Herkül şehre gelir gelmez öncelikli olarak merhametsiz kralı yakaladı ve muhafızları etkisiz hale getirdi. Kralı kendi kısraklarının önüne fırlattı. Yedikleri bu yemekten tatmin olan hayvanları Herkül kolaylıkla denize doğru önüne kattı.
Fakat Bistonlar silahlarını kaptıkları gibi Herkül’ün peşine düştüler, Herkül de geri dönüp onlarla savaşmak zorunda kaldı. Kısrakları, Merkür’ün oğlu çok sevdiği arkadaşı Abderus’a emanet ettikten sonra Herkül savaşmaya gitti. Sonrasında çok acıkan hayvanlar bakıcılarını mideye indirdi.
Geri dönen Herkül bu kaybı yüzünden büyük bir yasa boğuldu, daha sonra Abderus anısına kaybettiği arkadaşının adını verdiği bir şehir kurdu. Bu süre zarfında, kısraklara hükmettiği ve daha fazla aksilik yaşamadan onları Eurystheus’a getirdiği için mutluydu.
Eurystheues’un Juno’ya adadığı kısrakların soyundan gelenler de çok kuvvetli hayvanlardı ve Makedonyalı Büyük İskender onlardan birine bindi.
Dokuzuncu GörevUzun yolculuğundan dönen kahramanımız, dokuzuncu görevini tamamlamak için Amazonlara doğru uzun bir sefere hazırlanıyordu. Amacı, Amazon Hippolyta’nın kılıç kayışını Eurystheus’a getirmekti.
Erkeklerin vazifelerini üstlenen güçlü kadınlardan oluşan Amazonlar, Thermedon Nehri’nin aktığı bölgede yaşıyorlardı. Çocukları arasından sadece kızları seçerek büyük bir ordu kurmuşlar ve büyük savaşlar yapmışlardı. Kraliçeleri Hippolyta, önderliğin bir işareti olarak savaş tanrıçasının ona hediye ettiği kuşağı takıyordu.
Yaşadığı bir sürü maceranın ardından Herkül, savaşçı arkadaşlarını bir gemide toplayarak, Karadeniz’e doğru yelken açtı. Nihayetinde Thermedon Nehri’nin5 ağzına varıp Amazonların liman şehri Themiscira’ya6 geldiler. Kraliçe, onları limanda karşıladı.
Herkül’ün asil duruşu kraliçenin gururunu okşadı. Gelme sebebini öğrendiğindeyse, kemeri ona vereceğine söz verdi. Fakat Herkül’ün aman vermeyen düşmanı Juno, bir Amazon kılığına girerek diğerlerinin arasına karıştı ve yeni gelen yabancının kraliçelerini alıp götüreceği haberini yaydı. Bunu duyan Amazonlar Herkül’ün savaşçılarıyla çarpıştı. En iyi savaşçılar Herkül’e saldırdı ve ona zor bir mücadele yaşattılar.
Herkül’le çarpışmaya başlayan ilk savaşçı, çok hızlı oluşundan dolayı Rüzgârın Gelini adı verilen Aella, Herkül’le çarpışırken rakibinin kendisinden de hızlı olduğunu gördü. Hızlı hareketleri Herkül tarafından alt edilen Aella mağlup oldu. İkinci savaşçı da daha saldırır saldırmaz yenildi. Herkül, yedi düellodan zaferle ayrılmış üçüncü savaşçı Prothoe’nin de hakkından geldi. Diğer sekizini de yere serdi. Bunlardan üçü Diana’nın avcı dostlarıydı. Vaktiyle silahlarına çok güvenseler de bugün, Herkül’ün okları karşısında boşu boşuna kalkanlarını havaya kaldırdılar; hiçbiri amaçlarına ulaşamadı. Hayatı boyunca bekâr yaşayacağına yemin eden Akippe bile yenildi; evlilik üzerine verdiği yemini tuttu ama yaşamı pek de uzun sürmedi.
Amazonların cesur lideri Melanippe de esir düştü, geri kalanların tümü firar etti. Kraliçe Hippolyta, çarpışmadan önce söz verdiği gibi kılış kayışını Herkül’e teslim etti, kefareti ödenen Melanippe de serbest kaldı.
Onuncu GörevKraliçe Hippolyta’nın kemerini Eurystheus’a getirdikten sonra, Kral hiç ara vermeden Herkül’ü dev Geryoneus’ın sığırlarını derhal ele geçirmesi için yolladı. Dev, denizin ortasında bir adada yaşıyordu. Bir başka dev ve iki başlı köpek tarafından korunan ahırında çok güzel kırmızı sığırları vardı.
Geryoneus, üç vücudu, üç kafası, altı kolu ve altı ayağı olan devasa bir yaratıktı. Yeryüzündeki hiçbir insanoğlu ona karşı çıkacak güce sahip değildi. Herkül, bu canavarı alt etmek için çok fazla hazırlık yapması gerektiğini biliyordu. Herkesin bildiği gibi, zenginliğinin bir göstergesi olarak Altın Kılıç adını taşıyan Geryoneus’un babası bütün İberya’nın7 kralıydı. Kralın, kendisi için çarpışan üç tane cesur oğlu olmasının yanı sıra, her birinin emri altında savaşan muazzam orduları da vardı. İşte tüm bu sebeplerden dolayı, can düşmanı Herkül’ün böyle bir ülkede ölüp gitmesi umuduyla Eurystheus bu görevi ona vermişti. Ancak Herkül bu görevi de tıpkı diğer maceraları gibi korkusuzca kabul etti.
Vahşi hayvanlardan temizlenen Girit Adası’nda ordusunu toplayan Herkül, önce Libya’ya yanaştı. Burada, toprağa değdikçe güçlenen dev Antaeus’la karşılaştı. O da, vahşi hayvanlar ve zalim insanoğlundan nefret ettiği için avcı kuşlardan temizlemişti Libya’yı. Çünkü onlarda, uzun yıllar boyu hizmet ettiği zorba ve adaletsiz lordun yansımasını görüyordu.
Dört bir yanı çöl olan bu ülkeyi uzun uzun gezip dolandıktan sonra, içinden büyük nehirler geçen verimli topraklara vardı. Burada büyük bir şehir kurdu ve şehre, Yüz Kapılı Şehir anlamına gelen Hecatompylos adını verdi. Nihayet Atlas Okyanusu’na ulaştı ve buraya, kendi adıyla anılan iki muazzam sütun8 dikti.
Kavurucu güneş cayır cayır yakıyordu, daha fazla takati kalmayan Herkül havaya kaldırdığı okuyla güneş tanrısını tehdit etti. Onun bu cesareti karşısında şaşıran Apollo, yolculuğu için kendisinin de sabahtan akşama kadar içinde uzandığı yelkenlisini ödünç verdi. Herkül bu tekneyle İberya’ya yelken açtı.
Burada Altın Kılıç’ın üç oğluyla karşılaştı. Üçünün de ordusu yan yana karargâh kurmuştu ancak Herkül üçünün de liderlerini öldürdükten sonra bu diyarı yağmaladı. Daha sonra Geryoneus’un sığırlarıyla yaşadığı Erytheia Adası’na doğru yola çıktı.
İki başlı köpek, Herkül’ün geldiğini anlar anlamaz ona doğru atıldı. Azılı köpeği sopasıyla vurarak öldürdü. O esnada köpeğin yardımına gelen ahır bekçisi devi de öldüren Herkül, sığırları alarak hızlıca oradan uzaklaştı.
Fakat Geryoneus ona yetişti ve aralarında sert mücadele yaşandı. Juno, deve yardım etmeyi teklif etti ancak Herkül, fırlattığı okla tanrıçayı kalbinden vurdu ve yaralanan tanrıça kaçarak oradan uzaklaştı. Devin üç parçadan oluşan vücudu, ölümcül okların kudreti karşısında pes etmek zorunda kaldı.
Herkül’ün şanlı maceraları, sürüyü İberya ve İtalya’dan geçerek eve götürmeye çalışırken de devam etti. Güney İtalya’daki Rhegium’dayken9, sığırlardan biri kaçtı ve Sicilya Boğazı’nı boydan boya geçti. Derhal diğer sığırları da suya yönlendiren Herkül, hayvanın boynuzuna tutunarak Sicilya’ya kadar yüzdü. Sonrasında daha fazla aksilik yaşamadan İtalya, İlirya10 ve Trakya’dan geçerek Yunanistan’a vardı.
Herkül, kendisine verilen on görevi de tamamlamasına rağmen, bu durumdan hoşnut olmayan Eurystheus üstlenmesi için iki görev daha verdi.
On Birinci GörevJüpiter ve Juno’nun düğün merasiminde tüm tanrılar mutlu çifte düğün hediyelerini takdim ederken, Toprak Ana da mutlu çift için büyük dünya denizinin batısında, dallarından altın elmalar taşan bir ağaç yarattı. Gecenin kızları olarak bilinen Hesperidler bu kutsal bahçeye göz kulak oluyorlardı. Ayrıca bir sürü canavarın atası sayılan, Phorkys’in oğlu yüz başlı ejderha Ladon da bu ağacı koruyup kolluyordu. Asla uyumayan bu canavar, her bir gırtlağından farklı tonlamalarla çıkan korkunç tıslamaları sayesinde her daim tetikte bekliyordu. İşte Eurysteus’un Herkül’e verdiği on birinci görev, bu ağaçtaki altın elmaları getirmekti.
Böylece Hesperidlerin yaşadığı yerden habersiz Herkül, kendini kör talihin ellerine bırakarak uzun ve macera dolu yolculuğuna başladı.
İlk önce, karşısına çıkan her bir gezgini bir kafa darbesiyle yere yığan dev Termerus’un yaşadığı Teselya’ya vardı. Fakat kafatası devinkinden çok daha güçlü olan Herkül sayesinde devin kafası ikiye ayrıldı.
Yoluna devam eden Herkül bu sefer Mars ve Pyrene’nin oğlu olan bir başka canavar Cycnos’la11 karşılaştı. Herkül, Hesperidlerin bahçesiyle ilgili soru sorduğunda cevap vermek yerine kahramanı düelloya davet eden Cycnos yenildi. Daha sonra Herkül, oğlunun intikamını almaya gelen savaş tanrısı Mars’la savaşmak zorunda kaldı. Fakat evlatlarının birbirlerinin kanını dökmesine razı olmayan Jüpiter, şimşeklerini göndererek ikisini ayırdı.
Herkül yoluna devam edip Eridanus Nehri’nin hızlandığı İlirya’ya vardı. Nehrin yakınlarında yaşayan Jüpiter’in ve Themis’in orman perilerinin yanına girerek Hesperidleri nerede bulabileceğini sordu.
“Yaşlı nehir tanrısı Nereus’a git,” dediler. “O her şeyi görür ve bilir. Uykusunda gafil avla ve sana yanıt vermesi için onu zorla. Sana doğru cevabı verecektir.”
Verdikleri tavsiyeye uyan Herkül nehir tanrısının üstesinden gelmeyi başardı. Her ne kadar, her şekle girmeyi becerse de, Hesperidlerin bahçesinin nerede olduğunu öğrenmeden Herkül onu serbest bırakmazdı.
İstediği bilgiyi alan Herkül, Libya ve Mısır’a doğru yoluna devam etti. Mısır, Lysianassa ve Neptün’ün oğlu Busiris tarafından yönetiliyordu. Bir kâhinin, Busuris’e anlattığı kehanete göre, dokuz yıldır devam eden kıtlığın sona ermesi ve toprakların eski verimli haline dönebilmesi için her yıl bir yabancının Jüpiter’e kurban edilmesi gerekmekteydi. Minnettarlık içindeki Busuris ilk önce kâhinin kendisini kurban etti. Bundan büyük zevk duymaya başlayan Busuris, Mısır’a her geleni öldürtür oldu. Şehre gelen Herkül de yakalanıp Jüpiter sunağına götürüldü. Fakat onu bağlayan zincirleri kıran Herkül, Busuris’i, oğlunu ve papazın elçisini öldürdü.
Bir sürü macerayla yoluna devam eden Herkül, Kafkas Dağları’na zincirlenen Prometheus’u kurtardı ve nihayet, omuzlarında göklerin yükünü taşıyan Atlas’ın olduğu yere geldi. Buranın yakınlarında, Hesperidlerin altın elmalarını veren ağaç yetişiyordu.
Prometheus, kahramanımıza elmaları çalmak için kendisinin bir girişimde bulunmamasını, bu işi Atlas’a yaptırmasını salık vermişti. Dev bu teklifi kabul etti ancak bir şartla; kendisi gittiğinde gökleri bir süreliğine Herkül’ün sırtlanmasını istedi. Herkül kabul ettikten sonra Atlas gitti ve ağacın altında yaşayan ejderhayı uyutup onu öldürdü. Bir hileyle bakıcıların da üstesinden gelen Atlas, elinde üç altın elmayla Herkül’ün yanına döndü.
“Fakat,” dedi, “artık göklerin ağır yükünden kurtulmak nasıl bir hismiş, anlıyorum. Daha fazla taşımayacağım omzumda onları.” Elindeki elmaları Herkül’ün ayaklarına fırlattıktan sonra, onu alışkın olmadığı bu korkunç ağırlığın altında tek başına bırakıp gitti.
Fakat Herkül bundan kurtulmak için bir plan yapmıştı. “İzin ver de, başımın etrafına sarmak için kendime bir halat yumağı yapayım,” dedi deve, “böylece göklerin ağırlığı dayanılmayacak hale gelmez.”
Bu isteği gayet mantıklı bulan Atlas, birkaç dakikalığına gökleri tekrardan sırtlanmaya razı oldu. Böylece hilekârı kafesleyen Herkül, yerden kaptığı elmaları da alarak geri dönüş yolunu tuttu. Herkül’den kurtulma amacına bir türlü ulaşamayan Eurystheus, elmaları hediye olarak ona verdi. Herkül de elmaları Minerva’nın sunağına götürdü fakat bu kutsal meyveyi alıp götürmenin ilahi dileklere ters düştüğünü bilen tanrıça meyveleri tekrardan Hesperidlerin bahçesine yolladı.
On İkinci GörevEurystheus, Herkül’e verdiği görevlerin, can düşmanını yok etmek yerine onu güçlendirdiğini gördü. Kader onu seçmişti ve namı yayılmıştı. Yeryüzündeki tüm haksızlığa uğramışların koruyucusu ve ölümlüler arasındaki en cesur maceracı oluvermişti.
Fakat kahramanın üstlenmesi gereken son görev, güçlerinin ona yardım edemeyeceği bir yerde olacaktı; en azından zalim kral böyle umut ediyordu. Son görevi yeraltının karanlık güçleriyle savaşmaktı. Cehennem köpeği Kerberos’u Hades’ten12 alıp getirecekti. Bu hayvanın üç kafası ve üzerlerinden durmadan zehir damlayan ürkütücü pençeleri vardı. Bir ejderhanın kuyruğuna sahip bu hayvanın başındaki ve sırtındaki tüylerin hepsi tıslayan yılanlar biçimindeydi.
Herkül kendisini bu korku dolu yolculuğa hazırlamak için, Attika bölgesindeki Eleusis’e gitti. Buradaki bilge bir rahipten aşağı ve yukarı dünya hakkında gizli talimatlar edinen Herkül, Centaur’un öldürülmesiyle alakalı olarak da af diledi.
Ardından yeraltının dehşetengiz dünyasıyla yüzleşmek için gücünü toplayan Herkül, Peloponnesus’a giderek, oradan Lakonia’daki, kapıları aşağı dünyaya açılan Taenarum şehrine geçti. Herkül, Merkür’le birlikte toprakta açılmış çukurdan yerin altına doğru indi. Kral Plüton’un şehrine açılan kapılara geldiler. Gölgeler hüzünlü bir halde bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Bir an için canlı bir adam şekline bürünmüş birini gördüklerini zannederlerken şehrin kapıları birden havalanarak kayboldu. Geriye sadece Gorgon Medusa ve Meleagros’un ruhu kalmıştı. Herkül, kılıcını çekerek saldırmak istedi ancak Merkür koluna dokunarak, ölüp gidenlerin ruhlarının sadece boş birer gölge olduğunu, bu ruhların insanoğlunun silahlarıyla yaralanmayacağını söyledi.
Bunun üzerine Herkül, Meleagros’la dostane bir sohbete koyuldu, yukarı dünyayla ilgili anlattığı sevgi dolu hikâyeleri dinledi. Hades’in kapılarına yaklaştıklarında, arkadaşları Theseus ve Prithous’u görür gibi oldu. Onlar da Herkül’ü görmüşlerdi. Ellerini yalvarırcasına ona doğru uzattılar. Herkül sayesinde yeniden yukarı dünyaya ulaşmanın umuduyla titriyorlardı. Her-kül, Theseus’u elinden yakaladığı gibi hemen zincirlerini kırdı ve arkadaşını yerden kaldırdı. Tam Pirithous’u serbest bırakmaya yöneldiğinde, ayaklarını bastığı yer açıldı ve yere düştü.
Ölüler Şehri’nin kapısında bekleyen Kral Plüton, Herkül’ün içeri girmesine izin vermiyordu. Bunun üzerine kahramanımız okuyla tanrıyı omzundan vurdu. Korkan tanrı, köpeğe giden yolu göstermesini istediğinde ona daha fazla karşı koyamadı. Fakat onu, hiçbir silah kullanmadan köpeğe hükmetmesi gerektiği konusunda uyardı. Herkül, sırtında aslan derisi ve zırhıyla harekete geçti.
Köpeği, Acheron13 yakınlarında otururken buldu. Hayvanın kafalarından çıkan, adeta korkunç bir fırtınanın aksiymiş gibi yayılan kükremelere aldırış etmeden köpeği bacaklarından yakalayıp kolunu boynuna doladı. Hayvanın ejderhadan kuyruğu Herkül’ün göğsünü ısırdı ancak Herkül köpeği bırakmadı.
Kerberos’u boynundan sıkıca kavrayan Herkül, hayvana tam anlamıyla hükmedene dek onu tutmaya devam etti. Ardından hayvanı kaldırarak Hades’in diğer çıkışından uzaklaşarak mutluluk içinde yurduna döndü. Gün ışığını görünce korkudan etrafa zehirli salyalar akıtan köpeğin salyalarının döküldüğü yerlerde zehirli bitkiler bitmeye başladı. Zincirlediği hayvanı Tiryns’e getirip şaşkınlık içindeki Eurystheus’a sundu. Kral, gözlerine inanamıyordu.
Euryshteus, can düşmanından kurtulup kurtulamayacağına artık emin değildi. Kaderine teslim oldu ve kahramanın gitmesine izin verdi. Herkül de köpeği aşağı dünyadaki sahibine teslim etti.
Böylece, verilen tüm görevleri tamamladıktan sonra Eurysheus’un nihayet azlettiği Herkül, Teb’e geri döndü.
Deukalion ve Pyrrha
Tunç Devri14 insanları henüz yeryüzünde yaşamlarını sürdürürken, Jüpiter’in kulağına insanoğlunun kötülük peşinde olduğuna dair söylentiler geldi. Jüpiter bunun üzerine bu söylenenlerin aslı olup olmadığını öğrenmek amacıyla insan kılığına girerek yeryüzüne inmeye karar verdi. Gittiği her yerde, gerçeğin söylenenlerden daha ılımlı olduğunu gördü.
Bir akşam alacakaranlığında, zalim hükümdarlığıyla bilinen Kral Lycaon’un ücra barınağına girdi. İçerdeki kalabalık, tanrı olduğuna dair alametler gösteren Jüpiter’in önünde diz çöktü fakat Lycaon kalabalığın dualarına kulak asmadı.
“Görelim bakalım,” dedi, “bir tanrı mı yoksa bir ölümlü mü?”
Bunun üzerine, pineklediği yerden öleceğinden bihaber bu misafiri yok etmeye karar verdi. Fakat öncesinde, Molossianların gönderdiği zavallı rehineyi öldürdü, adamın yarı canlı organlarını kaynayan suda haşlayıp ateşte pişirdikten sonra misafirinin önüne akşam yemeği olarak sundu.
Tüm bunlardan haberi olan Jüpiter, masadan kalktı ve tanrıtanımaz bu adamın kalesini öfkeyle ateşe verdi. Korkan kral boş araziye kaçtı. Ağzından çıkan ilk ses bir uğultuydu; kıyafetleri kürkü, kolları bacakları haline gelen adam kana susamış bir kurda dönüşmüştü.
Olimpos’a dönen Jüpiter, tanrılar konseyini topladı ve bu pervasız insan ırkını ortadan kaldırmaya karar verdi. İlk başta insanoğlunun üzerine şimşeklerini yollamayı düşündü fakat gökyüzünün ateş alıp kâinatın eksenini yok edebileceği korkusuyla vazgeçti bu fikrinden. Kiklopların onun için tasarladığı şimşek asasını bir kenara bırakıp, göklerden yolladığı yağmurlarla insan ırkını yeryüzünden silmeye karar verdi.
Kuzey Rüzgârı ve bulutları dağıtan diğer tüm rüzgârlar derhal Aeolus15 Mağarası’na kapatıldı, sadece Güney Rüzgârı salındı dışarıya. Bulutların ağırlaştırdığı sakalı, karanlığın sardığı korkunç suratıyla yeryüzüne inen Rüzgâr’ın beyaz saçlarından sel akıyordu. Kaşları sisle kaplanmıştı, bağrından sular damlıyordu. Gökleri kuşatmış bulutları ele geçiren Güney Rüzgârı hepsini ellerine alarak sıkmaya başladı. Gökler gürledi, büyük bir yağmur tufanı koptu. Kalan tüm ekinler yüzünü toprağa döndü, çiftçilerin umudu, koskoca yılın bütün emeği yok olup gitmişti.
Denizler Tanrısı Neptün de kardeşinin yardımına koştu. Bütün nehirleri bir araya toplayarak, “Akıntılarınızın dizginlerini bırakın, evlere girin, tüm barajları yıkın!” dedi.
Nehirler, hemen tanrının dediğini yaptı. Neptün’ün kendisi de üç çatallı mızrağını toprağa saplayarak tufanı yeryüzüne davet etti. Açılan yarıklardan taşan dereler tarlaları kapladı; ağaçları, tapınakları ve evleri yerlerinden söküp attı. Sarayın duvarları da sularla kaplandı, en yüksek kuleleri bile suların altında kaldı. Kara ve deniz artık bir bütündü; sel, dört bir yanı kaplamıştı.
İnsanlar kendilerini ellerinden geldiğince kurtarmaya çalıştılar. Dağların en tepelerine tırmananlar, botlarına atlayıp kürek çekenlerin hepsi şimdi yıkılmış evlerin çatılarında, talan olmuş üzüm bağlarının tepelerindeydiler. Balıklar, en yükseklerdeki ağaçların dalları arasında yüzüyordu. Yaban domuzları da sele kapılmıştı. Su insanları sürükleyip götürmüş, kendilerini kurtaranlar da çorak alanlarda açlıktan ölüp gitmişlerdi.
Phocis bölgesindeki yüksek dağlardan birinde, hâlâ etrafı sarmalayan suların altında kalmamış iki doruk noktası vardı. Bu, büyük Parnassos Dağı’ydı. Bu akıntıda yüzen bir kayığın içinde Prometheus’un oğlu Deukalion ve karısı Pyrrha vardı. Daha önce, doğruluk ve dürüstlük yoluyla tüm bunları aşan hiçbir erkek ve kadın olmamıştı. Göklerden yeryüzünü seyreden Jüpiter, binlercesinden geriye yalnızca bir ölümlü çiftin kalmış olduğunu gördü. Her ikisi de kendilerini tanrılara adamıştı. Hemen bulutları bir araya toplaması için Kuzey Rüzgârı’nı çağırdı. Gök ve yer yeniden birbirinden ayrıldı.
Bunun üzerine denizlerin efendisi Neptün de üç çatallı mızrağını çekip aldı topraktan, tufanı dindirdi. Okyanuslar kıyılarına kavuştu, nehirler yataklarına döndü. Ağaçlar çamur kaplı gövdeleriyle meydana çıktı, tepeler yeniden göründü ve nihayet, kara ortaya çıkmaya başladı. Yeryüzü eski haline dönmüştü.
Deukalion çevresine bakındı. Her yer talan olmuştu, etrafı bir ölüm sessizliği sarmıştı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla karısı Prryha’ya, “Sevgilim, ömrümün biricik yoldaşı, etrafımızı saran bu yerde yaşayan hiçbir canlı görmedim. İnsanların yeniden yeryüzünde nefes almasını sağlamalıyız, görünüşe göre kalanların hepsi tufanda boğulup ölmüşler. Bizim bile yaşayıp yaşamayacağımız kesin değil. Gördüğüm her bulut içime bir korku veriyor. Tüm tehlike geçse bile, yalnız başımıza bu ıssız dünyada ne yaparız? Ah, babam Prometheus bana insan yaratma ve onlara can verme sanatını öğretmişti,” dedi.
Ardından birlikte gözyaşı döktüler. Tanrıça Themis’in yarısı yıkılmış sunağının önünde diz çökerek dua etmeye başladılar. “Söyle bize, ey Tanrıça, yok olup giden insan ırkını yerine ne yaparak koyabiliriz? Ah, yardım et dünyanın yeniden hayat bulmasına!”
“Sunaktan ayrılın!” dedi tanrıçanın sesi. “Başınızı açın, kıyafetlerinizi çözün ve annenizin arkanızda kalan kemiklerini toplayın.”
Uzun bir süre, Deukalion ve Prryha tanrıçanın bilmece gibi sözlerinin ne anlama geldiğini anlamaya çalıştılar. Sessizliği bozan ilk kişi Prryha oldu. “Beni affedin ey soylu tanrıçam,” dedi. “Ancak bu dediğinizi yapıp, annemin kemiklerini boşa harcamaya razı olamam.”
Deukalion’un aklına güzel bir fikir geldi, hemen karısını yatıştırarak, “Ya aklım beni yanıltıyor,” dedi, “ya da tanrıçanın sözleri aslında hiçbir saygısızlık yapmamızı emretmiyor. Hepimizin annesi toprak değil mi? Demek ki onun kemikleri de bu taşlar. Hemen arkamızdalar.”
Tanrıçanın sözlerini doğru yorumlayıp yorumlamadıklarına emin olmasalar da, denemekten ne zarar gelebilirdi ki? Hemen başlarını açıp kıyafetlerini çözdüler ve arkalarındaki taşları bir araya getirmeye başladılar.
Sonrasında mükemmel bir şey oldu. Taş, sertliğini kaybedip yumuşamaya başladı. Büyüdü, başta çok belli olmasa da, sanatçı sert bir mermeri ilk kez yontarken beliren kaba şekli aldı. Taşların içindeki nemli ya da toprağımsı şey her neyse ete dönüştü, daha sert yerler kemikleri oldu. Kayanın damarları, insanın damarları oluverdi. Böylece tanrıların da yardımıyla kısa bir süre içinde Deukalion’un şekil verdiği taşlar erkek, Prryha’nın şekil verdiği taşlar da kadın biçimini aldılar.
İnsan ırkı, yolculuğa nasıl başladığını inkâr etmez; onlar, çalışmaya alışkın, dayanıklı varlıklardır. Günün her dakikası, ne kadar dayanıklı bir soydan geldiklerini akıllarında tutarlar.
Theseus ve Centaur
Atina Kralı Theseus kuvveti ve cesaretiyle nam salmıştı, fakat antik zamanların en büyük kahramanlarından biri olan İksion’un oğlu Pirithous, Theseus’u bir sınava tabi tutmaya karar verdi. Bu sebeple de Theseus’a ait sığırları Marathon’dan alıp götürdü. Bunu duyan Theseus elinde silahıyla Pirithous’un peşine düştü. Onun da istediği tam olarak buydu; kaçıp uzaklaşmadı, geri dönüp onunla karşılaştı.
İki kahraman birbirlerini görebilecek kadar yakınlaştıklarında, her ikisi de karşı tarafın güzelliğine ve cesaretine hayran kaldı. Adeta malum olmuşçasına, ikisi de silahlarını yere fırlatıp birbirlerine doğru hızlıca harekete geçti. Pirithous Theseus’a elini uzatarak sığırlarla ilgili meselenin çözümlenmesi için arabuluculuk yapmasını önerdi. Theseus’un istediği bedel her ne olursa olsun, Pirithous buna gönülden razı gelecekti.
“Arzuladığım tek şey,” dedi Pirithous, “benim düşmanım olmak yerine, dostum ve silah arkadaşım olmandır.”
Ardından iki kahraman birbirlerine sarıldı ve sonsuza dek dost kalacaklarına yemin etti.
Bundan kısa bir süre sonra Pirithous, Lapitlerin soyundan gelen Teselyalı prenses Hippodamia’yla evlenmeye karar verdi ve Theseus’u düğününe davet etti. Düğün merasimi Lapithlerin toprağında gerçekleştirilecekti. Teselya’nın ünlü ailelerinden olan Lapithler atı evcilleştirmeyi öğrenen ilk ölümlülerdi. Bazı açılardan hayvanlara benziyorlardı. Dağda yaşayan kaba bir kabileydi. Bu ailenin soyundan olan gelin, hiçbir şekilde kendi halkına benzemiyordu. Gencecik narin yüzüyle çok güzel ve çok asil bir kadındı, hatta öyle ki herkes Pirithous’a talihinden dolayı imreniyordu.
Teselya’nın tüm prensesleri ve Pirithous’un akrabaları olan Centaurlar da düğündeydi. Centaurlar, Tanrıça Hera kılığına giren bir bulutun döllerinden doğmuştu, babaları da Pirithous’un babası olan İksion’du. Centaurlar ve Lapithler ebedi düşmanlardı. Fakat düğün vesilesiyle, gelinin hatırına eski düşmanlıklarını bir kenara koyarak bu mutlu günde bir araya gelmişlerdi. Pirithous’un büyük şatosundan mutluluk sesleri yayılıyordu; düğün şarkıları çalınıp söyleniyor, etraf şarap ve yemeklerle dolup taşıyordu. Sarayın barındırabileceğinden çok fazla misafir vardı. Lapithler ve Centaurlar, ağaçlar tarafından etrafı çevrilmiş bir mağarada onlar için özel hazırlanmış bir masada oturuyorlardı.
Eğlence uzun bir süre hiç bozulmadan sürdü. Derken şarap, Centaurların en vahşilerinden Eurytion’u heyecanlandırmaya başladı ve Prenses Hippdamia’nın güzelliği onda, gelini damattan kaçırma gibi çılgınca bir arzu uyandırdı. Kimse olayların nasıl geliştiğini, bu akla gelmez meselenin nasıl vuku bulduğunu anlayamadan vahşi Eurytion, prensesi bacaklarından yakaladığı gibi havaya kaldırdı. Kadın çırpınarak yardım istiyordu. Bu hareketiyle, diğer tüm sarhoş Centaurlara aynısını yapmaları işareti veriyordu. Daha diğer kahramanlar ve Lapithler yerlerinden kalkamadan, her bir Centaur, kralın sarayından yahut düğün için toplaşan prenseslerden birini yakaladı.
Şato ve mağara ele geçirilmiş bir şehri andırıyordu, kadınların çığlıkları geliyordu uzaklardan. Dostlar ve akrabalar hemen yerlerinden fırladı.
“Eurytion, bu nasıl bir çılgınlıktır?” diye bağırdı.
Theseus, “Ben hâlâ hayattayken Pirithous’u nasıl incitebilirsin? Böyle yaparak her ikimizi de öfkelendirdin!” Bu sözleri ederken, kalabalığın arasından geçerek kaçırılan gelini hırsızın elinden kurtardı.
Bu yaptığı için af dileyemeyecek olan Eurytion bir şey demedi, Theseus’a yaklaşarak ellerini havaya kaldırdı ve göğsüne sert bir darbe indirdi. Elinde hiçbir silahı olmayan Theseus hemen yanında duran, ustalıkla işlenmiş demir sürahiyi kaptığı gibi rakibinin suratına geçirdi. Centaur sırtüstü yere düştü, kafasındaki yaradan kanlar akıyordu.