banner banner banner
Türk Tarihi
Türk Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Tarihi


İlkin Tanglar başkenti, askerî sınır ile Hu Han eyaleti arasına yani Çin’in göğsüyle kalpgâhı arasında olan Şansi bölgesinde bulunan Singian’da kurdular. Burası kuzeyde Huang Hu dirseği, sonra büyük set ve nihayet Volga’nın teşkil ettiği dirseğin güneyinde bulunan tabileri vasıtasıyla oluşan beş kat hendekle çevrilmiş mükemmel bir harp mevkisi idi. Bu şehir doğuya Hu Han geçidiyle savunulup on üçüncü asra kadar bu şekilde mağlup olmayan Moğollar burada üç defa mağlup oldular. Çinlilerin Yangtze Kiang Nehri’nin güneyinde başlamış olan gürültülü isyanlarına karşı Tanglar, Mavi Nehri Huang Hu’nun kuzey tabilerinin oluşturduğu engel vasıtasıyla savunuyorlardı. Tanglar iki nehir arasında bulunan güneybatı ve batıya Tibet, Hindistan ve Nan-Lu’ya doğru bütün girişlere hâkimdiler. Bu açıdan defaten Buda ve Hristiyan inançlarını kabul ve imparatorluğun ortamına dâhil olan yeni mezheplerin ulaşacağı yerlere hükmediyorlardı. Ve Çin ile batı arasında olan geçiş kapılarını emniyet ve cesaretli bir kalple arzu ettiklerine açıp arzu etmediklerine kapatıyorlardı. Bahsedilen kapıları tercihen Hristiyanlığa açtılar.

Mesih’in dini, milâdî IV. asırda Horasan ve Maveraünnehir askerî hududu vasıtasıyla Türk memleketine dâhil olmuştu. Milâdî 334 senesinde Barsaba, Horasan’da Merv şehri piskoposu idi. Milâdî 420 senesinde Merv piskoposluğu metropolit mertebesine yükseldi. 503 senesinde Herat ve Semerkant’ta piskoposluk kuruldu. Patrik Timothy, Karakurum’a kadar özel memurlar gönderip 1000 senesine doğru Gobi’de meskûn Karaim Türkleri, Merv metropoliti Ebed Jesu vasıtasıyla Hristiyan inancına yöneldiler.[178 - Mecmua-i Tarih-i Mezahib, C.12 s. 290.] Çinlilerin Olopen çini eserlerinde yalnız kâhin unvanını muhafaza ettikleri Suriyeli bir Papaz 630 senesinde Çin’de İncil vaaz ediyordu. 637 yılında İmparator Tai Çung yeni mezhebi himaye yollu bir emirname yayınladı ve payitahtında bir kilise yapılmasını onayladı. İki dilde, Çince ve Süryanice yazılmış olan meşhur Singian fou, geçmişin anısına tarihinde Çinistan’da papa ve piskopos olan adam ile beraber, Nasturî patriği olan Mahanan, Yesua adlı kimseyi Çince adlandırıldığı Neng Şu şeklinde zikrediyor.

Altıncı asrın son yarısında Buda mezhebi Çin misyonerleri vasıtasıyla memlekete girmiş hatta Mukan Han’ın halef ve biraderi olan Tubu Han, Budizm’i kabul etmişti.

Milâdî XIII. asırda Moğol birliğine dâhil olan kabilelerin bir kısmı Budist diğer kısmı Hristiyan idi.

Evvelce adı geçen Süryani Rahibi Olopen, Çin hakanının misafirperverliğine nail olduğu zaman Sa’d bin Ebi Vakkas kumandasıyla hareket eden mücahitler Arap İran süvarisini Kadisiye Savaşı’nda perişan ediyorlardı. Hilal bin Alkame (r.a.), İran seraskeri Rüstem’i kılıç darbesiyle helak eyledi. Önceleri Roma ordularının önünden geri dönmeye mecbur bulundukları “Dırefş-i Kevyani”, Sasanilerin o mukaddes saydıkları bayrağı, artık İslâmî gazalar üzerinde bir tesir gösteremeyerek Arap mücahitlerinin ellerine geçmiş idi. Otuz sene sonra, beş yıl içinde İslâm’ın askerleri İran’ı tamamen işgal etti. İran artık Cenab-ı Hakk’a ibadet, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) selam ve dua arz ediyor idi. Arap akıncıları, Ceyhun (Oxus) Nehri’ni aşarak kuzey askerî hududu (çitler) içinde Soğd ve Türkistan’da dolaşıyorlardı. İskender zamanında Keyaniyan sülalesinin son hükümdarının kaçışı gibi Sasanilerin de son hükümdarı irsî düşmanları olan Türkler yanında bir sığınak aramaya başladı. İran hükümdarı Yezd-i Cürd Çin, Belh ve Türk hükümdarlarından yardım talep etti. Başarılı olamadı. Nihayet mağlup ve firari olan Yezd-i Cürd, Türklerin namus ve şecaatinden, kendine misafirperverliklerinden şüphe etmiyordu. Hicretin yirmi ikinci yılı Ceyhun’u aşarak Türklere iltica eden Yezd-i Cürd bütün amirleri ve tebasından mahrum kalmış ve Türklerin Fergana’da misafiri olmuştur. Kendileriyle büyük hükümdarlara mahsus bütün kin ve gazabıyla savaşarak çok defa mağlup eylediği Turanîler son İran padişahını mertçe korumuşlardır.

Hicretin otuzuncu yılında ve Osman (r.a.) ahdinde İbn-i Kirayiz kumandasıyla Horasan’da tertip edilen İslâmî gaza bölükleri Soğd ve Fergana’daki Türk askerî hududunu istila etmek üzere Merv ve Belh şehirlerinden geçen ve Ceyhun (Oxus) Nehri’nin güneyinde bulunan eski askerî güzergâhı takip ediyorlardı. Bu bölükler Belh’den kuzeye yönelip Nehr-i Kebir’i gerek şimdiki Çar-Cuy (Dört Irmak) mevkisinden ve gerek Tirmiz’den geçtiler. Ceyhun’un öte yakasında Araplara karşı zannolunacağından daha sert bir savunma başlıyordu.

Memlekette görünen son derece intizamsızlık, İslâm’ın galibiyetini doğuran başlıca sebeptir. Eğer Araplar mızraklarına güvenmiş olsalardı hiçbir zaman Soğd’da muzaffer olmaları ihtimali yoktu. Burada da diğer memleketlerde olduğu gibi harikulade zekâlarına müracaatları ve düşmanlarının manevî intizamsızlığı galibiyetlerine hizmet etmiştir. İran memleketlerinin hangi tarafında olursa olsun cebren yerleşmiş olan Türkleri yerli halk hiçbir şekilde sevmemişti. Türkler dört halifeden iki asır sonraki zamanda o karışıklık hengâmesinde sözlerinde durdular. Muaviye (r.a.) zamanında tuğyan ettiler. Nihayet yine yardım İslâm tarafında kaldığı gibi Yezid bin Muaviye zamanında da Müslim bin Ziyad marifetiyle Harezm ve Buhara zaptedildi. Fakat herhâlde Türkistan tamamıyla itaat altına alınamıyor, Emevilere orada emniyet edilemiyordu. İşte bu münasebetle meşhur Haccac, Irak’ın valisi tayin edilmiş ve Türkistan onun vilayetine terk olunmuş idi. Hicrî seksen yılında Haccac Abdurrahman bin Muhammed bin el Eş’as ile kırk bin kişilik bir orduyu Türkistan üzerine göndermişti. Sebebi ise bir sene önce Türklerin otuz bin Müslümanı şehit etmeleri idi. İbn-i Eş’as bu intikamı fazlasıyla aldı ise de aralarındaki nefret sebebiyle Haccac’ı memnun edemedi. Çünkü Haccac İbn-i Eş’as’ın kanına susamış idi. Haccac’ın Ey gaddar ve mürted İbnü’l Hatek sana tembihim üzre düşman vilayetine hücum ve yağma eyle, yoksa sana dayanabileceğinden fazla ceza veririm.[179 - Sahaifü’l Ahbar, C. 1 s. 75.] diye İbnü’l Eş’as’a yazdığı kâğıt eline vardığı zaman çatışmaya memur olduğu Türklerle karşılıklı anlaşma yaptı. Haccac ile İbnü’l Eş’as arasında Tuster’de yapılan savaşta Haccac yenildi. İbnü’l Eş’as galibiyetten galibiyete koşarak ta Basra’ya kadar geldi. Oradan Deyru’l Cemacim’e indi. Burada yenik düştü. Türkistan’a, Türk hakanına sığındı. Orada izzet ve ikrama nail oldu. Sonra Haccac’ın Bir milyon askerle gelecek! diye hakana gönderdiği tehditname ve maddeleri sebebiyle kendisine iade edildi. Bu hakanın ismini Arap tarihçileri anlaşılmayacak şekilde tahrifle Retbil yazıyorlar. Aslına çeviremedik. İşlerini yoluna koydukları zaman Çinlilere has olan mağruriyetleri ve önemini yitirmiş bir hâle düştükleri zaman bile çeriliğe bağlı son derece hodbinlikleri Türkleri çekilmez bir hâle getirmişti. Semerkant ve Buhara’da memleketten sürülmüşlerdi. Sahralarda ikamet ediyorlardı. Maveraünnehir ve Fergana’da İranlılar, milliyetlerinin imhası yolunda yapılan bir savaşa karşı kayıtsız davrandılar. Bunlar ancak mezhep değiştirmek hususunda biraz çaba gösterdiler. Hicrî 85 senesi Haccac tarafından Horasan naipliğine Kuteybe bin Müslim tayin edildi. 94 yılında Emîr Kuteybe tarafından Buhara’da ilk cami-i şerif açıldı. İbadetin Farsça yapılmasına cevaz verilmişti. İman ehli çoğu zaman silahsız olarak camiye gidemememişlerdi. Savaşta Arapların mızraklarından kaçan İranlılar cami civarında, sokak aralarında Müslümanları taşa tutarak şehit ediyorlardı. Hak dini kabul eden herkese cuma namazına geldiği zaman beytü’l maldan iki dirhem bağışladı.[180 - Buharalılar İslâmîyet’in başlangıcında Arapça bilmediklerinden namaz yakarışları Kur’an-ı Azimüş’şan tilaveti Fars dili üzere ifade ediliyor idi. Müslümanlar rükûa varacaklarını gördüklerinde bir adamın yüksek sesle (nekîneta nekînet) ve secde edeceklerini (negûneyaâ negûnî) diye haber vermesinden anlarlar idi. (Bu eski tabir Fars dili sözlerindendir.) Nerşahî: Rıza Kulı Han’ın zeyli: Şefir tarafında basılmış, s. 274.] Nihayet muhalifine cebr ve takip uygulamak gereği duydu. Kuteybe, Buhara ve Semerkant ahalisinin silahlarını toplatıp ordusunun en kahraman erleri olan Suriye Nasırîlerini adı geçen ahalinin hanelerinde yatılı misafir ettirdi. İşte bunlar Maveraünnehir ahalisini İslâm dini ile şereflendirdiler.

Artık Türklerle açıkta, sahrada çarpışmak gerekiyordu. Türklerin kılıçlarına karşı Lübnanlıların yatağanlarına o kadar güvenilmiyordu. Çünkü bunlar hücumda galibiyetin ardından yağmaya koyuluyor ve genellikle bozuluyordu. Hatta bu sebeple Şenaad hükümdarı diğer Türk beylerine: Bu Araplar hırsız gibidir, eğer biraz bir şey verilse dönüp giderler[181 - Tercüme-i Sahaifü’l Ahbar, C. 1, s. 762.] demiştir. Türkler Zerdüşt mezhebine pek az inandılar. Bunlardan bir kısmı şehirlerde rahatça yaşamak için adı geçen mezhebi kabul etmiş, dörtte üçü Budist ve putperest olup Merv veya Semerkant piskoposluğu ahalisiyle işleri olan birkaçı da Nasturî inancına yönelmişlerdi. İranlıların mazilerine Türkler esef ediyorlardı. Artık devlet İranlıların devleti değildi. Arapları da hiç beğenmiyorlardı. Zira bunlar kendilerini ücretli ordularına almadıkları gibi zengin Zerefşan memleketinde bulunan Soğd sütlü ineklerini de kendi hesaplarına olarak ele geçirip yağmalıyorlardı. Ve bundan böyle onlarla hiçbir türlü iş yapmaya güvenemiyorlardı. Çünkü Türklerin en çok bağlı bulundukları hiyerarşi Araplarda neredeyse yok gibiydi. İran’ın sefil halkı Mecusîlerin büyük reislerinden (mevbedlerden) zulüm gördükçe ve “âzâd” ve “dihkan” olarak adlandırılan şövalye ve zâdegân sınıfı tarafından malları yağma olundukça akın akın gelip kendi istekleriyle İslâmîyet’i kabul ediyorlar, saf Türkler ise olan biten işlerden bir şey anlamıyorlardı.

Türkler bir Acem şahını (şah-ı azam) tanıyorlardı. Onunla savaşıyor yahut onun hesabına başkalarıyla savaşmak için kendisinden ücret alıyorlardı. Çin’de olduğu gibi muntazam ayini ile beraber resmi bir mezhep de biliyorlardı. O mezhebin şekil ve itikadı kendilerince pek de önem arzetmez. Çünkü Türkler, Zerdüşt, Buda, Hristiyan olsun her şeyin üstünde bir “Tanrı” olup bunun alt kademesinde beş unsur bulunduğuna inanmış idiler. Türkler yüce ve nurlu Muhammediye’nin kıymetli hükümlerini henüz anlayacak mertebede bulunmadıkları gibi pusulayı da şaşırmışlardı. Gayet muzdariptiler, bir hüküm ve nüfuz arıyorlardı. Tabii ki bu dünyada tabiyyet ifade eden Yüce Hakana ve onun da üstünde bulunup zekânın yeryüzünde tecessümünden ibaret olan Buğ(d)u Han’a (Çin’in mukaddes imparatoruna, fağfura) müracaat etmek gerekiyordu.

Türkleri endişede görmekten üzüntü duymayan ve onlara dair bilgi almak, zaman kazanmak isteyen Çin İmparatoru kendilerini o hâlde bıraktı. İllig Han’ı bir daha mat etmek için fırsattan istifade etti. h. 91’de Nehr-i Asfer’in (Sarı Irmak)[182 - Bu nehre Çinliler “Huang Hu”, Türkler “Yeşil Irmak veya Yeşil Nehir”, Moğollar “Kara Müren” yani “Kara Nehir” derler.Necib Âsım burada Türkçeye çevirisi (Sarı Irmak) olan Nehr-i Asfer’i Yeşil Nehir olarak zikretmiş ancak Nehr-i Ahdar yani (Yeşil Nehir) adlandırması da geçer yukarıdaki metinlerde. Burada bir hata mı var diye sorgulamak durumundayız. (ç.n.)] öte tarafında Çu-Kinag Ching denilen uç siperlerin inşasına başlandı.

Çinliler askerî hududun öte tarafında Türk memleketinin ortasına toplanıyorlardı. Neticesi çok gecikmedi; Hay Yuen devrinin üçüncü senesi milâdî yedi yüz on beşte Karluklar İllig Han’dan ayrılıp Çin fağfuruna[183 - Çin yapımı kâse olarak tanıdığımız kağfur kelimesi, eskiden Çin İmparatorları için de kullanılırdı. (ç.n.)] bağlılık bildirdiler. Çinlilerin namını Mo ki lie diye kaydettikleri hakan ile erkek kardeşi Kül Tigin, milâdî 720 yılında “Türklerin Zuhuru” bahsinde görüldüğü gibi açıktan açığa Çin himayesine girdiler. Bunların ikisi de Kutluğ Han’ın oğulları idi. Tanglar bunların adına kendi zamanları üzerine Kara-kurum ve Kara Balsagun harabeleri yakınında Koşo Çaydam adlı bölgede Çin ve Türk dilleri ile yazılmış olan bir abide dikmiştir. İşte bu abide sayesinde bugün en eski Türk yazısının anahtarı bulunmuştur.[184 - Zikredilen abidenin Çin dili üzere olan yazıtları Muki lien Hakan ile erkek kardeşinin medh ü senasından ibaret ise de Türkçe metnin tercümesi değildir. Bu metinde Muki lien Hakan’ın adı zikrolunmayıp fakat Bilge Kağan “Âlim Han” unvanıyla yâd olunmuştur.] (Dikkate şayan olan bu yazıtların tahlili bundan önce beyan edilmişti.)

Kül Tigin adına sabitlenen dikili taş bize, Maveraünnehir’i Araplar istila edip kendilerini kuzeydoğu ahalisi karşısında bulundukları zamanda Çin himayesine giren Türklerin Dîn-i Mübîn-i Ahmedî’yi kabul eden İran memleketi üzerine saldırganca el uzatabileceklerini göstermektedir.

Yedinci asrın sonu ve sekizinci asrın başlangıcında yani Arap krizinin en velveleli zamanında Kül Tigin süvarilerini Seyhun Nehri’nin[185 - Seyhun Nehri; Yençü (Yinçügüz), Zerefşan, Sirderya, Oxus, Yaksart adlarıyla da bilinir. (ç.n.)] öte tarafına, Maveraünnehir’de Demir Kapı’ya ve eski Bahter Beyane’ye[186 - Bahter Zemin, yani Belh havalisi: Toharistan.] kadar sevk etti. Güneydoğu ve doğu taraflarında Koko Nur Tangutları ve Tibetlileri mağlup etti. Nehr-i Asfer ve Doğu Gobi bölgesinde bulunan ormanlık büyük dağa kadar akın sevk etti. Kuzey ve kuzeydoğu taraflarında İrtiş Nehri’ni aşıp Yir Bayırkuların[187 - Mösyö Thomsen bu ismin “Yir Bayırgu” beyan ile Çinlilerin Pa ye kou dedikleri kavmin bunlar olduğunu iddia etmiştir. Bayırkular, Ti lu veya Uygur kavimlerinden bir taife olup Gobi’nin kuzeyinde yerleşik bulundukları ve Muçou tarafından eğitildikten sonra kılıç artıklarının bir ormanda gizlenerek Muçou’yu idam ettiklerine bakılırsa bunların “Yir Bayırku” olması akla gelmektedir.] memleketine vardı. Kardeş ve amcazadeleri olan Pe-Lu bölgesinde bulunan Beş Balık Uygurlarını mağlup edip Kırgızları, kuvvet ve nüfuz sahibi Karlukları, vaktiyle Azerbaycan ve Kürdistan taraflarını silahlarıyla titreten Oğuzlar bölünmekten kurtardı. Önceleri Çin’in sahibi olan Mançurya Hıtayları ile dahi güreşti. Bundan dolayı bu sebeple iftihar ettiği Orhun Abidesi’nde görülüyor: Tengrinin inayeti ile ve çünkü talih benimle beraber bulunduğundan kendim kağan oldum. Kağan olduktan sonra milleti hiçlikten ve zaruretten kurtardım. Fakir kavmi zengin ettim. Az ahaliyi çoğalttım… ilh.[188 - Tengri yarlıkadukın üçün, özüm kutum bar üçün kağan olurtım. Kağan olurup yok çığany bodunug köp kubartdım. Çıgany bodunug bay kıldım. Az bodunug öküş kıldım. Kül Tigin sütunu: Kuzey cephenin yedinci ve güney cephenin onuncu satırları.]

Hakanın milletine Araplar gayet dehşetli iki kuvvetle karşılık veriyorlardı ki bu kuvvetler adı geçen millete pek meçhuldü. Bu kuvvetlerden birisi din, diğeri ırkçılık düşüncesidir. İbn-i Haldun’un meşhur tarihinin mukaddimesinde diyor ki: Devletler fütuhatla temel atar. Beldelerin fethi için milliyetçilik fikri ile ruh bulmuş ve yalnız bu maksada hizmet etmeye azmetmiş bir cemaat birlikteliğine dayanmak gerekir.

Milliyetçilik fikri beşerin varlığı için huy ve karakter gibidir. Tabiat dört unsurun karışımıdır. Ümidi birbirinin hükmünü yürürlükten kaldıran unsurların karışımı bir mizaç meydana getirmez. Bir mizaç oluşması için bahsedilen unsurlardan birisinin diğerine hâkim olması mutlak surette gereklidir.[189 - Mukaddime-i İbn-i Haldun, s. 341.]

Maveraünnehir fatihi “Emîr Kuteybe”, İbn-i Haldun’un idrak ettiği sebeple milliyetçilik fikrinin müşahhas örneğini gösterir. Yarattığı milliyetçilik fikrinin tabii yönlendirmesi Türkler ve İranlılar arasındaki eski düşmanlık ve entrikaların keşif ve temyizine sebep oldu. O ana kadar eski kin ve düşmanlığın birbirinden ayırdığı bu putperestlerle Zerdüştler arasına nifak düşürerek istenildiği gibi kullanmaya başlandı.

En eski Arap tarihlerinin Muğ yahut Maz olarak adlandırdıkları ve Kül Tigin şerefine dikilen taşta Soğdak yahut Soğdî denilen Maveraünnehir İranlıları, Tele yahut Ak Hunlar ve diğer Türk muhacirleriyle karışarak onların hükmü altında yaşıyorlar idiyse de hakikatte kağana tabi idiler. Bunlar kuzey kavimlerine olan tiksintilerini ve daimi surette mağlup ve perişan olmaya alışmış adamlarda kanı donduragelen cinayetlerini göz önüne almayarak yalnız dindarane hissiyata tabi olarak, birkaç kez silaha sarılıp İslâm askeri üzerine yürüdüler. Hicretin elli birinci yılı Halife Muaviye adına Horasan valisi olan Ubeydullah bin Ziyad el-Harisi ilk defa olarak Oxus’u geçip milâdî 674’te de Buhara önünde gözüktü. Kuteybe adı geçen şehre ancak milâdî 706’da tamamıyla sahip oldu. Semerkant’ın Araplara malum olması medeniyet âlemi için büyük bir nimet olarak algılanmalıdır. Çünkü bu şehirde Araplar pamuktan kâğıt imalini öğrenmiş ve bunu bütün batıya, İspanya ve Avrupa’ya tanıtmışlardır.

Vakıa bu sanatta Çinliler, Türkler tarafından biliniyorsa da bunlar kâğıdı kendi memleketlerinde pek bol olan ipekten yaparlardı. Türklerse kendi memleketlerinin mahsulü olan pamukla imal etmeyi başarmışlardır.

Biz yine hikâyemize devam edelim. Ne zaman ki kale içinde bulunan Müslüman muhafızlar, gayrimüslim Türkler üzerine cihad etmek üzere kaleden çıkarsa hemen İran mevbedleri (ateşperestleri) uyandırırlar idi. Buhara ahalisi Araplara karşı kendilerini İslâmî ayinleri icra ediyor gibi gösterip bunların hareketlerinden sonra eski dinlerine dönerlerdi. 412 yılında kati ve resmî şekilde mezhep değiştirdikten sonra mezhebe karşılık diğer şekil kabul gördü. Kendilerini basiret ve ilahi ilhama erişmiş zanneden İranlıların zorlanan dimağlarında hırs, tasavvur ve garazın ortaya çıkarabileceği bütün sapkınlık ve bid’atleri şiddetle yasaklamak için gereğini yaptı.

Din ve ayak takımının kargaşası bertaraf edildiği ve Arapların Maveraünnehir’de görünmeleri hatıra durumuna geldiği anda Sâmânoğulları millî sülaleden itibaren eski Zerdüşt şehri yani Buhara İslâm âlemine dâhil oldu. Ve ulema ve mutasavvıflara karargâh olan yeni Buhara doğdu. Fakat inançsızlık açısından verimli olan bu arazide yere bırakılan eski inançlar saplanmış cersûmesinin tamamıyla kökten kazınması için iki asırlık zaman sarf edildi.

Soğd Hristiyanları için Arap istilası, Türklere geldiği gibi bir baskın değildi. Her ne kadar bazı Zerdüştleri İslâmîyet bir devlet inancından kurtarıyor idiyse de Nasturî kilisesini idare eden kimseler Süryanî Arapları, Lisan-ı Ârâmî adamları olduklarından Müslüman Araplarla vatandaş idiler. Lehçe, tabiat, dil, kıyafet, düşünce tarzı ve genel noktalarda yüce inanca, İslâmîyet’e bigâne değildiler. Zerdüştlerin resmî taassubuyla İslâmî çaba arasında Nasturî ayinlerinden bir şey terk etmeyen bu Hristiyanlar dinî icraatlar hususunda tereddüt etmiyorlardı. Arya memleketinde Hristiyanlık, İslâmîyet tarafından mukabele görmedi. İran’da İslâmîyet’in yayılmasına hiç karşı çıkan olmadı. Bu önemli din değişikliği harp gürültüsü arasında Arapların mızrakları[190 - Arapların silahı beş metre uzunluğunda, ramata)denilen mızraktı.] ile Türk süvarilerinin kılıçlarıyla yapıldı, bitti. Eğer Araplar fevkalade zeki olmasalardı Türkler galip olacaklardı. Siyasî hatipler, güzel vuruşmayı bilen eski askerlere galip gelmeden muzaffer oldu.

Kanunî veraset gereğince Soğd Türklerinde bir kadın yönetici idi. Arap tarihleri bu kadını saymıyor hatta adını bile anmıyor yalnız Türkçe Hatun-Kadın diyor ki kraliçe demek olacak. Bunun hüküm ve nüfuzu Buhara’nın ötelerine ve civarına kadar yayılmıştır. O şehir tamamen bir dinî başkent, bir piskoposun ruhanî idaresine karargâh olup içkale mukaddes mevkilerden sayılıyor idi. Nevruzda güneşin doğuşundan önce mevbed (Mecusî reisi) Keykavus’un oğlu ve Turan Hükümdarı Afrasyab’ın damadı, efsanelere ait Siyavuş’un mezarı üzerinde bir horoz kurban ederlerdi: Buhara ahalisi Siyavuş’un ölümünden dolayı sagu (mersiye) yaptılar ki bunlar her tarafa dağılmıştır. Musıkişinaslar onun faziletini anlatmak için besteler yapmışlardır. Ve raviler onları mevbedlerin gözyaşları olarak adlandırdılar.[191 - Nerşahî, Zeyl, s. 21-s. 271.] Bu hikâyeyi bize nakleden Nerşahî, eserini hicrî 332 yılında yazmıştır. Buhara Müslümanların eline geçtikten bir buçuk asır sonra bu eski İran şehrinde daha Keyaniyanların muzafferiyeti ve kaybedilen mezhepten dolayı doğan dert ve sıkıntı dillerde dolaşıyordu. Milâdî 712 yılında Zerdüşt mabet ve ateşgedesinin civarına bina edilen büyük caminin kapıları üzerinde yalnız yüzleri silinmiş ve diğer azaları saygıdan muhafaza edilmiş insan resimleri bulunduğunu Nerşahî görmüştür. Bu kapılar Buhara etrafında bulunan sayfiyelerden götürülmüştü. Bu sayfiyeler İslâmîyet’e muhabbeti olmayan zenginlerin meskenleri idi. Fakirlere cuma günü iki dürüm bahşedildiği Zeyl-i Nerşahî’de zikrolunur. Bu âdet Osmanlı Hristiyan tebasına kadar yayılarak büyük camilerden bazılarının vakfiyelerinde, civardaki evler görevlendiriliyordu.

Hatunun eşi bir asilzade olup piskoposluk ruhanî idaresinin büyük papazı ve mülkî idare reisi idi. Bu zat din adamlarına ve adliye memurlarına ilişkin işlere asla müdahale etmezdi. Bundan başka Buhara bir İran şehri olup mevbedlerin (Mecusi reislerinin) toplandıkları mukaddes mahallin[192 - Buhara, Maveraünnehir’in dinî merkezi olup kalmıştır. Askerî karargâh ve ticaret pazarı Semerkant “Semiz Şehr” idi. Türkler tecnisen Semir Kent diyecekleri yerde Semiz Kent olarak adlandırırlar. Semerkant başlangıçta Türkleri at koşularından dolayı cezbettiği gibi sonraları da müesseseleri ile toplamıştı. Semerkant Türk şehridir. Buhara İran beldesidir.] etrafında İranlılar tarafından bina edilmişti. Eski İslâm tarihçileri Buhara kelimesinin putperest dilinde kutsal yer ve âbid ve zahidlerin toplandığı yer ve daire manasına geldiğini beyan ediyorlar. Birbiriyle çelişkili olmak üzere Nerşahî’nin silsile hâlinde aktardığı hikâye serisi arasında Arap istilasından önce Maveraünnehir’de bir karışıklık meydana gelip ahalinin bir kısmının Türkistan’da Pe-Lu askerî hududuna doğru kaçtığı ve asayişin bir Türk beyi tarafından geri sağlanarak göç edenlerin geri getirildiği görülür. Bu sergerde Bigou adıyla bilinip asıl adı Buka (Buğa, kuvvetli) yahut Buğu (büyük geyik) olması muhtemeldir. Çitlere yani askerî hudutlara mensup olup Buğu adı taşıyan bir ailenin yerine getirdiği önemli vazife ileride görülecektir.

Tarih ve İslâmî vakalar Buğu’nun oğluna Farsça Şir-i Kişver adını veriyordu ki Türkçe Ülke Arslanı’nın tam karşılığıdır. İl Aslan’ı göçmenleri geri getirdi. Bunlar geniş arazi sahibi yahut zengin kimselerdi. Buhara’da kalanlarsa aksine fakir ve her türlü geçim vesilesinden mahrum kimselerdi.

İlhan devlet kurdu. Öncekilerin dönüşü üzerine zâdegân sınıfını oluşturdu, diğerleri onlara itaat ve hizmet edeceklerdi. Buhara’ya dönenler arasında arazice zengin bir adam vardı ki kendisine Buhar-ı Huda unvanı verilirdi. Zira büyük bir aileye mensuptu.[193 - Nerşahî, Zeyl, s. 261.] Huda kelimesi şüphesiz Hudavend tabirinin kısaltılmışı olup Buhar-ı Huda (Hudavend-i Buhara) yani Buhara beyi demektir. Türklerin himayesi altında yarı ruhanî, yarı cismanî bir devlet şekline sahip olan bu zat İran zâdegân sınıfının tanınmış reisi ve Hatun’un eşi idi. Arap istilasından az zaman önce memede bir çocuk bırakarak mevsimsiz vefat etmişti. “Hatun oğlu adına devleti idare ediyordu.[194 - Nerşahî, Zeyl, s. 261.] Araplar bu çocuğu Tuğşad olarak adlandırıyorlardı ki bunun Türkçe karşılığı (doğma şad, şad çocuk, prens) demektir. Valide ve oğulun unvanları ispat ediyor ki her ikisi de Türkistan’da Pe-Lu ve kuzey askerî sınırda yerleşik bulunan siyasî ve askerî reis olan Türk hakandan egemenlik ve nüfuz hakkı elde ettikleri, Türk ise Çin Hükûmeti’nden kağanlık idarî hakları elde ettikleri ve bu sebeple Çin İmparatorluğu’nun tebai tabiîni oldukları anlaşılıyor.

Arapların istilası devrinde Maveraünnehir’de meskun ahali zengin ve fakir iki kısma ayrılmış, zengin kısmına mensup bir genç kadın bir kraliçe, Turanlı bir Türk; cins, lisan, belki mezhepçe ayrı olan bir yabancı nüfuzu vasıtasıyla İranlıların ve hatta koruyanlarının bile düşmanlık ve tahkirine hedef olan bir kimse ile avam güruhunun başına konulmuştu. Ülkeleri malikâne suretinde taksim ile fakirleri kullanım haklarından men eden eski İran kanunu yerine gelen İslâmîyet, herkesin kullanım hakkını güvence altına almış, fukara da çalıştığı kadar emeğinden faydalanacak bir hâle gelmişti. Yani fukara Allah’ın hükümleri sayesinde bir tür hürriyete kavuşmuştu. Bunun üzerine İslâm dininin İran’a girmesine gayret eden Arap orduları memleketteki fukarayı kendilerine yardımcı buluyorlardı. Zengin yerine fukara kesimini istihdam ediyorlardı. Araplar, Türklere karşı İranlıların yardım ve tiksinti damarlarını tahrik ettiler. Araplar bir an büyük bir korku içinde kaldılar. Bu hâl milâdî 706 yılında cereyan ediyordu. Maveraünnehir zâdegânı son bir gayret olmak üzere hissettikleri nefreti yenerek kendilerini Türklerin ayakları altına attılar. Pe-Lu’dan Türk süvarileri davet ederek memleketi onlara teslim ettiler. Kağanın bu zamanda göreceği çok işi vardı. İmparator Tang’la araları bozulduğu için Çinliler, Hıtay, Oğuz ve hücum eri olan Tangutlar -bunlar hakanı Araplardan çok meşgul ediyorlardı.– ile savaşıyordu. Fakat ünlü milletten başka birisi süvarilerini ücretle istihdam ederse onları şeref ve istifade yolunda koşmaktan mene güç yetiremeyecekti. Türk fırkaları, Yençü (Seyhun, Sirderya) Nehri’ni geçtiklerinde Araplar kendilerini mahvolmuş zannettiler. Buhara’nın etrafındaki memlekette sakin olan Türk ve İranlılar silaha sarılmışlardı. Soğd Beyi Tarhun[195 - Türkçe kullanımı Soğdlu Tarhan.] Henek, Hüdavendi ve Verdan[196 - Arap tarihlerinde özellikle müneccimbaşı bu ismi Verdan Hazah diye kayda geçirmiştir.] Hüdavendi ordularıyla beraber… Kendilerine kırk bin asker getiren Çin imparatorunun yeğeni Gour Neghanonn’u ücretle yanlarına almışlardı.[197 - Nerşahî, Zeyl, s. 260.] 760 yılında Emîr Kuteybe Buhara maiyetinden Beykent’in ele geçirilmesine azmetmiş ve ahalisi ile Soğd vesair Türk kabilelerinden yardım alarak kuvvet kazanmış idi. Bunlar boğazları, derbentleri, geçitleri zapt ederek Kuteybe, ordusunun geri dönüş hattını kesmişlerdi. İslâm orduları serdarı olan Emîr Kuteybe’nin dirayet ve şecaati Türklerin gayretine galip geldi. Türk ordusu bozuldu: “Ehl-i İslâm takip edip eriştiklerinin kimini katl ve kimini esir ettiklerinden sonra kılıç artıkları şehre çekilmeleriyle, Kuteybe yetişip şehri yıkmaya başlayınca çok mal verip anlaştılar. Kuteybe orada bir miktar adam bırakıp üzerlerine bir kişiyi vali atadı. Sonra beş konak ayrılıp gidince Türkler isyan edip şehre atanan valiyi katledip askerinin burunlarını kestiler. Bunun üzerine Kuteybe geriye dönüp kaleyi bir ay kuşattıktan sonra feth ve cenge güç yetirenlerini katletti ve etfali esir aldı… Ehl-i İslâm Beykent Kalesi’nde sonsuz mal ve değerli taşlarla süslü silahlar, gümüş ve altın tabaklar bulup hepsini yağmaladılar. Ve çok esir çıkardılar.[198 - Sahaifü’l Ahbar Tercümesi, C. 1, s. 708.] Milâdî 708 yılında Emîr Kuteybe, Buhara’yı ele geçirdi.

H. 92 yılında Emîr Kuteybe Nahşeb, Nesef ve Faryab gibi şehirleri feth ve Faryab ahalisi itaatten kaçındıkları için şehri ateşe verdi. Ötede beride daha bir hayli savaşlardan sonra Soğd Beyi Tarhun ile erkek kardeşi Kürhan arasındaki nefis yarışından istifade ile Tarhun üzerine yürüdü. Ve onu dört bin nefer maiyeti ile esir ettikten sonra kendisini kardeşine teslim etti ve: Düşmanların kalplerine korku salmak için o esirlerin binini önünde, binini arkasında ve biner tanesini dahi sağ ve solunda boyunlarını vurdurdu.[199 - Sahaifü’l Ahbar Tercümesi, C. 1, s. 760.]

Emîr Kuteybe artık kendisine Acemlerden yardımcı asker bulmaya başlamıştı. Hatta Semerkant kuşatmasında Arap ordusunda hayli Türk bulunuyordu. 92’de Semerkant’ı feth ve içinde bir cami-i şerif bina eyledikten sonra biraderi Abdullah bin Müslim tarafından vali tayin eyledi ve şu tembihi yaptı: “Bir müşrik Semerkant’a girmek istediğinde elini çamur ile arıtıp o çamur kuruyunca şehirde eğlenmesine izin ver. Eğer kuruduktan sonra eğlenirse imansızı katleyle ve bir kâfir üzerinde bir bıçak veya bir demir aleti bulursa kendisini o alet ile katleyle.”[200 - Sahaifü’l Ahbar Tercümesi, C. 1, s. 767.]

Milâdî 706 yılında Kutluk Han’ın oğlu Bilge Han’ın silah taşıyan adamları yirmi binden çok değildi.[201 - O Kağan batı hükûmetini… Yirmi bin askerle… Kutluk’un oğlu Mekin (Meki-yen, Bilge Han)… Verdi. Stanislas Julien, s. 177.] Ve amcası Büyük Han’ın kızı ancak 77 yılında Çin veliahdıyla evlendi. Gur Nagan’ın ismi bazı yazarlarda Kurıkan şeklinde değiştirilmiştir. Taberî zikredilen ismi tamamıyla yazıyor: Kurıgan’un. Kül Tigin süvarilerini daha sonra milâdî 724 senesinde Soğdaklar üzerine sevk edip Sûret-i İbn-i Bahrü’d Darimî kumandasında bulunan yirmi bin Müslüman askerini Semerkant yakınında mağlup etti. Bu savaşta adı geçen kumandan şehit oldu.[202 - Yerleşik Soğdakların altı fırkası harfiyyen “Altı çöp Soğdak tapa süledimiz, bozdımız” Tercümesi. “Üzerine sefer ettik onları perişan eyledik”: Türk-i Kadim Mahkukatı, s. 19-31.]

Araplar Türklerin mukadderatını sınırsız büyütmüş ise de kayıplar da önemsenmeyecek derecede değildi. Hatta Arapların silahları dahi yoktu. Muhtemelen İran zâdegânı ayaklanmadan önce Arapların silahlarını tamamen satın almışlardı. “Müslüman ordusunda bir mızrak elli dirhem, bir alkan elli veya altmış ve bir zırh yedi yüz dirheme satılıyordu.[203 - Nerşahi Zeyl, s. 265.] Kuteybe istihkâma çekilip savaştan vazgeçti. Harp hilesine başvurdu. Saflarının arkasında fırsat bekleyerek işini görmek ve İran zâdegânıyla şehirleri haraca kesmek ve açık memleketleri yağma etmekten çekinmeyeceği şüphesiz olan Türkler arasındaki geçimi ayrışma ve fesat mayasıyla zehirlemek için zaman kazandı. Mevsim ilerlediği ve memleket iki tarafın yaptığı ufak tefek savaşlarla iyice şirazeden çıktığı gibi Emîr Kuteybe, “milliyetçilik fikri”ni ortaya attı. Maveraünnehir’de toplanan Türklerle, Çin sınırında meskûn ve doymak bilmez yardımcıları arasında haset ve rekabet ateşi yakıp bir taraftan da ufalmakta devam etti ki bu da orduları idareye memur olan zatta bulunması gereken zekâ ve malumata Hazret-i Emir’in tamamıyla sahip olduğunu gösterir. Kuteybe’nin âmillerinden birisi olan Hayyanü’n Nebtî (yani Ârâmî, Mûsevî veya Îsevî olması muhtemel) Yezîd bin Muhalleb[204 - Müneccimbaşı: “Hayyan bir rivayette Horasan’da idi. Ona bazıları (Nebtî) dedikleri lekentine binadır” diyor. C. 1, s. 775.Nebtî, Nebet veya Nabat olarak anılan kavmin mensuplarına verilen addır, ilavesinde bulunmak gereği duyuyoruz. (ç.n.)] Tarhan’dan gizli görüşme talep edip bu sebeple idare-i lisan etti: “Saltanatını mahv edeceksin, burasını bilmiyorsun? Kış mevsimi gelir, bizim buradan beslenmemiz gerekecek. Biz burada oldukça Türkler bizimle meşgul olacaklar, fakat biz gittikten sonra hücum edecekleri sensin! Soğd zengin bir memlekettir. Türkler burayı zaptedeceklerdir!” Tarhan bu sözlerden endişelenmiş olarak Hayyan’dan nasihat istedi. “Ne yapmalı?” dedi… Hayyan cevaben: “Kuteybe ile anlaşıp Süleyman Haccac’ın Keş Şehr-Sebz ve Nahşeb yoluyla bize yardım gönderdiğini Türklere söylemeli, eğer bir anlaşma ile birbirimize bağlı olursak o hâlde sen de felaketten kurtulursun.”[205 - Nerşahi Zeyl, s. 266-267.] dedi.

Anlaşma imzalandı: Tarhan mağlup oldu. İhanete uğrayan İranlılar dağıldılar. Yalnız Türkler kaldı ki bunlar da galiba ücretleri verilmediğinden yerlerine geri döndüler. Ve kayıpları telafi etmek için geçtikleri yerleri gasp ve yağma eylediler. “Cenab-ı Hak, Müslümanları tehdit eden ölümcül musibeti defetti. Kuteybe düşman tarafından dört ay kuşatılmıştı. Bu müddet zarfında Haccac kendisinden hiçbir haber alamadı. Bu sebepten, fikrini en müthiş düşünceler istila etmişti. Kuteybe’nin kurtuluşu için cami-i şerifte Kur’an-ı Kerim okunuyor, adaklar adanıyor ve umumi dualar ediliyordu.

Araplar Tarhan’ı Türklerden ayırdıkları gibi Hatun ile de aralarını bozdular. Alışılagelen âdetleri gereğince adı geçen hakkında da harikulade hikâyeler rivayet ediyorlardı. Hatun’un yalnız ayakkabıları yirmi bin dirhem kıymetinde idi. O derece güzel idi ki Müslümanlarla anlaşma imzalamak için Saîd bin Osman’ın huzuruna geldiği zaman bu dindar Emîr, o putperest kadının aşkından hastalanmış ve bu latif hikâye çok zaman şuara ve ahali tarafından nazım ve bestelere ilham olmuştur.[206 - Nerşahi, Zeyl, s. 266-267.] Nerşahî hikâyesini tamamlamak için diyor ki: Kırmızı kumaşla tefriş edilmiş bir çadır içerisinde etrafında meşaleler yakılmış cüsseli, gösterişli bir Arap’ı evvelce kadına gösterdiler. Bunun görünüşüne kadın bayıldı. Havası döndüğü zaman kendisini güzel bir surete sahip olan Saîd’in huzurunda buldu.

İşin hakikati, Araplar silahla Türklerin hakkından gelemediler. Alışılagelmiş hareketlerinden birine yani iftiraya başvurup Hatun’un yerine geçecek olan oğlunun bir esirden olduğunu hikâye ettiler. Askeri arasında nifak çıkartıp kadını halk nazarında zanlı bıraktılar. Araplara katılan İranlıların arasında aşağılayıcı muamelelerle karşılaşan ve memleketinde de desteksiz kalan biçare kadın, kendi tebası arasında namusu lekelendiği ve cesareti kırıldığı için mensup olduğu diyarı terk etti.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 591 форматов)