Bir hacının başka bir hacıya “Kim yapmış bu heykeli?” diye sorduğunu duydu.
Michelangelo derin bir nefes alıp kendi ismini duyacak olmanın hazzına kendine hazırladı.
“Bizim Milanolu Gobbo yapmış,” diye cevapladı diğer hacı.
Hacının sözlerini duyunca Michelangelo’nun boğazı düğümlendi.
Az önce zikredilen bu isim, yanlış anlaşılma önlenene kadar, sağanak yağmur sonrası Arno Nehri’nin Toskana bölgesine akışını hatırlatırcasına kalabalığın arasında yayılmaya başlamıştı bile. “Gobbo, Gobbo, Gobbo…” fısıltıları hacıların arasında şarkı gibi dolaşmaya başladı. Milanolu ikinci sınıf kambur taş oymacısı Gobbo. Herhangi bir canlılık ve incelikten yoksun eserlerine neredeyse şekilsiz denebilecek Gobbo. Pietà’nın kaidesinin kalıbını bile dökme yeteneğinden mahrum Gobbo. Ailesinin ismini duyurabilmek için Michelangelo tüm yaşamını buna adamışken şimdi bu budalalar, başyapıtını o tembel, yeteneksiz ve dinsiz Gobbo’ya mal ediyorlardı.
Michelangelo henüz anne rahmindeyken annesi atından yere yuvarlanıp dakikalarca hayvanın arkasında sürüklenmişti. Hekimler, karnındaki bebeğin kurtulamayacağını söylese de o, mucizevi bir şekilde hayatta kalmıştı. Bu mucizevi doğumu kutlamak için anne ve babası ona, başmelek Mikail tarafından korunan kişi anlamına gelen Michelangelo ismini vermişti.
Kendisini kurtarıp ona bu eşine az rastlanan güzel ismi ve mermerlere şekil verme arzusunu bahşeden Tanrı, tüm bunları şaheserinin aldığı övgüler o düzenbaz Gobbo’ya gitsin diye yapmış olamazdı.
Michelangelo’nun öfkeden gözleri kararmıştı. Sanki kilise gözleri önünde fırıl fırıl dönüyor, kilisenin tavanı üzerine yıkılıyordu. Kendisini kalabalığa tanıtacak olan başrahip ortalıkta görünmüyordu. Eserin kendine ait olduğunu anlatmanın bir yolunu bulmalıydı, ama nasıl?
Az sonra aklına bir fikir geldi. Öyle mükemmel bir fikirdi ki kesinlikle Tanrı tarafından gönderilmiş olmalıydı. Tanrı’nın onun yaşamıyla ilgili tasarısını tekrar hayata geçirmek ve insanların eserin gerçek sahibinin kimliğine dair hata yapmasını önlemek için Pietà’ya ismini yazması gerekiyordu.
Yalnız bir sorun vardı. Michelangelo artık Pietà’nın sahibi değildi. Eser kiliseye aitti. Gidip ismini heykele kazımaya çalışsa biri tarafından engellenip tutuklanabilirdi bile. Hayır. İsmini kazıma işini gece geç saatlerde, tüm hacıların ayrılıp kapıların kilitlendiği ve rahiplerin uykuya daldıkları bir anda yapmalıydı.
Bunu gerçekleştirmesi için Michelangelo’nun gizlice Vatikan’a girmesi gerekecekti.
Michelangelo, çürümekte olan yan şapeldeki bir mezarın arkasında gizlendiği yerden gizlice etrafına bakındı. Saatlerdir pusuya yatmış bekliyordu. Nihayet etraf sakinleşmiş ve karanlık çökmüştü. Kendi kendine, kilise mülküne zarar verirken yakalanırsa başına gelebilecekleri aklına getirmeyi kesmesini söylüyordu. Sonuçta ailesinin ismini koruyordu ve bu uğurda her tehlikeyi göze almaya hazırdı.
Saklandığı yerden çıkıp karanlık kilise holüne doğru yönelmeden önce “Tanrım, lütfen beni bağışla,” diye fısıldadı. Ses çıkarmamaları için çizmelerini çıkarmıştı, metal aletlerin birbirine çarpıp gürültü yapmalarını önlemek için deri omuz çantasını sıkıca vücuduna bastırdı.
Azize Petronilla Şapeli’nin içine giren ayışığı, Pietà’nın üzerine yumuşak mavi bir parlaklık veriyordu. Haftalarca Meryem ve İsa’yla yalnız kalmamıştı. O, açılış için hazırlığını yaparken rahip ve hacılar boş boş oyalanıp duruyorlardı. Ama şimdi, sessizliğe bürünmüş kilisede mermer heykelin mırıldanışını duyabiliyordu. Biçim verdiği zamanlarda mermer, kendi ruhuyla taşın ruhu arasında bir duygu paylaşımı oluyormuşçasına, onunla sohbet ederdi. Gece gündüz, her saat Pietà onunla konuşmuş ve ona şarkılar mırıldanmıştı. Yıllar sonra bir araya gelen eski dostlar gibi yine başbaşaydılar. Çantasını alıp içinden çıkardığı aletlerini zemine koyarken gürültü çıkınca, “Kahretsin!” diyerek öfkelendi Michelangelo. Birinin kiliseye girip onu yakalamasını bekliyormuş gibi nefesini tuttu. Neyse ki duyulan tek ses, duvarlardaki çatlaktan esen rüzgârın sesiydi. Aletlerin çıkardığı gürültü kimseyi uyandırmamıştı.
Eline bir çekiç ve keski alıp heykelin üzerine çıktı. Karanlık, görüşünü engelliyordu. Ancak uzun iki yıl boyunca bu heykel üzerinde çalışmıştı. Gözleri hiç görmese bile heykelin her bir noktasını avucunun içi gibi bilirdi.
Ellerini taşın üzerinde gezdirerek Meryem’in göğsünü saran mermer kuşağı buldu. Keskiyi aşağıya, sol tarafına indirdi, sonra ilk darbeyi vurmak üzere çekicini çıkardı.
Artık başlamıştı, taşın üzerine yarım sözcükler yazıp bırakamazdı. Kusursuzca cilalanmış heykelin üzerine tek bir işaret koysa bile devamını getirmeliydi, yoksa boş yere kendi şaheserini mahvedebilirdi.
Michelangelo hafifçe dönüp çekici keskinin üzerine indirdi. Mermerle temas eden keskiden çıkan “tonk” sesi havada yankılandı. Ses, koca kilisede beklediğinden çok daha fazla gürültü çıkardı. Yüreğini korku kaplasa da artık duramazdı.
Tak…Tuk…Tak…Tuk…Tak…Tuk…
Mermer tozları uçuşup saçına ve elbisesine dökülüyordu. Teri mermer tozuna karışmış, adeta gri bir macun gibi gözlerine akıyordu. Gözleri yandı.
Bakire Meryem’in dingin yüzü ona bakıyordu. Çekiçle vurmayı bıraktı. Yaptığından dolayı kendisini azarlamasını beklerken çevreyi bir sessizlik kapladı. Pek çok insan, mermerin cansız bir kayadan başka bir şey olmadığına inanırken Michelangelo, aynı insanların kalplerine pompalanan kan gibi mermer heykelin damarlarında da yaşam olduğunu biliyordu. Meryem’e bir şeyler fısıldadı ama taşın dilinden konuştuğunda söylediklerinin kendisi bile farkında değildi.
Küçük bir hareket çarptı gözüne. Dışarıda dolanan bir fare miydi? Yoksa çatı kirişinde mahsur kalmış bir kuş mu? Ya da Ay’ın önünden geçen bir bulut kümesi mi? Sonra şapelin dışındaki ara yolda elinde meşaleyle birinin yürümekte olduğunu fark etti. Çıkan ses rahipleri uyandırmış olmalıydı.
Michelangelo durduğu yeri terk edip koyu gölgelerin altında saklanacak bir yer bulma umuduyla yakındaki kemerli girintiye daldı. Arkasına baktığında midesine ağrılar girmesine neden olacak bir şey fark etti.
Aletleri hâlâ heykelin ayaklarının dibinde duruyordu. Alet yığını, nöbetçi rahibin içeride bir kaçağın varlığını fark etmesine neden olacaktı. Yakalanması durumunda Michelangelo aforoz edilip ağır şekilde cezalandırılabilir ya da asılabilirdi. Günahlarından dolayı papa onu lanetleyecek, yüzülmüş derisi Dante’nin cehenneminde sonsuza dek cayır cayır yanacaktı.
Aletlerini almak için zamanı yoktu. Koridorları inip çıkan rahip hızlı adımlarla yürüyordu. Michelangelo, Tanrı’nın adamlarının korkuyu hissedebileceğine inanıyordu ve bu sessiz kilisede içinde bulunduğu panik gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor olmalıydı. Derin bir nefes alıp soluğunu tuttu.
Rahip, kubbeli girintinin uzak ucundan döndükten sonra elindeki meşaleyi her bir karanlık köşeye tutarak Michelangelo’nun bulunduğu yan koridora doğru yöneldi. Michelangelo, adeta birazdan yakalanacağının haberini verircesine yaklaşmakta olan ayak seslerini saydı.
Rahip, Azize Petronilla Şapeli’ne ulaşmıştı. Michelangelo, rahip başlığının altında etrafı inceleyen, sarkmış ve kırışık cilde sahip sert bir yüz gördü. Yaşlı adam, sert ve affı olmayan birine benziyordu.
Rahip heykeli incelerken bakışları yerde duran alet yığınına yöneldi. Michelangelo kemerli girintinin içine iyice saklanmaya çalışırken, hemen üstüne yerleştirilmiş küçük metal bir rafa çarptı. Taş duvar üzerinde metal ses yankılandı.
Rahip meşaleyi sesin geldiği yöne tuttu. Meşalenin ışığı, Michelangelo’nun bulunduğu yöne doğru şapelin içinde yayılıyordu. Gözlerini sımsıkı kapadı. Meşalenin sıcaklığı yüzüne vuruyordu. Ani bir bağırış duymayı beklerken sıcaklık yanından geçerek uzaklaştı. Bir gözünü kısarak açtığında bir sıçanın, rahibin sandaletli ayakları üzerinde hızla koşuşturduğunu gördü. Peder “Sıçanlar!” diye bağırarak elindeki meşaleyi hayvana doğru savurdu.
Sıçan sıçrayarak karanlıkta kaybolurken etrafına bakınan rahip, yaptığı araştırmadan memnun ve bu kemirgenlerden uzaklaşmaya istekli görünüyordu. Hızlı adımlarla arka kapıya yürüyerek ortadan kayboldu.
Michelangelo tekrar tek başınaydı. Ağır ağır derin bir nefes aldı.
O sıçan, rahibi korkutmak üzere Kutsal Ruh tarafından gönderilmiş olmalı diye düşündü. Tanrı, kendisini ve eserini bir kez daha kutsamıştı.
Michelangelo gizlendiği yerden çıkıp tekrar işe koyuldu. Belirli aralıklarla rahipler kiliseyi kontrol ediyordu; ancak Michelangelo her defasında gizlenip yakalanmaktan kurtuldu. Tanrı tarafından korunduğunun bilinciyle hiç acele etmeden Roma harflerini süslü bir şekilde yazdı. Hatta yazdığı Michael Angelus Bonarotus Florent Faciebat kelimelerini parlatmak için fazladan bir saat bile harcadı.
Latince sözcüklerin anlamı şuydu: Bu eser Floransalı Michelangelo Buonarroti tarafından yapılmıştır.
Michelangelo, daha bazilikanın kapıları halka açılmadan, kilise yöneticilerinin toplandığı sabah ayini için kardinallerin gelmesinden dakikalar önce işini bitirip bir lahdin arkasına saklanmıştı. İbadete dakikalar kala, cemaatin heyecan dalgasıyla aralarında mırıldandıklarını duyuyordu ama yakalanma korkusuyla yerinden kımıldayamıyordu. Bunun yerine sessizce saklanıp fark edilmeden oradan sıvışma fırsatını kolladı.
İbadetten sonra rahipler ön kapıları açıp hacı topluluklarını kiliseye kabul etti. Michelangelo bina tamamen doluncaya dek bekleyip sonra gizlendiği yerden çıkarak kalabalığa katıldı. Üzerindeki mermer tozu tabakası, kalabalığa kolayca karışmasına yardımcı oldu. Uzun mesafeler yürümüş olan gezgin hacıların kıyafetleri toz toprağa bulanmıştı.
Pietà heykelinin yanında yürürken konuşmaları dinlemek için yavaşladı. Hacıların tümü yeni ve benzersiz bir ismi telaffuz ediyordu. “Michelangelo Buonarroti” ismi fısıltılar halinde aralarında dolanıyordu. Duyduğu gururla Michelangelo’nun yüzü kızardı.
“Bugünlerde sanatının kendi adına konuşmasına izin vermeyi öğreneceksin.”
Michelangelo dönüp baktığında, Pietà heykeli için kendisini Kardinal Bilheres’e öneren zengin Romalı banker Jacopo Galli’nin yanında yürümekte olduğunu fark etti. Michelangelo, başarısına tanıklık etmek üzere arkadaşının orada bulunmasından memnuniyet duydu.
Yakından incelemek için Pietà heykeline yaklaşan Jacopo, “Bu arada şunu söylemeliyim ki bu sabah heykeli gördüğünde…” dedi ve durdu, ağzındaki bir damla balın tadını çıkarıyormuşçasına, “… çok etkilendi.”
“Kim, ne zaman gördü?”
“Papa hazretleri, tabii ki.”
Michelangelo’nun yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirdi. Duydukları doğru muydu yoksa Jacopo şaka mı yapıyordu? Papa VI. Aleksander; güç düşkünü, adı yolsuzluklarla anılan ve cinsel arzuları yoğun bir kişi olmasına rağmen, insanın cennetle en yakın bağı olan Katolik kilisesinin saygıdeğer önderiydi. Eserini öven Papa, ilahi onayını gönderen Tanrı’ya yakın biriydi.
Jacopo, yaklaşmakta olan bir kardinali eliyle selamlayarak “Papa Hazretleri, hacı topluluklarının takdirini alan Pietà heykelini görmek istedi,” dedi. Önemli şahsiyetlerle kolayca dostluk kurmak Jacopo’nun mayasında vardı. “Bu arada başrahip, meşakkatli çalışmanı ve yeteneğini takdir edebileyim diye beni de davet etti.”
Öyleyse sabah ayinindeki o hararetli konuşmaların nedeni bu olmalıydı diye düşündü Michelangelo. Sabahki ayine Papa da katılmış olmalıydı. “Peki, ne dedi?” diye sordu Michelangelo.
“Eserin güzelliğini övdü. Kendisine Tanrı’nın sevgisini bir kez daha hatırlamasında yardımcı olduğunu söyledi. Hepimizin bildiği gibi Papa Hazretlerinin en büyük özelliği budur. Esere imzanı atarak sergilediğin egoya bile gülüp bu hareketinle kendisine Cesare Borgia’yı hatırlattığını söyledi.”
Michelangelo midesinin bulandığını hissetti. Cesare Borgia, Papa’nın gayri meşru oğlu ve adı çıkmış bir düzenbazdı. Kilise eğitimi alıp henüz on sekiz yaşında kardinal mertebesine yükselen Cesare, Michelangelo’ya göre affedilmez bir günah olan kardinallerin giydiği şapkayla dalga geçen ilk kişi olmuştu. Daha da kötüsü, söylentilere göre Cesare erkek kardeşini öldürmüş, kız kardeşine beslediği aşk ve kıskançlıktan dolayı eniştesini katletmişti. Bugünlerde, papalığa ait topraklardaki isyanları bastırıp tekrar kontrolü sağlamak üzere yarımadaya kanlı bir saldırı düzenleyen papalık ordusuna komuta ediyordu. Papanın kendisi tarafından söylenmedikçe, Cesare Borgia ile kıyaslanmak pek de iltifat sayılmazdı.
“Papa Hazretleri, senin cesur ve tutkulu biri olduğunu söyledi,” diye devam etti Jacopo. “Bu sözlerle kastettiği aldatıcı gururdu sanırım. Tam olarak başka neler söyledi bir düşüneyim…”
Jacopo’nun konuşulanları hatırlamasını beklerken Michelangelo, deri omuz çantasının kayışını sıkıca tuttu.
“Dedi ki, ‘Michelangelo’nun günün birinde başarılı biri olacağına inanıyorum.’ Bu sözleriyle sanki Papa Hazretlerinin seni kiralayabileyeceği fikrini edindim. Papa için çalışmak iyi olmaz mıydı?”
Michelangelo dizlerinin üzerine çöktü.
Dört yıl önce şöhret olabilme umuduyla bu tarihi şehre, Roma’ya gelmişti. Kutsal şehir Roma, hayal gücünü harekete geçirmişti. Her geçen gün, asırlardır toprak altında gömülü kalmış antik kalıntılar kazı çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmaktaydı. Mermer sütunlar ve zafer takları, mezar taşları gibi toprak altından yükselip gün ışığına çıkıyordu. Her gün bir bina, heykel ya da arkeolojik eser keşfedilmekteydi. Eski Roma’da önemli işlerin görüldüğü alan, eski medeniyetlerin eserlerini inceleyip kopyalamak ve onları taklit etmek isteyen sanatçılar için mükemmel bir mekândı. Sahip olduğu tüm bu muhteşem yapıtlara rağmen Roma, Michelangelo’yu hayal kırıklığına uğratmıştı. Bir zamanların güçlü başkenti şimdilerde fahişeler ve hırsızlarla dolu küçük, pis bir taşra kasabasıydı. İnfaz edilmiş cesetler, suç işlemeyi tasarlayan başkalarına ibret olması amacıyla çürüyene dek haftalarca darağaçlarında tutuluyordu. Floransa’nın saf güzelliğine alışık biri için Roma’nın bu bayağılığı korkunçtu. Ailesine Roma’ya adımını attığı ilk gün bu şehri terk etmeye hazırdı; ancak Floransa’ya başarısızlık timsali olarak geri dönemezdi. Ailesine, Roma’da büyük bir heykeltıraş olacağını vaat etmişti. Evine ya ünlü biri olarak dönecek ya da hiç dönmeyecekti.
Roma’da zafere ulaşmanın hayalini kurmuş olmasına rağmen Papa’dan övgüler alacağını hiç ummamıştı. “Papa Hazretleri adımı biliyor mu?” diye sordu.
Jacopo, Michelangelo’nun elinden tutup ayağa kaldırırken “Tabii ki,” dedi. “Hacılar tüm İtalya’da, uzak diyarlardaki insanlara ve Fransızlara senden ve Pietà’dan bahsedecekler.”
“Peki ya Floransa’da?”
“Floransa’da onuruna törenler düzenleyecekler.”
Michelangelo, Jacopo’nun omuzlarını tutup yanaklarından öptü. “Teşekkür ederim dostum. Gel. Atölyemi kapatmamda bana yardımcı ol. Artık Floransa’ya dönme vaktim geldi.” Her şeye rağmen onur ve şeref kavramları daima memleketinde daha değerliydi.
Leonardo
Kış, Mantua
Leonardo son fitili de ateşledi. Altı metal namlu mermileri fırlatırken Salaì ile birlikte ahşap bir çitin arkasına saklandı. Fişekler ıslık çalarak havaya yükseldikten sonra altın ve gümüş rengi havai fişekler halinde infilak ettiler. Kıvılcımlar aşağı yağarken Mantua halkı sevinçle bağırdı. Soğuk geceye rağmen, şehirlerini ziyaret eden papalık ordularının komutanı Valeninois Dükü Cesare Borgia’yı karşılamak için halk Ducale Meydanı’nın etrafında toplanmıştı.
Cesare Borgia, çok namlulu havai fişek fırlatıcıyı göstererek “Bu olağandışı bir mekanizma,” dedi. Leonardo, Cesare’nin derisinin bir Fransız hastalığı olan frenginin belirtileriyle kaplı olduğunu duymuştu ancak bu gece, hatta havai fişekler yüzünü aydınlattığında bile buna dair hiçbir emare görmedi. Aksine dük, koyu mavi gözleri ve uzun kaslı vücuduyla tartışma götürmeyecek biçimde yakışıklıydı.
Isabella d’Este, eliyle Leonardo’nun kolundan tuttu, “Evet! Üstadımız gerçekten olağanüstüdür,” dedi. Isabella bugünlerde hayli dolgunlaşmıştı. Evde uzun kalan kocası sadece onu değil, diğer üç kadını da hamile bırakmıştı.
Leonardo elini onun elinin üzerine koyarak “Böyle güzel bir haminin dudaklarından dökülen övgüleri memnuniyetle kabul ediyorum,” dedi.
Milano’dan kaçtıklarından beri Leonardo ve Salaì, kırsal bölgelerde uzun süre kalamayacaklarını biliyordu. Bu çok tehlikeliydi. İtalya yarımadası huzurlu birleşik bir ülke olmanın aksine birbirleriyle savaş halinde olan şehir devletleri ve krallıklardan oluşmaktaydı. İşgalci Fransız ordusu, Napoli şehrini ele geçirmek için yarımadaya ilerlemekteydi. Batıda Floransa şehri Pisa şehriyle, doğuda ise Venedik Cumhuriyeti herkesle savaş halindeydi. Babasının papalık ordusuna komuta eden Cesare Borgia ise son zamanlarda Romagna bölgesine hücum etmeye başlamıştı. Güvenli bölge arayışındaki Leonardo, eski dostu, alev kırmızısı saçlı Markiz Isabella d’Este ve kocası tarafından yönetilen Mantua Şehir Devleti yakınlarına gitmişti.
Leonardo Milano’da yaşadığı günlerde, Il Moro’nun karısı olan küçük kız kardeşi Beatrice’yi ziyaret etmek için sık sık kuzeye yolculuk yapan Isabella ile arkadaş olmuşlardı. Sarayda düzenlenen akşam yemeklerine her katıldığında ısrarla Leonardo’nun yanında oturup gece geç saatlere kadar sanat, politika ve doğa üzerine söyleşirdi. Beatrice öldüğünde Leonardo ve Isabella birbirlerine kederli mektuplar yazmışlardı.
Milano’nun Fransızlar tarafından işgal edilmesinden beri Isabella’yla görüşmemesine rağmen, onun kendisini Mantua’ya davet edeceğine inanıyordu. Leonardo bu inancında da yanılmamıştı.
Bir aydan fazla bir süredir Mantua şehrinin başmühendisi olarak görev yapmaktaydı. Bu gece ise Cesare Borgia’yı etkilemekle görevlendirilmişti. Isabella, Mantua şehrinin yararına Cesare Borgia ile iyi geçinmek niyetindeydi ve papanın oğluyla düşman olmak istemiyordu.
Cesare çok namlulu fırlatıcıyı incelemek için koruyucu bariyerin önünden geçerken Leonardo “Bu aleti icat etme fikrini, arpla bir şarkı bestelerken edindim,” diye açıkladı. “Düşündüm ki, eğer bir müzik aleti aynı anda birden fazla nota çıkarabiliyorsa, neden bir fırlatıcı aynı anda birden fazla fişeği fırlatmasın?”
“İşaret ve aydınlatma mühimmatının havaya fırlatıldığını daha önce hiç görmemiştim,” dedi Cesare.
Salaì, zafer kazanmış gibi bir edayla Leonardo’ya baktı. Havai fişek, iki asırdan fazla bir süre önce Marco Polo tarafından Doğu’dan getirilmiş olmasına rağmen hâlâ yeni ve deneme aşamasındaydı. Çoğu havai fişek gösterisi küçük ve güvenliydi: Kıvılcımların püskürmesi yerden çok yükseklere ulaşmıyordu. Ancak Leonardo daha tehlikeli bir yöntemi tercih ederek fişekleri daha yükseğe fırlatıp farklı renklerin gökten aşağıya süzülmesini sağlamıştı.
Isabella “Görmekte olduğunuz gibi çok değerli Leonardo’muzu işe alarak büyük bir iş yaptık,” dedi. Söylediği her sözcükten cilve akıyordu sanki.
Cesare, şaşkınlıktan gözlerini faltaşı gibi açarak “Bir aydan fazla süredir kendisini ağırlayıp da henüz bir tablonuzu yaptırmamış olmanıza inanamıyorum,” dedi. “Acaba üstadımız kendisini, basit bir markizin hamiliğinden daha üstün mü görüyor? Ne de olsa kendileri düklere, düşeslere hizmet etmiş birisi.”
“Markiz Isabella, şu ana dek tanıdığım tüm dük ve düşeslerden çok daha cömerttir,” dedi Leonardo.
Isabella, düke laf dokundururcasına “Duydunuz mu Dük Borgia?” dedi. “Hem Mantua’nın gökyüzünün aydınlanmasını izlemek varken, niye zamanımı resimlerle harcayayım ki?” diye sordu Dük. Havai fişeklerden çıkan duman hâlâ gökyüzündeydi.
Borgia mavi gözlerini Leonardo’ya çevirerek “Öyleyse söyleyin bakalım, bunun gibi başka icatlarınız da var mı?” diye sordu.
“Tabii ki. Sizi atölyeme götürebilirim.”
“Özür diliyorum Dük Borgia,” diye araya girdi Isabella. Bakışları bir volkanik kaya kadar soğuk ve sertti. “İncelemeleriniz biraz beklemek zorunda kalacak. Benim üstadıma danışmam gereken bazı şeyler var.”
“Adamın söylediklerine inanabiliyor musun? Düpedüz seni benden çalmaya çalışıyor,” dedi Isabella. Eski San Giorgio Sarayı’ndaki kulenin son birkaç basamağını çıkarken öfkesi duvarlarda yankılanıyordu.
Leonardo, Markiz Isabella’nın özel çalışma odasına girerken “Kimse beni sizden çalamaz hanımefendi,” dedi.
“Şuraya yazıyorum! Bu adam senin yeteneklerini kendi çıkarları için kullanmak istiyor.” Isabella hararetli hümanizm, edebiyat ve siyaset söyleşilerine ev sahipliği yaptığı ve sanat eseri koleksiyonunu muhafaza ettiği küçük çalışma odasının kapılarını açtı. Mermer ve bronz heykeller, yeni ve eski tablolar, gün ışığına çıkarılmış değerli el yazmaları ve yeni ciltlenmiş kitap yığınları, eski masalar üzerine yığılmış altın ve gümüş minyatürler, hatta kurutulmuş hayvan postları, fildişi ve geyik boynuzu koleksiyonunun bulunduğu oda, adeta bir hazine dairesini andırmaktaydı. Markiz, sanat eseri koleksiyonculuğunun yanı sıra gözü pek avcılığıyla da ün yapmıştı. Isabella, kendini yüksek sırtlı ve altın kaplamalı koltuğa bırakırken “Sakın şu Borgia canavarının pençelerini sana geçirmesine izin verme, Leonardo. Sana ne yaptıracağı belli,” dedi. “Bu gece beni en çok sinirlendiren şeyin ne olduğunu biliyor musun? O zorba sırrımı açığa çıkardı. Seninle ilgili planlarım artık inkâr edilemez.”
Leonardo Isabella’ya bakarak “Sizden hiçbir şeyi esirgemeyeceğimi biliyorsunuz hanımefendi,” dedi. Bu küçük dar odada markizin lavanta ve şeftali karışımı parfümünün kokusunu alabiliyordu.
“Kocamın askeri oyuncaklarıyla oynamana izin vererek birkaç ay daha egonu tatmin etmeyi planlamıştım ama burada kalmanı neden bu kadar çok istediğimi artık biliyor olmalısın…”
Leonardo bir adım daha yaklaşarak, “Lavta çalma konusundaki yeteneğimden dolayı mı?” diye sordu.
Isabella hayır anlamında başını salladı.
“Düğüm atıp çözmedeki efsanevi yeteneğimden dolayı mı?”
Isabella kahkahayı bastı.
“Eyer üzerindeki duruşumdan dolayı mı yoksa?”
“Tablomu çizmeni istiyorum, Leonardo,” dedi koltuğunda öne eğilerek. “Duvar yüzeyine fırça vuruşunu gördüğüm andan beri bunu istiyorum.”
Leonardo elini ilgisizce sallayarak “Ah, şimdi anladım,” dedi. “Kocan sürekli surlardan, kale hendekleri ve ahırlardan bahsediyor tabii.” Duvara yaslı tuvallerden oluşan yığına doğru ilerleyip tabloları karıştırmaya başladı. Tablo yığınları arasında bazı şaheserlerin vasat kopyalarını buldu: Giotto’nun Aziz Fransis’in Stigmata’sı, Masaccio’nun Haraç Parası tablosu…
“Atlar, fahişeler ve savaşlar kocamın ilgi alanına giriyor, benim değil. Bu yüzden beni burada görevlendirmekte…” Ayağa kalkıp Leonardo’ya doğru yöneldi. “Bunun yanı sıra, hem Tanrı’nın hem de benim isteğimle, Gonzaga tahtının varisini de karnımda taşıyorum.” Zaten kız çocuğu olan Isabella, karnındaki bebeğin erkek olacağını tahmin ediyordu. “Sanat eseri satın almak için rehin bıraktığım her mücevhere değer.”
Leonardo, tuvaller arasından Son Akşam Yemeği tablosunun ucuz kopyasını çıkararak “Neden bu çöpü elinde tutuyorsun?” diye sordu. “Aman Tanrım! Kim yapmış bunu?” Isabella’ya dönüp baktığında markizin yüzü utançtan kızardı. “Bu kim olduğu belirsiz yeteneksiz aptaldan çok daha fazlasını biliyorsun benim duvar resmim hakkında. Milano’ya geldiğinde beni çalışırken izledin. Renk pigmentlerini duvara uygularken oturup beni izledin.”
Isabella, Leonardo’nun elinden kopyayı alarak “Beni çok etkilemiştin,” dedi. Matematiğin estetiğini resimlerine taşımak için yüzlerin ve objelerin üzerine geometrik şekilleri uygularken izlemişti onu. Tavandaki perspektif desenleri ve teslis inancını temsil eden üç pencereyi açıklamasını rica etmişti. Hatta bir keresinde Leonardo, masa üstündeki tomar ve tabakalara yazılı gizli müzik notalarından da bahsetmişti. Birden kahkaha atarak “Kız kardeşim öldüğünde Kuzey’e ziyaretlerim sona erdi. Eserin bitmiş halini hiç görmedim. Elimdekiler bundan ibaret,” dedi. “Yine de haklısın. Bu figürler ahşap aslında.”
“Öyleyse izin ver yakayım şunu.” Elindeki kopyayı almaya çalıştı ancak Isabella hızlı davranmıştı. Kahkaha atıp kopyayı arkasına saklayarak, Roma imparatorlarının büstleri arasında dolanarak koşuşturdu.
“Nasıl beceriyorsun bunu? Tasvirler öylesine canlı ki, sanki tüm gün resim çerçeveleri içerisinde oturup poz vermeleri için modellere para ödemişsin.” Turuncu ve siyah renkli çömleklerle dolu bir masanın arkasından Leonardo’ya bakarak “Bu imkânsız,” dedi.
Leonardo yavaşça masanın etrafında yürüyüp ona doğru yaklaşırken “Çelik darbesi alınca,” dedi, “çakmak taşı haykırdı: ‘Neden bana vuruyorsun? Sana bir zararım yok ki.’ Sonra çelik şöyle cevap verdi: ‘Sabırlı ol ve yapabileceğin harika şeyleri gör.’ Böylece sonunda ateş çıkıncaya dek çakmak taşı sabırla tekrar tekrar kendisine vurulmasına izin verdi. İşte benim durumum da böyle. Uzun süre sabrederek ben de muhteşem sonuçlar elde etmeyi öğrendim. Ayrıca söylediğinin aksine hiçbir şey imkânsız değildir.”