun kir ve gözeneklere daha etkili nüfuz etmesine yardımcı olurlar.
Dört Mevsim
Antonio Vivaldi (1678-1741), 1725’te her biri bir mevsimi temsil eden dört konçertodan oluşan Dört Mevsim’i yazdı. Solo keman ve küçük bir orkestra için yazılan her bir konçerto üç bölüme ayrılır: İlki bir allegro veya hızlı bölüm; ikincisi adagio veya largo da denen yavaş bölüm ve üçüncüsü ise, sonuçlandırıcı bir allegro, veya ‘presto finale’dir. Vivaldi, Dört Mevsim’i çıkardığında, her bir mevsimle vermeye çalıştığı etkileri tasarladığı müsveddelerine, dört sone dahil etti.
İlk konçertosu olan “İlkbahar”, Mi gamındadır. Tempolu ve coşkun açılış teması hemen fark edilebilir, ruh okşayıcı ve zevklidir. İkinci bölümde solo keman, uyuyan bir keçi çobanını temsil eder ve viyola kısmı, heyecanlı bir köpeğin havlamasını andırır.
Sol minör gamdaki “Yaz” daha sert bir duyguya sahiptir. İlk bölümde yaklaşan bir fırtınanın uğultusunu vermeye çalışan orkestradan, ikinci bölümde fırtınanın kükreyişini duyarız. “Yaz” şiiri, “Güneşin merhametsiz sıcağının yakmasıyla/ İnsanlar ve hayvanlar bunalır/ Çamlar kavrulur…” satırlarını içerir.
“Sonbahar” için program, sabahleyin hareketli bir avla ve sessiz bir dinlenme dönemini takiben hasadın toplanmasını kutlamak üzere çiftçilerin bir dansı ile başlar. Dansa, “Baküs’ün kadehi özgürce akar ve pek çoğu derin uykuda huzurlarını bulurlar,” sözleri eşlik eder.
“Kış”, “ısıran ve iğneleyen rüzgârlarıyla dondurucu karı” ve onun yavaş hareketini –yuvanın verdiği huzur ve dinginliğe bir göndermedir– çağrıştırır, karda yuvarlanmanın ve buzlu patika boyunca kaymanın heyecan hissini veren canlı bir allegroyla son bulur.
EK BİLGİLER:1. Dört Mevsim, ilk başta “Uyum ve Keşif Arasındaki Yarış” anlamına gelen Il Cimento dell’ Armonia e dell’ Inventione adıyla çıkarıldı.
2. Vivaldi, 1715’teki performanslarının birinde, dinleyicileri kemandaki ustalığı ile kendine hayran bırakmıştır. Bununla ilgili bir hikayede, “Herkesin dili tutulmuştu.” diye yazar.
3. Vivaldi, ondan sonra gelen Mozart gibi, yoksulluk içinde ölmüş ve bilinmeyen bir mezara gömülmüştür.
Stoacılar
Stoacılık, Greko-Roman dünyada MÖ IV. yüzyıldan MS II. yüzyıla kadar yıldızı parlayan bir felsefe ekolüydü. Citiumlu Zenon (MÖ 335-265) ile Kıbrıs’ta başlayan ama sonunda Atina, Roma ve Roma İmparatorluğu’nun geri kalanına yayılan Stoacılık’ın, antik medeniyete büyük etkisi oldu.
Genelde ahlak üzerine görüşleriyle bilinmelerine rağmen, Stoacılar’ın mantık, epistemoloji (bilgi felsefesi), metafizik ve doğa bilimleri üzerine de görüşleri vardı. Stoacılar, yaşayan şeylerin edilgen madde ve pneuma (ruh) dedikleri etken bir kuvvetten oluştuğuna inandılar. Tanrı’yı, katı doğa kanunlarına göre dünyayı evrimleştiren ve değiştiren zeki bir tasarımcı olarak tanımladılar.
Stoacılar için en önemli mesele, bir kişinin nasıl yaşaması gerektiğidir. Cevapları, kişinin mutluluğu –Yunanca’da eudaimonia– araması gerektiği, şeklindedir. Peki ama mutluluk nedir? Stoacılar için mutluluk, “ruhun mükemmel bir faaliyetiydi” ki, bu da ancak erdemli, cesur, uyumlu ve sabırlı olmakla mümkündü. Zenginlik, şöhret ve sağlık gibi şeyleri arzulamanın mantıklı olduğuna, ama mutluluğun aslında onlara sahip olmakla bir ilgisi olmadığına inandılar. Gerçekte Stoacılar, tümüyle erdemli bir kişinin, fiziken iyi durumda olup olmadığına aldırmaksızın mutlu olabileceğine inandılar. Kişi, kendisine işkence edilirken bile mutlu olabilirdi.
Bunun dışında, Stoacılar duyguların sadece hislerden ibaret olmadığına, daima inançları da kapsadığına inandılar. Örneğin, hastalıktan korkmanın hastalığın kötü olduğuna inanmayı gerektirdiğini düşündüler. Ancak, gerçekten erdemli bir kişi için hastalık karşısında mutlu olmak mümkün olduğundan, hastalığın kötü olduğuna inanmak yanlıştı. Bu nedenle Stoacılar, arındıran duyguları tavsiye ettiler.
EK BİLGİLER:1. Roma İmparatoru Marcus Aurelius (MS 121-180), ünlü bir Stoacıdır. Meditasyonlar olarak bilinen kişisel günlüğü, Stoacı felsefenin önemli eserlerindendir.
2. Stoacılar isimlerini, felsefe tartışmak için toplandıkları yer olan Atina, Agora’daki verandadan (stoa poikilê) alır.
Kral Süleyman
Kral Süleyman, Kral Davut’un Batşeba’dan olan ikinci oğlu ve İsrail tahtının varisiydi. Hükümdarlığı sırasında Süleyman, gücünü siyasi evliliklerin yanı sıra Mısır ve Sûr (Lübnan) ile olan dostane ilişkileri yoluyla topladı ve hafızalara yer eden bilgeliği ve adalet anlayışıyla tanındı.
Süleyman’ın hükümdarlığı, en azından başlangıçta, ihtişamlıydı, Kudüs’ün ilk tapınağı, onun önderliğinde MÖ X. yüzyılda yapıldı. Tapınak, orijinal haldeki On Emir’i barındıran Ahit Sandığı’nın evi olduğu kadar Yahudi ibadetinin de merkeziydi. MÖ VI. yüzyılda Babil hükümdarı II. Nebukadrezar tarafından yıkılana kadar neredeyse 400 yıl ayakta kaldı. Tapınağa ek olarak Kral Süleyman, İsrail krallığına diğer gösterişli yapılar ve altın bolluğuyla büyük zenginlik getirdi.
Tapınak, muhtemelen Süleyman’ın en büyük başarısı olurken, bazılarınca onun pagan olduğu yönündeki eleştirilere dayanak teşkil ederek düşüşünün de nedeni oldu. Kenan ve Fenike mimarisini yansıttığı bilinen tapınak, eleştirmenlerce Yahudilik’te yasaklanmış, putlaştırılmış bir anıt olarak görüldü.
Süleyman, ittifaklar ve siyasi evlilikler yoluyla barışı tesis etti. Krallar kitabı 11:3’te, 700 karısı ve 300 cariyesi olduğu söylenir. Siyasi kazanımlar için başvurduğu çokeşlilik içeride ciddi derecede didişmelere neden oldu, çünkü kadınların çoğu putperestti ve Süleyman, Yahudi geleneklerini onlara uygulatmak adına çok az şey yaptı. Gerilimler, pek çok kimsenin onun liderliğini sorgulamaya başlamasıyla büyüdü ve ölümünün ardından İsrail’in kuzey ve güneyi, neredeyse yüzyıllık bir birlikten sonra tekrar ayrıldı.
Kral Süleyman halen, kendisinden sonra gelen İncil’deki hikâyeyle örneklendirilen müthiş bilgeliğiyle bilinir. Hikayede iki kadın, bir bebekle beraber Süleyman’ın karşısına çıkar. Kadınların ikisi de bebeğin kendisinin olduğunu iddia etmektedir. Süleyman, beklenmedik bir kararla, bebeğin kesilerek iki parçaya bölünmesini ve kadınlara paylaştırılmasını emreder. Sahte anne, buna razı gelir fakat çocuğuna herhangi bir zarar gelmesini istemeyen gerçek anne Süleyman’dan diğer kadının bebeği almasına izin vermesini ister. Süleyman, hiçbir kadının kendi çocuğunun zarar görmesini istemeyeceğini bilerek gerçek annenin o olduğunu anlar.
EK BİLGİLER:MÖ 586’da yıkılan ilk Süleyman tapınağı, MÖ 515’te yapılan ikinci bir tapınakla tamamlandı. İkinci tapınak daha sonra Romalılar tarafından MS 70’te yok edildi. Yahudiler, Mesih’in gelişi sırasında, tapınakların bulunduğu yerde üçüncü bir tapınağın inşa edileceğine inanır.
Babilliler’in tapınağı yok etmesinden sonra Ahit Sandığı kaybolmuştur. Sandığın çalındığı ve yok edildiği tahmin edilse de, bazıları onun hâlâ saklandığına inanırlar.
Cengiz Han
Cengiz Han (1162-1227), Asya’nın engin topraklarını istila etmek üzere göçebe kavimlerden oluşan acımasız ordusunu yirmi yıl boyunca kumanda eden bir Moğol savaşçısıdır. Öldüğü zaman, kurduğu Moğol İmparatorluğu dünya tarihindeki en büyük birleşik imparatorluktu. Cengiz Han’ın varislerinin yönetimi altında imparatorluk çabucak dağılmışsa da, kanlı Moğol istilaları hem Avrupa hem de Asya tarihinde bir dönüm noktası oldu ve Moğol kralına bugüne kadar gelen bir zalimlik şöhreti kazandırdı.
Cengiz Han, bir Moğol başbuğunun oğlu olarak Timuçin adıyla dünyaya geldi. Doğu Asya’daki Moğollar, geleneksel olarak bir diyardan öteki diyara gezerek, göçebe yaşıyordu. Babasının öldürülmesinden sonra, Timuçin on üç yaşındayken bir Moğol kavminin şefi oldu. Karizmatik bir liderdi. Timuçin en sonunda, liderlerinin ona ‘Cengiz Han’ –tüm imparatorların imparatoru– unvanını verdiği Moğol kavimlerinin tamamını birleştirebildi.
Moğolları birleştirdikten sonra Cengiz Han hayatının geri kalanına yayılacak bir istila hareketi başlattı. Orduları, bugünkü Çin, Rusya, Moğolistan, İran, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan’ın topraklarını işgal etti. Cengiz Han’ın ölümünden kısa bir süre sonra, Moğol İmparatorluğu en geniş sınırlarına ulaştığında Kore’den Doğu Avrupa’ya kadar uzanıyordu.
Moğol orduları disiplinli, güçlü ve korkunçtu. Bilinen stratejileri öncelikle düşman şehre teslim olma fırsatı vermek, ama eğer teklif reddedilirse şehirdeki herkesi öldürmekti. Cengiz Han, böyle bir terörün sonucu olarak tüm ulusları direnmeden boyun eğmeye ikna edebildi.
Moğollar’dan önce Avrupa ile Asya arasındaki temas asgarî seviyedeydi. Cengiz Han tarafından kurulan Moğol İmparatorluğu, iki kıta arasında fikir alışverişinin ve ticaretin yolunu açtı. Moğollar, Asya ile Avrupa arasında bir ticaret yolu olan İpek Yolu’nu açtılar ve böylece İtalyan Marko Polo gibi Avrupalılar hanların ülkesine seyahat edebildiler.
EK BİLGİLER:1. Moğol göçebeler, kavim başka bir bölgeye göç edeceği zaman taşınabilen, “yurt” olarak bilinen yuvarlak çadırlarda yaşadılar. Moğolistan nüfusunun yaklaşık % 40’ı, çoğu göçebe yirminci yüzyılın ikinci yarısında kentlere yerleşmesine rağmen, halen hayvancılık yapmaktadır.
2. Moğol İmparatorluğu’nun saltanatı Batılı yazarları yüzyıllar boyu büyülemiştir. Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han tarafından yaptırılan şatafatlı yazlık başkent, İngiliz romantik şair Samuel Taylor Coleridge’in ünlü şiiri “Kubilay Han”a (1797) esin vermiştir.
3. Moğollar, Japon adalarını istila etmeyi defalarca denemiş ama denizin zalim gücü olan rüzgar tarafından yok edilmiştir. Japonya’da kamikaze (ilahi rüzgar) efsanesi, Japonya’nın yenilmezliğinin bir kanıtı olarak yüzyıllarca nesilden nesile aktarıldı. II. Dünya Savaşı’nın sonunda çaresiz Japon pilotları, Japonya’yı Moğol istilasından kurtarmış olan ilahi rüzgarı yeniden canlandırmak adına intihar uçuşlarıyla Amerikan gemilerine saldırdılar.
William Faulkner
William Faulkner (1897-1962), Amerika’nın güneyinin en büyük edebî sesi olarak değerlendirilir. Romanlarında ve kısa hikâyelerinde, Güney’in unutulmaz büyük olayları –İç Savaş, Yeniden Yapılanma ve eski soyluluk sisteminin çöküşü– ile yüzleşirken yeni bir biçimsel zemin de yaratmıştır.
Faulkner, eserlerinin çoğunun mekânı olan Mississippi’de doğdu ve büyüdü. Ailesi, seçkin ve nesillerdir devlette kökleri olan, iyi bilinen bir aileydi. Büyük dedesi İç Savaş’ta bir Müttefik albayıydı ve hakkında yerel bir efsane de oluşmuştu. Faulkner gençliğinde Kanada Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde ve dedesinin bankasında memurluk gibi farklı işler arasında gidip geldi. Tüm bu zaman boyunca şair olarak şöhret kazanmaya çalıştı.
Faulkner’ın ilk büyük başarısı şiirlerinden biriyle değil, halen en iyi eseri olarak görülen Ses ve Öfke (1929) adlı romanıyla geldi. Bir zamanlar önemli ve saygın olan ama yavaş yavaş bu niteliğini yitiren Compson ailesinin işe yaramaz son nesil çocuklarıyla –intihara meyilli Quentin, önüne gelenle yatan Caddy, nefret uyandıran Jason ve zihinsel özürlü Benjy–dibe vuruşunu detaylarıyla sergiler. Faulkner roman boyunca bilinç akışı tekniğini kullanır ve kronolojik kurgunun yöntemlerini bir kenara bırakır.
Ses ve Öfke, Faulkner’ın eski Güney’in gerileyişini ve modern dünyada değerlerinin anlamını yitirişini keşfe çıktığı romanlarından biridir. Bu eserlerin çoğu, farklı kitaplarda ortaya çıkan aynı yer ve aile adlarıyla aynı ortamı –Mississippi’deki kurgusal Yoknapatawpha Kasabası–paylaşır. Faulkner’ın diğer Yoknapatawpha romanları arasında önde gelenler, bir ailenin vefat eden büyükannelerini gömmek üzere çıktığı yolculuğu anlatan Döşeğimde Ölürken (1930), ırk kökeni belirsiz olan bir adamın sıkıntısını anlatan Ağustos Işığı (1932) ve kendine ait güney hanedanını kurmayı saplantı haline getirmiş bir adamı tasvir eden Abşalom, Abşalom!’dur.
Faulkner’ın eserleri, tematik ve kurgusal güçlükleriyle ünlüdür. Absürd bir şekilde sıfatlarla dolup taşan uzun cümleleri, bilinç akışı öyküleyiciliği, zamanı kırıp bükmeleri ve çoklu (çoğu zaman güvenilmez) hikâye anlatıcıları, okuyucuların önünde dikenli bir yol gibi uzanır. Bu tekniklerin nihai sonucu, Güney’i herhangi bir yazardan daha derinlikle keşfe çıktığı eserler bütünüdür. Bu başarısından dolayı Faulkner, 1950 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü’ne layık görüldü. 1962 yılında Mississippi’ye bağlı Byhalia’da öldü.
EK BİLGİ:1. Güneyli şivesi yüzünden Faulkner kelimeleri yayarak konuştuğu için, yaptığı Nobel Ödülü konuşması ertesi gün gazetelerde çıkana kadar dinleyicilerin çok azı tarafından anlaşılabildi. O zamandan beri, tarihteki en hoş Nobel Ödülü kabul konuşmalarından biri olduğu söylenir.
Leonardo da Vinci
Leonardo da Vinci (1452-1519), tüm dünyada tarihin en önemli yaratıcı dâhilerinden biri kabul edilir. Pek çokları tarafından resim, heykel, mimarlık, müzik, mühendislik ve fen bilimleri gibi çeşitli alanlarda mükemmelleşmiş, en önde gelen Rönesans insanı olarak görülür.
1452’de İtalya’da, Vinci’de dünyaya gelen da Vinci, Ser Piero da Vinci’nin gayrimeşru oğluydu. Hayatı boyunca kendisine basitçe ‘Leonardo’ denmesini istedi; da Vinci, “Vinci’den gelen” demekti. Sanat kariyerine Floransa’da, 1470’ten 1477’ye kadar yanında çalıştığı heykeltıraş ve ressam Andrea del Verrocchio’nun (1435-1488) çırağı olarak başladı.
Da Vinci, Floransa’yı Milan Dükü Ludovico Sforza ile çalışmak için 1481’de terk etti. Milan’da geçirdiği yıllar boyunca çeşitli projeler üzerinde çalıştı. Bina güçlendirmeleri tasarladı, binicilikle ilgili modeller yaptı ve Son Akşam Yemeği tablosunu yarattı. Binicilikle ilgili hiçbir modeli bitirmemesine rağmen, Fransız ordularının atış talimlerinde kullanıldığı için sonraları küçük parçalara ayrılan bir modeli tam şekliyle yaptı.
Da Vinci, 1499’da en ünlüsü Mona Lisa olan bir dizi resim üzerinde çalıştığı Floransa’ya döndü. 1513 ile 1516 yılları arasında, Papa Meclisi tarafından ikna edilerek Roma’ya yerleşti. Sonra Milan’ı yeniden ele geçiren Fransız Kralı I. Francis’in mülkünde yaşamak üzere davet edildiği Fransa’ya taşındı. 1519’da Chateau of Cloux’da öldü.
Da Vinci en çok, Mona Lisa ve Son Akşam Yemeği resimleri ile ünlü olmasına rağmen, uçmanın fiziğinden insan anatomisine uzanan geniş bir konu yelpazesi üzerinde çizimleri ve açıklamalı dipnotlarını topladığı ciltler dolusu eskiz defteriyle de bilinir. Bunlar arasında rahimdeki bir ceninin çizimi bile vardır. Da Vinci bu çizimi hayal gücünü kullanarak çizmiş olmalı, çünkü kadınların kesip incelenmesi o zamanlar yasaktı.
Dehası ve şöhreti sayesinde da Vinci, diğer sanatçılar için ölümsüz bir ilham kaynağı oldu. Çağdaşı Raphael, Atina Okulu adlı ünlü Vatikan freskinde Platon figürü için model olarak onun suretini kullandı. Daha yakın zamanlarda da Vinci, Uzay Yolu gibi dizilerden Da Vinci Şifresi adlı çok satan ve 2006’da beyaz perdeye uyarlanan romana kadar, geniş bir kurgu aralığında karşılaşılan bir karakter oldu.
EK BİLGİLER:1. 1999’da da Vinci’nin devasa bir binici heykeli modelinin, biri Michigan’daki Grand Rapids’de, diğeri Milano’da olmak üzere iki büyük boy kopyası izleyicilerle buluştu.
2. Ocak 2005’te, Floransa’da Santissima Annunziata Kilisesi’nin yanındaki bir manastırda bir dizi mühürlü kapı keşfedildi. Bazıları bunların, da Vinci’nin gizli atölyesinin kapıları olduğuna inanmaktadır.
Depremler
Yerkabuğu, donmuş bir okyanus üzerindeki buz gibi, yeryüzünün ergimiş çekirdeği üzerinde yavaşça hareket eden ve kalınlığı toplamda seksen kilometreye ulaşan pek çok katmandan oluşur. İki katman birbirinden ayılırsa, çarpışırsa veya birbirine sürterse, sonuç bir depremdir. Depremler her yıl yaklaşık 10.000 kişinin ölümüne neden olur.
Bir depremin kaynaklandığı noktaya, deprem merkezi denir. Deprem merkez üssü, depremin merkezinin dikey olarak üzerinde, dünyanın yüzeyine tekabül eden noktadır. Eğer depremin merkezi yeryüzünün derinlerindeyse, sarsıntı çok fazla zarara yol açmayabilir. Ama sarsıntı yüzeye yakınsa, felaket yaşanabilir. Depremler, zemini sallayan çeşitli dalga tipleri üretir. İlki, ana dalgalar veya P-dalgaları denenlerdir. Ses dalgaları gibi, zemini bastırıp gevşeterek boylamsal bir şekilde akarlar. Dünyanın bir ucundan öteki ucuna yirmi dakikada ulaşabilecek kadar hızlı ilerler ama az zarara yol açarlar.
Dalganın ikinci tipine S-dalga denir. S-dalgalar, duvarları ve çitleri yerinden çıkararak yavaşça ve çaprazlamasına hareket ederler. Son dalga tipine ve şimdiye kadar görülen en tehlikeli olanına ise L-dalga denir. L-dalgalar, zeminin okyanuslardaki dalgalar gibi yukarı ve aşağı hareket etmesine sebep olarak yer kaymalarına, yangınlara ve tsunamilere yol açar. Yeryüzünün, bir depremin ardından yeniden kendini ayarlaması için, bunu pek çok artçı sarsıntı –zeminin yerine oturmasıyla açığa çıkan küçük yer sarsıntısı– takip eder. İlk depremle zayıflayan binalar çoğunlukla artçı sarsıntılar dolayısıyla çöker.
Bir depremin yoğunluğu, Richter ölçeğiyle hesaplanır. Ölçekteki her bir sayı, onluk bir artışla temsil edilir. Bir 3.0, bir 2.0’den on kez ve bir 1.0’den yüz kat daha güçlüdür. Şiddeti 4.0’ten düşük depremler genelde yüzeyde hissedilemez. Şiddeti 6.0’dan yüksek depremler güçlü hissedilirken, 7.0’den yüksek olanlar ciddi olarak göz önünde bulundurulur. En feci depremler, iki katmanın birbiriyle çarpışmasıyla (Alaska ve Şili’de gerçekleşti) ortaya çıkan, şiddeti 9.0’un üzerinde kaydedilen depremlerdir.
EK BİLGİLER:1. Oakland Atletizm ve San Francisco Devleri arasındaki 1989 Dünya Beyzbol Serisi, oyunlarda on günlük gecikmeye neden olan 7.1 büyüklüğünde bir depremle kesilmiştir.
2. Yanardağ patlamaları da depremlere neden olabilir. Endonezya’da 1883’te Krakatoa patladığında, patlama şiddeti o kadar yüksekti ki 3.000 kilometre ötedeki Avustralya’nın Perth kentinde duyulabildi.
3. Bir Hint efsanesine göre dünyayı dört fil taşır. Bir kobra yılanının tepesinde denge halindeki bir kaplumbağanın sırtında dururlar. Bu hayvanlardan herhangi birinin hareketi bir depremi başlatır.
4. Mozambik yerlileri yeryüzünün insanlarla aynı sorunlara sahip, yaşayan bir varlık olduğuna inanırlar. Soğuk alıp hasta olduğunda ve öksürdüğünde, sarsıntı hissederiz.
Henry Purcell
İngiliz saray müziği geleneğinin içine doğan Henry Purcell (1659-1695), Westminster Abbey’deki kraliyet müzisyenlerinden biri olan Thomas Purcell’in oğluydu. Henry, müziğe Kraliyet Şapeli’nde çocuk korusunda başladı, ama hemen, Westminster Abbey’de orgcu olarak iki dönem hizmet eden ve çağın önde gelen İngiliz bestecilerinden biri olan John Blow’un (1649-1708) talebesi oldu. Purcell 1677’de telli çalgılar için basit ama güzel Fantaziler’ini yazarak kraliyet telli çalgılar topluluğu olan Kralın Kemanları’nın bestecisi oldu.
1679’da yirmi yaşındayken Purcell, Kraliyet Şapeli’nde orgcu olarak hocasının yerini aldı ve kilise müziğinin yanı sıra tiyatroya da ara müziği bestelemeye başladı. 1689’da Dido ve Aeneas isimli en ünlü opera eserini yazdı. O zamanlar opera İngiltere’de pek popüler değildi; çoğu besteci danslı oyunu, İtalyan oratoryolarının melez bir birleşimini, laik Fransız müziğini ve İngilizce şarkıları tercih ediyordu.
Dido ve Aeneas çoğu modern operadan ölçek olarak çok daha küçüktü. Libretto, veya operanın metni, Kartaca Kraliçesi Dido’ya aşık olup sonra onu terk eden, Truva Savaşı’ndan evine dönmek üzere yollardaki bir kahraman olan Aeneas ile ilgilidir. Solocular, korolar ve enstrümantal dansların karışımı olan Purcell’in versiyonunda, kısıtlı sayıda ana şarkıcıya ihtiyaç vardı. Müziğin en iyi bilinen kısımlarının çoğu bas melodi fikrine –üzerine eklenen farklı melodilere eşlik eden tanıdık, bildik tonlar üreten alçak sesli enstrümanlardaki basit ve tekrarlı tema– dayalıydı. Purcell’in temaları, bas melodilerin kısıtlamalarına rağmen dramatiktir ve insanı yakalar. Sonuç, İngiliz besteciler için çığır açan bir eser oldu.
Purcell, Wolfgang Amadeus Mozart ve ondan sonra gelen Franz Schubert gibi, genç yaşta öldü. Buna rağmen, tüm zamanların en büyük İngiliz bestecilerinden biri kabul edilir ve eserlerine Ralph Vaughan Williams ve Benjamin Britten gibi geç dönem İngiliz bestecileri tarafından övgüler yağdırılmıştır.
EK BİLGİLER:1. Purcell’in Dido ve Aeneas’ı İngilizce yazılan ilk gerçek operaydı. Önceki eserlerden farklı olarak bu, konuşma kısmını yerine getirmek üzere sanatçılara durak vermeyerek, tümüyle müzikten oluşuyordu.
2. Purcell, ilk eseri olan kısa bir parçayı sekiz yaşında yayınladı.
3. Purcell tarafından yazılan iki ulusal marş, Kalbim Yazıyor ve Sen Tanrım, Kalplerimizdeki Sırları En İyi Bilen, II. James’in taç giyme töreninde ve Kraliçe Mary’nin cenaze töreninde kullanıldılar.
Epikürcülük
Epikürcüler, MÖ IV. yüzyılda Epiküros (MÖ 341-270) tarafından kurulan bir felsefe okulunun takipçisiydiler. Komünal bir şekilde yaşadılar ve siyasi faaliyetten kendilerini çektiler.
Epikürcüler, var olan her şeyin atomlar ve boşluktan veya boş uzaydan oluştuğuna inandılar. Sonuç olarak ruhun kendisi atomlardan oluşur; maddedir ve bedenle beraber ölür. Epikürcüler, tanrılara inanıyor, ama onların insanlarla uğraşamayacak kadar kendi hazlarıyla meşgul olduklarını düşünüyorlardı.
Helenistik dünyadaki çoğu felsefe okulunda olduğu gibi, Epikürcüler soruya odaklandılar: İyi yaşam nedir? Cevapları: İyi yaşam, mutlu bir yaşamdır. Mutluluk, hazzın mevcudiyeti ve acının yokluğuydu. Ancak, hazlara ve acılara dair psikolojileri benzersizdi.
Epikürcüler, hazları statik ve kinetik hazlar olarak ikiye ayırdılar. Kinetik bir hazdan keyiflenme; bir arzuya sahip olmayı, arzuyu tatmin etmeyi ve sonrasında o arzunun yokluğunu deneyimlemeyi içine alıyordu. Örneğin yiyecek arzusu, birinin aç olması, yemek yemesi ve sonrasında doyması dolayısıyla kinetik bir hazdır. Statik bir hazdan keyiflenme, zıt olarak, arzunuzu azaltmaz. Felsefî tartışmayla meşgul olma statik hazzın bir örneğidir: Felsefe yaptıkça, daha fazla felsefe yapmak istersiniz.