Isabella bakışlarını Leonardo’ya çevirerek “Kız kardeşim sana hiç portresini yaptıramadı değil mi? Peki, neden?”
“Sevgili Isabella,” dedi parmağını onun alt çene hattında gezdirerek. “Biliyorsun ki hamilerimin özel hayatlarını tartışacak kadar saygısız değilim.”
“Böyle bir alet seni işinden ederdi,” dedi Isabella, yabandomuzu derisine sarınmış bir halde atölyenin zemininde uzanırken. Resmini çizebilmek için Leonardo yataktan kalkmıştı. Tablosunu çizdiği modelleriyle neden yattığını kendisi de bilmiyordu.
Bronzdan yapılmış Apollon heykeline dayanıp Osmanlı’dan getirilmiş el dokuması bir kilimi kucağına çekerek “Belki,” dedi. “Ama aniden insanın görüntüsünü yakalayan bir makine düşün. Resim, kişiyle resim arasında gözle görülür hiçbir farkın olamayacağı kadar gerçek. Bilim adamları, sanatçılar ve mühendisler bile tarafsızlıklarını olağandışı bir düzeyde tutabilirdi.” Not defterini alıp içinde at resmi karalamaları, bir sürü çok yüzlü şekiller ve Milano’dan getirdiği eşyaların listesinin bulunduğu bir sayfayı açtı. “Bir kereliğine bile olsa böyle bir aleti kullanabilseydim eğer, tablo ressamı olarak bir kuruş kazanamayacağıma üzülmezdim.”
“Ama görüntülerin kopyasını çıkarmak için sadece makineler kullanılırsa o zaman insanın önemi kaybolacak ve insanlık yok olacaktır.”
Bir fırça darbesiyle Isabella’nın çene kıvrımını çizip “Çok yaklaşmak görüntüyü bozar,” dedi.
“Böyle bir mesafe koymak cahilliğin yanı sıra tehlikeli olur.” Keşke ailesi şimdi onu, Napoli kralının kız torunuyla teorik icatlarından birinin ahlaki etkileri üzerine tartışan Vincili bu taşra çocuğunu görebilseydi. Ressamlığa başladığı yıllarda insanlar ressamları alt sınıf işçiden farksız görmekteyken o, bu algıyı değiştirmişti. Artık ressamlar önemli ve düşüncelerine danışılan insanlardı. Gerçeği söylemek gerekirse değersiz bir meslek diye geçirdi aklından. “Tüm anlayışın anahtarı, uygun bilimsel nesnelliğe ulaşmaktır, hanımefendi. İşte bu yüzden uçmak istiyorum.”
“Ne dedin sen?”
“Uçmak.”
Isabella’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Havada? Kuş gibi?”
Leonardo başıyla onayladı.
“Dalga geçiyorsun.”
Leonardo hayır anlamında başını sallayarak “Kral Louis, böyle bir buluşun değerini anlar,” dedi. Sol elini kaldırıp parmağındaki iri mücevherli kuş figürlü yüzüğü göstererek “Bunu kendi parmağından çıkarıp bana verdi. Kraliyet koleksiyonundaki mücevherlerle süslenmiş,” dedi. Bugün satmaya kalksa binlerce düka altını ederdi. “Kral bana, bunun benim hedeflerimi desteklediğinin göstergesi olduğu ve uçmayı öğrendiğim zaman bu sanatı Fransa’ya getireceğimi umduğunu söylemişti.” Yüzük ona uğur getirmişti. Yüzük parmağında olduğu sürece bir gün uçacağından en ufak bir şüphesi yoktu. “Tabii siz ve cesur kocanız deneylerime desteğinizi sunarsanız bu icadımı asla Fransızlara vermem hanımefendi. Size söz veriyorum. Hepsi sizin olacak.”
“Sen kuş değil, bir ressamsın.”
Leonardo, Isabella’nın istiridyeye benzeyen gözkapaklarını ve o istiridyenin içindeki inciyi andıran gözlerini çizerken “Ben bir ressamdan çok daha fazlasıyım,” diye karşılık verdi. “Yoksa Tanrı neden bana insan vücudu, zihin, ışık, su, sayılar ve yıldızlar hakkında sorular sormak için böyle bir istek versin ki? Merakım beni sanatımdan koparmıyor, aksine onu besliyor. Müzik matematiği, matematik bilimi, bilim de resim sanatını besler. Eşsiz bir şey yaratmanın tek yolu, görünürde farklı şeyler arasında bağlantılar kurmaktır. Sadece resme odaklanmak onun yok olmasına neden olacaktır.”
Isabella eline zarif altın bir taç alıp başına yerleştirdi. “Ama ben senin göklerden yere çakılıp benim için ölmene katlanamam. Diğer taraftan, tanıdığım tüm insanlar arasında ancak sen böyle imkânsız bir şeyi gerçekleştirebilirsin, Üstat Leonardo. Hem uçmayı öğrenirken bir gün kanatlanıp benden kaçabilirsin. Bu yüzden sevgili markiziniz size uçmayı yasaklıyor. Sadece resminizi yapın. Sizden istenen bu.”
“Böyle ufak şeylerle yetinemem. Daha fazlasını istiyorum. Her zaman da isteyeceğim.” Gökyüzünü göstererek “Oradan ağaçları, nehirleri, dünyayı, tüm insanlığı inceleyebilirim. Bir şeyleri gerçek anlamda görüp anlamanın en iyi yolu da onu uygun bir mesafeden incelemektir,” dedi.
“Sen ve nesnellik takıntın… Herkesten ve her şeyden uzak durma konusunda ısrarınla aşkı hissetmeyi nasıl umabilirsin?” diye sorarak tepkisini gösterdi Isabella.
“Eğer bir gün âşık olursam hanımefendi, sizi temin ederim nesnel bir şekilde inceleyebileyim diye kendimi aşktan da uzaklaştırırım.”
Isabella üzerindeki postu yere bırakarak “Bunu yaptığın an, incelemeye çalıştığın şeyi öldürürsün,” dedi. “Aşk, mesafe koyarak yaşanmaz.”
Isabella’nın, Cesare Borgia’yı ağırlamak üzere ayrılmasıyla Leonardo atölyede yalnız kaldı. Burası güzel eşyalarla dolu bir odaydı. Burada kalmaya devam ederse bir gün kendisi de buradaki eşyalar gibi parlatılıp hayranlık duyulacak ve insanların dilinden düşmeyecekti. Tablo ardına tablo çizip, kocasının yokluğunda Isabella’yla ilişkiye girmekten şişmanlayıp tembelleşebilirdi. Bu da kolay bir yaşam olurdu.
Ertesi gün Leonardo ve Salaì sessizce eşyalarını toplayıp Mantua’dan ayrıldılar. Kanalları üzerine rüya gibi bir şehir tasarlayabileceği Venedik’e gitmeyi düşünüyordu. Ya da Roma’ya mı gitmeliydi? Tüm yolsuzluk ve savaş cehennemine rağmen kutsal şehir Roma’da sanat, yerden biten yabani otlar gibi gelişmekteydi. Sonra Floransa şehrini aklından geçirdi.
Evet, Pisa şehriyle savaş halindeki bu şehir, Cesare Borgia tehdidiyle her gün canlılığını yitirmekte olsa da hâlâ yarımadanın en zengin şehirlerinden biriydi ve tarihteki en büyük düşünürlere ev sahipliği yapmaktaydı. Çıraklık dönemini, kariyerine başladığı bu şehrin surları içinde uzun yıllar yaşamıştı. Neredeyse hiç dönmediği bu şehri terk ederken asla geri dönmemek üzere yemin etmişti. Yine de Floransa bulunduğu yerden kendisini göklere çıkaracak yeterli para, yaratıcılık ve özgürlüğe sahip tek şehirdi.
1501
Floransa
Michelangelo
İlkbahar
Michelangelo, üzerinde bulunduğu çimenlerle kaplı tepeden Floransa’yı görebiliyordu. Beyaz, sarı ve turuncu binaların oluşturduğu parıltılı mozaiği bir yılan gibi kıvrılarak akan Arno Nehri bölmekteydi. Şehrin ortasında, Santa Maria del Fiore Katedrali’nin pişmiş kilden yapılmış uzun kubbesi yükselmekteydi. Tanrı’nın görünmeyen elleriyle göğe doğru çekilmiş gibi görünen bu kubbe desteksiz inşa edilmiş dünyanın en uzun yapısıydı. Floransalılar Il Duomo’yu seviyordu. Şehirden çok uzun yıllar uzak kalanların, kubbenin altında oturabilmek için duydukları özlemle yanıp tutuştukları ve sanrılar gördükleri söylenmekteydi. Bitmek bilmeyen dört yıllık ayrılıktan sonra Michelangelo da, Il Duomo’nun gölgesini yüzünde hissetmeyi özlemişti ve bu özlemle yüzünü ateş bastı, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına çarpmaya başladı. Kubbe özlemi onu da kendine esir etmişti.
Pietà’sının açılışından sonra Floransa’ya geri dönmesi bir yıldan fazla zamanını almıştı. Roma’daki atölyesini kapatıp borçlarını ödedikten sonra Jacopo Galli güneyde kalma konusunda kendisini ikna etmeye çalıştı. Ancak sonunda Roma’yla vedalaşıp eski Cassia Yolu’ndan hac rotasını takip ederek kuzeye doğru yola koyuldu. Yol tehlikelerle doluydu. Fransız ordusunun etrafından dolanıp, Cesare Borgia’nın askerleriyle Perugia’nın batısındaki asi bir prenslik arasındaki çatışmadan kendini zar zor kurtarabilmişti. Sonra üzerlerinde Borgia Hanedanlığı armasını taşıyan bir grup kaçak paralı askerin saldırısına uğradı. Asla dövüşten kaçmayan biri olan Michelangelo onlara karşı dirense de haydutların, kendisini mor bir göz, kırık bir kaburga ve şişmiş bir dizle bırakmalarına engel olamadı. Üstelik çizmelerinin içinde gizlediği birkaç liret dışında tüm parasını da çaldırdı. Neyse ki heykellere şekil verirken kullandığı kolu zarar görmemişti.
Güçlü Kardinal Piccolomini’ye bir sunak panosu yapma görevini üstlendiği Siena’da, çatışma sonrasında kendini toplamak için bir mola verdi. Bu herhangi bir hayal gücünden yoksun, uzun ve zorlu bir çalışmaydı. Her heykeli tam olarak nasıl oyacağı konusunda talimatlarını veren kardinal, esere yaratıcılığını katmasına izin vermiyordu. Bu yüzden sunak görevini yardımcılarına devredip sonunda eve dönme vaktinin geldiğine karar verdi. Floransa’da yeteneklerini kullanacağı bir iş bulacağından emindi.
Yoldayken ailesine gelişini müjdeleyen bir mektup yazıp göndermişti. Onuruna güzel bir şölen hazırlayabilecekleri uygun bir zamanda mektubunun ulaşması için dua ediyordu. Kendisine hayran Floransalıların çiçek yaprakları ve borazanlarla kendisini karşılayıp, adına et ve kırmızı şaraplı bir ziyafet düzenleyeceklerinin hayalini kuruyordu. Belki de babası, şöminenin önündeki geniş, tüylü yatakta uyumasına izin verirdi.
Floransa’nın on iki metre yüksekliğindeki şehir duvarlarına ve ana kapıya yaklaştığında “Kapıyı açın, ben Floransalıyım,” diye seslendi.
Zırhlı iki muhafız önünde dikildi. Daha kısa ve ağzında hiç dişi olmayan asker atının dizginlerini tutarken, daha iri ve omuzunda keskin bir balta taşıyan muhafız “İsmin nedir, Floransalı?” diye sordu.
“Canossa Şövalyelerinin soyundan Michelangelo Buonarroti.” Üç asırdan fazla bir zamandır Floransa’da vergi ödeyen Buonarroti ailesinin soyu, on birinci yüzyıldaki cumhuriyet kurucularından Canossalı Matilda’ya kadar uzanmaktaydı.
İki nöbetçi, kökenleri kendileri için hiçbir şey ifade etmemişçesine boş bir ifadeyle yüzüne bakınca Michelangelo’nun kızgınlığı arttı. Gençliğindeki lakabını kullanarak “Medici bahçesinin heykeltıraşı,” dedi.
Ufak tefek olan muhafız kılıcını çıkararak “Medici mi?” diye sordu.
Michelangelo, o ismi söylediğine pişman oldu. Gençliğinde Medici olmak Floransa’daki tüm kapıları açardı. Maalesef Mediciler artık sevilen yöneticilerden çok korkulan asilerdi. Medicilerle ufak bir bağlantısının olması, ihanetten darağacını boylaması için yeterliydi. “Hayır, demek istediğim şu…” Michelangelo atını uzaklaştırmaya çalışmasına rağmen muhafız dizginleri sıkıca kavramıştı.
İri kıyım muhafız, Michelangelo’nun bacağını tutarken “Medici casusu,” dedi.
“Ben sadık bir Floransalıyım.” Michelangelo tam açıklama yapmak üzereyken muhafız baltasını sağ omuzuna doğru salladı. Michelangelo yana eğilip kurtuldu. Cahil bir muhafızın, her zaman kullandığı kolunu yaralamasına izin veremezdi. Muhafız yeni bir hamle yapmak için baltasını çekerken Michelangelo deri omuz çantasından çekicini çıkardı. Tam silahıyla hamle yapmak üzereyken başına nereden geldiğini anlayamadığı bir darbe aldı.
Kahramanca bir karşılama için bu kadarı da fazla diye düşünen Michelangelo’nun gözleri karardı.
Midesine aldığı yumruk darbesiyle Michelangelo kendine geldi.
Etrafı bulanık görüyordu ve her şey tepetaklak olmuştu. Zemin başının bir metre yukarısındaydı. Kendini toparlamak için kımıldandı. Bacakları kalın bir halatla bağlanmış, küçük ve penceresiz bir hücrenin tavanından aşağıya doğru asılı duruyordu. Kolları arkadan bağlanmıştı. Üstü sidik ve kusmuk kokuyordu.
Sırım gibi, ancak kaslı bir kale muhafızının silüeti belli belirsiz seçiliyordu.
“Lanet olsun! Ben Floransalıyım,” diye bağırdı Michelangelo.
Muhafız, kaba Napoli aksanıyla “Medici destekçisi casus!” dedi ve sonra Michelangelo’yu hızla döndürdü. Oda etrafında hızla dönüyordu. Michelangelo, tekrar kusmamak için gözlerini sıkıca kapadı.
Michelangelo dişlerini sıkarak “Ben casus değilim,” dedi.
“Kapıdaki muhafızlara Medici ailesine bağlı olduğunu söylemişsin.”
“Tamam, Il Magnifico’nun arkadaşıydım.”
Delikanlılık yıllarında Michelangelo, Floransa şehrinin gayri resmi yöneticisi “Muhteşem” lakaplı Lorenzo de’ Medici’ye hayranlık duyardı. Bir gün Michelangelo henüz on beş yaşındayken, Lorenzo genç heykeltıraşı mermer bir geyik yavrusu heykeli yaparken fark etmiş ve yeteneğinden öyle çok etkilenmişti ki Michelangelo’yu sarayında yaşayıp heykel bahçesinde çalışmaya davet etmişti. Bazen Medici ailesinin çocuklarıyla birlikte uyuyup yediği ve çalıştığı o muhteşem iki yılı düşündüğünde, kendisine sunulan tüm mutluluğu tüketmiş olmaktan korkardı. Hiç kimseye nasip olamayacak güzel günler geçirmişti orada. Ancak 1492 yılında Lorenzo’nun ölümüyle onun bencil ve hoyrat oğlu başa geçmişti. “Talihsiz” lakaplı Piero de’ Medici’nin, babasının heykeltıraşa olan sevgisini kıskanmasıyla Michelangelo’nun Medici ailesiyle ilişkileri bozuldu. Son olarak Floransalıların Piero’nun beceriksiz yönetimine karşı ayaklanmasıyla beraber aileyle olan tüm bağları da kopmuştu.
Michelangelo şehir kapısında Medici ailesiyle olan bağlarından övgüyle bahsederken, Piero’nun son altı yıldır sürgünde yaşadığını ve Floransa’nın yönetimini tekrar ele alma planları yaptığını aklına getirmemişti.
Muhafız Michelangelo’yla yüz yüze gelmek için onu tutup başını çevirdi. Nefesi ucuz şarap ve bozuk et kokuyordu. “Piero’nun şehrimize sızmasına yardım etmek için geldin, değil mi?”
Tekrar Michelangelo’yu döndürmeye başladı.
“Piero de’ Medici’den nefret ediyorum.” Kendini toparlamak amacıyla Michelangelo, zemindeki bir noktaya odaklandı. Bu neydi? Çamur mu? Yoksa su ya da kan mı?
“Floransa Cumhuriyeti’ni korumak ve o aptal adamdan uzak tutmak için canımı veririm.”
“Piero’nun casusu değilsen neden buradasın?”
“Burada yaşıyorum.”
“İki yıldır Floransa’dayım. Herkesi tanıyorum. Seni hiç görmedim buralarda.”
“Daha doğrusu burada yaşıyordum. Şu ana dek Roma’da çalışmaktaydım.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Heykeltıraşım ben,” diye cevapladı Michelangelo. Baş aşağı asılı durmasına rağmen mesleğini söylerken gururla omuzlarını hareket ettirmişti.
Muhafız “Heykeltıraş demek!” diye bağırdı. “İşte bu! Piero için heykeller yaptın. Senin yasal koruyucundu.”
Michelangelo sustu. Bu kısmen doğruydu, ama bununla ilgili hiç konuşmazdı.
“Eğer şimdi bana doğruyu söylemezsen sana isyancı suçlamasıyla işkence yaptıracağım.”
Michelangelo’nun içini korku kapladı. Hiç kimsenin onun varlığından, bir zindanda işlemediği suçlardan dolayı sorguya çekildiğinden haberi yoktu. Artmakta olan korkusunu bastırmaya çalıştı. Şimdi korkunun sırası değildi. “Bana işkence yapabilirsiniz, ama şunu bilin ki ben bir hain değilim.”
Muhafız, halatların birini keserek “Seni tutuklayanların söylediklerine bakılırsa ağzın epey sıkıymış,” dedi. Michelangelo’nun uzun süredir kan dolaşımı olmadığından uyuşan sağ kolu, cansız bir şekilde başının yanına düştü. Kolunu hareket ettirmek istedi ama başaramadı. Muhafız “Ama ben seni konuşturmasını bilirim,” diyerek Michelangelo’nun kolunu tutup çıt sesi gelinceye dek büktü.
Omuzunda hissettiği ani acı hissiyle Michelangelo bağırdı. Acıdan çok bir daha çekiç sallayamamaktan korktuğundan dolayı Michelangelo konuşmaya başladı. Acıyla “O lanet olası Piero benim yasal hamim değildi. Ailesine onca yıl sunduğum hizmetimden ve kardeşi gibi yanında büyümemden sonra benden tek bir şey istedi,” dedi.
“Ne? Söyle!” Muhafızın iri elleri Michelangelo’nun kollarını, fırtınada yelken halatına sarılıyormuşçasına sımsıkı tuttu. Yapacağı başka bir şey yoktu.
“Kardan adam,” dedi Michelangelo.
Muhafız elleriyle Michelangelo’nun kollarına yaptığı baskıyı azaltarak şaşkınlıkla “Ne?” diye sordu.
“Evet, kardan adam, yanlış duymadın. Bana herkesin önünde dışarı çıkıp kendisine bir kardan adam yapmamı emretti.” Geçen onca yıla rağmen o günün düşüncesi, yüreğinde aşağılanmışlık duygusunun kabarmasına neden oldu. “Güneş altında eriyen sanat. Böyle bir şeyi buyuran adama ben yasal hami demem.”
Muhafız, Michelangelo’nun kolunu bırakırken “Kardan yapılmış bir adam mı yani?” diye sordu. Michelangelo, acı içinde sallanan koluyla beraber halat üzerinde yavaşça döndü.
“Aslında daha çok buzdan yapılmış bir adamdı.” Konuşmasını sürdürecekse eğer, en azından söylediklerinin doğru anlaşılmasını istedi.
“Neye benziyordu?”
“Uzun ve inceydi. Melek heykeli yapmaya çalışıyordum ama bulutlar ve güneş işime engel oluyordu ve…”
Muhafız, taş duvarlarda yankılanan bir kahkaha patlatarak, “Kardan yapılmış bir adam. Hayatım boyunca böyle aptalca bir şey duymadım. Kim böyle bir şey yapar ki? Kardan adam.”
Michelangelo yere tükürerek “Size söyledim. Piero de’ Medici’ den nefret ederim,” dedi. Ağzı o kadar kuruydu ki patlamış dudağından biraz kan dışında hiçbir şey çıkmadı. “Şimdi gidebilir miyim?”
“Yurtsever duygularını teyit edecek bir ailen vardır herhalde?” diye sordu muhafız, her ikisi de yarım kalmış ön dişlerini gösteren gülüşüyle.
“Hapiste olduğumu bildirerek ailemi endişelendirmek istemiyorum.” Bunu yapmaktansa kolunu, bacağını ve hatta canını kaybetmeyi tercih ederdi.
Hücreden ayrılırken “Öyleyse sana kefil olacak biri gelmeden seni bırakamam,” dedi. “Bu arada, eğer kışa kadar burada yatmak zorunda kalırsan bize de bir kardan adam yaparsın artık.” Michelangelo çaresizce halatta sallanırken nöbetçinin sesinin hapishane koridorlarında yankılanışını işitti. “Kardan adam! Ben Beppe Amca’ya söyleyene kadar bekle!”
Öğlen geç bir saatte şehir hapishanesinden çıkarken, beyaz gün ışığı Michelangelo’nun gözlerini yaktı. Nihayet özgürdü. “Bana kefil olduğun için sağ ol dostum. Sen olmasaydın hayatımın geri kalanını Bargello’nun içinde bir halata bağlı sallanırken geçirmek zorunda kalabilirdim.”
“Orası biraz şüpheli. Bugünlerde şehirde hiçbir şey inançla yapılmıyor. Tabii para hariç. Bu son çete, dindarlığın ucuzluk olduğunu düşünüyor.” Francesco Granacci cebinden bir matara çıkartıp Michelangelo’ya uzattı. Matarayı alır almaz Michelangelo tatlı beyaz şarabı içti. Yakışıklı ve varlıklı bir aileden gelen Granacci, Michelangelo’dan yedi yaş büyük olmasına rağmen arkadaşından daha az yetenekli olduğu konusunda hep ısrarcı olmuştu. Michelangelo on iki yaşındayken Granacci, öğretmeni ressam Domenico Ghirlandaio’yu genç Michelangelo’yu çırak olarak çalıştırmaya ikna etmişti. Granacci “Yetenek konusunda her zaman Buonarroti’nin gerisinde kalırım,” demekten hoşlanıyordu. Kişisel yeteneklerine rağmen Granacci şimdi Floransa’da başarılı bir resim atölyesinin ustasıyken eve beş parasız dönen Michelangelo iş aramaktaydı.
“Bana pek ciddi göründüler,” dedi Michelangelo. Parmaklarını ağrıyan omuzunun eklem yerine bastırdı, ancak kemiklerini ve kaslarını hissetmedi. Ağrısı vardı, ama yakında iyileşeceğe benziyordu.
İkili Bargello’dan uzaklaşırken Granacci, hızlı bir şekilde son dört yılda şehirde meydana gelen değişikliklerden bahsetmeye başladı. Peder Savonarola’nın kazıkta yakılarak öldürülmesinden, Toskana topraklarını işgal eden Cesare Borgia’nın papalık ordusundan ve umutsuzca cumhuriyetlerini elde tutmaya çalışan aciz Floransa hükümetinden bahsetti. Granacci her zamanki gibi konuşup yürümeye devam ederken Michelangelo da mutlu bir şekilde onu izliyordu. Arkadaşını dinlerken Roma’da ne kadar yalnız olduğunu fark etmişti.
Dolambaçlı sokaklarda yürüdüler. Bazı dükkân sahipleri yeni gelen heykeltıraşı tanıyıp el salladı. Hatta birkaçı “Evine hoş geldin Michelangelo,” diye seslendi. Ama ismini hep o haşmetli “Lodovico Buonarroti’nin oğlu,” ifadesi takip ediyordu. Burada hâlâ babasının oğluydu. Bir kişi bile gelip onu muhteşem Pietà heykelinden dolayı tebrik etmedi. Kimse eserinin lafını ağzına bile almamıştı.
Granacci sonunda “Pekâlâ. Roma’da bir işin var mıydı?” diye sordu.
Michelangelo durdu. En ateşli destekçisi Granacci bile bilmiyordu. “Pietà adlı eserimi hiç duymadın mı?” diye sordu.
“Neyini?”
Michelangelo o an sanki nefessiz kaldı.
“Ah, evet doğru.” Eserini anımsamasıyla Granacci’nin çehresi değişti.
Michelangelo rahat bir nefes aldı.
“Evet duydum. Şu alışılagelmişin dışında genç Bakire Meryem ve İsa’lı heykel.” Granacci sıradan bir şeyden bahsediyormuşçasına Michelangelo’yu dirseğiyle dürterek “Eminim güzeldir dostum. Sen her zaman iyiydin zaten,” dedi. Granacci başka yorum yapmadan yürüyüşüne devam etti.
Michelangelo hayal kırıklığıyla yutkundu. Şerefine gösteri, şenlik ya da kutlama yemeği düzenlenmeyeceğini biliyordu. Buralarda hâlâ Medici ailesinin sarayından kovulmuş küçük heykeltıraş, Lodovico’nun oğlu Michelangelo’ydu.
Granacci “Dinle. Neden geri döndüğünü biliyorum,” dedi.
“Nedenmiş?” Şehirde pek tanınmadığını gören Michelangelo artık alacağı cevaptan emin değildi.
Granacci omuzunu silkerek “Duccio Taşı görevi tabii ki,” dedi.
Michelangelo durdu ve “Duccio Taşı da ne?” diye sordu.
Duccio Taşı, tarihteki en ünlü mermer parçası sayılabilirdi. Kırk yıldan fazla bir süre öncesine dayanan bu proje, eski Roma İmparatorluğu’ndan beri en büyük ve en pahalı heykel projesinin bir parçasıydı: Il Duomo’nun yüksek dayanma ayaklarını süslemek için Eski Ahit peygamberlerine ait on iki devasa mermer heykel yapmak. Halk arasında Operai olarak bilinen katedraldeki Sanat Eserleri Dairesi, Carrara tepelerinden tek bir devasa mermer bloğu satın alarak işe koyulmuştu. Yüksekliği üç adam boyundaydı. Bu yüzden tamamlandığında eski zamanlardan şu ana dek yapılmış en büyük heykel olacağı ümit ediliyordu.
Efsaneye göre gün yüzüne çıkarıldığı andan itibaren mermer taşın olağanüstü bir yönü vardı. Birçok dağı ve Arno Nehri’ni aştığı uzun ve meşakkatli yolculuğa rağmen Floransa’ya tek bir çizik almadan ulaşmıştı. Koskoca sert taş levha sanki yaşayan bir canlı gibiydi. Onu gören herkes şu ana dek çıkarılmış en beyaz ve en güzel taş blok olduğunu söylüyordu. Taşı gören katedralin ihtiyar heyeti, Floransa şehrinin ihtişam ve sadakatini yansıtması için mermerden Kral Davut heykeli yapılmasını buyurdu. Tek yapılması gereken şey, ona şekil verebilecek bir sanatçı bulmaktı.
Daha çok Donatello olarak bilinen Donato di Niccolò di Betto Bardi, heykelin karanlık çağlardan çıkarılıp eski Yunan ve Roma’ya ait muhteşem klasik sanatını çağrıştıran yeni bir döneme kavuşturulmasına yardımcı olmuştu. Donatello, önceden de iki tane Davut heykeli ve yine genç çobanın Golyat’ın kesilmiş kafası üzerinde duruşunu tasvir eden bronz bir heykelini yapmıştı. Bu yeni devasa mermer Davut heykelinin yapımı için o zaman yetmişli yaşlarında olan bu büyük ustanın görevlendirilmesi uygun görülmüştü.
Ancak Donatello’nun gözleri eskisi gibi görmüyor ve elleri yaşlılıktan titriyordu. Bu yüzden Operai’den, Duccio’lu Agostino’nun sorumlu olmasını rica etti. Görev Duccio’ya verildi ama herkes perde arkasından Donatello’nun çalışmaya katılacağını biliyordu. Sözleşmenin imzalanmasından kısa bir süre sonra Donatello öldü. Görev Duccio’ya kalmıştı ancak o, ustası kadar yetenekli biri değildi. Taşa vurduğu ilk darbe acemice, ikinci ise daha berbattı. Bir gün coşkulu bir şeyler yapmaktan yoksun Duccio, hiç el değmemiş mermer blok üzerine derin bir delik açtı. Çekici ve keskisini yere fırlatan Duccio, taşa şekil vermesinin imkânsız olduğunu söyledi. Ölüm döşeğinde Duccio’nun; kayanın sanki gerçek ustası kendisi değilmişçesine direndiğini sayıkladığı söylenmekteydi.
Duccio’nun başarısızlığından sonra diğer heykeltıraşlar, taş bloğu kurtarmaya çalıştılar ama hiçbiri başarılı olamadı. Duccio Taşı olarak bilinen mermer taş blok, katedralin dışında bir atölyeye kondu ve Il Duomo’yu devasa peygamber heykelleriyle süsleme programı utanç verici bir şekilde sona erdi.
“Duccio Taşı’na ne oldu peki?” diye tekrar sordu Michelangelo.
Granacci “Operai… Ona şekil verecek bir sanatçı arıyor,” diye kekeledi. “Haberin olduğunu sanıyordum.”
Michelangelo başını sallayıp “Hayır olmadı,” dedi. Dizleri titremeye başladı. Yoksa Operai; Duccio Taşı’nı -Donatello’nun bizzat dokunduğu tarihteki en ünlü mermer bloğu- tekrar diriltmeye mi çalışıyordu? Michelangelo’nun parmakları karıncalanmaya başladı.
Granacci “Üzgünüm, sana söylemeliydim,” diye mırıldandı.
Michelangelo, yüzüne yayılan bir gülümsemeyle “Pek tabii ki söylemeliydin,” dedi. Granacci’nin omuzunu tuttu. “O taş, bu elleri bekliyor. Bu görev benim olmalı.”
“Ama Michel,” dedi Granacci, başını öne eğerek. “Sana söylediğim de bu. Bu kesinlikle mümkün değil.”
“Neden?”
“Çünkü Operai, bu görevi çoktan başkasına verdi.”
Michelangelo, hâlâ hayatta olup şu anda Floransa’da yaşayan sanatçıları aklından geçirdi. Venüs’ün Doğuşu ve İlkbahar tablolarını yapan Sandro Boticelli, büyük bir usta olmasına rağmen heykeltıraş değildi. Pietro Perugino ve Michelangelo’nun ustasının kardeşi olan Davide Ghirlandaio da usta ressamlardı, ancak taş oyma konusunda Michelangelo’nun doğuştan yetenekleriyle rekabet edemezlerdi. Andrea della Robbia, mavi ve beyaz pişmiş topraktan yaptığı narin rölyef heykelleriyle ünlü olsa da mermer ustası değildi. Giuliano da Sangallo, heykeltıraşlık deneyimine sahipti, ancak asıl yeteneği mimari ve mühendislik üzerineydi. “Bu şehirde mermere benden daha iyi şekil verecek kimse yok,” dedi Michelangelo.
Granacci gözlerini kaçırarak “Evet var,” dedi.