Michelangelo, Granacci’ye baktı. Granacci olamazdı herhalde.
Granacci “Leonardo,” diye fısıldadı.
İsmin duyulmasıyla sanki tüm şehir sessizliğe gömüldü. Michelangelo, bunun Vincili Leonardo olduğunu kolayca tahmin etti. İsim yeterliydi. Efsanevi Leonardo da Vinci, Toskana’dan ayrılıp Milano’ya taşındığında kendisi hâlâ taşrada yaşayan yedi yaşında bir çocuktu. Michelangelo, Vincili ustanın Meryem Ana resimlerini kopyalayıp Sforza atına ait çizimlerini inceleyerek resim yapmayı öğrenmişti. Sanatının göstergesi olarak Leonardo ismi bile yeterliydi. Şimdi bu büyük ustayla aynı şehirdeydi. Bunu duymak Michelangelo’yu derinden etkiledi. “Ama Leonardo Milano’da yaşamıyor mu?” diye sordu.
“Artık değil,” diye yanıtladı Granacci. “Yaklaşık bir yıldır burada. Duccio Taşı şimdiden ona ait.”
Michelangelo artık taşı unutmuştu. Sanat ve yenilikle böylesine bağlantılı olan Leonardo, kesinlikle yapmış olduğu Pietà heykelinden haberdar olmalıydı. Leonardo’nun dışında başka birinin eseri hakkında ne düşündüğünün önemi yoktu artık. “Peki, onunla görüşmem mümkün mü?” diye sordu. Yüreği sanki bir gemi misali, onu kaderinin bilinmez rotasına sürüklüyordu.
“Tabii ki dostum,” diye gülümsedi Granacci. “Haydi, seni ona götüreyim.”
Leonardo
Leonardo, atölyesine doluşup sanki yeni bir sanat gösterisinin açılış gecesine gelmiş izleyiciler gibi kendi aralarında fısıldaşan Floransalıları, bir perde arkasından gizlice izliyordu. Tavanda gizli ahşap bir platforma tünemiş Salaì’ye başıyla işaret verip üçe kadar saydı: Bir. İki. Üç.
Önce bir ışık parladı, sonra ışığı mor ve yeşil bir duman takip etti. Kalabalığın arasındaki bazı izleyiciler çığlık atıp bazıları da aralarında gülüşürken Leonardo saklandığı yerden çıkıp hoş kokulu sis bulutu arasında durdu. Sis bulutu dağıldığında sanki sihirle odaya gelmişçesine poz verdi.
“Seks” diye fısıldadı Leonardo, sanki keman telinin üzerinde parmağını hareket ettirircesine “s” harfini bastırarak. Kahkahayla gülen izleyicilere rağmen Leonardo bakışlarını rahiplere yöneltti. Dinsel inançlarından dolayı evlenmeyen rahiplerin, gizliden gizliye, müstehcen şakalardan hoşlanacağını düşünmüştü. “Bunun için kullanılan insan uzuvları öylesine çirkin ki Tanrı’nın ürememiz için neden bunları seçtiğini anlamakta zorlanıyorum bazen. Karanlık olmasa insan soyu tamamen yok olurdu.”
Rahipler, dudaklarını büzüştürerek bu son cümleden pek hoşlanmadıklarını gösterdiler.
“Müzik!” diye seslendi Leonardo. Tüm masrafları rahiplerce karşılanan asistanları, abartılı özel gösterilerle dolu bir piyesi sahnelerken; flüt, lavta ve davulculardan oluşan bir müzik grubu da neşeli parçalar çalıyordu. Mum ışığı, rengârenk duman ve davullarda sıçrayan su damlacıkları etraftaki aynalardan yansırken sanki bir kalbin atışını andıran çiçek dürbünü havası yaratıyordu. Atölyede dans eden Leonardo, rahipleri memnun edebilmek için performansını sürekli yeniden ayarlıyordu.
Son bir yıldır kilise sunağının süsleme bedelinin bir kısmına karşılık, Santissima Annuziata Manastırı’nın çatı katındaki bu geniş üç odalı atölyede rahat bir şekilde yaşamaktaydı. Manastır yaşamının ahengi hoşuna gitmişti. Düzenli bir şekilde planlanan dua, yemek ve uyku saatleri; hayatına Vinci’de geçen çocukluk yıllarından beri sahip olmadığı, doğal döngüye sadık bir tekdüzelik getirmişti. Rahata öylesine alışmıştı ki sunak süslemesinin ilk çizimlerini yapması on ayını almıştı. Kulağına dedikodular gelmeye başlamıştı. Çoğu bunu tembellik ya da odaklanma eksikliği olarak görüyordu. Verilen görevleri tamamlayamamasından dolayı zaten adı çıkmıştı. Bilgelerin Bebek İsa’yı Yüceltmesi, Çöldeki Aziz Jerome ve Milano’daki Sforza’nın Atı heykeli henüz tamamlanmamış ünlü eserleriydi. Manastırın resimli süslemeleri üzerinde çalışmak istemediğinden işlerini savsaklamıyordu. Kesinlikle. Başyapıtlar insanın zihninde birdenbire oluşmuyordu. Karşılaştığı sorunları hamur gibi yoğurmak zorundaydı: Yoksa Bakire Meryem’in yüzü, izleyiciyi umulmadık şekilde şaşkınlığa sürükleyip, klasik döneme ait güzellik beklentilerini nasıl karşılayabilirdi? Çizimlerindeki her bir figür, kendi kimliklerini kaybetmeden tablonun bütünlüğünü nasıl oluşturabilirdi? Ya da birkaç fırça darbesi, nasıl canlı, nefes alan, karmaşık bir organizmaya dönüşebilirdi? Yeni bir yaşamı var etmek zaman gerektiren bir süreçti.
İlk yılı neredeyse bitmek üzereyken Leonardo’nun, orada kalmasına müsaade etmeleri için rahipleri ikna etmesi gerekiyordu. İnsanın uçuşu konusunda hiçbir ilerleme kaydedememişti. Bu yer değişikliği çalışmalarını sekteye uğratacaktı. Sadece sunak süslemesi üzerine çalışmakla kalmayıp yapacağı resmin beklemeye değer olduğunu da kanıtlamak zorundaydı. Bu yüzden son iki haftadır, tasarısını halk önünde sergiliyordu ve şimdi bu büyük gösteriye tanık olmaları için rahipleri davet etmişti.
Müzik sona erdiğinde Leonardo, siyah kadifeyle kaplı geniş bir panelin yanındaki yükseltilmiş platforma çıktı. Gösterişli bir şekilde elini kaldırınca Salaì ani bir hareketle kumaşı çekti.
Sunak panosunun gerçek boyutta hazırlık çizimi olan resim taslağı altın yaldızlı altlık üzerinde sergilendi. Mum ışığı, ince hafif boyalı kâğıt üzerindeki kömür kalem ve tebeşirle yapılan çizimleri aydınlatıyordu. Resimde Azize Anne, Bakire Meryem, Vaftizci Yahya ve bebek İsa’ya ait tasvirler bir piramit gibi yukarıya doğru yükselen bir kompozisyon içinde birbirleriyle bağlantılıydı. Klasik güzellik timsali yüzleriyle bu dört tasvir çok canlı duruyordu. Kâğıda dökmeden önce bu görüntüyü tasarlamak aylarını almıştı. Bu yüzden nihayet taslağını çizdiğinde resim hatları çabucak ortaya çıkmıştı. Bu gece sergilediği performansı gibi tüm bunlar gösterisinin bir parçasıydı. Bırakın insanlar, tasarımın Tanrı’nın kendisi tarafından gönderilmiş gibi tam ve kusursuz olduğunu düşünsün. Bu sadece insanların hevesini artırırdı.
Odanın arkalarından bir adam, “Bırakın geçeyim. Göremiyorum,” diyerek seslendi.
Leonardo’nun gülümsemesi sona erdi. Bu sesi tanıyordu. Santissima Annuziata’nın noteri öne doğru ilerlerken kalabalık, savaş gemisiyle buluşan su gibi ikiye ayrıldı. Düşüncelerinden asla dönmeyen Dominikan rahibi Savonarola’nın ateşli bir destekçisi olan yaşlı adam, düz siyah kıyafetlerle, merhum vaizin sade ve süssüz giyim tarzının sadık bir takipçisiydi. Yaşlı noter, Leonardo’nun hatırladığı aynı kemikli yüze, aynı sivri buruna, aynı yargılayıcı bakışlara ve aynı sert gri gözlere sahipti. Platformun üstünde duran Leonardo, yaşlı adama yukarıdan bakma avantajına sahip olmasına rağmen yaşlı noter çattığı kaşlarıyla kendisini aşağılanmış hissetmesine neden oldu.
“Kendimi yeterince ifade ettiğimi düşünüyordum,” dedi Leonardo. “Bu işi kabul edersem sizi görmek zorunda kalmayacaktım.”
Rahipler tepkilerini göstermeye başlayınca noter, onları susturmak üzere elini kaldırdı. Cevap vermekte acele etmedi. “Tebriklerimi sunmaya geldim.” Resim taslağına baktı. “Oldukça sıra dışı. Tamamlandığında kilise için mucizevi bir hazine olacak.” Yaşlı noter ağırbaşlı davranmakta çok iyiydi.
“Müzik neden durdu?” diye seslendi Salaì. Sonra müzisyenlere el çırptı.
Grup tekrar çalmaya başladığında Leonardo, platformdan inip noterin dirseğini tutarak arka kapıya doğru ilerledi. “Bir yıldır buradayım ve siz benimle konuşmak için bu geceyi mi seçtiniz?” diye sordu Leonardo, alçak sesle.
“Beni rahipler davet etti.”
“Meseleyi özel olarak görüşebileceğimiz gündüz saatlerinde atölyeye uğramak yerine halka açık bir etkinliği seçiyorsunuz. Neden? Böylece tüm dünya yaptığınız cömert destek gösterisine tanık olsun diye mi?” Yaşlı noter başını hayır anlamında salladı. Bu adam, gençken ve henüz başarıyı yakalayamadığı günlerde kendisine acımasızca davranıp başarılı olduğu şu günlerde ayaklarına kapanan ilk kişi değildi. Floransa’ya döndüğü günden beri kapısı bu tür sığ ve dalkavuk insanlarca aşındırılmaktaydı.
“Kendimi affettirmeye çalışıyorum, Leonardo.”
“Bir arı gibi desenize: Ağzınızda bal, arkanızda zehrinizle.” Leonardo yaşlı adamla atölyeden çıkıp arkalarından kapıyı kapatarak holde yürümeye devam etti. “O zaman benim işe yaramaz bir serseri olduğumu düşünmüyorsunuz artık?”
“Ben asla öyle bir şey demedim. Senin kafanda gereğinden fazla düşünce olduğunu, fikirden fikre atlamak yerine, sadece biri üzerinde odaklanıp bitirmenin senin için daha doğru olacağını söylemiştim. Fakat bunu başarmış olduğunu görmek güzel.” Elini kalbinin üzerine koyarak “Bu işin sana yaradığına sevindim,” dedi.
Yaşlı adamın bakışlarındaki lütufkârlığı görebiliyordu. “Rahipleri bu görevi bana vermeye ikna ettiğinizi düşünüyorsunuz değil mi?”
Noter başını önüne eğdi.
“Sizi temin ederim onları ikna eden sizin sözleriniz değil, benim ünümdü,” dedi Leonardo. “Bana bu işi siz sağlamış olsanız bile bunun, az önce yaptıklarınızı telafi edeceğini mi düşünüyorsunuz?”
“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum.”
“Tabii ki anlıyorsunuz.” Eski günlere ait ihanetin düşüncesi bile sol gözünün seğirmesi için yeterliydi. Leonardo yirmi dört yaşındayken, kendi atölyesini açmak üzere Verrocchio’nun atölyesinden ayrıldıktan haftalar sonra, kendisi ve diğer beş erkeği eşcinsellikle suçlayan isimsiz bir not Floransa’da cinsel sapkınlıkları engellemek amacıyla kurulan ve bir tür ahlak polisliği yapan Gece Dairesi’ne iletilmişti. Eşcinsellik Floransa’da -özellikle eşcinselliği erkeğin erkekle en ideal bağ kurma şekli olarak gören hümanistler arasında- yaygın olmasına rağmen suçlu bulunmaları durumunda failler ölüme mahkûm edilebilmekteydi. Her ne kadar yaşlı adam kabul etmese de Leonardo uzun zamandır, kendisini yetkililere ihbar edenin o lanet bunak noter olduğuna inanmaktaydı. “Benim, cehennemin dibinde yanacağımı söylemiştiniz.”
“Yakalanmanıza sevindiğimi kabul ediyorum.” Üzerindeki tek mücevher olan parmağındaki altın alyansla oynamaya başladı. “Eğer yapmaya devam etseydiniz kendinizi ciddi bir sorun içinde bulabilirdiniz.”
“İdam edilebilirdim.”
“Suçlamalar düştü ama.” Oldukça gururlu bir şekilde çenesini kaldırdı.
“Suçlamaların düşme nedeni, suçlananlardan birinin Lorenzo de’ Medici’nin annesinin akrabası olmasıydı. Eğer tek başıma yargılansaydım muhtemelen asılacaktım.”
Noter başını hayır anlamında salladı.
Atölyenin içinden biri kapıyı açmaya çalıştı. Leonardo kolu kavrayıp kapıyı kapalı tuttu. “Mücadele ettiğim yıllarda sizin gözünüzde bir hiçtim. Siz saygıdeğer bir noterdiniz, ben ise düşük sınıf bir işçiydim.”
Noter sözünü kesmeye çalıştı.
Leonardo konuşmasını sürdürdü. “Ama şimdi sizin de söylediğiniz gibi mucizevi hazinelerinden dolayı saygı duyulan birisiyim. Şimdi gelmiş dost olduğumuzu tüm dünyanın görmesini mi istiyorsunuz? Biz asla dost olmadık.”
Noterin delici bakışları Leonardo’ya yöneldi. “Hayır. Herhalde olmadık.”
“Bu gece benim için önemli. Sakin ve mantıklı olup hamilerime odaklanmam gerekiyor. Sizse şu an bana engel oluyorsunuz. Şimdi ayrılmanız gerek.” Eğilmeyi reddederek dimdik ayakta durdu. “Lütfen bir daha geri gelmeyin.” Noterin yalvarmayacak kadar gururlu olduğunu biliyordu. Beklendiği gibi yaşlı adam, tartışmadan uzaklaştı.
Leonardo ağır ağır birkaç nefes aldı. Omuzlarını ve boynunu oynattı. Sonra yüzünde gülümsemeyle partiye geri döndü.
Salaì kapının yanında bekliyordu. “Gidip dönmeyeceğinden emin olmak için ön kapıya iki çocuk gönderdim. Siz iyi misiniz?”
Ceketini çıkarıp Salaì’ye uzatırken “Elbiselerin soğuktan koruduğu gibi sabır da bizleri hakaretlere karşı korur,” dedi. “Pekâlâ, burası ne kadar da sessiz! Şimdi eğlenme zamanı.”
Uzun adımlarla resim taslağına doğru ilerledi. Rahiplerin kendileri için hazırlanan gösteriden memnun kalıp kalmadıklarını görmek istiyordu. “Bir zamanlar, henüz ustamın atölyesinde bir delikanlıyken bir tüccar gelmişti,” dedi tüm kalabalığın duyabileceği neşeli bir ses tonuyla. “Hoşuna gidecek bir tablo arıyordu ancak ustanın deliler gibi evde koşuşturan canavar çocuklarından bunalmıştı. Tüccar, ustama ‘Böyle çirkin çocuklara sahipken nasıl oluyor da bu kadar güzel tablolar çizebiliyorsunuz?’ diye sordu. Ustamın buna verdiği cevap şu oldu: ‘Resimlerimi gündüz, çocuklarımı ise gece yaparım.’” Kalabalık gülmeye devam ederken Leonardo, resim tasarımının önüne geldi. Rahiplerden kimseyi göremedi. Tek bir tanesi bile kalmamıştı.
Salaì hızla yanına geldi.
“Rahipler nerede?”
“Ayrıldılar,” diye cevapladı fısıldayarak.
Leonardo gözlerini kapattı. Rahipler ayrılmıştı. O lanet olası bunak noter her şeyi mahvetmişti. Derin bir nefes aldı ve burnuna bir koku geldi. Sidik kokusuydu bu! Gözlerini açtı.
Şu ana dek gördüğü en çirkin adamlardan biri önünde duruyordu. Kirden keçeleşmiş siyah saçlarıyla genç biriydi karşısında duran. Biçimsiz bir burnu vardı. Haftalarca yıkanmamış bir çiftçinin kirli kıyafetlerini giymiş genç adam, meyhanede dayak yemişçesine kan ve yara içindeydi. Elinde yırtık pırtık deri bir alet çantası tutmuş, ön cebindeyse bir eskiz defteri taşıyordu. Leonardo adamın bir sanatçı ama pejmürde kıyafetlerine bakınca çok da başarılı olmayan bir sanatçı olduğunu tahmin etti. Neden bu davetsiz misafirler partisini bölüp duruyordu bu akşam?
“Bayanlar ve baylar,” dedi Leonardo. “Şimdi sizlere kesinlikle gece yapılan bir çocuğu takdim etmek istiyorum.”
Kalabalık kahkahayı bastı. Genç adamın utançtan yüzü kızarmış, omuzları kamburlaşmış ve kollarını göğsünün önünde birleşmişti. Herkes kadar kendisini rahatsız hissederek “Üstat Leonardo, sizinle tanışmak bir onurdur,” dedi. Heyelanda önüne çıkan engelleri ezen bir kaya gibi konuşuyordu. “Ben bir heykeltıraşım ve hizmetinizdeyim.”
Pekâlâ, bu her şeyi açıklıyordu: Taş yontma işçileri her zaman bakımsız oluyordu. “Otur ve bir taslak çiz, evlat. Ustaların eserlerini kopyalamak, bir öğrenci için en iyi öğrenme yoludur.” Leonardo ilgisizce elini sallayıp dikkatini mevcut soruna yöneltti. Rahiplere düzenlediği bu akşamın telafisi için bir yol düşünmeliydi. Belki ertesi gün onları özel bir görüşmeye davet edebilir ya da bu pazar ibadete bile katılabilirdi. Noterin küstahça müdahalesini telafi edecek bir şeyler yapmalıydı.
Heykeltıraş, eskiz defterini karıştırarak “Size birkaç çalışmamı gösterebilir miyim?” diye sordu. “Kıymetli görüşlerinizi almak benim için büyük bir şereftir.”
Neden bu heykeltıraş hâlâ baş belası olmaya devam ediyordu? Büyük üstat Leonardo da Vinci’nin dostluk ve onayı için sabırsızlanan başka bir Floransalı daha. Ne gece ama! “Elbette genç adam. Atölyeme davetsiz gelip beni ziyaretçilerimden uzaklaştırabilirsin. Lütfen, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gecemi mahvetmeme izin ver. Anlaşılan akşamın ana konusu da bu.”
Heykeltıraş şaşkın bir ifadeyle baktı. Bu sözlerdeki iğnelemeyi anlamamış mıydı?
İyi giyimli bir beyefendi öne çıktı. Leonardo, bu şık adamı tanıyordu. Bu Floransalı sanatçı Francesco Granacci idi. Granacci, reverans yaparak “Üstat,” dedi. “Bu benim arkadaşım Michelangelo Buonarroti.”
“Buonarroti?” diye mırıldandı Leonardo. “İsmini duydum.”
“Gerçekten mi, efendim?” Heykeltıraşın gözleri, çocuksu bir umutla büyüdü.
“Salaì, sen hatırlıyor musun duyduklarımızı?”
Salaì eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı.
“Evet ya tabii,” dedi. Gece çoktan mahvolmuştu. Şimdi yabancı için biraz eğlence zamanıydı. “Dostlarım, gerçekten efsanevi bir sanatçıyla karşılaşmak için toplanın,” deyip seyircilere eliyle işaret yaptı. “Evlat, neden bana kim olduğunu söylemedin? Milano’dayken eserin hakkında söylenenleri duydum. Tüm saray onu konuşuyordu. Hatta Dük Sforza’nın kendisi bile.”
Genç heykeltıraşın yüzü kızardı. Yüzünde beliren ifadeyi hemen tanıdı Leonardo. Bu gururun ifadesiydi. Başkalarının gururundan bunalmıştı.
“Kuşağının en iyi ve en parlaklarından biri,” diye açıkladı Leonardo. Kalabalığın beklentisini artırmak için sesini azaltarak, “Ünlü kardan adam ustası,” dedi.
Konuklar kendi aralarında gülüşürken heykeltıraşın ifadesi değişti. Granacci, arkadaşını engellemek istercesine kolunu tuttu.
Ne yapacaktı? Yumruk mu atacaktı? Buyursun. Leonardo iyi kavga edebilirdi. “Hepiniz, genç Buonarroti’nin Piero de’ Medici için yaptığı kardan adamı hatırlıyorsunuz değil mi? Maalesef orada değildim. Buzda geçirdiğin günlerin görkemli hikâyeleriyle bizi eğlendir evlat. Nasıl? Çok soğuk muydu?”
Heykeltıraşın yüzü, şekil vermek zorunda kaldığı kar gibi bembeyaz kesildi. “Ben berbat bir iş aldım. Siz de nasibinizi aldınız.”
“Kar sanatı kadar takdire şayan hiçbir şey yoktur. Terk edilmeden önce yaratıcısını terk eden bir sanatı keşfinden dolayı seni tebrik ediyorum.”
“Şu günlerde Vatikan’da sergilenen Pietà heykelimi duymuşsunuzdur belki.” Vatikan sözünü, Leonardo’nun gırtlağına bıçak sallıyormuşçasına söyledi.
“O eser Milanolu Gobbo’ya ait.” Leonardo, kendisini başıyla onaylayan Salaì’ye baktı.
“Hayır. Pietà benim eserim,” dedi doğrularak.
“Zavallı kambur, doğru dürüst takdir bile edilmiyor,” diyen Leonardo konuklarına dönerek, “Pekâlâ kim bir sihir numarası izlemek ister?” diye sordu.
Heykeltıraş kirli elleriyle Leonardo’nun kolunu tuttu.
“Michelangelo lütfen,” diye fısıldadı Granacci.
Michelangelo, sesini yükselterek “Bana ve buradaki herkese söyle,” dedi. “Pietà heykelimi gördün mü?”
Leonardo omuzlarını dikip cevap vermek üzere heykeltıraşa döndü. “Hayır. Roma’da bulunduğum son gün değersiz eserleri ziyaret edecek vaktim olmadı.”
“Öyleyse onunla ilgili duydukların nelerdir?” diye bastırdı Michelangelo.
“Senin Meryem figürünün doğal gerçeklere uymadığı. Çok iri…” Yanaklarını ve göğsünü şişirip bir dev gibi etrafta dolaşmaya başladı. “İsa’nın boyutlarının üç katı ve ondan iki misli daha genç,” dedi sesini yükselterek.
Seyirciler kıs kıs güldü.
“Bilmiyor musun?” diye devam etti Leonardo, yarı alaylı yarı azarlayıcı ses tonuyla. “Anneler oğullarından daha ufak ve daha yaşlı olurlar. Bu okullarda neler öğretiyorlar bugünlerde?”
Sözleriyle kalabalığın koro halinde gülmesine neden oldu.
“İffetli bir kadın gençliğini ve güzelliğini muhafaza eder,” dedi Michelangelo.
Genç adamın gözlerinde yaş mı birikmişti? Takılma işini abartmış mıydı yoksa? Yaşlı ve bilge bir sanatçı olarak genç adama haysiyetini korumada yardımcı mı olması gerekirdi? Leonardo eğilip “Çeneni kapa evlat! İnsanların önünde itibarını kaybediyorsun,” diye fısıldadı. Sonra sergiye dönüp, “Haydi şimdi simyanın mucizelerini kullanarak tenekeyi altına çevirmeye çalışalım,” diye seslendi kalabalığa.
“Beden ruhun aynasıdır; bir insan ne kadar ahlaklıysa o kadar güzeldir,” dedi Michelangelo.
Leonardo, hazır cevap bir tavırla “Senden daha ahlaklı olduğumu ispatladığın için teşekkür ederim,” dedi.
Konuklar kahkahayı bastı.
Leonardo, elini nazikçe heykeltıraşın omuzuna koyarak. “Dinle evlat,” dedi. Noterin akşamını mahvetmesi bu genç adamın suçu değildi. “Bir okyanus damlasını gökyüzüne çıkaran, sahip olduğu hırstır. O, sıcaklığın yardımıyla buhar olarak yükselir. Fakat öyle çok yükselir ki havanın soğumasıyla donar ve gökyüzünden yere yağmur olarak düşer. Çatlamış toprak bu küçük damlayı yutup onu uzun süre hapseder. İşte bu da açgözlü hırsın cezasıdır. Sen de aynı o su damlası gibi çok hırslısın. Eserini görmedim. Bu yüzden onun hakkında bir şey söyleyemem. Ancak gözlerine baktığımda henüz bir usta olmadığını anlıyorum. O yüzden şimdi oturup eserim üzerinde çalışma yap. Belki bir şeyler öğrenirsin.”
Michelangelo “Piç kurusu,” dedi. Sözcüğü herkesin duyabileceği şekilde söylemişti.
Kalabalık kendi aralarında fısıldaşırken Leonardo derin bir nefes aldı. Nazik olmaya çalışmıştı. “Evet, bu doğru. Ben gayri meşru bir çocuğum ama ben gayri meşruluğuma minnettarım.” Heykeltıraşın kahverengi gözlerine bakarak “Eğer meşru bir baba aracılığıyla meşru bir evli bir çiftin meşru çocuğu olarak doğsaydım, meşru adamlarca hazırlanan meşru bilgileri ezberleyerek meşru sınıflarda meşru eğitim almak zorunda kalacaktım. Bunun yerine ben her şeyi gözlerim, kendi düşüncelerim ve kendi deneyimlerim sayesinde öğrendim. Evet, bu doğru! Ben utanılacak eğitimsiz bir piç kurusuyum ama…” odayı göstererek “bunun beni aptal yaptığını düşünen kimse var mı burada?” diye sordu.
Sessizlik çökmüştü. Konuklar ellerindeki şarap kadehlerine baktılar.
Her şey kontrolden çıkmıştı. Tekrar kontrolü ele alma zamanıydı. Lirini alıp bir masanın üzerine çıktı. “Ressamlar heykeltıraşlara karşı. Uzun ve çetin bir kapışma. Ama sonunda kazananı bulduğuma inanıyorum,” dedi tellere dokunarak. “Ressam, eserinin önünde oturup hoş bir renge batırılmış fırçasını hafif dokunuşlarla hareket ettirir. Evi temiz, kıyafetleri güzeldir. Ancak heykeltıraş ise…” Michelangelo’yu göstererek ”kaba kuvvet kullanan, mermer tozuna karışmış teri çamur olup yüzüne bulaşmış biridir. Sırtı mermer taşlarıyla kaplı, evi ise mermer tozuyla kirlenmiş. Eğer bu öğrencinin iddia ettiği gibi ahlak, güzellikle eşdeğerse o zaman bir ressam bir taş yontucusundan daha ahlaklıdır.”
Michelangelo’nun basık burnu öfkeden şişti. Karşılık vermek üzere ağzını açtı ancak dönüp hışımla atölyeden çıktı.
“Müzik,” diye seslendi Leonardo. Müzisyenler bir kez daha çalmaya başladı.
Michelangelo
Michelangelo, Santissima Annunziata Manastırı’ndan hışımla çıkıp öfkesini yatıştırmak için kendini dolambaçlı sokaklara attı. Günlerce süren seyahat ve Bargello Hapishanesi’ndeki işkenceden yorgun düşmüştü. Gece olmuştu. Sürgülü pencerelerden yansıyan şömine ateşleri dışında şehir karanlığa gömülmüştü. Sakin ve sessiz bir akşamdı. Kendisi ise henüz sakinleşememişti.
O yaşlı bunak, ne cüretle hak etmediği halde kendisini küçük düşürebilirdi? Tamam, kendisi de öfkeye kapılıp sert tepki vermişti ama o yaşlı palavracının, bir oda dolusu yabancının önünde eseriyle alay etmesi kendisini çileden çıkarmıştı. Leonardo, kendisini sanatçı olarak bile kabul etmemiş hatta kendisiyle unutulmuş bir öğrenci, basit bir taş işçisiymiş gibi alay etmişti. Ne yapmalıydı yani? Gidip Leonardo’nun ayaklarına kapanacak değildi ya? Adam başarılı biri olmasına rağmen kaba herifin tekiydi. İşin en berbat tarafı da parmağına yüzükler takıştırıp saçlarına o komik kıvrımları verdirmiş o kendini beğenmiş palavracıya güvenmiş olmasıydı. Adamın tırnakları tertemizdi. Tırnaklarında kir bile olmayan bir adam nasıl sanatçı olabilirdi?
Michelangelo yüksek sesle küfretti. O anda karşıdan gelen bir yaya korkarak yolunu değiştirdi. Geceleri şehrin sokaklarında sadece deliler gibi kendi kendine konuşan suçlular ve fahişeler dolaşmaktaydı.
Üstatla aynı yerde bulunmaktan dolayı çok heyecanlanmıştı. Leonardo’nun atölyesi şu ana kadar gördüklerinden çok farklıydı; kitaplar, eskizler, müzik aletleri, boya fırçaları ve merak uyandıracak icatların modelleriyle doluydu. Duvarlar ve tavan, muhtemelen sanatçının kendisi tarafından çizilmiş, sihirli diyarlarda dolaşıp duran satirlere dönüşen meleklere ait duvar resimleriyle kaplıydı. Bir köşede gümüş bir lir, ahşap flüt ve lavta koleksiyonu ve bir gayda durmaktaydı. Duvarın birinde, Michelangelo’ya bir insanın ideal boyutlarını düşündüren, bir çember ve kare içine çizilmiş kolları ve bacakları yanlara doğru açılmış bir çıplak adamın resmi asılıydı. Üstadın çalışma masasının üstü bir çift gözlük, elle çizilmiş haritalar ve deri bir deftere tıkıştırılmış kâğıtlarla darmadağındı. Bir kaidenin üzerinde, hayal ürünü gümüş kanatlar ve sakal takılmış canlı bir kertenkele durmaktaydı. Bir büyüteç, bu tuhaf yaratığı, mor dilini dışarı çıkartan dev bir ejder gibi büyük gösteriyordu.
Ve tabii o muhteşem resim taslağı. Görebilmek için onca insanın atölyeye akın etmiş olmasına şaşırmamalı. Bu taslak haliyle bile tam bir sanat şaheseriydi. Michelangelo dizlerinin üzerine çöküp bir deste kâğıt ile tebeşir çıkarmıştı. Her iyi sanat öğrencisi, ustalarının eserlerini saatlerce kopyalardı. Kendi yetenekleriyle profesyonelliğe ermesine rağmen hâlâ öğrenmesi gereken çok şey vardı.
Sonra pembe bir gömlek, mor yelek ve altın sarısı platformlu ayakkabılarıyla o adam çıkagelmişti. Aralarına kırlar düşmüş, hoş bukleler halinde omuzlarından dökülen koyu kahverengi saçları, gülümserken ortaya çıkan bembeyaz dişlerini ve parlak altın renkli gözlerini daha belirgin kılıyordu. Michelangelo’nun şu ana dek gördüğü en yakışıklı erkekti bu.
Sonra her şey aniden kötüye gitmişti. Leonardo’yu öfkeye sürükleyen şey sanki Michelangelo’nun oradaki varlığı gibi görünüyordu.
Michelangelo ağır adımlarla, Kutsal Çarmıh Bazilikası’nın etrafına yerleşmiş ve eskiden yaşadığı Santa Croce’ye doğru yürüdü. Atölyelere sahip birkaç sanatçı ve yün boyacıları dışında, bu mahallenin sokakları dilencilerle, evleriyse düşük sınıf işçilerle doluydu. Burası Floransa’nın kalbinin attığı yerdi. Bu bölgenin çalışkan, sivri dilli sakinleri şehre hayat vermekteydi. Leonardo’nun atölyesine doluşan o geri kafalı Floransalıların arasında olmaktansa bu insanların arasında kendini çok daha rahat hissediyordu.