Книга İskoç masalları - читать онлайн бесплатно, автор Elizabeth Wilson Grierson. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
İskoç masalları
İskoç masalları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

İskoç masalları

Nihayet bir gün Prenses Altın Ağaç büyüdüğünde, iki kadın derin bir vadinin ortasında etrafı ağaçlarla çevrili bir kuyuya doğru yürüyüşe çıkmış.

Bu kuyunun suyu öyle temizmiş ki kim bakarsa suyun yüzeyinde kendisini görürmüş. Kendini beğenmiş Kraliçe de suda kendini görebildiği için buraya gelip suyun derinliklerine bakmaya bayılırmış.

Ama o gün baktığında bir de ne görsün; su yüzeyine yakın bir yerde sessizce bir o yana bir bu yana yüzen bir alabalık.

“Alabalık, alabalık cevap ver bana, dünyanın en güzel kadını ben miyim?” demiş Kraliçe.

“Hayır, kesinlikle değilsiniz,” diye hızla cevap vermiş sinek yakalamak için suda zıplayan alabalık.

“Madem öyle o zaman en güzel kadın kim?” diye sormuş hayal kırıklığına uğrayan Kraliçe. Çünkü bundan daha farklı bir cevap bekliyormuş.

“Hiç şüphesiz ki üvey kızınız Prenses Altın Ağaç,” demiş küçük balık. Demiş demesine fakat kıskanç kraliçenin kızgın bakışlarından tırsıp kuyunun derinliklerine dalmış.

Balığın kaçmasında şaşırılacak bir şey yokmuş aslında. Çünkü biraz ileride çiçek toplamakla meşgul olan genç üvey kızına kızgın bakışlar atan kraliçenin ifadesi pek de hoş sayılmazmış.

Prenses’in kendisinden daha güzel olduğunun söylenmesi düşüncesi Kraliçe’nin canını o kadar sıkmış ki büsbütün kendini kaybetmiş. Eve vardığında aşırı bir hırsla odasına çıkıp kendini yatağa atmış ve kendini çok hasta hissettiğini söylemiş.

Prenses Altın Ağaç sorunun ne olduğunu ve elinden bir şey gelip gelmeyeceğini sorsa da bu, işe yaramamış. Kraliçe, zavallı kızın kendisine dokunmasına bile izin vermeyip sanki kız uğursuzun tekiymiş gibi onu bir kenara itmiş. Prenses de en sonunda üzgün bir şekilde odadan çıkıp onu yalnız bırakmak zorunda kalmış.

Çok geçmeden Kral avdan dönmüş ve doğrudan Kraliçe’yi çağırtmış. Kendisine, Kraliçe’nin ani bir hastalığa yakalandığı, yatağında uzandığı ve kimsenin hatta apar topar çağrılan saray doktorunun bile sorunun ne olduğunu çözemediği söylenmiş.

Kral, karısını çok sevdiğinden, büyük bir endişeyle karısının yanına gidip onun nasıl olduğunu, onu rahatlatmak için yapabileceği bir şey olup olmadığını sormuş.

“Evet, benim için yapabileceğin bir şey var,” diye cevap vermiş Kraliçe sertçe. “Ama çok iyi biliyorum ki beni iyileştirecek tek şey bu olsa bile yapmazsın.”

“Hayır,” demiş Kral. “Bundan daha iyisini duymayı hak ediyorum. Biliyorsun ki dilediğin her şeyi yaparım, krallığımın yarısını istesen onu bile veririm.”

“Madem öyle kızının kalbini bana ver,” diye haykırmış Kraliçe. “Eğer kalbini yemezsem yakında öleceğim.”

Kraliçe o kadar vahşice konuşuyor ve o kadar garip bakıyormuş ki zavallı Kral, kadının aklını oynattığını düşünmüş ve ne yapacağını bilemeden şaşırıp kalmış. Bunun üzerine odadan çıkıp koridorda bir o yana bir bu yana endişeli bir şekilde dolaşmaya başlamış. En sonunda tam da o sabah büyük bir kralın oğlunun denizaşırı bir ülkeden geldiğini ve kızıyla evlenmek için izin istediğini hatırlamış.

“Bunun üstesinden gelmem için bir yol olabilir,” demiş Kral kendi kendine. “Bu evlilik beni çok memnun eder. Öyleyse onları derhal evlendireceğim. Böylece kızım ülke dışında güvendeyken dağa bir adam gönderip bir keçi öldürmesini isterim. Sonra da keçinin kalbini hazırlatıp karıma yollarım. Belki de kalbi görmesi bu delirmiş halini düzeltebilir.”

Böylece Kral, yabancı prensi huzuruna çağırmış ve ona, Kraliçe’nin nasıl da ani bir hastalığa yakalandığını, hastalığın beynine zarar verdiğini, hastalıkla birlikte Prenses’i sevmemeye başladığını anlatmış. Genç kızın da izniyle birlikte bu evliliğin derhal gerçekleştirilmesinin iyi olabileceğini ve böylece Kraliçe’nin de yalnız kalıp bu tuhaf illetten kurtulabileceğini söylemiş.

Prens, Prenses’e bu kadar kolay kavuştuğu için, Prenses de üvey annesinin nefretinden kaçacağı için çok mutlu olmuş. Böylece derhal evlenmişler. Sonra da Prens’in denizaşırı ülkesine doğru yola çıkmışlar.

Bunun üzerine Kral, dağa adam yollayıp bir keçi öldürmesini istemiş. Öldürdüğünde kalbini temizleyip pişirmesini ve gümüş bir tepside Kraliçe’nin odasına yollamasını emretmiş. Kötü Kraliçe, üvey kızının sandığı kalbi tatmış ve işi bittiğinde yatağından kalkıp her zamanki iyi ve sağlıklı haliyle şatoda dolaşmaya başlamış.

Prenses Altın Ağaç’ın aceleyle yapılan evliliği gayet güzel gidiyormuş. Prens zengin, harika ve güçlü bir adam olmakla birlikte kendisini de çok seviyormuş. Prenses gerçekten çok mutluymuş.

Bir yıl boyunca her şey güllük gülistanlıkmış. Kraliçe Gümüş Ağaç her şeyden memnun ve hoşnutmuş. Çünkü Prenses yeni evinde mutlu ve huzurluyken üvey anne onun öldüğünü sanıyormuş.

Fakat bir yılın sonunda Kraliçe, kendi yüzünü su yüzeyinde görebilmek için küçük vadide bulunan kuyuya bir kez daha gitmiş.

Aynı küçük alabalık tıpkı önceki sene yaptığı gibi o gün de bir o yana bir bu yana yüzüyormuş. Akılsız Kraliçe bu sefer sorduğu soruya bir öncekinden daha iyi bir cevap almakta kararlıymış.

“Alabalık, alabalık,” diye fısıldamış kuyunun köşesinden eğilerek. “Dünyanın en güzel kadını ben miyim?”

“Gerçekten de değilsiniz,” diye cevap vermiş alabalık açıksözlülükle.

“Öyleyse en güzel kadın kim?” diye sormuş Kraliçe. Yeni bir rakibinin olduğu düşüncesiyle beti benzi atmış.

“Tabii ki de Majesteleri’nin üvey kızı Prenses Altın Ağaç,” diye cevaplamış alabalık.

Kraliçe rahat bir nefes alarak geriye çekilmiş. “Öyle diyorsun ama insanlar şu an onu beğenemez, öleli bir yıl oldu. Kalbini akşam yemeğim niyetine yedim,” demiş Kraliçe.

“Bundan emin misiniz Majesteleri?” diye sormuş alabalık gözleri parlayarak. “Bence başka bir diyardan gelip onunla evlenmek isteyen cesur ve genç bir prensle evlenip prensin ülkesine gideli bir yıl oldu.”

Kraliçe bu sözleri duyduğu anda sinirle donup kalmış, çünkü kocasının onu kandırdığının farkına varmış. Dizlerinin üzerinden doğrulup saraya gitmiş. Öfkesini elinden geldiğince saklayarak Kral’dan Uzun Gemi’yi hazırlatmasını isteyip biricik üvey kızını göreli çok uzun zaman olduğundan onu çok özlediğini anlatmış.

Kral, karısının bu isteğine şaşırsa da onun, kızına karşı olan nefretini aştığını düşünecek kadar çok memnun olmuş. Böylece Uzun Gemi’nin derhal hazırlatılmasını emretmiş.

Çok geçmeden gemi suda hızla Prenses’in yaşadığı ülkeye doğru gitmeye başlamış. Geminin başına Kraliçe’nin kendisi geçmiş. Çünkü geminin gitmesi gereken istikameti biliyormuş ve yolculuğun bitmesi için öyle acele ediyormuş ki dümene başkasının geçmesine izin vermemiş.

Şans eseri Prenses Altın Ağaç o gün yalnızmış; kocası ava çıkmış. Şatonun penceresinden dışarıya bakarken bir geminin iskeleye yanaştığını görmüş ve geminin babasına ait Uzun Gemi olduğunu anlamış. Gemide kimin olduğunu tahmin edebiliyormuş.

Kraliçe’nin gelmesi düşüncesi bile neredeyse korkuyla kendinden geçmesine neden oluyormuş. Çünkü Kraliçe Gümüş Ağaç’ın kalkıp kendisini ziyarete gelmesinin iyi bir nedeni olamayacağını biliyormuş. Prenses, kocasının o an evde olması için sahip olduğu her şeyi verebileceğini düşünmüş. Bunun üzerine endişeyle hizmetçilerin odasına koşmuş.

“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye haykırmış. “Babamın Uzun Gemi’sinin geldiğini gördüm ve içinde üvey annemin olduğunu biliyorum. İmkânı olsa beni öldürür. Bu dünyada benden daha fazla nefret ettiği tek bir şey daha yok.”

Şunu da söylemek gerekir ki hizmetliler, hanımlarının bastığı yere tapacak kadar seviyorlarmış onu. Çünkü Prenses onlara karşı her zaman kibar ve anlayışlıymış. Ne kadar korktuğunu gördüklerinde ve ağzından çıkan iç parçalayıcı cümleleri duyduklarında Prenses’in etrafında toplanmışlar.

“Korkmayın Ekselansları,” diye haykırmışlar. “Sizi gerekirse canımız pahasına koruruz. Eğer üvey anneniz size kötü bir büyü yapmaya kalkışırsa sizi Tirizli Oda’ya kilitleriz, size orada kesinlikle ulaşamaz.”

Tirizli Oda aslında kasa olarak kullanılan odaymış ve şatonun büyük bir kısmını kaplıyormuş. Kapısı öyle kalınmış ki kimsenin kırıp girmesine imkân yokmuş. Prenses, eğer içeri girerse ve üvey annesiyle arasında meşeden yapılma sağlam kapı olursa o şeytani kadının yapabileceği her türlü kötülükten korunacağını biliyormuş.

Böylece Prenses, sadık hizmetkârlarının önerisini kabul edip kendisini Tirizli Oda’ya kilitlemelerine izin vermiş.

Kraliçe Gümüş Ağaç ana kapıya gelip kapıyı açan uşaktan kendisini sarayın hanımefendisine götürmesini isteyince uşak, önünde eğilerek bunun imkânsız olduğunu, çünkü Prenses’in şatonun kasa odasında kilitli kaldığını, anahtarın yerini de kimse bilmediği için dışarı çıkamadığını söylemiş.

(Bu hikâye gerçekten doğruymuş. Çünkü yaşlı uşak, anahtarı Prenses’in en sevdiği çoban köpeğinin boynuna bağlayıp onu, efendisini araması için tepelere göndermiş.)

“Beni odanın kapısına götürün,” diye emretmiş Kraliçe. “En azından biricik kızımla kapıdan konuşurum.” Bundan ne gibi bir kötülük çıkabileceğini düşünemeyen uşak, kendisine söyleneni yerine getirmiş.

“Anahtar gerçekten de kayıpsa ve sen beni karşılamak için oradan çıkamıyorsan biricik kızım,” demiş yalancı Kraliçe, “en azından serçe parmağını anahtar deliğine koy ki ben de onu öpebileyim.”

Prenses söyleneni yapmış, bu kadar küçük bir şeyden gelebilecek kötülüğü asla akıl edememiş. Ama o akıl etmediği kötülük gerçekleşmiş. Serçe parmağını öpeceğini söyleyen üvey annesi bunun yerine parmağına zehirli bir iğne batırmış. Zehir o kadar ölümcülmüş ki zavallı Prenses daha tek bir kelime edemeden yere yığılmış.



Prenses’in düşme sesini duyan Kraliçe Gümüş Ağaç’ın yüzünde tatminkâr bir gülümseme belirmiş. “Şimdi dünyadaki en güzel kadın olduğumu söyleyebilirim,” diye fısıldamış. Daha sonra koridorun sonunda bekleyen uşağın yanına gidip kızına demesi gereken ne varsa dediğini ve artık eve dönmesi gerektiğini söylemiş.

Gemiye kadar merasimle gönderilen Kraliçe, kendi ülkesine doğru yola çıkmış. Prens, elinde çoban köpeğinin boynundan aldığı Tirizli Oda’nın anahtarıyla avdan dönene kadar şatodaki kimse çok değerli hanımlarının başına kötü bir şey geldiğinin farkına varmamış.

Kraliçe Gümüş Ağaç’ın ziyareti anlatıldığında Prens gülüp hizmetkârlara iyi bir şey yaptıklarını söylemiş. Daha sonra da odanın kapısını açıp karısını dışarı çıkartmak için yukarı çıkmış.

Kapıyı açıp karısını yerde ölü halde yatarken bulunca büyük bir korku ve dehşete kapılmış.

Yaşadığı öfke ve üzüntüden dolayı kendini kaybetmiş. Kraliçe Gümüş Ağaç’ın kullandığı türde bir ölümcül zehrin Prenses’in bedenine zarar vermeyeceğini ve gömülmesine gerek olmadığını bildiğinden Prenses’i ipek bir sedirin üzerine yatırıp Tirizli Oda’da tutmaya karar vermiş. Böylelikle istediği her zaman gidip onu görebilecekmiş.

Fakat Prens, son derece yalnız kaldığından, kısa bir süre sonra yeniden evlenmiş. İkinci karısı da ilki kadar sevimliymiş. Yeni karısı çok mutluymuş fakat içine dert olan küçücük bir şey varmış ki bunun da kendisini perişan etmesine izin vermeyecek kadar makul biriymiş.

Dert ettiği şey şatodaki bir oda, koridorun sonunda bulunan bir odaymış. Bu odaya asla girememiş çünkü anahtar her zaman kocasındaymış. Ne zaman kocasına bunun nedenini sorsa kocası her zaman bir bahane bulurmuş. Kadın da ona güvenmiyormuş gibi gözükmemeye karar vermiş; bu yüzden de kocasına bir daha konuyla alakalı soru sormamış.

Fakat bir gün Prens yanlışlıkla odayı kilitlemeyi unutmuş. Karısına hiçbir zaman aksini söylemediği için kadın da içeri girmiş ve ipek sedirin üzerinde uyuyormuş gibi gözüken Prenses Altın Ağaç’ı görmüş.

“Acaba ölmüş mü yoksa sadece uyuyor mu?” demiş kadın kendi kendine ve sedire yaklaşıp Prenses’e yakından bakmış. Tam o sırada Prenses’in serçe parmağına batmış tuhaf biçimli iğneyi görmüş.

“Burada kötü bir şeyler olmuş,” diye düşünmüş kendi kendine. “Eğer bu iğne zehirli değilse ben de tıp hakkında hiçbir şey bilmiyorum.” Şifa verme konusunda eğitimli olan kadın, iğneyi dikkatle yerinden çıkarmış.

Bir süre sonra Prenses Altın Ağaç gözlerini açıp sedirde doğrulmuş. Öteki Prenses’e başından geçenleri anlatacak kadar iyileşmiş.

Üvey annesi kendisini kıskanıyormuş ama öteki Prenses hiç de kıskançlık yapmamış. Neler olduğunu duyunca küçük elleriyle bir alkış tutup “Prens ne kadar da mutlu olacak. Yeniden evlenmiş olsa bile en çok sizi sevdiğini biliyorum,” demiş.

O gece Prens çok yorgun ve üzgün bir halde avdan dönmüş. İkinci karısının söyledikleri çok doğruymuş. Onu ne kadar sevse de her zaman biricik ilk aşkı Prenses Altın Ağaç’ın yasını tutuyormuş.

“Ne kadar da üzgünsün!” diye seslenmiş karısı. “Gülümsemen için yapabileceğim hiçbir şey yok mu?”

“Yok,” demiş Prens bitkinlikle başını önüne eğerek. Keyifliymiş gibi davranamayacak kadar kederliymiş.

“Size Altın Ağaç’ı geri vermek dışında bir şey yok, evet,” demiş ikinci karısı yavaşça. “Aslında bunu yaptım bile. Tiriz-li Oda’ya çıkıp Prenses’in sağ salim olduğunu görebilirsiniz.”

Prens tek bir kelime etmeden merdivenlerden yukarı koşmuş. Gerçekten biricik Altın Ağaç’ı orada, onu karşılamaya hazır bir biçimde sedirde oturuyormuş.

Prens, Prenses’i gördüğü için o kadar mutlu olmuş ki boynuna atlamış. Kendisini yukarı kadar takip eden, buluşmalarını sağlayan ve şimdi de o buluşmayı izleyen zavallı ikinci karısını unutarak Prenses’i defalarca öpüp durmuş.

Fakat karısı kendisi için üzülüyor gibi gözükmüyormuş. “Ben her zaman kalbinde Prenses Altın Ağaç’ın özlemini çektiğini biliyordum,” demiş. “Doğrusu da bu olmalı zaten. Çünkü o senin ilk aşkındı. Şimdi hayata geri döndüğüne göre ben de kendi halkıma döneceğim.”

“Kesinlikle olmaz,” demiş Prens. “Sen bize bu mutluluğu verdin. Bu yüzden bizimle kalacaksın ve böylece üçümüz birlikte yaşayacağız. Altın Ağaç ve sen iki iyi arkadaş olacaksınız.”

Öyle de yapmışlar. Prenses Altın Ağaç ve öteki Prenses, sanki birlikte büyümüşler gibi kısa sürede kız kardeş gibi olmuşlar.

Böylece bir yıl daha geçip gitmiş. Bir akşam Kraliçe Gümüş Ağaç daha önce de yaptığı gibi suda kendi yüzünü görmek için vadideki küçük kuyuya gitmiş.

Daha önceki iki seferde de olduğu gibi alabalık yine oradaymış. “Alabalık, alabalık,” diye fısıldamış Kraliçe. “Dünyanın en güzel kadını ben miyim?”

“Kesinlikle değilsiniz,” diye cevap vermiş alabalık, daha önceki iki seferde de söylediği gibi.

“Madem öyle şimdiki en güzel kadın kim o zaman?” diye sormuş Kraliçe, sesi öfke ve sıkıntıyla titriyormuş.

“O kişinin ismini size iki yıldır veriyorum,” demiş alabalık. “Prenses Altın Ağaç tabii ki.”

“Ama o öldü,” demiş Kraliçe gülerek. “Bu sefer eminim. Çünkü serçe parmağına zehirli bir iğne batıralı bir sene oldu. Prenses’in yere düşmesinin sesini de duydum.”

“Ben bundan pek de emin olmazdım,” demiş alabalık ve başka bir kelime daha etmeden kuyunun dibine doğru dalmış.

Kraliçe, alabalığın gizemli sözlerini duymasının ardından rahat edemeyip üvey kızını görebilmek için kocasından bir kez daha Uzun Gemi’yi hazırlatmasını istemiş.

Kral geminin hazırlanmasını memnuniyetle emretmiş. Her şey bir önceki sefer nasıl olduysa yine öyle olmuş.

Kraliçe, dümene geçip deniz boyunca ilerlemiş. Gemi iskeleye yaklaşırken Prenses Altın Ağaç gemiyi görmüş.

Prens avdaymış. Prenses de büyük bir korkuyla yukarıda, odasında bulunan öteki Prenses’in yanına koşmuş.

“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye haykırmış. “Babamın Uzun Gemi’sinin geldiğini gördüm ve biliyorum ki gemide acımasız üvey annem var. Daha önce de denediği gibi yine beni öldürmeye çalışacak. Ah! Hadi tepeye doğru kaçalım.”

“Hiç de bile,” demiş Prenses kollarını titreyen Altın Ağaç’ı sararak. “Ben üvey annenden korkmuyorum. Benimle gel, deniz kıyısına gidip onu karşılayalım.”

Böylelikle ikisi birlikte deniz kıyısına gitmişler. Kraliçe Gümüş Ağaç, üvey kızını görünce çok memnun olmuş gibi davranmış ve gemiden atlayarak Prenses’e doğru koşmuş. Ona içmesi için gümüş bir kadehte şarap uzatmış.

Her zaman kibar ve saygılı olan Prenses Altın Ağaç, öteki Prenses kendisi ve üvey annesi arasına girmese elini kadehe doğru uzatacakmış.

“Olmaz hanımefendi,” demiş öteki Prenses doğrudan Kraliçe’nin yüzüne bakarak. “Bu ülkede kadehte içki uzatan kişinin o içkiden ilk önce kendisinin içmesi gerekir.” “Memnuniyetle yaparım,” demiş Kraliçe ve kadehi ağzına doğru götürmüş. Ama Kraliçe’yi yakından izleyen öteki Prenses, kadehin içindeki şarabı dudaklarına değdirmediğini fark etmiş. Bu yüzden öne atlayıp sanki yanlışlıkla olmuş gibi omzuyla kadehin altına vurmuş. Kadehin içindekinin bir kısmı Kraliçe’nin suratına gelmiş, diğer kısmıysa Kraliçe daha ağzını kapatamadan boğazından aşağı inivermiş.

Böylece Kraliçe içindeki kötülükten dolayı, İncil’de de söylendiği gibi kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüş. Şarabı öylesine zehirliymiş ki Kraliçe neredeyse şarabı daha yutmadan prenseslerin ayaklarının önüne yığılmış.

Kimse onun için üzülmemiş çünkü bu kaderi gerçekten de hak ettiğini düşünmüşler. Issız bir yere aceleyle gömülmüş ve çok geçmeden herkes tarafından unutulmuş.

Prenses Altın Ağaç’a gelince, o da geri kalan hayatı boyunca kocası ve arkadaşıyla birlikte mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamış.

Düşüncesiz Yabancı

Şimdi size zavallı genç ve dul bir kadının başından geçenleri anlatacağım. Bu kadın Kittlerumpit isimli bir evde yaşamış olsa da bu evin İskoçya’nın neresinde olduğunu kimse bilmez.

Durum böyle olsa bile Kittlerumpit’in dul hanımı, çok acınacak haldeymiş. Halkın bir kısmı evin Tartışmalı Arazi’de olduğuna inanır. Bu arazi, tüm dünyanın da bildiği üzere Sınır Akıncıları’nın durmaksızın gidip geldiği sınırda (İngiltere ve İskoçya sınırı) yer alır. Burada İskoçlar İngilizlerden, İngilizler İskoçlardan çalar çırpar.

Bu kadın, kocasını kaybetmiş ve kimse adamın başına ne geldiğini bilmiyormuş. Kocası bir gün bir panayıra gitmek için evden çıkmış ve o günden sonra bir daha da dönmemiş. Herkes adamın öldüğüne inanmış olsa da kimse nasıl öldüğünü bilmiyormuş.

Bazıları askere gitmesi için ikna edildiğini ve savaşta öldürüldüğünü, bazılarıysa denizci olması için alıp götürüldüğünü ve denizde boğulduğunu söylüyormuş.

Her halükârda zavallı genç karısı acınacak haldeymiş. Yetiştirmesi gereken küçük bir erkek çocuğu olmasına rağmen artık bir başına kalmış. Zor zamanlardan geçildiği için de geçimini sağlayacak pek bir şeyleri yokmuş.

Ama oğlunu canından çok seviyormuş. Kendisine ve oğluna yiyecek bir şeyler ve kıyafet alacak kadar para kazanmak için tüm gün inek, domuz ve tavukların içinde çalışıyormuş.

Bahsettiğim günün sabahı kadın erkenden uyanmış ve domuzlara yem vermeye gitmiş. Kira günü yaklaştığından bu koca şişko domuzlardan bir tanesini o gün pazara götürüp satmaya karar vermiş. Domuzdan alacağı paranın kirayı ödemekte ona yardımcı olacağını düşünüyormuş.

Böyle düşündüğünden içi rahatlamış. Bir elinde kovası diğer elinde oğluyla birlikte bahçenin diğer tarafına doğru giderken kendi kendine bir şarkı mırıldanmaya başlamış.

Domuz ağılına girdiğinde mırıldanması ağlamaya dönüşmüş. Çünkü çok sevdiği domuzu sırtüstü, ayakları havada ve gözleri kapalı bir halde sanki son nefesini verecek gibi yatıyormuş.

“Ne yapacağım? Ne yapacağım?” diye feryat etmiş zavallı kadın bir taşın üstünde oturup oğlunu göğsüne bastırarak. Elindeki kovayı düşürdüğünün, domuz yeminin bitmek üzere olduğunun ve tavukların yemi yediğinin farkında değilmiş.

“İlk önce kocamı kaybettim, şimdi de en iyi domuzumu. Bize çok para getireceğini düşündüğüm domuzumu.”

Şunu da belirtmek gerekir ki Kittlerumpit evi bir yamaçtaymış. Arkasında köknar ağaçlarından oluşan bir orman ve önünde bir yokuş varmış.

Zavallı kadın bir güzel ağladıktan sonra gözlerini kurularken tesadüfen aşağı doğru bakmış ve yukarı doğru çıkan yaşlı bir kadın görmüş.

Kadının kıyafetleri baştan aşağı yeşil, önlüğü beyazmış ve başında siyah kadifeden bir kukuleta varmış. Başkalarından duyduğuma göre Galler’deki kadınların taktığı türden, sivri uçlu bir şapka takıyormuş. Uzun bastonuna yaslana yaslana topal gibi arada aksayarak yavaşça yürüyormuş.

Genç dul, yaşlı kadını bir hanımefendi olarak gördüğünden yaklaştığında ayağa kalkıp önünde saygıyla eğilmesi gerektiğini hissetmiş.

“Hanımefendi,” demiş ağlamaklı bir sesle. “Bu evin sahibesi dünyanın en şanssız kadını olsa bile Kittlerumpit’e hoş geldiniz demek isterim.”

“Sessiz ol,” demiş yaşlı kadın. Ama bunu öylesine sert söylemişti ki genç kadın oğluna daha da sıkı sarılmış. “Bunları anlatmana gerek yok. Kocanı kaybettin, bunu kabul ediyorum, Shirra Muir Savaşı’nda daha da kötü kayıplar yaşandı. Şimdi de domuzun ölmek üzere. Belki de ben onu iyileştirebilirim. Ama ilk önce onu iyileştirdiğimde bana ne vereceğini öğrenmem lazım.”

“Hanımefendi ne isterlerse veririm,” demiş dul kadın, hayvanın hayatını kurtaracağından dolayı o kadar mutlu olmuş ki bunun aceleyle verilmiş bir söz olduğunu düşünememiş.

“Çok güzel,” demiş yaşlı hanım. Tek bir kelime daha etmeden doğrudan domuz ağılına gitmiş.

Birkaç dakika boyunca durup ölmekte olan hayvana bakmış, bir ileri bir geri sallanıp dul kadının tam anlayamadığı bir şeyler mırıldanmış. Dul kadın yine de birkaç kelimeyi çıkartabilmiş;

Pıt pıt gelsin,Kutsal suyun sesi…

Daha sonra elini cebine götürüp içinde yağa benzer bir sıvı olan küçük bir şişe çıkarmış. Şişenin kapağını açmış ve uzun kadınsı parmaklarından birini şişeye sokmuş. Daha sonra da domuzun burnuna, kulaklarına ve kıvrık kuyruğunun ucuna dokunmuş.

Bunları yaptığı gibi domuz hoşnut bir homurtuyla yerinden fırlayıp kahvaltısını etmek için yalağa doğru koşmuş.

Domuzu gören Kittlerumpit Hanımı çok mutlu olmuş. Kirasını kurtardığı için o kadar rahatlamış ve o kadar minnet duymuş ki yaşlı kadın izin verecek olsa onun yeşil elbisesinin eteklerinden öpmek istemiş, ama kadın buna izin vermemiş.

“Hayır, hayır olmaz,” demiş yaşlı kadın, sesi her zamankinden daha sert bir şekilde. “Hiç lafı dolandırmayalım da yaptığımız pazarlıktan bahsedelim. Ben üzerime düşeni yaptım ve domuzu iyileştirdim. Şimdi de sen benim istediğimi yapacaksın ve oğlunu vereceksin.”

Zavallı kadın acı bir şekilde haykırmış, çünkü şimdi, yeşil giyimli bu kadının aslında bir peri hem de Kötü Kalpli Peri olduğunu anlamış.

Dua etmek, yalvarmak ve merhamet dilenmek için artık çok geçmiş. Peri geri adım atmıyor, kararlı ve acımasız davranıyormuş.

“Ne istersem vereceğine söz verdin. Ben de senden oğlunu istiyorum ve istediğimi de alacağım,” demiş Peri. “Dolayısıyla gürültü patırtı yapmanın faydası yok. Ama sana tek bir şey söyleyebilirim, çünkü söyleyeceğim şeyin bir yardımı dokunmayacağını biliyorum. Periler Diyarı kanunlarına göre bu çocuğu üç günden önce alamam. Eğer o zamana kadar ismimi öğrenirsen onu senden almama izin yok. Fakat öğrenemeyeceğine eminim. Onun için üç gün sonra çocuğu almaya gelirim.”

Bunları söyledikten sonra ağılın arka tarafında kaybolmuş, zavallı anneyse yere düşüp bayılmış.

Dul kadın o gün ve ondan sonraki gün mutfakta ağlaya ağlaya oğluna sarılmaktan başka hiçbir şey yapmamış. Fakat Peri’nin geri döneceğini söylediği günden bir gün önce, biraz temiz hava alması gerektiğini düşünüp evin arkasındaki köknar ormanına doğru yürüyüşe çıkmış.

Bu ormanda eski bir taş ocağının bulunduğu bir çukur, çukurun dibinde de bir kuyu varmış. Kuyunun suyu her zaman tatlı ve temizmiş. Genç kadın bu taş ocağının yakınlarında yürürken bir çıkrık4 sesi ve birinin şarkı söylediğini duymuş. İlk başta sesin nereden geldiğini anlayamamış. Daha sonra aklına taş ocağı gelince, oğlunu bir ağacın dibine yatırmış ve dizlerinin üstünde çalıların arasından sessizce çukura doğru sürünüp bakınmaya başlamış.

İyice aşağıda, taş ocağının dibinde, kuyunun yanında Peri’yi otururken görünce gözlerine inanamamış. Peri’nin üzerinde yeşil cüppesi ve uzun fötr şapkası varmış. Küçük çıkrığı elinden geldiğince hızla çevirip bir şarkı söylüyormuş:

Küçük şeyler bilmekte fayda var,Düşüncesiz Yabancı benim adım.

Dul kadın artık Peri’nin sırrını öğrenip oğlunu kurtardığından, sevinçten neredeyse çığlık atacakmış. Yine de kötü kalpli yaşlı kadın onu duyar da büyü yapar diye ses çıkarmaya cesaret edememiş.

Dolayısıyla çocuğunu bıraktığı yere doğru yavaşça sürünerek geri gitmiş. Sonra da çocuğu kollarına alıp ormanın içinden güle oynaya eve doğru koşmuş. Oğlunu öylesine mutlulukla havaya atıp tutuyormuş ki gören olsa onu deli sanırmış.

Aslında bu genç kadın çok neşeli biriymiş. Eğer evlendiği günden itibaren başı bu kadar derde girmeseymiş ve bu dertler onu erkenden yaşlandırıp ağırbaşlı biri yapmasaymış hâlâ da öyle olabilirmiş. Peri’ye onun adını öğrendiğini söylemeden önce onunla birkaç dakikalığına da olsa dalga geçmenin ne kadar eğlenceli olabileceğini düşünmeye başlamış.

Ertesi gün sözleştikleri zamanda kollarında oğluyla evden çıkıp yine aynı taşın üzerine oturmuş. Yaşlı kadının yukarı doğru çıktığını görünce düzgün duran şapkasını bozup yüzünü buruşturmuş ve sanki çok dertliymiş de için için ağlıyormuş gibi davranmaya başlamış.