Книга Mitler ve efsaneler - читать онлайн бесплатно, автор Неизвестный автор
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Mitler ve efsaneler
Mitler ve efsaneler
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Mitler ve efsaneler

Logan Marshall

Mitler ve Efsaneler. Mitolojik Hikâyeler

Giriş

Burada bir araya toplanan mitler ve efsaneler her çağda insanların ilgisini çekmiştir ve çekmeye de devam edecektir. Antik dünya, medeniyetimizin ayrılmaz bir parçasıdır ve nesilden nesle aktarılacak bir varlık mirasıdır. Bu dünyada yaşayan her bireyin kültürüne, geçmişine, inançlarına, günlük yaşamına ve insanlık tarihine kopmaz bir şekilde bağlı bu hikâyeler, yüzyıllar önce vücut bulmuştur. Kurgu dünyasının hiçbir yerinde bu hikâyelerle kıyaslanabilecek başka hikâyelere rastlayamayız.

Kim Yunanları, Truva hikâyesini anımsamadan ya da Roma’yı Virgilius’un dünya çapında bilinen Latin destanının kahramanı Aeneas’ı anmadan düşünebilir? Wagner’in müzikal piyesleriyle on dokuzuncu yüzyılda ölümsüzleştirilen Töton halkının en eski edebi kahramanı, efsane prens Siegfried’i tanımadan, Alman medeniyetine dair her türlü kavrayış yetersiz sayılır. Yine aynı şekilde, yarı tarihi bir figür olan, ortaçağdaki bir yığın efsane arasından yüceltilen ve Victoria dönemindeki saray şairlerinin pastoral melodilerinde hayat bulan Kral Arthur’u bilmeden İngiliz medeniyetine dair her türlü fikir, eksik kalacaktır. Bu böylece sürüp gider. Birçok açıdan bir ülkenin mitolojisi ve folkloru, o ülkenin insanları hakkında tarih kitaplarında bulabileceklerinizden çok daha fazla şey anlatır.

Eskilerin hayal gücü pek sınır tanımamıştır. O görkemli zekâsı düşünüldüğünde Athena’nın bile, tanrıların ve yarı tanrıların masalsı hikâyelerini normal karşılaması dikkate değerdir. Bugünse, daha çok okuyor ve merak ediyoruz, bilgiye daha kolay ulaşıyoruz. Yine de tarihimizi yeniden yaşamaktan, bizden yüzyıllar önce yaşayanların yarattığı efsanelerden ve mitlerden zevk almaya devam ediyoruz. Onları yaratan hayal gücüne hayran kalıyoruz. Okurlarına zengin ve görkemli bir harikalar diyarı sunan bu hikâyeler, bizleri büyülemeye devam ediyor.

Zaman sınavından geçerek gelen ve canlılığından yüzyıllardır hiçbir şey kaybetmeyen bu hikâyelerin her birini keyifle okuyacağınızdan eminiz.

İnsanın Dostu Prometheus

Bundan çok uzun zaman önce, Prometheus ve Epimetheus1 adlarında iki kardeş yaşardı. Bu kardeşler, Jüpiter’e karşı savaşan ve aşağı dünyadaki büyük hapishaneye zincirlenen, fakat bir şekilde kaçıp kurtulan titanların oğullarıydılar.

Ancak Prometheus, Olimpos Dağı’nda tanrılarla kalarak aylaklık etmek istemedi, bunun yerine vaktini yeryüzünde geçirerek yaşamlarını kolaylaştırmak ve iyileştirmek için insanlara yardım etmeyi tercih etti. Yeryüzünün çocukları, Satürn’ün yönettiği altın zamanlardaki kadar mutlu değillerdi. Aslına bakılırsa oldukça fakir, sefil ve üşümüş haldelerdi. Sığınak denemeyecek kadar sefalet kokan mağaralarda, aç ve üşüyerek yaşıyorlardı.

Prometheus, eğer ateş olursa en azından vücutlarını ısıtıp yiyeceklerini pişirebileceklerini, daha sonra aletler yapıp evler inşa edebileceklerini ve tanrıların sahip olduğu refahın keyfini sürebileceklerini düşündü.

Böylece Prometheus, Jüpiter’le konuşmaya giderek ondan ateşi dünyaya götürmesine izin vermesini istedi; ancak Jüpiter başını öfkeyle iki yana salladı ve “Ateş ha, öyle mi?” diye bağırdı. “Eğer insanlar ateşi elde ederlerse, çok geçmeden Olimpos’ta yaşayanlar kadar güçlü ve bilge olurlar. Buna asla rıza göstermeyeceğim.”

Prometheus cevap vermedi ama insanlara yardım etme fikrinden de vazgeçmiş değildi. “Muhakkak başka bir yol bulunur,” diye düşündü.

Bir gün sazlıklar arasında yürürken, bir tane kamış kopardı ve içi boş sapının kuru, yumuşak bir özle dolu olduğunu gördü ve bağırdı:

“Nihayet! Ateşi bunun içinde taşıyabilirim ve Jüpiter’e rağmen insanlar bu büyük armağana sahip olabilirler.”

Derhal eline uzun bir sap alarak güneşin uzak doğudaki hanesine doğru yola koyuldu. Sabahın erken saatlerinde, tam da Apollo’nun savaş arabası göklerdeki yolculuğuna başladığı sırada oraya vardı. Kamışı tutuşturduktan sonra, değerli kıvılcımı içi boş sapın içine gizleyerek hemen geri döndü.

Sonrasında insanlara kendileri için nasıl ateş yakacaklarını öğretti ve bu, Prometheus’un hayal ettiği gibi insanların kendileri için mükemmel şeyler yapmalarına neden oldu. Yemek pişirmeyi, hayvanları evcilleştirmeyi, tarlaları sürmeyi, değerli madenleri çıkarmayı ve onları eriterek alet ve silah yapmayı öğrendiler. Karanlık ve kasvetli mağaralarından çıkıp kendilerine ağaçtan ve taştan çok güzel evler inşa ettiler. Üzgün ve mutsuz olmayı bırakıp gülerek şarkılar söylemeye başladılar. “Şuraya bakın, Altın Çağ yeniden geldi,” dediler.

Fakat Jüpiter o kadar mutlu değildi, insanların her geçen gün daha fazla güç kazandığını görüyordu. Onların refahı Jüpiter’i çok öfkelendirmişti.

Prometheus’un yaptıklarını öğrenince, “Demek şu genç titan! Bu yaptıkları için onu cezalandıracağım!” dedi.

Fakat Prometheus’u cezalandırmadan önce, insanoğlunun canını sıkmaya karar verdi. Demircisi Vulcan’a bir topak çamur göndererek ona bir kadın şekli vermesini söyledi. İşi bittiği zaman, yapıtını Olimpos’a götürdü.

Jüpiter diğer tanrıları bir araya topladı ve her birinin bu kadına bir yetenek bağışlamasını buyurdu. Biri ona güzellik, bir diğeri nezaket, bir başkası yetenek, diğeri merak bahşetti ve bu böylece devam etti. Jüpiter’in kendisi de yaşamı sundu ona ve kadına “tüm tanrıların armağanı” anlamına gelen “Pandora” adını verdiler.

Daha sonra tanrıların ulağı Merkür, Pandora’yı alarak onu dağın yanından aşağı, Prometheus ve kardeşinin yaşadığı yere bıraktı.

“Epimetheus, bak burada Jüpiter’in eşin olması için sana yolladığı güzel bir kadın var,” dedi Prometheus.

Buna çok memnun olan Epimetheus, çok geçmeden iyiliği ve güzelliğine hayran olduğu Pandora’yı büyük bir aşkla sevdi.

Pandora yanında Jüpiter’den bir hediye getirmişti: altın bir kutu. Athena, ne olursa olsun açmaması için onu uyarmıştı ancak Pandora, kutunun içinde ne olduğunu merak etmekten kendini alamıyordu. Belki de içinde harika mücevherler vardı, neden boşa gitsindi?

Sonunda, merakını daha fazla bastıramadı. İçine kaçamak bir bakış atmak için kutuyu hafifçe araladı. Birden bir uğultu, bir vızıltı sardı etrafı; kutunun kapağını kapatmasına fırsat kalmadan binlerce küçük, çirkin yaratık dışarı fırladı. Bunlar, azat edildikleri için çok mutlu olan hastalıklar ve dertlerdi.

Dünyanın dört bir yanına uçtular, her eve girdiler ve gittikleri her yere üzüntü ve sıkıntıyı götürdüler.

Pandora’nın merakının sonuçlarını gören Jüpiter nasıl da kahkahalar atıyor olmalıydı!

Bu olaydan kısa bir süre sonra Jüpiter, artık Prometheus’u cezalandırma zamanının geldiğine karar verdi. Güç ve Kuvvet’i çağırarak titanı yakalamalarını ve onu Kafkas Dağları’nın en yüksek tepesine götürmelerini emretti. Daha sonra demir zincirlerle ayaklarını ve ellerini kayalara sıkıca bağlaması için Vulcan’ı gönderdi. Vulcan, Prometheus’a üzülmüştü ancak itaatsizlik etmeye cesaret edemedi.



Böylece insanın dostu düştü; sefil bir halde mahkûm edilmiş ve rüzgârlara karşı çırılçıplak kalmıştı. Bir kartal zalim pençeleriyle gelip ciğerini deşerken fırtınalar onu rahat bırakmıyordu. Fakat tüm bu çektiklerine rağmen Prometheus asla sızlanmıyordu. Yıllar sonra bile acı içinde kıvranıyordu; yine de ne şikâyet etti, ne merhamet dilendi ne de yaptıklarından pişmanlık duydu. İnsanlar onun için üzülüyorlardı ancak ellerinden bir şey gelmiyordu.

Derken bir gün, çok güzel beyaz bir inek dağın etrafından geçerken üzgün gözleriyle Prometheus’a bakmak için durdu.

Prometheus “Seni tanıyorum,” dedi. “Sen İo’sun, bir zamanlar Argos’ta yaşayan saf ve mutlu bir genç kızdın. Jüpiter ve onun kıskanç kraliçesi tarafından bu kılıkta dünyayı dolaşmaya mahkûm edildin. Güneye doğru git, sonra da Nil Nehri’ne varıncaya dek batıya doğru yol al. Orada, hiç olmadığın kadar saf bir genç kız olacaksın yeniden ve oradaki ülkenin kralıyla evleneceksin. Senin dölünden benim zincirlerimi kıracak ve esaretimi sonlandıracak bir kahraman yeşerecek.”

Aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra, görkemli kahraman Herkül Kafkas Dağları’na geldi. Sarp kayalıklara tırmanarak en tepeye çıktı, acımasız kartalı öldürdü ve kuvvetli darbeleriyle insanın dostunu bağlayan zincirleri kırdı.

Herkül’ün Görevleri

Herkül dünyaya gelmeden önce, Jüpiter tanrılar konseyini toplayarak Perseus’un soyundan gelecek ilk kişinin, kendi neslinin hükümdarı olacağını ilan etmişti. Bu onur Perseus’un oğlu ve Alkmene için öngörülmüş olsa da; bu durumu kıskanan Juno, Perseus’un soyundan gelen Eurystheus’un Theseus’tan önce dünyaya gelmesine neden oldu. Böylece Eurystheus Miken kralı olurken, sonradan doğan Herkül ise ona tabi olarak hayatını sürdürüyordu.

Genç rakibinin yükselen şanını endişeyle seyreden Eurystheus onu ayağına çağırarak bazı büyük görevleri yerine getirmesini emretti. Herkül buna itaat etmedi, bunun üzerine Jüpiter, Yunan kralına karşı hizmetlerini yerine getirmesi için ona haber yolladı.

Yine de Herkül, tanrının kahraman oğlu olarak basit bir ölümlüye hizmet edip etmeme konusunda kararsız bir halde Delfi’ye doğru yola koyuldu. Delfi kâhininin yanına vardığında ona ne yapması gerektiğini sordu ve aldığı yanıt şuydu:

“Eğer ki Herkül, Eurystheus’un ona vereceği on görevi tamamlarsa, Eurysthues’un egemenliği buna göre değerlendirilecektir. Ve tüm bunlar sona erdiğinde, Herkül’ün adı ölümsüz tanrılar arasına yazılacaktır.”

İşte o an Herkül’ün içini büyük bir keder kapladı; kendisinden çok daha önemsiz bir adama hizmet etmek, onurunu ve kendine olan saygısını zedelese de, Jüpiter onun sitemlerini duymayacaktı.

Birinci Görev

Eurystheus’un Herkül’e verdiği ilk görev, Nemean aslanının derisini getirmekti. Bu canavar, Peloponnesus2 Dağı’nda, Kleona ve Nemea arasında kalan ormanda yaşıyordu. İnsan eliyle yapılmış hiçbir silah bu canavara zarar veremiyordu. Bazıları onun dev Typhon’la yılan Ehidna’nın oğlu olduğunu söylüyor, bazıları da aydan yeryüzüne düştüğünü iddia ediyordu.

Böylece Herkül yola koyuldu ve Kleona’ya vardı. Molorchus adında zavallı bir işçi Herkul’ü misafirperverlikle karşıladı. Adam o esnada Jüpiter’e bir kurban sunmak üzereydi.

Herkül, “Ey, iyi adam,” dedi. “Bırak bu hayvan otuz gün daha yaşasın, eğer dönersem benim kurtarıcım Jüpiter’e adarsın onu; eğer dönemezsem, ölümsüzlük şerefine erişen kahraman olan benim namıma kurban edersin.”

Bunun üzerine Herkül oklarını koyduğu kılıf omzunda yoluna devam etti. Bir elinde yayı, diğer elindeyse, Helicon Dağı’ndan geçerken köklerinden söktüğü yabani zeytin ağaçlarının gövdesinden yaptığı bir sopayı tutuyordu. Nihayet ormanın içlerine girdiğinde, canavar onu görmeden önce ona dair bir ipucu bulmak amacıyla her yere dikkatlice baktı. Gün ortasıydı ve Herkül’ü, aslanın inine götürecek ne bir yol ne de bir iz vardı. Kimseler yoktu meydanda; korku, hepsini uzaktaki barınaklarına hapsetmişti. Tüm öğleden sonrasını, aslanla karşılaşır karşılaşmaz gücünü sınamaya kararlı bir halde sert çalılıkların arasında dolanarak geçirdi.

Nihayet akşama doğru canavar parçalara ayırdığı avıyla ininden çıkarak ormana doğru geldi.

Her yeri kana bulanmıştı; başından, yelesinden ve göğsünden pis kokular yayılıyordu. Büyük diliyle pençelerini yalıyordu. Henüz yakınlaşmadan onun geldiğini gören Herkül, bir çalılığın arkasına gizlenerek canavarın yaklaşmasını bekledi. Sonrasında okunu aslana fırlattı ancak ok, hayvanın etini delip geçmek yerine taşa çarpıp geri dönercesine sekti ve yosun tutmuş yere düştü.

Hayvan kanlar içindeki başını yukarı kaldırarak etrafına dikkatlice göz gezdirdi. Acımasız bir öfkeyle çirkin dişlerini gösterdi. Başını kaldırmasıyla göğsü ortaya çıkan canavara Herkül, ciğerini deşip geçmesini umut ederek hemen bir ok daha fırlattı. Yine derisine saplanmayan ok aslanın ayaklarının dibine düştü.

Canavar bakışlarını Herkül’den yana çevirdiği esnada Her-kül üçüncü oku eline aldı. Hayvanın boynu öfkeden kabarmıştı, kükrüyordu ve sırtını bir yay gibi bükmüştü. Düşmanına doğru fırladı, fakat Herkül okunu fırlattı ve bir yandan sağ eliyle sopasını canavarın kafasına indirmeye, diğer yandan da sol eliyle aslanın derisini soyup atmaya başladı. Boynuna büyük bir darbe indirdikten sonra hayvan yere düştü, başını sallayarak titreyen ayakları üzerinde doğruldu. Fakat hayvan bir nefes dahi alamadan Herkül tepesine bindi.

Yüklerinden kurtulmak istercesine sadağını ve yaylarını bir kenara bıraktı. Hayvana arkadan yaklaştı, kolunu boynuna dolayarak onu boğdu. Uzun bir süre, hayvanın derisini yüzmek için bir şey aradı. Ne silah ne de taş bu işini görmeye yarıyordu. Sonunda aklına, hayvanın derisini kendi pençeleriyle yüzme fikri geldi ve bu yöntem hemen sonuç verdi.

Kendine hayvanın derisinden bir zırh, boyundan yeni bir miğfer yaptı. Fakat şimdilik kendi kıyafetlerini giyip, silahlarını kuşanmaktan memnundu. Ve böylece aslanın derisini kolunun altına alarak, Tiryns’e doğru geri yola koyuldu.

İkinci Görev

İkinci görev bir hidrayı3 ortadan kaldırmasını gerektiriyordu. Bu canavar, Lerna bataklığında yaşıyordu. Fakat sıklıkla şehre gelip sürüleri telef ediyor, tarlaları tahrip ediyordu. Hidra devasa bir yaratıktı: Dokuz başından yalnızca bir tanesi ölümsüz olan dev bir yılandı.

Herkül büyük bir cesaretle yola koyuldu. Savaş arabasına bindi, yanında çok sevdiği yeğeni, üvey ağabeyi İfikles’in oğlu İolaus vardı. Uzun zamandır onun ayrılmaz yoldaşı olmuştu, şimdi de yanında gelerek atlara göz kulak oluyordu. Böylece Lerna’ya doğru yola çıktılar.

Nihayet canavar, yuvasının bulunduğu Amymone kaynağının olduğu tepede ortaya çıktı. İolaus hayvanların başında beklerken, Herkül at arabasından atlayarak, çok başlı canavarı kovuğundan çıkarmak için yakıcı oklar aramaya koyuldu. Sonrasında tıslamalar duyuldu; canavarın birden havaya kaldırdığı dokuz kafası, tıpkı fırtınaya yakalanan bir ağacın dalları gibi sallanıyordu.

Herkül, dehşete kapılmadan ona doğru yaklaştı, yakaladı ve hızlıca kavradı. Fakat yılan kendisini Herkül’ün bacağına sarmaladı. Bunun üzerine Herkül kılıcıyla hayvanın kafalarını kesip koparmaya başladı ancak bu beyhude bir çabaydı. Kafalardan birini keser kesmez onun yerine iki tane yeni kafa çıkıyordu. Tam bu esnada koskoca bir yengeç hidraya yardıma geldi ve Herkül’ün ayağını ısırmaya başladı. Sopasıyla bu yaratığı öldürürken İolaus’u yardıma çağırdı.

İolaus bir meşale yakarak, ormanın yakınlarında bir alanı ateşe vermişti. Ateş sayesinde, canavarın büyüyen kafalarını dağlayarak yeniden çıkmasını engelliyordu. Böylece durumu tekrar kontrol altına alan Herkül, canavarın ölümsüz başını bile kesmeyi becerdi. Ölümsüz olan başı toprağa gömdü ve üzerine sert bir kaya yerleştirdi. Hidranın ikiye yarılmış vücudundan akan zehirli kana oklarını batırdı.

Bu andan itibaren Herkül’ün oklarının sebep olduğu yaralar ölümcül hale geldi.

Üçüncü Görev

Eurystheus’un Herkül’e verdiği üçüncü görev, Kyreneia geyiğini canlı olarak getirmesiydi. Bu, altın boynuzları ve demir ayakları olan son derece soylu bir hayvandı. Arkadya’nın tepelerinde yaşıyordu. Tanrıça Diana’nın ilk avında yakaladığı beş geyikten biriydi. Beşi içerisinden sadece bu geyik ormanda kendi halinde dolanabiliyordu. Kaderi baştan, bir gün Herkül’ün onu avlayacağı gerçeğiyle yazılmıştı.

Koca bir yıl boyunca Herkül peşinden koştu, geyik nihayet Ladon Irmağı’na geldiğinde Herkül onu yakaladı. Burası, Tanrıça Diana’nın dağlarına kurulu Oenon şehrine çok yakın bir yerdi. Hayvanı yaralamadan onu zapt edemeyeceğini anlayan Herkül, attığı okla hayvanı sakatladı ve omzuna yükleyerek Arkadya’ya doğru yol almaya başladı.

Arkadya’ya geldiğinde, Apollo’yla beraber olan Diana’yla karşılaştı. Diana onu, kendisine ait kutsal bir hayvanı öldürmek istediği için azarladı ve hayvanı tam Herkül’ün elinden alacakken Herkül kendini savunmak için şöyle söyledi:

“Yüce Tanrıçam, asla size saygısızlık etme niyetinde değilim; ancak korkunç bir gereklilik yüzünden buna mecburdum. Başka türlü kendimi nasıl Eurystheus’a karşı savunabilirim?”

Böylece, tanrıçanın öfkesi yatıştı ve hayvanla beraber Mi-ken’e döndü.

Dördüncü Görev

Daha sonra Herkül dördüncü görevini üstelenerek yollara düştü. Görevi, aynı biçimde Diana için kutsal olan, ülkenin her yerini harap eden Erymanthian yaban domuzunu canlı olarak Miken’e getirmekten ibaretti.

Bu macerasının peşinde dolanıp dururken yolu Silenus’un oğlu Pholus’un yaşadığı yere düştü. Bütün Centeurlar gibi Pholus da yarı insan yarı attı. Misafirini konuksever bir şekilde karşıladı, kendi yediği çiğ etten pişirterek misafirine ikram etti. Fakat Herkül bunun yanına içecek bir şeyler istedi.

“Değerli misafirim,” dedi Pholus, “kilerimde bir fıçı var fakat bu tüm Centaurlara aittir. Misafirleri pek de sevmediklerini göz önüne alınca, açıp açmamak konusunda tereddütlerim var.”

“Hiç düşünmeden aç,” dedi Herkül, “herhangi bir sıkıntıya karşı ben senin yanındayım.”

Bu fıçı Centaurlara şarap tanrısı Bacchus (Dionysus) tarafından, Herkül yanlarına geldikten dört yüz yıl sonra açmaları şartıyla verilmişti.

Pholus kilere giderek harikulade gözüken fıçıyı açtı. Derken eski şarabın ender rastlanan kokusunu alan Centaurlar, Pholus’un mağarasının etrafını taşlarla ve çamdan yapılmış sopalarla sardılar. Herkül, içeri girmeye çalışan ilk Centauru ateşle dağlayarak geri püskürttü. Geri kalanınaysa yayı ve oklarıyla karşılık veren Herkül, onları eski dostu iki kalpli Centaur olan Chrion’un yaşadığı Ma-lea’ya kadar kovaladı. Centaurlar korunmak için Chrion’a sığınmışlardı.

Fakat Herkül oklarını fırlatmaya devam etti, yaşlı Centaurun koluna doğru fırlattığı oklardan biri maalesef doğruca Chrion’un dizine saplandı, etini delip geçti. Eski arkadaşını o anda tanıyan Herkül büyük bir endişeyle ona doğru koştu, oku çekip çıkardı ve tıpkı bilge Chrion’un ona öğrettiği gibi yaralı yere merhem sürdü. Fakat hidranın zehriyle dolan yara hiçbir şekilde ihya olmazdı. Centauru mağarasına taşıdılar, burada eski dostunun kolları arasında can vermeyi temenni ediyordu, ancak bu beyhude bir istekti. Yaralı Centaur ölümsüz olduğunu bir an için unutuvermişti.

Herkül gözyaşları içinde eski hocasına veda ederken, ona her ne olursa olsun büyük kurtarıcı Ölüm’ü göndereceğine söz verdi. Hepimizin bildiği gibi, sözünü tuttu.

Diğer Centaurların peşinden giden Herkül, Pholus’un yaşadığı yere geri döndüğünde onun da öldüğünü gördü. Pholus, Centaurlardan birinin cansız bedeninden çekip çıkardığı oka bakarken bu kadar küçük bir şeyin nasıl olup da böyle büyük bir hasar verdiğini merak etmişti. Zehirli ok parmaklarının arasından kayıp gitmiş ve ayağına saplanarak onu anında öldürmüştü. Herkül yıkılmıştı, büyük bir saygı göstererek ölü bedenini dağın altına gömdü ve o günden sonra burası Foloi olarak anılmaya başlandı.

Herkül, yaban domuzunu avlama işine devam etti. Feryat figan hayvanı ormanın derinliklerine kadar kovaladı, kalın kar tabakası içine sürüklediği dermansız kalan hayvanı kıstırdı ve ondan istendiği üzere, canlı bir şekilde Miken’e götürdü.

Beşinci Görev

Bunun üstüne Kral Eurystheus’un Herkül’e verdiği beşinci görev, pek de kahramanlara yaraşır cinsten değildi. Bu göreve göre, Herkül’ün Augeas’ın ahırlarını bir gün içerisinde temizlemesi gerekiyordu.

Augeas, Elis kralıydı ve çok fazla sığırın olduğu bir sürüye sahipti. Geleneklere göre, bu sürü sarayın önündeki büyük alanda tutuluyordu. Üç bin sığır buraya yerleştirilmişti ve bu ahırlar yıllardan beri temizlenmiyordu. O kadar fazla dışkı birikmişti ki, bunları bir günde temizlemesini istemek Herkül’e hakaret etmek demekti.

Herkül, Eurystheus’un ona verdiği görevden bahsetmeksizin Kral Augeas’ın karşısına çıkıp, bu hizmeti yerine getirmek istediğini söyledi. Kral, aslan derisi içindeki bu soylu adamı ölçüp tarttı, böyle iyi bir savaşçının bu kadar bayağı bir görevi üstlenmek istemesine gülmemek için kendini zor tutuyordu. Kendi kendine dedi ki:

“Mecburiyet, birçoklarını cesur bir adama çevirir, belki bu adam da benim sayemde kendi değerini artırmak istiyordur. Ahırlarımı temizleme karşılığında ona büyük bir ödül teklif edersem, bir günde yapabileceğinden daha iyisini yapabilir.” Kendisinden emin bir şekilde şöyle devam etti:

“Dinle, ey yabancı! Eğer bütün ahırlarımı bir gün içerisinde temizlersen, sahip olduğum sığırların onda biri senindir!”

Herkül, Augeas’ın oğlunu anlaşmaya tanıklık etsin diye çağırdıktan sonra teklifi kabul etti. Bunun üzerine Kral, Her-kül’ün eline kürek alıp temizlemeye başlamasını bekledi ancak Herkül, ahırları ikiye ayırıp, yakınlardan geçen Alpheus ve Peneus akıntılarını bu ahırlara yönlendirdi. Bu sayede, su bütün pisliği temizleyip ahırların diğer ucundan alıp götürdü. Herkül de böylece, bu bayağı işi bir ölümsüze yaraşmayacak bir şekilde alçalmadan tamamladı.

Fakat Augeas, bu görevin Eurystheus tarafından verildiğini öğrenince Herkül’e ödülünü vermeyi reddedip böyle bir vaatte bulunmadığını söyledi, hatta gerekirse mahkeme önünde sorgulanmaya hazır olduğunu da ekledi. Yargıçlar bir araya geldiler. Herkül’ün tanık olarak çağırmak istediği Phyleus babası aleyhinde ifade vererek, Herkül’e ödül vermeyi teklif ettiğini anlattı. Fakat çok sinirlenen Augeus, kararın açıklanmasını beklemeden, bir yabancı gibi oğluna derhal krallığını terk etmesini emretti.

Altıncı Görev

Yeni maceralara atılmaya hazır Herkül, Eurystheus’un yanına vardığında Kral ona, karşılığında bir ödül talep ettiği için, beşinci görevinin hakkını teslim edemeyeceğini söyledi. Altıncı görev için hazır olan Herkül’e Stymphalidesleri defetmesini emretti. Turnalar kadar büyük olan bu avcı kuşlar; demirden tüyleri, gagaları ve pençeleri olan canavarlardı. Arkadya’daki Styhmphalus Gölü’nün kıyılarında yaşayan bu kuşlar tüylerini ok gibi kullanma kabiliyetine sahiptiler. Gagalarıyla, bronz zırhları bile delik deşik ediyorlardı. Bütün ülkede, hem hayvanlara hem de insanoğluna yıkımdan başka bir şey getirmiyorlardı.

Gezinip durmaya alışmış Herkül, kısa bir gezintiden sonra bir ormanın gölgelediği göle vardı. Ormanda büyük bir kuş sürüsü, kurtlar tarafından soyulma korkusu içinde uçuşmaktaydı. Bir süre kararsız bir şekilde ayakta dikildikten sonra, korku dolu kalabalığı gördü ve bu kadar fazla düşmanın üstesinden nasıl geleceğini bilemedi. Omzunda hafif bir dokunuş hisseden Herkül arkasına dönüp baktığında upuzun Tanrıça Minerva’nın onu süzen bakışlarını gördü. Herkül’e, Vulcan tarafından yapılmış iki adet sağlam pirinç çıngırak veren Tanrıça, bunları Styhphalidesleri uzaklaştırmak için kullanmasını söyleyerek ortadan kayboldu.

Herkül, gölün yakınlarında bir tepeye çıkarak, çıngırakların sesiyle Stytmphalidesleri korkutmaya başladı. Bu korkunç gürültüye daha fazla dayanamayan Stymphalidesler dehşetle uçuşarak ormandan uzaklaştılar. Herkül, yayını kaptığı gibi peşlerinden okları fırlatmaya başladı, birçoğunu havada yakaladı. Ölmeyenlerse gölü terk ettiler ve bir daha asla geri dönmediler.

Yedinci Görev

Girit Kralı Minos, Denizler Tanrısı Neptün’e (Poseidon), kurban etmek için o kadar kıymetli bir hayvanı olmadığından dolayı sudan çıkıp gelen ilk hayvanı ona adayacağına söz vermişti. Bunun üzerine Neptün çok güzel bir boğanın denizden çıkıp gelmesini sağladı. Fakat hayvanı gören Kral, onun asaletinden o kadar etkilenmişti ki hayvanı gizlice kendi sığırlarından biriyle değiştirdi ve onu kurban etti. Bunu anlayan ve çok sinirlenen Neptün, hayvanın delirmesine sebep oldu, bu da Girit Adası’na çok büyük bir felaket getirdi. Hayvanı yakalamak, ona hükmetmek ve Eurystheus’a teslim etmek Herkül’ün yedinci göreviydi.

Herkül şehre gelip niyetini krala açıkladığında, adayı boğanın dehşetinden temizleme beklentisi içinde olan kral bu habere bir hayli sevindi ve kendisi de delirmiş hayvanı yakalaması için Herkül’e yardım etti. Ürkütücü hayvana korkusuzca yaklaşan Herkül, hakkını vererek hayvana hükmetti. Denizleri aşarak boğanın üstünde yurduna vardı.

Bu durumdan oldukça hoşnut kalan Eurystheus, hayvana uzun zaman boyunca keyifle baktıktan sonra onu azat etti. Herkül’ün denetiminden çıkan hayvan yeniden vahşileşti. Bütün Arkadya ve Lakonia’yı dolanarak, Attica’dan Marathon’a4 varan kıstağı aşarak, tıpkı Girit Adası’na yaptığı gibi tüm ülkeyi yıkıp geçti. Sonrasında hayvana hükmetmesi için kahraman Theseus’a verildi.

Sekizinci Görev

Herkül’ün bu görevi, Trakyalı Diomedes’in kısraklarını Miken’e getirmekti. Diomedes, Mars’ın oğluydu ve savaşçı bir halk olan Bistonların hükümdarıydı. Sadece demir zincirlerle zapt edebildikleri çok vahşi ve güçlü kısrakları vardı. Yemleri özenle seçiliyordu fakat şehre gelme talihsizliğine sahip olanlar, hayvanların önlerine taze et niyetine atılıyordu.