Книга İskoç masalları - читать онлайн бесплатно, автор Elizabeth Wilson Grierson
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İskoç masalları
İskoç masalları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İskoç masalları

Elizabeth W. Grierson

İskoç Masalları

Yayincinin Onsozu

Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.

2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.

Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili, Amerikan, Çin, Norveç, Kore, Çingene, Eskimo, Kelt, Afrika ve Slav Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada İskoç Masalları var.

Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.

Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Önsöz

Ortalama bir sayı vermek gerekirse eğer iki tür masalı vardır.

Bunlardan ilki “Kelt Hikâyeleri” olarak adlandırılır. Bunlar, Highlands ve Adalar’da köy köy gezen profesyonel hikâye anlatıcıları tarafından yüzyıllar boyunca dilden dile aktarılmıştır. Bu hikâye anlatıcıları anlattıkları hikâyeler sayesinde kendilerine kalacak yer sağlamışlardır. İşte tüm bu hikâyeler Campbell ve diğerleri tarafından bizler için derlenmiştir.

Bu hikâyelerin İskoçya’da kendine has bir özelliği vardır: Günümüzde hiçbir ülkede ruh ve goblinlerin varlığına buradaki kadar inanılmamaktadır.

Belki de İskoç atalarımızın, varlıklarına son derece inandıkları ruhların çoğunlukla kötü niyetli ve zararlı olduklarını düşünmelerinin nedeni, iklimin kasvetli ve sert olması ya da dini inançları konusunda katı olmalarıydı.

Öcüler, Cadılar, Deniz Perileri ve Periler Kraliçesi’nin kendisi bile şeytanla işbirliği etmek ve Ercildounelu Thomas’ın bir bedel olarak yaşayacağı üzere her yedi yılda bir cehenneme gitmek zorundadır. Bu yüzden de bu tekinsiz varlıklardan korkulması pek de şaşırtıcı değildir.

Bu karanlık ve kasvetli özelliklerin yanı sıra, hikâyelerde hafif bir eğlence ve canlılık da görürüz. Periler Kraliçesi şeytanın yolundan gidiyor olsa bile hep aynı kurallara göre hareket etmez. Bu büyüleyici hikâyelerin birçoğu, duyulmaları ihtimaline karşı her zaman saygıyla anılan, taşlı tümseklerin altını mesken edinmiş ve gece yarıları çıkıp ıslak çimlerde dans eden sessiz bir topluluktan bahseder.

Bunlara benzer, denizin altındaki gizemli bir bölgeyi anlatan hikâyeler de vardır. Bu hikâyeler, “balıkların yaşadığı yerin çok altında”, kendilerine bakanı büyüleyebilecek kadar emsalsiz bir güzelliğe sahip olan ve insana çok benzeyen tuhaf varlıkların yaşadığı bir yeri anlatır. Yaygın bir inanışa göre Deniz Halkı, balık kuyruğuna sahiptir. İskoç inanışına göre genellikle fok balığı şeklinde görülürler.

Bunun dışında bu hikâyelerde, sıklıkla yardımcı perilere (Brownie) rastlarız. Bu varlıklar tuhaf, kibar ve sevimlidir. Bu derbeder görünümlü, yarı insan yarı canavarların, insanların hatalarından doğan işlerine yardım etmekle görevlendirildiği ve bu yüzden de maaş almalarının yasaklandığı, işlerini kimse bakmazken yaptıkları ve biri görürse anında ortadan kayboldukları söylenir.

Burada da diğer ülkelerde olduğu gibi hayvan hikâyeleri vardır. Bu hikâyelerde hayvanlar konuşma yetisine sahiptir. Bir de büyüyle alakalı hikâyeler vardır. Son olaraksa en az diğerleri kadar önemli olan efsaneler gelir. Hogg ve Leyden’ın kitaplarında ve hepsinden önemlisi Sir Walter Scott’ın Border Minstrelsy adlı kitabının sayfalarında bulunan bu hikâyeler yarı gerçek yarı mitseldir.

Bu kitabı düzenlerken yukarıda bahsettiğim İskoç geleneğinin farklı türlerini temsil edecek bir derleme yapmak, belki bazıları bu nesle yeni bir şeyler sunabilir diye en az bilinen hikâyeleri de eklemek için çaba harcadım.

Neredeyse 400 yıl önce, IV. James küçük bir çocukken öğretmeni Sir David Lindsay’nin dizine oturur ve burada anlatılan bazı hikâyeleri dinlerdi; “Şair Thomas”tan tutun da “Kızıl Gaddar”a kadar.

Elizabeth W. Grierson

Doğum Günleri

Pazartesi doğan çocuğun yüzü güzel olur,Salı doğanın nezaketi her yerde duyulur.Çarşamba doğan kederle dolar,Perşembe doğan uzaklara kaçar.Cuma doğan sevgi doludur,Cumartesi doğan çok çalışmaktan yorulur.Ama bir de pazar günü doğanlar vardır kiŞen şakrak neşeli çocuklar olur.

Şair Thomas

13. yüzyıl İskoçya’sındaki genç beyefendiler arasında Berwickshire’daki Ercildoune Kalesi Lordu Thomas Learmont kadar zarif ve cana yakın bir kimse daha yokmuş.

O zamanlar insanlar arasında pek de yaygın olmayan zevkleri varmış: Kitaplara, şiire ve müziğe ilgi duyarmış. Hepsinden de öte, doğa üzerine çalışmalar yapmayı, evine yakın tarla ve ormanlık alanları mesken edinmiş hayvan ve kuşları izlemeyi severmiş.

Güneşli bir mayıs sabahı Thomas, Ercildoune Kulesi’nden çıkıp (Eildon Tepeleri’nin yamaçlarından aşağı doğru akan bir nehir olan) Huntly Nehri’nin yanındaki ormanlık alana doğru ilerlemeye başlamış. Güzel bir sabahmış. Hava temiz, aydınlık ve sıcakmış. Her şey o kadar güzel görünüyormuş ki âdeta cennet gibiymiş.

Dalların arasından çıkan ince yapraklar, ağaçları ferah bir yeşil örtüyle kaplıyormuş. Genç adamın bastığı yosun tabakasının arasında bulunan çuha ve anemon çiçeklerinin yüzleriyse gökyüzüne bakıyormuş.

Küçük kuşlar âdeta sesleri çatlayana dek şarkı söylüyor, yüzlerce böcek güneş ışığında bir ileri bir geri uçuyormuş. Nehir kenarındaki neşeli su fareleriyse yaz mevsiminin geldiğini biliyormuşçasına saklandıkları delikten çıkmaya başlayıp bu güzelliklerde bir payları olsun istiyorlarmış.

Thomas, bu güzellik karşısında o kadar mutlu olmuş ki etrafındaki canlıları izlemek için bir ağacın dibine oturmuş.

Thomas ağacın dibinde uzanırken toynak sesleri duymuş. Ses çalılıklardan geliyormuş. Sesin geldiği yöne baktığında hayatında gördüğü en güzel kadının gri bir atın üzerinde ona doğru geldiğini görmüş.

Kadın, pırıl pırıl parlayan ipekten bir avcı kıyafeti giyiyormuş. Kıyafeti bahar aylarındaki taptaze çimenlerin rengindeymiş. Omuzlarında, eteğinin rengiyle çok uyumlu kadifeden bir pelerin varmış. Altın gibi parıldayan sarı saçları omuzlarına dökülüyormuş. Başındaysa güneş ışığında ateş gibi parıldayan değerli taşlardan yapılma bir taç varmış.

Atının semeri saf fildişinden yapılmaymış, kumaşıysa kan kırmızı bir satenmiş. Semerin kolanları fitilli ipekten, üzengileri ise kristalmiş. Atının dizginleri dövme altından yapılmış, hepsinde küçük gümüş ziller asılıymış. Böylece o atıyla yol alırken perilerin şarkılarına benzer sesler yayılırmış etrafa.

Görünüşe bakılırsa kadın bir av peşindeymiş. Çünkü yanında bir av borusu ve bir deste ok varmış. Ayrıca tasmayla bağladığı yedi tane tazıya da öncülük ediyormuş. İyi koku alabilen birkaç tane av köpeğiyse atının yanında başıboş dolaşıyormuş.

Vadi boyunca ilerlerken eski bir İskoç şarkısı söylemeye başlamış. O kadar görkemli bir havası varmış ve elbisesi de o kadar muhteşemmiş ki Thomas’ın içinden yolun kenarında diz çöküp kadına tapınmak gelmiş. Çünkü onun Meryem Ana’nın ta kendisi olduğunu düşünmüş.

Oysa kadın, Thomas’ın yanına gelip onun aklından geçenleri anladığında hüzünlü bir ifadeyle kafasını sallamış.

“Düşündüğünün aksine ben Meryem Ana değilim,” demiş kadın. “İnsanlar bana Kraliçe diye hitap eder fakat ben uzak bir ülkenin kraliçesiyim; Cennetin Kraliçesi değil, Periler Diyarı Kraliçesiyim.”

Gerçekten de söyledikleri doğru gibi duruyormuş. Çünkü o andan itibaren sanki Thomas’a bir sihir yapmış ve ona ihtiyat, tedbir ve sağduyu gibi kavramları unutturmuş.

Ölümlülerin perilerle bir arada olmasının tehlikeli olduğunu biliyormuş fakat kadının güzelliği karşısında öylesine mest olmuş ki bir öpücük alabilmek için ona âdeta yalvarmış. Bu tam da kadının istediği şeymiş, çünkü bir kere adamı öperse onu ele geçirebileceğini biliyormuş.

Dudakları birbirine değdiği anda kadın korkunç bir şekilde değişmiş. Güzel pelerini ve ipekten eteği gitgide yok olmuş ve yerini tıpkı kül rengi gibi gri, uzun bir elbiseye bırakmış. Güzelliği de yavaş yavaş yok olmaya başlamış ve solgun bir yaşlı gibi görünür olmuş. Daha da kötüsü, o gür ve sarı saçları Thomas’ın gözlerinin önünde griye dönmüş. Kadın, zavallı adamın yüzündeki şaşkınlığı ve dehşeti görünce alay edercesine gülmeye başlamış.

“Gördüğün üzere ilk bakıştaki gibi zarif değilim aslında,” demiş kadın. “Ama bunun pek bir önemi yok. Çünkü sen artık kendini bana verdin Thomas. Bundan böyle koskoca 7 yıl boyunca benim hizmetkârım olacaksın. Periler Kraliçesi’ni her kim öperse onunla birlikte Periler Diyarı’na gitmeli ve zamanı doluncaya kadar ona hizmet etmelidir.”

Zavallı Thomas bunları duyduğu anda dizlerinin üstüne çöküp merhamet göstermesi için kadına yalvarmış. Yalvarmış yalvarmasına ama aradığı merhameti bulamamış. Periler Kraliçesi, yüzüne karşı sadece gülmüş ve alaca kır atını Thomas’ın durduğu yere doğru yöneltmiş.

“Hayır, hayır,” diye cevap vermiş yalvarıp yakarmalarına. “Seni öpmemi sen istedin. Şimdiyse bunun bedelini ödemen gerek. O yüzden oyalanmayı bırak ve arkama otur. Çünkü gitme vaktim geldi.”

Böylece Thomas içini çeke çeke ata binmiş. Thomas bindiği anda kadın atın dizginlerini eline almış ve gri at dörtnala koşmaya başlamış.

Hiç durmaksızın ilerlemişler, rüzgârdan da hızlı gidiyorlarmış. Canlıları geride bırakıp büyük bir çöle ulaşıncaya dek ilerlemişler. Kuru, boş ve ıssız olan bu çöl, ufuk çizgisine kadar uzanıyormuş.

En azından Thomas’ın yorgun gözlerine o an öyle görünmüş. Yanındaki tuhaf kişiyle beraber bu çölü geçmesi gerekip gerekmediğini düşünmüş. Eğer geçmesi gerekiyorsa da çölün diğer tarafına sağ salim ulaşma ihtimali var mı diye merak etmiş.

O anda Periler Kraliçesi dizginleri çekip gri atı aniden durdurmuş.

“Şimdi yere inmelisin Thomas,” demiş kadın, mutsuz esirine omuzlarının üzerinden bakarak. “Dizlerinin üstüne çök ve başını dizlerimin üzerine koy. Ben de sana ölümlülerin asla göremeyeceği gizli şeyler göstereyim.”

Thomas attan inmiş, dizlerinin üstüne çökmüş ve başını Periler Kraliçesi’nin dizlerine yaslamış. Bir kez daha çöle doğru baktığında her şeyin değiştiğini görmüş. Çünkü çölün bir ucundan diğer ucuna giden üç tane yol varmış fakat Thomas biraz öncesinde bu yolların farkında değilmiş. Bu üç yolun her biri de birbirinden farklıymış.

Yollardan ilki geniş, düz ve pürüzsüzmüş. Bu yol kumun üzerinde düz bir şekilde ilerliyormuş. Böylece o yolda kim giderse gitsin yolunu kaybetme ihtimali yokmuş.

İkinci yol, ilkinden olabildiğince farklıymış. Dar, dolambaçlı ve uzunmuş. Ayrıca bir tarafı dikenli tellerle diğer tarafıysa dikenli bitkilerle kaplıymış. Bu bitkiler öyle yukarılara uzanıyormuş ve dalları öylesine vahşi ve karmaşıkmış ki o yolu tercih edenler yolculuklarını sürdürmekte zorluk çekermiş.

Üçüncü yolunsa diğer ikisine benzer bir yanı yokmuş; muhteşemmiş. Eğreltiotu, funda ve altın sarısı süpürge otlarının içinden geçen bir bayır boyunca uzanıyormuş. Öyle güzel duruyormuş ki o yolu kullanmak iyi bir fikir gibi görünüyormuş.

“Şimdi,” demiş Periler Kraliçesi. “Bu üç yolun nereye vardığını sana söyleyeceğim. Gördüğün üzere yollardan ilki geniş, düz ve rahat. Bu yüzden bu yolu seçecek birçok kişi olabilir. Güzel bir yol olmasına rağmen yolun sonu kötüdür. Bu yoldan gidenler sonsuza dek pişmanlık duyarlar.”

“İkinciye yani dar yola gelecek olursak yolun tamamı diken ve çalılıklarla kaplı olduğundan nereye vardığını soracak insan pek yoktur. Ama eğer sorarlarsa birçoğu bu yola çıkmak için büyük heyecan duyabilir. Çünkü burası Doğruluk Yolu’dur. Geçmesi zor ve can sıkıcı olsa da bu yol olağanüstü bir şehre, Ulu Kral’ın şehrine çıkar.”

Eğreltiotlarının içinden geçen ve bayır boyunca yükselen üçüncü yol, diğer bir deyişle muhteşem yolun nereye vardığını hiçbir ölümlü bilmez. Fakat ben biliyorum Thomas. Burası Elf Diyarı’na gider. Bizim seçeceğimiz yol işte budur.”

“Şu diyeceklerimi sakın unutma Thomas: Eğer bir daha Ercildoune Kulesi’ni görmek istiyorsan yolculuğumuzun sonuna varana kadar konuşmalarına dikkat et ve benim dışımda kimseye tek kelime etme. Periler Diyarı’nda uluorta konuşan ölümlüler sonsuza kadar orada kalır.”

Kadın bunları söyledikten sonra ona yine ata binmesini emretmiş ve birlikte yola devam etmişler. Eğreltiotlarıyla dolu yol ilk başta göründüğü kadar muhteşem değilmiş. Çok fazla ilerleyemeden yeryüzünden aşağı doğru inen bir dağ geçidine varmışlar. İçeride, onlara yol gösterecek bir ışık yokmuş, hava rutubetli ve yoğunmuş. Her yerden hızla akan su sesleri geliyormuş ki gri at suyun içine dalmış. Thomas ilk başta ayaklarında sonra da dizlerinde suyun soğukluğunu hissetmiş.

Gün ışığından uzaklaştıklarından beri cesareti gitgide azalıyormuş. Ama o an kendini tamamen bırakmış. Çünkü yanındaki tuhaf kadınla birlikte bu yolculuğun sonunu sağ salim getiremeyeceklerinden eminmiş.

Kendinden geçmiş gibi öne doğru yığılmış. Eğer Peri’nin kül rengi elbisesine sıkıca tutunuyor olmasaymış oturduğu yerden düşüp boğulabilirmiş.

İyi ya da kötü her ne olduysa hepsi geçmiş ve sonunda karanlıktan aydınlığa doğru çıkmaya başlamışlar. Işık gittikçe artmaya başlamış, ta ki tamamen gün ışığına varıncaya dek.

Bunun üzerine Thomas bir cesaretle kafasını kaldırmış. Bir de ne görsün; çok güzel bir meyve bahçesinden geçiyorlarmış. Bahçede bol bol elma, armut, hurma, incir ve ahududu yetişiyormuş. Dili damağı öyle kurumuş ve kendini o kadar baygın hissediyormuş ki kendine gelmek için biraz meyve koparmak istemiş.

Birkaç tane meyve koparmak için elini uzatmış fakat kadın dönüp ona engel olmuş.

“Burada yiyebileceğin kadar güvenli bir şey yok. Birazdan sana vereceğim elma hariç. Eğer başka bir şeye dokunacak olursan sonsuza kadar Periler Diyarı’nda kalmaya mecbur olursun.”

Böylelikle zavallı Thomas elinden geldiğince kendini dizginlemeye çalışmış. Kırmızı elmalarla dolu küçük bir ağaca varana dek yavaşça ilerlemişler. Periler Kraliçesi eğilip bir tane elma koparmış ve Thomas’a uzatmış.

“İşte sana bunu verebilirim,” demiş Periler Kraliçesi. “Hem de büyük bir memnuniyetle. Bunlara Dürüstlük Elmaları derler. Her kim bu elmalardan yerse bir ödülle mükâfatlandırılacaktır. O kişinin ağzından bir daha asla yalan çıkmayacaktır.”

Bunun üzerine Thomas elmayı almış ve yemiş. O andan itibaren dürüstlük erdemine sahip olmuş. İşte bu yüzden yıllar sonra insanlar ona, Dürüst Thomas adını vermiş.

Bir yamacın ucunda bulunan görkemli kaleye az bir mesafe kalmış.

“Şu ileride gördüğün yer benim evim,” demiş Kraliçe gururla kaleyi göstererek. “Lordum ve sarayının soyluları burada yaşarlar. Lordumun değişken bir ruh hali olduğundan ve yanımda bulunan yabancı erkeklerden hoşlanmadığından senin için dua ediyorum. Hem senin iyiliğin hem de kendi iyiliğim için dua ediyorum. Seninle her kim konuşacak olursa olsun sakın tek bir kelime etme. Eğer biri bana senin kim veya ne olduğunu soracak olursa dilsiz olduğunu söyleyeceğim. Böylece kimse seni fark etmeyecek.”

Bu sözlerin ardından kadın av borusunu kaldırmış ve boruya üfleyerek çok güçlü bir ses çıkarmış. Bunu yaptığı gibi, yine olağanüstü bir şekilde değişmeye başlamış. Üzerindeki o çirkin kül rengi elbise gitmiş, gri saçları yok olmuş ve yeniden yeşil etekli, pelerinli genç ve güzel haline dönmüş.

Thomas da harika bir değişime uğramış. Aşağıya bakınca, kaba saba taşra kıyafetlerinin yerini kahverengi güzel bir kumaştan yapılma takım elbiseyle parlak ayakkabılara bıraktığını görmüş.

Borunun sesi çınlamaya başladığı anda kalenin kapıları birdenbire açılmış ve Kral, Kraliçe’yi karşılamak için hızla dışarı çıkmış. Kral’a şövalyeler, leydiler, ozanlar, uşaklar eşlik ediyormuş. O kadar kalabalıkmış ki atından inen Thomas fark edilmeden kaleye girerken Kraliçe’nin isteklerine itaat etmekte zorlanmamış.

Herkes, Kraliçe’yi tekrardan gördüğü için çok memnunmuş. Hepsi Kraliçe’nin ardından Büyük Salon’a doğru sürüklenmiş. Kraliçe de onlarla çok cana yakın bir şekilde konuşup hepsinin elini öpmesine izin vermiş. Daha sonra kocasıyla birlikte devasa salonun en ucundaki platforma doğru geçmiş. Kraliyet çifti, platformun üzerindeki tahtlara oturmuş ve henüz başlayan eğlenceleri izlemeye başlamış.

Zavallı Thomas bu sırada salonun bir diğer ucunda durmaktaymış. Kendini çok yalnız hissetse de önündeki harikulade manzaradan çok etkilenmiş.

Salonun bir ucunda güzel leydiler, saray mensupları ve şövalyeler dans ediyor olsa da diğer bir uçta avcılar, ellerinde görünüşe bakılırsa av sırasında öldürmüş oldukları boynuzlu geyiklerle içeri girip çıkıyor ve onları yığınlar halinde yere bırakıyorlarmış. Ölü hayvanların yanında sıra halinde aşçılar duruyor, etleri büyük büyük kesip pişirmek üzere götürüyorlarmış.

Her şey baştan sona o kadar tuhaf ve inanılmazmış ki Thomas zamanın nasıl geçtiğine aldırış etmemiş, sadece orada durup izlemiş ve kimseye tek kelime etmemiş. Bu durum üç gün boyunca devam etmiş. Daha sonra Kraliçe tahtından kalkıp platformdan inmiş ve salonun karşı tarafına, Thomas’ın durduğu yere gelmiş.

“Ercildoune Kalesi’ni tekrardan görmek istiyorsan ata binip gitmenin zamanı geldi Thomas,” demiş Kraliçe.

Thomas şaşkınlıkla ona bakmış. “7 yıl demiştiniz,” diye haykırmış. “Bense daha üç gündür buradayım.”

Kraliçe gülümsemiş. “Periler Diyarı’nda zaman hızlı geçer arkadaşım,” diye cevap vermiş. “Sen üç gündür burada olduğunu sanıyorsun. Oysaki tanışmamızın üzerinden 7 yıl geçti. Artık gitme vaktin geldi. Benimle daha fazla kalmanı çok isterim fakat iyiliğin için böyle bir şeye kalkışmanı istemem. Her 7 yılda bir Karanlıklar Diyarı’ndan Kötü Ruh gelir ve halkımızın arasından herhangi birini seçer. Sen de hoş görünümlü biri olduğundan seni seçmesinden korkuyorum. Başına kötü bir şey gelmesini istemediğimden seni hemen bu gece kendi ülkene geri götüreceğim.”

Gri at bir kez daha gelmiş ve Thomas’la Kraliçe ata binmişler. Buraya nasıl geldilerse Huntly Nehri’nin yanındaki Eildon Ağacı’na aynı şekilde geri dönmüşler.

Daha sonra Kraliçe, Thomas’a veda etmiş. Thomas, ayrılık hediyesi olarak, herkesin onun Periler Diyarı’na gittiğine inanmasını sağlayacak bir şey vermesini istemiş Kraliçe’den.

“Ben o hediyeyi sana çoktan verdim: Dürüstlük erdemi,” diye cevap vermiş Kraliçe. “Şimdi de Kehanet ve Şairlik hediyelerini vereceğim. Böylece gelecekten haber verebileceksin ve şahane şiirler yazabileceksin. Bu gözle görülemeyen hediyelerin yanında bir de sana ölümlülerin görebileceği bir hediye vermek istiyorum; Periler Diyarı’n-da yapılmış bir arp. Hoşça kal arkadaşım. Bir gün belki senin için geri dönerim.”

Bu sözlerin ardından Kraliçe ortadan kaybolmuş ve Thomas yalnız kalmış. Doğruyu söylemek gerekirse, bu derece göz alıcı bir varlığın yanından ayrılıp sıradan insanların yaşadığı yere geri döndüğü için kendini biraz üzgün hissediyormuş.

Bu olayın ardından Ercildoune Kalesi’nde uzun yıllar yaşamış. Şiirleri ve kehanetlerinin namı ülkenin her bir yerinde duyulmuş. Böylece insanlar ona, Dürüst Thomas ve Şair Thomas demeye başlamış.

Size Thomas’ın her kehanetini (şüphesiz ki gerçekleştiler) anlatamam ama bir iki tanesinden bahsedebilirim.

Thomas, Bannockburn Muharebesi’ni şu sözleriyle öngördü:

“Gün gelecek Breid (Braid) Nehri1 kırmızı akacak.”

Bu kehaneti, Bannockburn sularının (Bannock Nehri) yenilen İngilizlerin kanlarına karışıp kırmızı akmasıyla gerçekleşmiştir.

Ayrıca İngiliz ve İskoç krallıklarının birleşeceğini, başlarında bir Fransız kraliçenin oğlunun olacağını ve bu kişinin Bruce2 kanından geleceğini bildirmiştir.

Fransız kraliçe annesi olacak,Kıyılara kadar, sonsuza kadar,Britanya’nın hâkimi olacak.

Bu kehaneti de 1603 yılında, İskoç Kraliçesi Mary’nin3 oğlu I. James tahta oturup iki ülkenin de kralı olunca gerçekleşmiştir.



Aradan koskoca 14 yıl geçmiş. Bu sırada insanlar, Şair Thomas’ın Periler Diyarı’na gitme hikâyesini unutmaya başlamış. Ama sonunda İskoçya’nın İngiltere’yle savaştığı gün gelip çatmış. İskoç ordusu, Ercildoune Kulesi’nden çok da uzakta olmayan Tweed Nehri’nin kıyısında dinleniyormuş.

Kulenin efendisi ise bir ziyafet düzenlemeye ve ordudaki tüm soylu ve baronları bu ziyafete davet etmeye karar vermiş.

O ziyafet uzun bir süre unutulmamış.

Ercildoune Lordu her şeyin mükemmel olması için ne gerekiyorsa yapmış. Yemek bittiğinde yerinden kalkmış ve Elf Arpı’nı eline almış. Misafirlerine ardı ardına eski zamanların şarkılarını çalmış.

Misafirler nefeslerini tutarak dinlemiş çünkü bir daha böylesine güzel şarkılar duyamayacaklarını düşünmüşler. Öyle de olmuş.

Tam da o gece, tüm soylular çadırlarına döndükten sonra, nöbetçi bir asker ay ışığında kar beyazı renginde bir erkek bir de dişi geyik görmüş. Geyikler kampın yanından geçen yolda yavaşça ilerliyormuş.

Asker, hayvanlarda tuhaf bir şey olduğunu sezmiş ve subayını çağırarak gelip bakmasını istemiş. Subay da diğer subayları çağırmış ve çok zaman geçmeden bu sessiz yaratıkları takip eden bir kalabalık oluşmuş. Hayvanlar, ölümlüler tarafından duyulmayan bir müzikle birlikte hareket ediyormuş gibi ağır bir şekilde ilerliyormuş.



“Bu işte bir acayiplik var,” demiş bir asker en sonunda. “Haydi, Ercildounelu Thomas’ı çağıralım. Belki o bize bunun bir alamet olup olmadığını söyleyebilir.”

“Tamam. Ercildounelu Thomas’ı çağırın,” diye haykırmış hepsi bir ağızdan. Böylece Şair’i uyandırmak üzere eski kuleye derhal genç bir uşak gönderilmiş.

Uşağın söylediklerini duyunca Kâhin ciddileşip dalmış gitmiş.

“Bu bir çağrı,” demiş hafifçe. “Periler Diyarı Kraliçesi’nden bir çağrı. Uzun bir süredir bunu bekliyordum, sonunda oldu.”

Thomas dışarı çıktığında onu bekleyen küçük kalabalığın yanına gitmektense onları geçip kar beyazı geyiklerin yanına gitmiş. Yanlarına vardığında geyikler onu selamlıyormuş gibi bir anlığına durmuş. Daha sonra üçü birden küçük Leader Nehri kıyısında yavaşça ilerlemiş ve nehrin köpüren sularında gözden kaybolmuş. Çünkü nehir tamamen kanla kaplıymış.

Her ne kadar özenli bir arama yapılsa da Ercildounelu Thomas’a dair herhangi bir ipucu bulunamamış. Yerli halk günümüzde bile, erkek ve dişi geyiklerin Periler Kraliçesi’nden gelen bir mesaj olduğuna ve Thomas’ın Periler Diyarı’na döndüğüne inanır.



Altın Ağaç ile Gümüş Ağaç

Çok eski zamanlarda Altın Ağaç isminde bir prenses yaşarmış. Bu prenses dünyanın en güzel çocuklarından biriymiş.

Annesini kaybetmiş olsa da hayatından çok memnunmuş, çünkü babası onu çok sever ve küçük kızı mutlu olduğu sürece hiçbir şeyi sorun etmezmiş. Fakat babasının çok geçmeden yeniden evlenmesiyle birlikte prensesin zorlu günleri başlamış.

İsmi Gümüş Ağaç olan bu kadın çok güzel olsa da bir o kadar kıskançmış. Günün birinde kendisinden daha güzel biriyle karşılaşma korkusundan dolayı acınacak hale gelmiş.

Üvey kızının çok güzel olduğunu fark edince kızdan aniden soğumuş. Gözleri sürekli kızın üzerinde, insanların da onu daha güzel bulup bulmadıklarını merak ediyormuş. İnsanların öyle düşüneceğinden içten içe çok korktuğundan dolayı zavallı kıza gerçekten de çok kaba davranıyormuş.