banner banner banner
Yunan ve roma mitolojisi
Yunan ve roma mitolojisi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Yunan ve roma mitolojisi


Artemis, ikiz erkek kardeşi Apollon’un dişi suretidir ve fiziksel görünüşü bakımından ele alındığında onunla tam olarak uyumludur. Tıpkı onun gibi güzel ve merhametli bir ilahtır. Yine onun gibi bazen insanlara ölüm ve yıkım dağıtır. Apollon gibi fidanların gelişmesine yardımcı olur, şeytani ve ahlaksız olan her şeye onun kadar düşmandır. Yay kullanmada Apollon kadar beceriklidir. Bundan da sıkça yararlanır, üstelik sadece canavarları yok etmek için değil, arada sırada insanların küstahlığını cezalandırmak için de kullanır. Niobe’nin çocuklarının ölümü buna kanıttır. En sevdiği eğlence avlanmaktır. Ok kınını ve yayını kuşanıp bir grup nimfa (orman perisi) eşliğinde dağlarda ve vadilerde gezinir. Takip bittiğinde tatlı su kaynağında yıkanmaktan ya da kıl payı üstün geldiği perilerle etrafı çevrili bir şekilde çiçekli çayırlar üzerinde sevdiği danslardan birini başlatmaktan zevk alırdı. Annesi Leto’nun kalbi ise sevgili kızının masum oyunlarını izlerken neşeyle dolardı.

Bakire bir tanrıça olarak, özellikle evliliklerine dek koruyucusu olduğu ve kendileri için iffet örneği sağladığı genç kızlar tarafından saygı görür. Bir geyiğe dönüştürülen ve sonra kendi köpekleri tarafından parçalanan Akteon’un hikâyesi, Artemis’in bakire iffetine verilen zararın cezasız kalmadığını gösterir (Bu hikâye için Thebai efsanelerine bakınız).

Artemis, tıpkı erkek kardeşi Apollon’un güneşle açıkça özdeşleştirilmesi gibi aslen ay tanrıçası olarak görülür. Ancak bu anlayış dinlerin birbirine karıştığı günlere kadar giderek zayıflamış, sonra yeniden canlanmıştır. Artemis sıkça Selene ya da Phoebe (Luna) ile karıştırılmıştır.

Yunanların ulusal Artemis’i, aslında adına Lakonya’da insan kurbanlar sunulan zalim ve karanlık ilah Artemis Orthia’dan oldukça farklıydı. Likurgus bu barbar geleneği kaldırdı fakat onun yerine yıllık festivalinde tanrıçanın heykeli önünde birkaç erkek çocuğun zalimce kırbaçlanmasına neden oldu. Bu, Agamemnon’un Yunanlar Truva’ya yola çıkmadan önce kızı İfigenia’yı Aulis’te sunmak üzere olduğu aynı Artemis’tir. Tauris’te İskitlerin de insan kurban ederek gönlünü aldıkları bir tanrıçaları vardı. Bu durum onun Artemis Orthia ile karıştırılmasına neden oldu. İfigenia’nın tanrıça tarafından Tauris’e nakledildiği ve oradan kardeşinin yardımıyla tanrıçanın heykelini Yunanistan’a getirdiğine dair hikâye ortaya çıkmıştır.

Bizim için “Efeslilerin Dianası” olarak bilinen Efesli Artemis, bahsedilenlerin hepsinden oldukça farklıydı. Aslında bir Helen ilahından çok Asyalı bir tanrıydı.

Önceden Yunan Artemis olarak tanımlanan Romalı Diana, aynı şekilde aslen bir ay tanrıçasıydı. Bu itibarla Tusculum yakınlarındaki Algidus Dağı’nda çok eski bir mabede sahipti. Yunan Artemis’i gibi o da kadınların koruyucu tanrıçasıydı ve doğumda kadınlar tarafından kendisine dua edilirdi. Her ne kadar Yunan evli kadınları, bu hususta daha fazla korumayı Hera’nın ellerinde arasalar da benzer bir durum Artemis için de geçerliydi. Bununla birlikte Servius Tullius tarafından Latin Birliği’nin koruyucu ilahı yapıldıktan sonra Roma’da mutlak bir siyasi önem kazanmıştır. Nitekim Aventine Tepesi’nde kutsal bir koruya ve tapınağa sahip oldu.

Artemis geç Attika ekolünün ustaları arasında gözde bir tema olmuştur. Daima genç, narin, çevik ve kadınsı dolgunluklardan yoksun olarak temsil edilir. Avlanmaya düşkünlüğü genellikle taşıdığı ok kılıfı, yayı, ormanın sık çalılıklarından serbestçe geçmesini sağlayan yüksek kuşaklı elbisesi ve Girit sandaletleriyle açıkça gösterilir.

Mevcut heykellerden en meşhuru Tivoli’deki Hadrian Villa’sından gelen Versay Dianası’dır (14. Şekil). Artık Louvre koleksiyonunun başlıca parçasıdır ve güzellikte ona denk olmayan Belvedere Apollonu’nun değerli bir refakatçisidir. Bu heykelde tanrıça kadın avcı olarak değil, daha çok vahşi hayvanların koruyucusu olarak görünür. Sanki tam avlanmış bir geyiği kurtarmaya geliyormuş gibidir ve avcılara öfkeli bir ifadeyle baktığı anlaşılır. Sağ eliyle ok kılıfından bir ok kavramakta ve sol eliyle yayı tutmaktadır.

Vatikan koleksiyonundaki gerçekten güzel bir heykel, tanrıçayı en çarpıcı pozuyla tasvir ediyor. Ölümcül okunu henüz göndermiş ve hevesle yerine ulaşmasını izlemektedir. Yanındaki av köpeği iz sürme arzusuyla ileri atılmak üzeredir, dolayısıyla vahşi bir hayvan olduğu açıkça anlaşılıyor. Sol elinde tuttuğu yayı hâlâ gergin dururken sağ elindeki okunu henüz doğrultmuş durumdadır. Bir ayağını âdeta zafer hissiyle kaldırmıştır ve vücudunun tamamının duruşu onurlu bir galibiyet sevincini ifşa etmektedir. Diana’nın başlıca simgeleri arasında yay, ok kılıfı, mızrak, ışık ve hayat dağıtma gücünün sembolü olarak meşale bulunur. Dişi geyik, köpek, ayı ve yabandomuzu onun adına kutsal sayılırdı.

14. Şekil: Versay Diana’sı.

6. Ares (Mars)

Zeus ile Hera’nın oğlu Ares, çarpışmaların bilge dağıtıcısı Athena’dan açıkça ayırt edilebilen ölümcül ve yıkıcı yönüyle savaşın temsilcisidir. Aslen, fırtına kaplı gökyüzünün canlı bir örneğini olması muhtemeldir. Homeros’a göre evi haşin ve kasvetli fırtınaların yurdu olan Trakya’dır. Her ne kadar Yunanistan’da çok yaygın bir şekilde kendisine tapınılmasa da bu bölgenin savaşçı sakinleri arasında büyük saygı görür. Homeros, İlyada eserinde kaba ve “insan katili” savaş tanrısını özellikle canlı renklerle betimler. Burada sadece savaşın vahşi şamatasından zevk alan, kavga ve katliamdan asla bıkmayan bir ilah olarak görünür. Baştan aşağı pirinçten zırhla kaplanmıştır; tepesinde kuştüyü dalgalanan miğferi, havaya kaldırdığı mızrağı ve sol kolunda boğa derisinden kalkanıyla önüne çıkan herkesi şiddetli öfkesiyle devirerek savaş alanında gezinir. Gücünü müthiş kıvraklığıyla birleştirir ve Homeros’a göre tanrıların en çeviğidir. Ancak ne kadar kuvvetli olursa olsun Atina’daki savaşta Athena tarafından mağlup edilir. Mütevazı cesaretin çoğunlukla fevri şiddetten başarılı olduğunun aşikâr göstergesi.

Ares’in her zamanki yardımcıları ve hizmetçileri Korku ve Terör’dür. Bazı yazarlar tarafından oğulları olarak tasvir edilirler fakat Homeros’ta ona karşı dövüşürler. Yunanistan’daki başlıca mabetleri hakkında söylenecek çok şey yoktur. Thebai’de veba tanrısı sayılır ve başka her yerde Hephaistos’un eşi olarak görünen Afrodit ona eş olarak verilmiştir. Onun sayesinde Kadmos ile evlenip Thebai’deki Kadmos ırkının kadın atası olan Harmonia’nın babası olmuştur. Atina’dan yerel bir efsaneye göre Poseidon’un bir oğlunu katletmesi, Areopagos’un[18 - Ares Tepesi olarak bilinen cinayetlerin ve dinsel suçların yargılandığı yer. Efsaneye göre Ares’in cinayetinin ardından Poseidon tüm tanrılardan bir araya gelip Ares’i burada yargılamalarını istemiştir (ç.n.)] kurulmasına neden olur. Ares burada intikam tanrısı olarak görülürdü. Alcamenes tarafından yapılan meşhur bir heykel Atina’daki tapınağını süslemektedir. Ayrıca Sparta’nın savaşçı insanları arasında Ares’e tapınmak oldukça yaygındı.

Bu ilaha Roma’da, Mars ya da Mavors adı altında çok daha büyük bir saygıyla tapılmıştır. Hatta en eski İtalyan kabileleri arasında bile önemli bir yer edinmiş gibi görünüyor. Ancak burada ona barışçıl hayvan yetiştiriciliği ve çiftçilik uğraşları sebebiyle pek ilgi göstermedikleri savaş tanrısı olarak değil, kışın güçlerine karşı zafer kazanan bahar tanrısı olarak ibadet ediliyordu. İlkel insanların, sürülerinin ve tarlalarındaki mahsullerin bolca olması için aradıkları onun cömertliğiydi. Kötü havalar ve yıkıcı salgınlara karşı koruma için yalvardıkları Mars’tı.

Ancak savaşçı Roma’da bu ilah, kısa süre içinde barışçıl karakterini bir kenara bıraktı ve savaş tanrısının görkemli zırhını kuşandı. Hatta Roma devleti ve halkının Jüpiter’den sonra en önemli tanrısı olduğu kabul edildi. Numa, ona kendisine ait bir rahip verip onuruna Salii papazlık müessesesini yarattı ya da inşa etti. Kutsal efsaneye göre önemli olay bu vesileyle gerçekleşmiş oldu. Kral Numa, bir gün Palatino Tepesi’nin eteklerindeki eski saraydan genç Roma devletinin iyiliği ve korunması için ellerini kaldırıp Jove’ye yakarıyordu. Bu sırada tanrı lütfunun bir emaresi olarak göklerden dikdörtgen bir pirinç kalkan (ancile) indirmişti. Numa, daha sonra Mars’ın kalkanı olarak bilinen bu kalkanın dikkatlice korunmasını sağladı. Çalınmasını engellemek için bir sanatçıya kalkanın aynısından on bir tane daha yapmasını emretti. Bunların korunması adına Roma’daki en soylu ailelerden seçilmiş on iki, tam olarak kalkanların sayısı kadar, rahipten oluşan Salii Papazlık Okulu’nu kurdu. Her yıl Mars için kutsal sayılan mart ayında kutsal kalkanları kuşanıp Roma’nın sokaklarında geçit törenine katılıyor, savaş dansları edip antik savaş şarkılarını söylüyorlardı. Kral Numa’nın döneminden sonra “Baba Mars”a ibadet etmek giderek popülerleşti. Sefere çıkılacağı zaman Roma ordusu ayrılmadan önce imparator, her defasında eski saraydaki tanrının mabedine giderdi. Orada Mars’ın heykelinin kutsal kalkanı ve mızrağına dokunup “Kolla bizi Mars!” diye haykırırdı. Popüler inanışa göre ordu savaşa giderken tanrı kendisini gizleyerek önlerinden gidermiş ve bu nedenle “Gradivus” ismini almış. Lukanlar ve Bruttianlara karşı yapılan savaşta (MÖ 282) konsül üyeleri saldırıya geçip geçmeme konusunda tereddüde düştüğünde boylu boslu ve yakışıklı, ismi meçhul bir genç, birlikleri düşman karargâhına saldırıya geçmek üzere cesaretlendirmiş ve duvara ilk tırmanan olmuştur. Daha sonra bu gence hak ettiği pahalı ödülü verebilmek için arandıklarında ardında hiçbir iz bırakmadan gözden kaybolduğunu fark etmişler. Bu kişinin Baba Mars’tan başkası olamayacağını düşündüklerinden, konsül üyesi Fabricius onun adına üç gün boyunca şükran kutlaması yapılmasına karar vermiş.

Böylece Mars savaşta elde edilen tüm ganimet üzerinde makul bir hak elde etmişti. Yenilginin nedeni ise insanların olağanüstü bir kefaretle engellemeye çalıştıkları gazabına atfediliyordu.

Yaygın inanış Mars’ı, iffetli bir bakireyle birlikteliği sayesinde Roma şehrinin efsanevi kurucuları olan Romulus ile Remus’un babası kılmıştır. Eşi, Nerio gibi görünür fakat Nerio Roma’da hiç saygı görmemiştir.

Mars’ın hizmetinde, şimdiye kadar bahsedilen Yunan ilahlarına hesap veren Metus ve Pallor’u ve Yunanistan’da olmasa da Pontus ve Kapadokya’da tapınılan ve Enyo’ya karşılık gelen kız kardeşi Bellona’yı görüyoruz. Bellona’nın Campus Martius’ta bir tapınağı vardı.

Romalı gençlerin ünlü talim alanı olan Campus Martius (Mars’ın Sahası), Quirinal Tepesi’nden batıya Tiber Nehri’ne kadar uzanıyordu ve savaş tanrısına adanmıştı. Sezar’ın katillerini devirdikten sonra Augustus, yani manevi babası, Mars adına güzelliği ve ihtişamıyla tanrının diğer tüm tapınaklarını geride bırakan Yunan stilinde bir mabet inşa ettirdi. Tapınağın üç kolonu, artık tarihe karışan görkemin sessiz tanıkları gibi hâlâ dimdik ayakta duruyor. Mars’ın onuruna mart ayında çok sayıda festival düzenlenmiştir. Saliilerin geçit töreni festivalin başlıca etkinliğini oluşturuyordu. Bunun yanı sıra festivalde yarışmalar ve oyunlar da bulunuyordu. Ayrıca ekim ayının ortasında Mars onuruna iki tekerlekli araba yarışları düzenleniyordu. Yarışta zafer kazanan takımın arabasının solundaki atın tanrıya sunulması geleneği hüküm sürüyordu. Şehrin en eski iki konutunda yaşayanlar, katledilen hayvanın başı uğruna çarpışıyordu. Atın başına sahip olmanın muazzam bir bereket getireceği düşünülüyordu.

15. Şekil: Mars Ludovisi.

Antik dönem sanatçıları Mars’ı uzun boylu ve güçlü bir genç adam olarak temsil etmişlerdir. Atikliği de gücü kadar göze çarpar. Karakteristik özellikleri arasında kısa kıvırcık saçları, küçük gözleri, şiddetli ve ihtiraslı doğasını simgeleyen geniş burun delikleri bulunur. Mevcut heykelleri arasında en meşhuru Roma’daki Ludovisi Villası’nda bulundan Mars Ludovisi’dir. Çoğunlukla bunun Skopas’ın bilinen çalışmasının taklidi olduğu varsayılır. İlah bu çalışmada savaşın ardından dinlenirken temsil edilir. Doğal mizacındaki sertliğin yerine, daha mülayim bir ruh haline bürünmüş gibi görünür. Ayaklarının dibine çömelmiş vaziyette duran küçük aşk tanrısı, sanki en vahşi ve zapt edilmesi güç olanın bile onun emirlerine uymak zorunda olduğunu görmekten memnunmuş gibi Mars’ın yüzüne yaramaz, sevinçli bir gülümsemeyle bakar. Bu da ilahın neden böyle sakin bir ruh halinde olduğunu göstermektedir (15. Şekil). Mars Ludovisi, biraz geç bir döneme ait olsa da Yunan asıllı orijinal bir eserdir. Diğer yandan Louvre’daki Mars Borghese şüphesiz Roma asıllıdır. Hephaistos’un becerisiyle dondurulmuş Ares’i temsil ettiği düşünülmektedir.

Bu iki temel heykelinin yanı sıra Münih koleksiyonundaki Mars büstünden de bahsetmek gerekir. 16. Şekil’de gravür çizimini verdiğimiz alışılmadık derecede etkileyici baş figürüyle ayırt edilmektedir.

Mars’ın simgeleri miğfer (av köpeği ve griffon figürleriyle süslenmiş), kalkan ve mızraktır. Kutsal hayvanları ise kurt, at ve ağaçkakandır.

16. Şekil: Ares’in büstü. Münih Heykel Sergisi.

7. Afrodit (Venüs):

Afrodit, İlyada destanında Zeus ve göklerin tanrısının eşi olarak Pelasglar arasında büyük saygı gören nem tanrıçası Dione’nin kızı olarak temsil edilir. Ancak bu anlatı zamanla, sonraki şairler arasında yaygınlaşan başka bir hikâyeyle yavaşça yer değiştirir. Bu şairler, Afrodit’in denizdeki köpüklerden doğduğunu ve sırf bu nedenle ona göre kutsal sayılan Kıbrıs’ta ilk defa karaya çıktığını aktarır. Muhtemelen doğanın yaratıcı ve üretken güçlerinin canlı örneği olduğundan, köken itibarıyla kesinlikle oryantaldir. Yunanlar arasında güzellik ve cinsel tutku tanrısı olarak yer alır.

Ozanlar arasında oldukça yaygın olan düşüncenin kesinlikle tanrıçanın bütün karakterini içermediğini hatırlamamız gerekir. Bu sadece, fevkalade güçleri sayesinde doğal ve bitkisel dünyada tüm tohumların hızlıca canlandığı baharın tanrıçası olan Afrodit Pandemos’un (eski Afrodit) karakterini yansıtır. Kendisine bereket ve refah dağıtıcısı olarak saygı duyulan bir gök tanrıçası olan Afrodit Urania isminde başka bir ilah vardır. Ayrıca rüzgârlarla dalgaları kontrol edip gemilere uygun ve bereketli bir geçiş sağlayan ve gemilerle denizcilerin koruyucu ilahı olan Afrodit Pontia’dan (denizlerin Afroditi) da bahsedebiliriz. Yunan denizlerindeki sayısız ada ile limanda Afrodit’e yaygın bir şekilde tapıldığı için bahsi geçen karakterlerinden ikincisinin en yaygın olarak saygı duyulduğunu farz edebiliriz.

Ozanlar, Afrodit’i sihirli gücüne en zekilerin karşı koyamayacağı, tüm tanrıçalar içinde en güzel tanrıça olarak betimler. Hatta vahşi hayvanlar bile onun gücünün farkına varıp kuzu gibi etrafını sarmışlardır. Aksi halde anlaşılması güç olan bu gerçeğin kısmi açıklamasına göre; tanrıçaya istediğinde kullanmaktan vazgeçip başkalarına ödünç verebildiği, aşk doğuran meşhur sihirli bir kuşak bahşedilmiş. Bu şekilde diğerlerinde tutkuların coşmasını sağladığından kendisi de bunun etkisinden uzak kalamamış. Bu durumun ispatı, aslında birbiriyle bağdaştırılması kolay olmasa da tanrılar ve ayrıcalıklı ölümlülerle yaşadığı sayısız aşk hikâyesidir. Kocasının bazen Ares bazen de Hephaistos olduğu söylenir. Aslen Limni’de ortaya çıkan ikinci söylenti daha yaygındır. Bunun nedeni muhtemelen tanrıçaların en güzel ve sevimlisini topal ve çirkin ateş tanrısıyla eşleştirmedeki tuhaflığın malum bir cazibesinin olmasıydı. Afrodit ile Hephaistos’un birleşmesinden herhangi bir çocuğun dünyaya geldiği söylenmiyor. Ancak Eros ve Anteros ile Deimos ve Phobus’tan, Ares’ten doğan çocukları olarak bahsedilir. Yerel mahiyetteki diğer efsaneler ise onu genellikle Dionysos ya da Hermes ile eşleştirir.

Yakışıklı Adonis’e olan aşkıyla ilgili söylence ise Asya kökenli olup Yunanistan’a ulaşıncaya dek çeşitli değişikliklere uğramıştır. Hikâyenin başlangıcı kolayca diğerlerinden ayrılabilir niteliktedir. Açıkça doğanın sonbaharda çürümesi ve baharda yeniden dirilmesini temsil eder. Afrodit’in şefkatle sevdiği Adonis, avlanırken bir yabandomuzu tarafından öldürülmüştür. Tesellisi olmayan kaybının üzerine Afrodit, acınacak bir şekilde Baba Zeus’a onu yeniden hayata getirsin diye yalvarır. Zeus sonunda Adonis’in yılın yarısını gölgeler diyarında diğer yarısını yerüstünde geçirmesine razı gelir. Adonis’i hayattan mahrum kılan bu canavar, şiddetli soğuğuyla doğadaki her şeyi çürüten dondurucu kışın yegâne sembolüdür.

Truva anlatısında Afrodit önemli bir rol oynar. Paris’in, aşığı Helen ile kaçmasına yardım ettiği için savaşın asıl sebebidir. Bu yardım Paris’in, güzellik ödülünü Hera ya da Athena yerine Afrodit’e armağan ettiği meşhur hükmünün mükâfatı olmuştur. Onun dışında Truvalı prens Ankhises de Afrodit’in lütfundan yararlanmıştır, ilişkileri sayesinde Afrodit dindar kahraman Aeneas’ın annesi olmuştur.

Tanrıça her daim talihsiz âşıklara yardım etmeye hazır gibidir. Nitekim kahraman Peleus'a, güzel deniz perisi Thetis’i elde etmede yardım etmiştir. Diğer yandan aşırı gurur ve kibirden dolayı gücüne karşı koyanları şiddeti bir şekilde cezalandırır. Bu durum üvey annesinin aşkı aracılığıyla perişan ettiği Atina Kralı Theseus’un oğlu Hippolytos’un efsanesinde ve bir orman perisi olan Echo’nun aşkını küçümsediği için bir türlü hoşnut olmayan, kendini beğenme lanetiyle cezalandırılan yakışıklı genç Narkissos’un anlatısında açıkça görünür.

Mevsimler ile Güzellikler, Afrodit’in hizmetçileri olarak karşımıza çıkar. Görevleri onu giydirip donatmaktır. Ayrıca evlilik tanrıçası Hymen ya da Hymenaios’un yanı sıra Eros, Pothos ve Himeros (Aşk, İstek ve Arzu) ona eşlik eder.

Romalı Venüs (güzel olan), ilk İtalyan kavimler tarafından bahar tanrıçası olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle tomurcuklanma ayı olan nisan, onun için kutsal sayılır. Başlangıçta insanlar arasında medeni uyum ve sosyalleşmeyi teşvik etmede hayırsever bir etkiye sahip olduğu yorumuna dayanarak belli bir sosyal saygınlık elde etmiştir.

Yunanların Afrodit’i ile özdeşleştirilmesinin ardından, yavaş yavaş yalnızca duygusal aşk ve tutku tanrıçası haline gelmiştir. Başlıca üç tapınağı bulunur. Bunlar Venüs Murcia, Venüs Cloacina ve Libitina’dır. Bu soy isimlerden ilki, Venüs’ü mersin tanrıçası (mersin ağacı saf aşkın bir simgesi olarak görülür) olarak göstermektedir. Tapınağı Aventine Tepesi’nin yamacında bulunur ve buraya Ancus Marcius’un yerleştirdiği Latinler tarafından inşa edildiği düşünülür.

Venüs Cloacina (arındırıcı) tapınağının, Sabin kadınlarının iğfal edilmesinin ardından Romalılar ile Sabin halkının uzlaşmasının anısına inşa ettirildiği söylenir. Libitina soy ismi ise cesetlerin tanrıçası olduğunu gösterir. Cenazeler için gerekli tüm araçlar bu tapınakta tutulurdu ve hizmetlileri aynı zamanda şehrin umumi cenaze levazımatçılarıydı. Bu şaşırtıcı durum karşısında okur olarak, nasıl olur da aşk ve zevk kraliçesi Venüs’ün böyle bir özelliği olur diye merak edebilirsiniz. Ancak başka her alanda olabileceği gibi son derece zıt kutuplar bir araya gelebilir. Ayrıca antik insanların mitolojik kavramlarına alışık olanlar, yeryüzü tanrılarının durumunda daha iyi anlayabileceğimiz bu çifte mizaca pek şaşırmayacaktır.

Bu antik dönem tapınaklarına Farsalus Muharebesi’nde verdiği sözü yerine getirmek üzere evlilik tanrıçası Venüs Genetrix adına Jül Sezar tarafından yaptırılan bir başkası eklenmiştir.

Afrodit ya da Venüs herkesin bildiği üzere antik dönem sanatçıları arasında özellikle yaygın bir tasvir konusu olmuştur. İster keski ister fırça kullanarak aşkın tüm cazibesiyle donatılmış en mükemmel dişi güzelliğe anlam katma görevi, sanatçıları sürekli çabalarını yenilemeye teşvik etmiştir. Venüs’ün heykellerinin yapımına çıplakların en az itici göründüğü tanrılar arasında genç ve yakışıklının temsil edilmesine kendini adayan geç Attika ekolünün ustaları özellikle girişmişlerdi. Praksiteles tarafından yapılan Knidos Afroditi, bu üstadın en önemli eseriydi ve Knidos halkı bundan o kadar çok gurur duyuyorlardı ki tanrıçanın resmini paralarının üstüne bastırdılar. Tanrıçayı tamamen çıplak resmetmeye cesaret etmiş olmaları, hem yaygın inancın azalması hem de sanatın bozulmasının işareti sayılabilir. Bundan itibaren tapınaklar için yapılan heykeller hariç Venüs ile akrabası olan ilahları çıplak betimlemek yerleşik bir gelenek halini aldı. Venüs ayrıca heykellerinde şişman bir vücut ile ayırt edilir ama yine de incelik ve narinlik birleşimi de mevcuttur. Çehresi ovaldir. Gözleri çok iri olmamakla birlikte mahzun bir ifadeye sahiptir. Ağzı küçük, yanakları ile çenesi dolgun ve yuvarlaktır.

Burada mevcut sayısız heykelinin sadece en önemlilerinden bahsedebiliriz. Bunlar arasında sanatsal değeri olanların başında 1820 yılında Milos adasında bulunan ve gerçeğinden daha büyük mermerden bir heykel gelir ve şu anda Paris’teki Louvre’da bulunur (17. Şekil). Bu heykelde vücudunun yalnızca üst kısmı çıplaktır ve alt kısımları, yani kalçasından aşağısı hafif bir giysiyle örtülmüştür. Bu olağanüstü heykelde insan en çok hangisine hayran kalacağını şaşırıyor; başının tuhaf derecede onurlu ifadesi mi yoksa uzuvlarının büyüleyici dolgunluğu ve mükemmel oranları mı? Kolları tamamen kopuk olduğundan sanatçının görüşünü kesin olarak belirleyemiyoruz. Yine de tanrıçanın elinde ya Milos Adası’nın sembolü olan bir elma ya da Ares’in bronz kalkanını tuttuğu düşünülür. Bakışları gurur ve neşeli bir öz bilinci dışavurmaktadır.

Venüs Capua heykelinde (Amfitiyatro’nun kalıntıları arasında bulunduğu için bu isim verilmiştir) yine zafer kazanmış bir tanrıça (Venüs Victrix) olarak görünür. Heykel, şu anda Napoli Müzesi’nde bulunmaktadır. Çıplak vücudunun biçimi Venüs Milo’nunki kadar dinç ya da canlı değildir, biraz zayıf ve hatları belirsizdir.

17. Şekil: Venüs Milo Heykeli. Louvre.

Önceden Roma’daki Medici Villa’sında bulunan Medicili Venüs heykeli daha iyi bilinir. Bu heykel MÖ ikinci yüzyılın sonunda, Yunan sanatının bir süreliğine bir kez daha serpildiği Geç Attika ekolüne ait bir eserdir. Muhtemelen Roma’da yontulmasına karşın Atinalı sanatçı Kleomenes’in çalışmasıdır. Venüs Anadyomene (denizden yükselen) olarak tanrıça tamamen çıplak görünmektedir. Bu, heykelleri arasında görünüşü itibarıyla en genç olanıdır ve tanrıçanın kibirli onurundan tek bir iz görünmese de vücudunun mükemmel düzgünlüğü ve güzelliğiyle ayırt edilir. Kraus, Christian Art (Hıristiyan Sanatı) başlıklı eserinde bu heykel için “Venüs Milo, görünüşe göre utangaç pozu yalnızca izleyicilerine meydan okumak anlamına gelen bu işveli hatuna nasıl alçalmış!” diye yorumda bulunur.

18. Şekil : Venüs Genetriks Heykeli. Villa Borghese

Vatikan koleksiyonundan Banyoda Çömelen Venüs ve Münih Galerisi’nden Sandaletini Çıkaran Venüs üslup bakımından benzer eserlerdir. En önemli örnekleri Roma ve Münih’te bulunan Knidos Venüsü’nün bazı taklitlerinde ve ayrıca Roma’daki Borghese Villası’ndan mükemmel derecede zarif Venüs Genetriks (18. Şekil) heykelinde tanrıça çok daha vakur bir tavır takınmaktadır.

Venüs’ün simgeleri, tanrıçanın geçerli algılanma biçimlerine göre son derece çeşitlidir. Kumru, serçe ve yunus; bitkilerden ise mersin ağacı, gül, elma, gelincik ve ıhlamur ağacı onun için kutsaldı.

8. Hermes (Merkür):

Hermes, Atlas’ın kızı Maia ile Zeus’un oğluydu. Arkadya’daki Kilene Dağı’nda bir mağarada doğduğu için Cleneus ismiyle bilinir. Gençliğine dair hikâyeleri çoğunlukla Homeros İlahileri olarak bilinen eserden öğreniyoruz. Eser hoş bir şekilde doğumundan kısa süre sonra Hermes’in kurnazlığını, maharetini ve karakterinin başlıca özelliklerini nasıl sergilediğini anlatır. Sadece tanrılarda görebileceğimiz kadar şaşırtıcı biçimde büyüyerek doğumundan dört saat sonra annesinin kucağından atlamıştır. Bir kaplumbağa bulup kabuğuna teller germiş ve hemen Zeus ile Maia’nın aşkları üzerine şarkı söylemeye başladığı liri icat etmiştir. Daha sonra akşama doğru canı dayanılmaz bir şekilde et çektiğinden, aceleyle Pierya’ya gidip Apollon’un sürülerinden elli boğa çaldı. İkisini öldürüp açlığını yatıştırdıktan sonra annesinin mağarasına döndü ve hiçbir şey olmamış gibi uzanıp yattı. Ancak Apollon hırsızlığı kısa sürede fark etti ve hemen edepsiz hırsızın peşine düştü. Hermes masummuş gibi davrandı ve suçlamayı inatla inkâr etti. Apollon kandırılamazdı ve genç hırsızı tartışmaları hakkında karar vermek üzere Zeus’un tahtına giderken kendisine eşlik etmeye zorladı. Zeus, Hermes’e hayvanları geri vermesini emretti lakin Apollon yeni icat edilen lirin karşılığında hayvanları memnuniyetle Hermes’e bıraktı. Böylece Hermes çobanların ve çayırların tanrısı oldu. Apollon da bundan böyle kendini ateşli bir şekilde müzik sanatına adadı.

Kusursuz uzlaşılarının sembolü olarak Apollon, kardeş tanrısına altından asa Caduceus’u ya da sihirli asayı hediye eder. Asayla dilediği herkese mutluluk bahşedebilir. Bundan sonra ikisi de Baba Zeus’un en sevdiği oğulları olarak son derece uyum ve sevgi içinde yaşadılar.

Apollon sıcak, neşeli gün ışığını temsil ederken Hermes, doğanın bir gücü olarak yağmurdur. Yağmur ve gün ışığının ikisi de göklerin büyük tanrısının ürünleri ya da mitoloji dilinde onun oğullarıdır. Her ikisi de insanlığa karşı iyiliksever ve merhametli ilahlardır ve muhtemelen Hermes ile Apollon’un bu kadar çok ortak özelliği olmasının nedeni budur. Aralarındaki başlıca fark, ışık tanrısı olarak Apollon’un zihnin daha yüksek seviyesini temsil etmesine karşın Hermes’in dünyanın pratik aklını temsil ettiği gerçeğidir.

Hermes’in karakterindeki en önemli özellikler şöyle sıralanabilir; bereket veren yağmur tanrısı olarak özellikle insan hayatına dair her türlü ilişkide tüm güzel armağanların dağıtıcısı olarak görülür. Hayvan sürülerinin verimliliğini artırmakla kalmaz; tüm işlerde, özellikle ticaret ve alışverişlerde bolluk ve bereket bahşeder. Yollar ile sokakların koruyucusu ve ticaret seyahatine çıkanların yardımsever kılavuzu olarak Hermes, ticarette uyanık ve hırslı olan Yunanlarda her daim saygıya değer görünmüş olmalıdır. Dolayısıyla, insanlar onun adına yollara “herma” adı verilen büst sütunlar dikmişlerdi. Bunlar bir ya da iki başlı salt taştan yapılma bloklar ya da direklerdi. Sonraları kavşaklara dikilip yön tabelası olarak kullanıldılar. Hermalar şehirlerin caddelerinde ve kent meydanlarında sıklıkla görünüyordu. Hermes gezgin tüccarları koruyup kollamakla kalmazdı, diğer tüccarları kurnazlıkla alt etmeleri için onlara açıkgözlülük ve hinlik de bahşederdi. Kariyerine ustaca bir hırsızlıkla başlayan tanrı olarak, hırsızlar ve dolandırıcıların işlerine başlamadan önce kendisinden koruma dilemelerine izin verirdi. Tıpkı İtalya ve Yunanistan’daki günümüz hırsızlarının ve haydutlarının koruyucu azizlerinden kendilerine zengin bir av bahşetmesini dilemekte hiçbir sorun görmemeleri gibi. Örneğin kumarda kazanılan her şans ve her uğurlu keşif Hermes’e yorulmuştur.

İnsan hayatında bu denli önemli rol oynamasına rağmen Hermes, Zeus’un hızlı ulağı ve mahir yardımcısı olarak görülür. Epik ozanların onu betimlemekten hoşlandıkları görünüm budur. Babası Zeus’un ya da Olimpos’un diğer sakinlerinin verdiği görevleri yerine getirirken, altın kanatlı ayakkabılarıyla karadaki ve denizdeki rüzgârlardan daha hızlı giderdi. Bu yüzden Zeus tarafından deniz perisi Kalypso’ya Odysseus'u salıvermesini emretmek ve Agamemnon’un cinayetinden dolayı Aigisthos’u uyarmak üzere gönderilir. Bazen zor görevler üstlenir, yüz gözü olan Io’nun muhafızını öldürmek gibi. Bu yüzden Homeros kendisine Argus-katili ismini vermiştir. Şüphesiz bu efsanede yüz gözlü Argus, yıldızlı gökleri temsil eder ve yağmur tanrısı Hermes tarafından katledilmiştir ya da başka bir deyişle gökyüzü kalın bulutlarla görünmez kılınmıştır. Tanrıların ulağı ve elçisi olarak Hermes, antik dönemlerde her türlü zor işte kralların vazgeçilmez yardımcıları olan yeryüzünün tüm elçileri için örnek teşkil eder. Bu nedenle elçi asasını ya da Caduceus’u taşır. Bu, Apollo tarafından verilen asanın aynısıdır ve üç bölümden oluşur. Bunlardan biri saptır, diğer iki bölümüyse çatal gibi dışarı doğru uzanarak birbirine düğümlenmiştir. Bu elçi asası, aslen etrafına yün şeritler sarılarak kaplanmış bir zeytin dalından yapılmış gibi görünmektedir. Sonraki dönemlerde ise çatalımsı iki ucu yılana dönüştürülmüştür. Asa sayesinde Hermes dilediğini derin uykuya daldırabilir ya da uykucuları uyandırabilir. Ancak asayı çoğunlukla ruhlara ölüler diyarına yolculuklarında rehberlik etmek için kullanır. Bu durum, Hermes’in Psikopompos ya da ruhların kılavuzu olarak önemli görevinden bahsetmemizi gerektirir. Her ruh, ölümden sonra gölgeler diyarına olan yolculuğuna tanrının rehberliğinde başlamıştır. Bazı sıra-dışı durumlarda, örneğin ruhlar ölülerin kâhinlerinin huzuruna çağrıldığında, Hermes ölmüşlerin ruhlarına yukarı dünyaya yolculuklarında yeniden kılavuzluk etmek zorunda kalır. Böylece Hermes, uzun zamandır birbirinden ayrı olan iki bölge arasında arabulucu olmuştur.