banner banner banner
Türk Tarihi
Türk Tarihi
Оценить:
 Рейтинг: 0

Türk Tarihi


Her ne kadar Sasani pehlivanı olan Behram-ı Gur, milâdî 430 yılında Horasan’da Türklerin hücumunu defetmiş ve ünlü Firuz Maveraünnehir’de telef olmuş ise de işin sonunda Tele Türkleri İran’ın Roma’ya ve İslâmîyet’ten önce henüz patlama devresinde bulunan Arap Hükûmeti’ne karşı açtığı savaşlardan faydalanarak Seyhun ile Ceyhun arasındaki İran çitlerini ellerinde muhafaza ettiler. Milâdî V. asırdan beri batıdan, güneyden ve kuzeyden bu kadar düşman baskısına da duçar olan Sasanilerin dayanışları harikuladeden sayılır. Bunlara az bir zaman için doğu tarafından bir selamet ümidi geldi. Kuzey Hiung-Nuların kalıntıları olan Altay Türkleri vaktiyle Çin egemenliğinde bulunmuş ve yarı Çinlileşmiş oldukları hâlde Çin’den çıkarıldıkları için vaktiyle Pan Thao idaresindeki atalarının yaptığı gibi bunlar da batıya atladılar. Kendi hâkimleri olan Çin hükümdarı hesabına olarak Pe-Lu ve Nan-Lu vasıtasıyla batıdaki büyük Çin yani Roma İmparatorluğu arasında yol açtılar. Milâdî VI. asrın ilk yarısında Altay Türklerinin, Tu kiuların meşhur kralı, Çin imparatorunun güzelce donattığı askerlerin Pe-Lu ve Çit üzerinden Ak Hunlar, sahilde meskûn Teleler üzerine götürüp yağma ederdi.[155 - İkinci Vay sülalesinin iktidarı sonrası İlli Han, Teleler üstüne hücum ile tamamen mağlup etmiş ve yaklaşık elli bin hane halkını itaat altına almıştır. (Stanislas Julien’in Tukyular Üzerine Vesikalar adlı eseri, s. 26) İkinci Vaylar kuzeyde milâdî 386’dan 534’e kadar hüküm sürdüler. 534’ten 550’ye kadar da batı ve doğu diye ikiye ayrıldılar. Türk dili ve kalemi ile yazılmış bir eserin yokluğundan dolayı İlli Han (İller Hanı) diye iki şekilde çevrilebilir. Yeni Çay ve Orhun Vadilerindeki yazıtlar bu kelimeyi halk, ahali manasında el şeklinde okumaktan ise meşhur ve ünlü anlamına gelen élé şeklinde telaffuz edilmesi daha uygun görülür.]

Çin bu suretle, sonra Arapların Maveraünnehir dedikleri o büyük çekişmeli yerleri dolaylı yollardan sahipleniyordu. İran ile Turan arasında daima bir harp mevkisi olan Maveraünnehir’i zapteden bu ünlü Han, Çinliler tarafından Tuman Türklerinin efsane ve vekayinamelerinde Tuman’a Moğollar tarafından Dutuman olarak adlandırılan zat idi.[156 - En eski yazıt Türkiye’de ve hatta eski eserlerde şahıs isimlerine karşılık genellikle lakaplar zikir edilegelmiştir. Çinliler, sonra Bizantinler, İranlılar, Araplar daima rastgele gâh lakaplar gâh isimler kullanır, ikisini birbirine karıştırırlar.]

İlli Kağan, Tuman Han’ın ikinci halefi fetihlerini ilerletti. Bu zat Mukan Han Çinli adıdır diye anılır. Önceleri hükümdarın en küçük biraderine mahsus olan Tigin lakabına sahip idi. Mukan Han zamanında kuzeydoğu Hiung-Nu İmparatorluğu’nun birliğini yeniden kurdu. Beş krallığa ayrılmış olan Çin hiçbir şeye karşı koyacak güçte değildi. Bir de Çin’in doğu krallığı, Türkler vasıtasıyla İran ve Roma imparatorluğu ile sınırdaş idi. Fakat her ne kadar hüküm Türk elinde idiyse de idare tarzı ve düşüncesi Çinli gibi idi. İllig Kağan beş Çin Hükûmeti’nden birisi ile birleşmiş ve onun yardım ve gerekli ödeneği ile diğer rakip olan Çinli hükûmetler aleyhine hareket üstlenmiş yani bir Çin savunucusu olmuş idi. Hamisi ise Batı Vaylar idi. Batı Vaylara iltihak ile Doğu Vayların arazisini istila eyledi ve Sai Yuan’a ulaştılar.[157 - Stanislas Julien, s. 27 Şansi’deki “Sai Yuan” milâdî (265-420) Tsinler eline sonra milâdî (550-577) kuzey Sesiler eline geçti.] Kuzey Çin ile Türk kavimleri artık yekvücut oldular. Nitekim bu hâl Roma ile barbarlar arasında da vakidir.

Üze gök tengri asra yağız yir kılındukda ikin ara kişioğlu kılınmış. Kişioğlunda üze eçüm apam Bumin Kağan, İstemi Kağan olurmış. Olurıpan Türk budunung ilin, törüsin tutabirmiş. (Orhun Yazıtları)[158 - Yukarıda mavi gök, aşağıda kara toprak yaratıldıktan sonra ikisinin arasına Âdemoğulları yaratıldı. Âdemoğulları üstüne atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan baş oldular. Hükümdar olduktan sonra idare ettiler. Hükûmeti ve Türk kavminin kuvvetini pekiştirdiler.]

İşte yüz on iki senesi, Bilge Kağan, atası Mukan Han’ın büyüklüğünü bu şekilde yüceltiyor. Etrafında birçok düşmanları olup onları birer birer tepelemeye muvaffak olduğunu bildiriyor: İlgerü Kadırkan Yışka tegi gerü Temir Kapıka tegi konturmuş. İkin ara idi oksuz Kök Türk anca olurur ermiş. Bilge Kağan ermiş, alp kağan ermiş buyuruğu bilge ermiş erinç alp ermiş. Begleri yime, budunı yime tüz ermiş. Anı üçün ilig ança tutmış erinç. İlig tutıp törü gitmiş. Özi ança kergek bolmış. Yoğçı sıgıtçı öngre kün togsıkta Bökli çölik il, Tabgaç Tüpüt, Apar Apurım “Kırgız” Üç Kurıkan Otuz Tatar, Hıtay, Tatabı bunca budun kelipen sığtamış, yuğlamış.[159 - Doğuya doğru Kadırgan Ormanı’na ve batıya doğru Demir Kapı’ya kadar yerleştiler. O kadar uzak olan bu iki nokta arasında Göktürkler hâkimane yayılmış idi. Bunlar akıllı kağan idiler. Cesur kağan idiler. Bütün beyleri akıllı idi, cesur idi. Bütün asilleri, bütün millet doğru gidişat üzere ve adil idi. Bunun içindir ki bu kadar geniş bir devlete sahip oldular. Kanunlar koydular. Sırası gelince vefat ettiler. İleriden, güneşin doğduğu taraftan ağlayarak, feryat ederek çölün kuvvetli kabileleri Abar ve Apurımlar, Kırgızlar, Üç Kurıkan, Otuz Tatar, Hıtay ve Tatabılar geldiler.]

Üç numaralı haşiyede geçen bazı isimler hakkında izahat verelim: Kadırgan Ormanı’nın Hingan dağlarında olması muhtemeldir. Demir Kapı, Kâş şehrinin doksan kilometre güneyinde olup arazi on iki metre yirmi santim, metre uzunluğu ise üç kilometredir. Belh’den Semerkant’a giden yol buradan geçer.

Gök Türk tabiri semanın latif ve mukaddes rengiyle ve saflık arılık, temizlik kastıyla zikrolunacağı gibi ulvî ve şanı yüce maksadıyla da zikredilmiş olabilir. Hatta Cengiz Han maiyetinde bulunan Moğolları “Köke Moğol” diye vasıflandırır idi. Bir de çöl kelimesi bir şehir veya bir ülkeden hariç yer manasında Çağatayca olup bizim bugün kullandığımız manada değildir. Bu durumda Böli Çöllik il, taşranın kuvvetli kavimleri yani yabancılar demektir.

Mösyö Thomsen “Apar, Apurım” denilen kavimlerin meçhul olduğunu beyan ediyor. Fakat Mösyö Leon Cahun bunu “Parpurim” şekline koyarak “Parpurimler Horasan halkıdır. Aparpurim ikinci Bezcerid’in milâdî 438-457 yıllarında kurduğu eski Nişabur şehridir.” Patkanian Tarihi’nin 164 ve 166. sayfalarında “Aparlar memleketinde bir şehir kurdu seferleri esnasında orada ikamet ediyordu… Savaş zamanı tabii ki Apar memleketinde Nişabur şehri ve kalesinde ikamet ediyordu.” denmektedir ki Parpurim kelimesi Apar ve Purim kelimelerinden oluşmuş olabilir. Purim, İran dilinde şehir manasına gelen Puram’dan bozulmuştur diye yazmıştır.

“Üç Kurıkanlar” Uygurlardan Baykal Gölü’nün kuzeyinde yerleşik bir taife olduğu zannedilmiştir. Radloff bunların şimdiki Yakutlar olduğunu mülahaza etmiştir. Otuz Tatarlardan kasıt da Moğollardır.

Hıtaylar, Tunguz veya Moğollardan şimdiki Mançurya kıtasının güneyinde ikamet eden bir cemaattir.

Tabaniler bilinmemektedir. Fakat daima Hıtaylarla beraber anılması bunlara yakın bir cemaat olduğunu göstermektedir.

Adları sayılan milletler arasında “haricî kavimler” yani çöllük ilden ayrılan millî topluluklar yani “içeriki budun-cemaat-i dâhilîye” zikredilmemiştir. Kullanılan tabir, iddia edilen fikir Çinlilerle Türklerde müşterektir. Çinliler de kavimleri “İçerikiler” yani merkeze ait millet fertleri, “dışarıkiler” yani hükûmet merkezine bağlı diye vasıflandırırlar. Hatta Çin, Türk ve Moğol siyasî fikri ile şiddetle karışmış olan Ruslar bile, Kırgızların bir kısmını “İç Ordu” diye vasıflandırır. Kırgızlar, Kurıkanlar, Tatarlar, Hıtaylar, Çin ile birlikte “dışarı halkı” sayılmış, hâlbuki sonraları bunlardan üç önce saydıklarımız hakiki Türk oldular. Eski yazıtların “dışarı halkı” arasında saydığı Çinliler Mukan Han’ın tabiiyeti altında bulunup gâh Türklerin müttefiki gâh tabii olan Batı Uvaylardır.[160 - Milâdî 371 senesinden 618’e kadar Çin şu hükûmetlere ayrıldı: Kuzey (Uvay) (386-584) hükûmet 534’den 550’ye kadar (Garbî) ve (Şarkî) diye ikiye bölündü. (Tsin) (265-420), Song (420-479) ve Tsesi (479-501) Liang (503-556) ve Çin (557-587) Kuzey Tsesi (550-557) Huo Çov (557-580) Sui (581-617) Türk yazıtları milâdî 733 yılında yani Çin’i hak ettiği mertebeye kavuşturan İmparator Sang’ın zamanında Türklerin prenslik mertebesinde tabiiyetinde bulundukları zamanda yazıldığını unutmamalı. İşte bundan dolayı Çin hakkında temkinli bir dil kullanılmakla beraber Vevay Krallığı’nı mahkûm milletlerden saymakta tereddüt gösterilmiyor.]

İlli Kağan, İranlılarla ve aleyhine olmak üzere Maveraünnehir’de yerleşmiş Teleleri sürmedi, yalnız bazen içerikiler bazen dışarıkilere herhâlde aynı milletten, Türk sayıldıkları için bunları itaati altına aldı. “Bilmediğin içün bizge yangılıkun içün”[161 - Yanguluk hem isyan, hem hata manasına gelir.] diye vasıflandırılanlar Öküz Nehri’nin[162 - Türkler büyük nehirlere Oguz derler. Yunanlılar bunu Oxus şeklinde tahrif etmişler. Eski Türk tarihinde önemli bir ad sahibi olan Oğuz’un bu nehre nispet edilmiş olması ve âdeta Oğuz-Guz isimlerinin hep buradan alınması ve Türklerin dışarıda böylece şöhret bulması pek mümkün gibi görünüyor. Hatta Şehname’de Turanîlerin reisi, hükümdarı olmak üzere gösterilen Efrasyab terkibi “nehrin karşı yakası” manasına geldiği gibi Yunanlıların ve hâlâ Avrupalıların Tranoxian ve Arapların “Maveraünnehir” terkipleri de hep bu manaya gelir. İşte bu gibi deliller bize Batı Asya’da Türklerin bulundukları yere nisbetle Oğuz, Guz adını aldıklarını gösteriyor.] sol tarafına geçerek Sasani şahının hükmüne girdiler ve kendilerine yarısı Türkçe ve yarısı Farsça olmak üzere Âb Tele adını aldılar.

Maveraünnehir’de yerleşen Türkler ile nehrin beri tarafındaki Teleler, dil ve kan yönünden birbirlerine yakınlıklarından dolayı, Çin çitlerinin bağımsız Türkleriyle, hatta siyasî durum bunları karşıt düzenlemelerde bulundurduğu zamanlarda bile süregelen ilişkileri sürmüştür. Sasani büyük şahlarının mezhep hususundaki taassupları ve milliyete son derecede bağlılıkları İran çiti ile Çin çitinde bulunan bir soydan olan Türklerin manevi kardeşliklerini gerekli kıldı. Roma Ortodoksları tarafından sürülen ve eski İran’da haksız muamelelere uğrayan Nasturî Hristiyanları geçinmekte zorluk görülen Türk memleketine intikal edip Hristiyanlığı orada yaymaya başladılar. Milâdî 703 tarihinde Merv metropoliti Semerkant’ta bir piskopos vekilliği oluşturdu. Nasturî misyonerleri Semerkant’tan Nan-Lu’daki Beş Balık’a kadar gittiler. Hristiyanlığa giren Türkler ücretli askerlik yapmak üzere akın akın İran’a gittikleri hâlde, Nasturîler hakkında haksızca davranan o eski İran askeri ses çıkarmaya cesaret edemiyordu. Bu Hristiyanlar İran ordusunda pek çoğalmış idi. Hatta 590 yılında Romalılar tarafından Behram Çubin aleyhine Hüsrev Perviz, Hüsrev-i Sani’ye yardım için gönderilen İranlı narsist Behram’ın hezimetinden sonra Alanlar’ı haç dövgülü binlerce Hristiyan tuttu. Bu Nasturîler Ora Türklerine, kendi taşra milletlerinin, Telelerin, özellikle Roma’nın, Bizans’ın Doğu Büyük Çin’in düşmanları olan İranlıların fenalığından bahsederlerdi. Hırs ve tamah ile talih tecrübesi fikirleri uyanıyordu. Şüphesiz o kadar rahat ve refah içinde olan Batı Çin’in yani Roma’nın, seddin öte tarafındaki Çin gibi, asıl kendi ahalisi ekip biçtiği, eğirip dokuduğu, alışveriş ettiği gibi refah ve istiklalini muhafaza için, yine o Çin gibi silahına güvenir, namuslu, savaşçı Türk askerine ihtiyacı var idi. Hele bunlara güzel ipekli kumaşlar da verildi mi? O zaman batılılar Türklere Roma Hükûmeti’nde askere verilen ipekli ücretin pek kıymetli olduğunu ve altın, gümüş değerinde satıldığını hikâye ederlerdi. İşte bundan dolayı o Türkler hayrette kalırlar idi. Hele komşu Çin’in ipeğini uzaktaki Çin’e, Roma’ya satabilirlerse… Kendilerinde yığınla ipek var. 550 yılında Çov imparatorları Türklerin birliğine karşılık oldukça çok şey vermekte idiler. İmparator bunlarla bir de evlilik ile rabıta kurduğu için her sene kendilerine yüz bin top ipek verirdi. Ve payitahtında bulunan bu Türklere fevkalade cömertlik gösterir ve binlerce hilat ve bol erzak ikram ederdi.

Vakıa Türklerin batıda Yunanlılarla oluşturdukları münasebetle kalmıyorlardı. Yunanların önemli ve en sıkısı milâdî altı yüz on yedide Telelerin ardı sıra bir kısmı kendisine bağlılık arz eden Ermenilerle idi.[163 - Milâdî 617’de Semayat’ın vefatından sonra Ermeni cemaatleri kuzey memleketlerine, Hakan’ın himayesi altına sokuldular: O da kendilerine, ordusunun kumandanı Çinli Çeptuh’a katılmalarını emretti. Jurnal Azyatik Takım: 6 C. 7, s.196.]

Haricî milletlerinin bir teklifi bunları kuvvetlendirdi. Milâdın 565-567 veya daha ileri senelerinde Justinyen’in Roma tahtında ve Hüsrev-i Nuşirevan’ın İran tahtında hüküm sürdüğü sırada Çinlilerin Mukan Han, Yunanlıların Dizaboul[164 - Tahrif edilmiş Türk unvanı.] diye bildikleri Türk hükümdarı Bumin Kağan kendi haricî milleti olan Tele Türklerinin reisi, Soğdiyye valisi, ve asıl hükümdarın kaymakam veya hıdivi olan zattan bir dilekçe aldı.[165 - Bu reisin adı Yabgu Şad idi: “Tölis Tarduş budunug anda itmiş. Yabgug şadıg anda birmiş.” Yukarda da beyan olunduğu gibi yabgu ve şad ayrı ayrı rütbe ismidir: Şad ikiydi. Biri devletin doğusuna, biri batısına memur idi. Radloff bu iki ismi sehven birleştirmiş ve Mösyö Leon Cahun da bu şekilde kullanmıştır. Türk lakablarının hicri I. ve II. asırdaki mertebeleri ilerde görülecek. Soğdiye denen yer Arapların Maveraünnehir dedikleri Amuderya ile Sirderya arasındaki bölgedir. O zamanlarda Türkler buraya Soğd ve ahalisine Soğdak derlerdi: Soğdak budun iteyin terin. Yani Soğdak milletini vuralım dedi. (Eski Türk Yazıtları)] Soğdaklar, Medya’da ipek satmak üzere İran memleketinden transit yoluyla mallarının geçirilmesine müsaade almak üzere hakanın İran hükümdarı nezdinde aracılığını istirham ediyorlardı.[166 - Menandros, s. 295-296.] Medya denilen yer vaktiyle Atropaténe denilen Azerbaycan bölgesindedir ki pek eski bir tarihte yarı yarıya Türkleşmiş olduğu hâlde Ak Hun yahut Tele denilen Türklerin hicretiyle âdeta asli ahalisini bu unsur teşkil etmiş idi. İşte o zamandan beri Azerbaycan bölgesi tamamen Türklerle iskân edilerek o hâlini hâlâ muhafaza ediyor. İpek ticareti yolu pek açık olarak resmedilmiştir. Çin sınırında bulunan Türkler ya savaşta gösterdikleri yararlık ücreti veyahut bozuştukları zaman ettikleri akın ganimeti olarak Çin hükümdarı veya ülkesinden kıymetli kumaşlar alırlardı. İpek kumaşların fazlasını kendi müttefik ve haricî tebaları olan Maveraünnehir ve Horasan Tele Soğdaklara satarlar, onlar da Azerbaycan’daki hemcinsleri olan Türkler vasıtasıyla Roma’ya ulaştırmak için Acemistan’dan transit yani aktarma yoluyla kendilerine bir çıkar yol ararlardı.

Bu takdirce Amuderya’nın öte tarafında bulunan Tele yani Ak Hun, -Eftalit Heyatala- nehir üzerindeki inatçı ve itaatsiz Türkmenleri hakana itaatkâr ve halis olan Telelerin bu teşebbüsüne muhalefet edecekleri tabiidir. İran vekayinameleri, Dizabol’un, Bumin (Mukan) Han’ın Soğdaklara bir kervan çıkarmalarına izin verdiğini ve bunun için Sasani hükümdarı nezdine Manyah adlı bir de sefir gönderdiğini naklederler. Bu sefir ismi telaffuzca Türkçe ise de tahrif edilmiştir. Yunanlıların Katovlfos[167 - Doğu lisanlarının hiçbirisinde böyle bir isim bulunamaz. Nüshalar pek fena yazılmıştır. Bunun Kutak olması akla yakındır.] Katolfos diye anıldıkları Medya’ya iltica eden sahilde meskûn Türklerden birisi İran şahının huzuruna giderek bu teşebbüsün tehlikesini anlatmış ve ipeklerin satın alınıp yakılmasını ve Fars ikliminin su ve havasının “çok sıcak ve kurak” olması sebebiyle Türklere yaramadığından sefir heyetinin öldüklerini duyurarak zehirlenmelerini tavsiye eyledi. Teofilakt zelzele hesaba katılmaksızın Soğd memleketinde yumurcak-vebadan vefatlar olduğuna Türklerin kanaat eylediklerini açıkça yazıyor.[168 - Teofilakt, s. 286, Türklerin Tesmimi. Menander, s. 297.] Acemlerin bu illete karşı verdikleri deva İran çitinde bulunan Türkleri ortadan kaldıracak bir şey idi. Fakat Menander’in kavlince Dizabol “pek dikkatli ve pek zeki”[169 - Menander, s. 297.] olduğundan bu Acem söylentisine inanmadı. İşin içinde bir fenalık olduğunu anlamış olmalıdır.

Manyah zehirden kurtulmuş idi. Hükümdar ve tabi oldukları hakana olan biatini, asi Kutluk’un ihanetini, İranlıların hıyanetlerini, Türklere ettikleri hakaretleri anlattı. Yunan tarihçilerinin anlatmadığı bir şey varsa o da Türk âleminde meseleyi ağırlaştırmaya sebep olan maddedir ki Telelerin itaatkâr ve tabi olan “haricî” millet ile Hüsrev ve Nuşirevan Hüsrev ü Nuşirevan arasında yakınlık bulunmasıdır. Soğd Şahı Tele Türklerinden Kayen adlı bir hanım (prenses) almış idi.[170 - Tarihçi Mirhond bu hanımın ismini “Türkzade” diye zikrediyor. Ermeni tarihçilerinden Patkanyan, Kayen diyor.] Bunun hepsi Türklerce isyan sayılır idi. Bumin Kağan Çin’in Çov sülalesinden olan Wou-ti’ye kendi kızı A-sse-na’yı[171 - Bu isim Türkçe değil, Çinlilerin sonradan vedikleri ad olacak.] vermiş; kuvvetli, haşmetli, büyük bir imparator ile de hısım olarak bağlantılı, zeki bir hükümdar olduğundan İran’ın böyle sefiri zehirleyerek yaptığı hakarete, Amuderya’nın ortasında bulunan asi, cabbar Türklerin ihanetine tahammül edemezdi. Âlâ bir fırsat da çıktı. Mukan Han Çin çitlerinden Nan-Lu ve Pe-Lu’dan kendisinin feth ve itaat altına aldığı ülkelerden yani Amuderya’nın öte yanından ta Kafkasya’nın kuzeyine ve Volga Nehri’nin boyuna kadar uzanan Kıpçak Türklerinin sınırlarının son ucuna kadar bütün Türk budunları (milletleri) üzerine hüküm ve hükûmet ediyordu. Gobi’nin güneyinde bulunan Çin’e bitişik komşu oldukları gibi, Çinlileşmiş Ongut Türklerinden hakanın endişesi yoktu. Çünkü bunlar kendisi ile Çin arasındaki yerde bulunuyorlardı.

Hakan doğuda Otuz Tatarlarını itaat altına almış, asileri Baykal gölünün doğusuna doğru sürerek edebilecekleri fenalığın önünü kesmiş idi. Çin, İran ve Roma İmparatorluğu arasındaki yolu elde etmiş idi. Fakat yaşayış, töre, mezhep ve din itibarıyla birbirinden ayrı olan bu heyet üzerindeki İllig Hanlık hükmü pek esaslı bir şey değildir. Hakikaten Han’ın doğrudan doğruya eli altında yalnız Kanklı, Kalaç ve Uygurlar bulunuyorlardı. Güney ve kuzeydeki Karluklar ile bilahare Tunguzlarla karışarak Moğol milletini oluşturan farklı kavimler hatta şöyle usulen bile itaat etmiyorlardı. Batıda Kıpçaklar ve “Yugurlar” (yukarı memleket), Finovaların üzerinde hüküm icra edip bunlarla Abar, Macarlar gibi birlikte heyet teşkil eden diğer farklı kabileler ve serkeşler sürekli isyan edip duruyorlardı. Yalnız Amuderya’nın kuzeyinde yani İran çitinde bulunan ve Sasaniler tarafından sıkıştırılan Türklerle, doğu düşmanı ile daima düşmanlıkta bulunup bütün Çin isyanlarına karışan Ongutlar büyük bir saflık ve sadakatle millî hükümdarlarına, Türk hakanına bağlılık gösteriyorlardı. Mukan Han doğu ve güney taraflarındaki hükûmetini korumak için Çin’den vazgeçemezdi. Batı tarafından da mülkünü korumak için kendisine tabi ve fakat asi olan Kıpçak ve Avarlar ile muharebede bulunan ve asırlardan beri düşmanlıkları nesilden nesile aktarılan İran ile de pençeleşmekte olan Roma ile ittifak düşündü. Bu şekilde hem mülkünün hem o tarafını güvenli kılacak hem de kendisinin de hasmı olan İranlılardan öcünü alacak idi. Hakikaten bir zekâ ve fevkalade erk ve serbestlik eseri olmaktan başka tarif edilemeyen bir siyasî maharete delil olmak üzere doğu Çin ile “Büyük Çin” yani Roma İmparatorluğu ve kendi hükûmeti arasında bir üçlü ittifak oluşturmayı tasarladı. Bu birliktelik heyetine masrafları taraflarından ödenmek üzere, kendisi gereken askeri tedarik edecek ve Çin ile Roma arasındaki dostluk münasebetini temin edecek idi. Bu Türk Hakanı Nehr-i Ahdar (Yeşil Nehir) ile Tuna arasında asayiş ve emniyeti muhafaza için polis hizmetini görecek ve Çin ile Roma arasında ulaşımı temin edecek, iki hükûmet arasında hakem sıfatıyla hizmet yapacak, dünyayı bölüşecek idi. İşte bu tasavvur çok zaman Türklerin hatırından çıkmadı. Ara sıra Cengizler, Hülagûlar, Timurlar, Yavuz Sultan Selimler bu yüce fikri hakikat derecesine çıkarmaya kalkıştılar.

Milâdî altıncı asırda Çin’de birbirini takip eden kargaşalıklar, Bizanslıların akıl almaz sefahat ve kendini beğenmişlikleri bu büyük tasavvuru düşüncede bıraktı, fiile çıkaramadı. Yalnız şuna dikkat etmek lazım: Cengiz bu fikri başa yetirdi ise de icrasında lüzumundan fazla şiddet gösterdi fakat Bumin Han’ın siyasetinde kan dökmek değil emniyeti muhafaza ve asayiş gibi insaniyetperverlik vardır. Zamanımızda Avrupa hükûmetleri arasında görülen ikili ve üçlü anlaşmalarla Bumin Han siyaseti birbirine pek benziyor diyebiliriz.

Justinyen’in tahta geçmesinin dördüncü yılında milâdî 560’ta Türk sefaret heyeti o zaman Vizantion denilen İstanbul’a ulaştı. Bunlar birçok memleketleri, yüksek dağları, kar yığınlarını, ovaları, ormanları, bataklıkları, dereleri velhasıl Kafkas Dağlarını aşarak, uzaktan geliyorlardı. Sefaret heyetinin reisi Acemlerin zehirlemesinden kurtulmuş olan Soğdlu Manyah idi. Rum hükümdarına Sit harfleri ile yazılmış bir güven mektubu bir de özel mektup ve bununla beraber türlü hediyeler ve çokça ipek getiriyordu. Sit harfleri Türklerin eski yazısı olup şu son zamanlarda çözülmüştür. Sibirya ve Moğolistan’da bulunan yazıtlar üzerinde bugün okunabilir. Eski Hiung-Nulardan başkası olmayan Türklerin Sit harfleri ile yazılmış o kadar uzak bir yerden gelmiş olan bu mektuplarını okuyacak ve tercüme edecek adamların Vizantion’da bulunması da dikkat çekicidir. Mektuplar okunduktan sonra Rum imparatoru Türk hakanının sefirini memnuniyetle huzuruna kabul etti. Manyah, imparatorun kendisine sorduğu sorulara cevap verdi. Yüce Han’ın tek ve millî hükûmeti altında birleşmiş olan Türklerin ne şekilde dört idareye bölündüklerini anlattı. Fırkalar Kıpçak (kuzey ve doğu), Kalaç, Kanglı ve Karluk merkez ve doğudan ibaret olup Altı Balık ve Beş Balık Uygurlarının bu hesabın dışında olduğunu ve doğrudan doğruya Çin hükümdarlarından birinin idaresi altında bulunduğunu beyan etti. Türk sefiri imparatorun dile getirdiği iki soruya cevaben Tele Eftalit bağlı millet sıfatıyla Türk hakanına tabi olup vergi verdiklerini ve yirmi bin kadar olan asi Abarların hakana bağlılık arz ettiklerini beyan etti.

Bu ayrıntıyı verdikten sonra Manyah, memuriyetinin gerçek sebebinin ne olduğunu beyan etti. Saldırıyı, kovmayı ve bir ittifaktan bahsederek Türklerin, Roma İmparatorluğunun bütün düşmanlarıyla çarpışmaya hazır bulunduklarını söyledi. Menander diyor ki: İşte bu suretle Türkler Roma İmparatorluğu’nun dostu oldular.

Türklerin teklif ettiği maddeler Çin’den aldıkları ham ipeği doğrudan doğruya Roma’ya göndermek için ticaret yolunun açılması ve nazarlarında en büyük cinayetle itham olan ve itaatten ayrılarak kaçmayı seçen Abarlar ile ticaret yolunu kendilerine kapatan Farslara karşı ortak taarruz etmekten ibaret idi. Rumlar bu tekliften bir şey anlayamadılar yahut anlamak istemediler. Türk hakanının hüviyet ve iktidarının neden ibaret olduğunu araştırmak ve halini tamamıyla öğrenmek için zaman kazanmak fikrinde idiler. Sonuçta birçok düşmanla çevrili olduklarından böyle bir teklifi kabule cesaret edemediler. Rumlar Abar hakanı ve Fars Sasani hükümdarı ile savaşacaklarından korkuyorlardı. Türkler kimseden korkmuyorlardı. Bunlar ise her şeyden korkup çekiniyorlardı. Rumlara bir harp planı teklif ediyor ve kendilerinden asker istiyor idi. Rumlar bir sefaret heyeti gönderdiler. Ze-mark bu heyetin reisi idi. Menander bu konuda gerekli bilgiyi veriyor. Sefaret heyeti Pe-Lu’ya ulaştığı anda Mukan Han vefat etmiş olup küçük erkek kardeşi Tekin Dubuhan Fars sınırına hareket ediyor idi. Roma sefirini Çuy ve Sirderya arasında bulunan Talas[172 - Taraz. (Talas)] mevkisine kadar götürüp adı geçene teminat vermek ve ahvale karar verdirmek için karşısına gelen Fars sefirlerine kötü muamelede bulundu.

Menander her ne kadar sefirin Türkistan’a ulaşmasında Yüce Han’ın vefat etmiş olduğunu bildiriyor ise de diğer bir rivayete göre Zemark’a göre yer değiştirerek Soğd bölgesinden geçip Yüce Han’ın karargâhı olan Altay dağlarında bulunan Ak Dağ’a ulaşıp Hakan’ın huzuruna çıkarak hürmete nail oldu. Ve Yüce Han, Farslar aleyhine birlik sağlamak için Romalıları sınırsız taltif eyledi. Ve Zemark’a büyük hediyeler, özellikle güzellikte eşsiz bir Kırgız cariye bahş eyledi ve kendisi de yayladan dönüp kışlığı olan Yaksart-Sirderya Nehri kuzeyindeki Taraz şehrine gitti. O sırada Fars padişahının da özel elçileri gelmiş idi. Yüce Han Talas’ta büyük bir ziyafet tertip ederek gelen sefirleri davetle Romalılarla merasim ve anlaşma yaptı. Sefirini zehirlediklerinden dolayı Farsları da tahkir etti ve suçladı.

Bu düşmanlığın hakiki sebebi Eftalit yani Tele Türkleri olduğundan ilk önce onlar üzerine ordu gönderdi.

Yüce Han’ın kumandanı Soğd bölgesine girmiş idi. O aralık Heyatala hanı kışlamak üzere Buhara’ya gelmiş olduğundan iki asker Nahşeb yakınında birbirine tutuşarak Ağnalitler mağlup ve hanları meydan savaşında maktul oldu. Bu esnada Büyük Han da Semerkant’ta idi ve Horasan’a girmek niyet ve hazırlığında idi. Lakin teklif olunan barış şartlarının Nuşirevan tarafından kabul edilmediğine dair haberler gelmesi üzerine taarruzdan vazgeçti. Ve kendisi de Kaşgar’a çekildi. O tarihte küçük Buhara, yani Kaşgar ve havalisi Büyük Han’ın idaresi altında idi.

Lakin asli vazifesinden sıkılmış olan korkak Rumların bir şey elde etmesine muvaffak olamadı: Anda kisra inişi Kağan bolmış erinç. Oğlı atı kağan bolmış erinç. Anda kisra inişi eçisin teg kılunmadık erinç. Oğlı akankın teg kılınmaduk erinç. Biligsiz kağan olurmış erinç. Yablak Kağan olurmış erinç. (Orhun Yazıtları.)

Bundan sonra Rumlar Valantinus adında bir asker gönderir Türkler bunu önemsemezler. Bahsedilen şahsın bu ikinci sefareti idi. İmparator Justin ile yapılan anlaşma ve bir de Roma Hükûmeti’yle Asya’nın yüksek kesimleri arasındaki münasebet daim idi. Hakanın tebası olup gerek haricî milletlere mensup Soğdaklar gerek Çinliler ve gerek dâhilî milletlere mensup kimseler servet çoğaltmak için Konstantiniyye’ye geliyorlardı. Fırsattan istifade ederek memleketlerini görmeyi arzu eden bu Türklerden yüz altısı Valantinus ile beraber döndüler. Büyük Çizabul’un vefatından dolayı memleketlerini pek değişmiş göreceklerdi. Cesur Bumin Han’ın vefatıyla “genç biraderleri” olan ve çocukları babalarına benzemediğinden cahil ve tembel hanlar iktidar makamına geldiler. Menander, Valantinus’un sefaret vazifesi ifa ettiği milâdî 575 senesinde Türk Hükûmeti’nin atlattığı ciddî bir tehlike ve buhranı zikredilen sefirin görmemiş olduğunu zannediyor. Bununla beraber Menander’in hikâyesi Cizabul’un yaşadığı dönemde olduğu gibi Türk Hükûmeti dört idareye ayrılıp şimdi sekiz kısma ayrılmasından başka önem arzeden bir değişikliğin varlığından haber vermiyor.

Zamanımızda Kırım Azak Denizi ve Güney Rusya’ya rast gelen memleketleri ve sonra gayet çetin bir memleketi geçerek Valantinius sekiz Türk beyinden birisi olan Ordu’ya ulaştı. Türk ve Moğol dilinde müşterek olan Ordu kelimesi hem bey hem askere mahsus (umumî karargâh) manasınadır.

Roma sefiri Zemark Kanglı veya Kıpçak’ta tutuklu olan kız-kardeşine katılmak üzere Büyük Han’ın yanından ayrılarak arkadaşlarına kavuştu. İstanbul’a sefir göndermek hususunda Büyük Han, Kıpçak reislerine müsaade vermiş olduğundan bunlar da yanlarına biraz adam kattılar. Bunlar Hazar Denizi sahiline ulaştılar. Burada Cürci isminde birisi en kısa yol ile İstanbul’a varmak için on nefer Türk ile topluluktan ayrıldı.

Zemark, Hazar Denizi kenarınca Yayık ve İdil nehirlerini geçerek Uygur beldelerine girdi. (Bu Uygurlar önceleri Turfan bölgesinde yerleşik olup sonra İdil yani Volga Nehri’nin doğu tarafına göç etmiş idiler ki bugün Nogay kabilelerinden sayılırlar.)

Büyük Han’ın İstanbul’a gönderdiği sefirin adı Tağma olup kendisine Tarhan denirdi. Yine bu rütbe ve unvan ile Manyah’ın oğlu da beraberlerince bulunurdu. Bunlar Volga Nehri’nin sahiline ulaştıkça Büyük Han’ın idaresi altında bulunan Uygur reisi gelerek, orman içinde pusuda dört bin Farslı olduğunu ihbar, hafif zahire ve tulumlarla su vererek yol gösterdi. Onlar da bataklık tarafına yol değiştirip Alanların memleketine ulaştılar. Oradan Famoş’a gelerek gemilere binerek Trabzon’a buradan da kara yoluyla İstanbul’a ulaştılar.

Büyük Han batıya mahsus bir meselenin açıklaması ile uğraşırken bir büyük fırtına zuhur edip on gün devam etti. Bunu semavi bir ceza sayarak nice senelerden beri hapis olan Chou sefirlerini salıverdi. Ve ittifakı tazelemek için İmparator Vuti nezdine kızını gönderdi. Bundan dolayı yirmi sene rahatsızlıktan sonra milâdî elli yılında hayata veda etti. Yerine erkek kardeşi Tubu Han geçti.

Sefaretname ordu beyinin ismi Turkantos olduğunu beyan ediyor. Bu isim eski Türklerde insan ve kavim ismi olan Türgiş[173 - “Sevgili oğlum Türgiş Kağan’dan mühürdar Oğuz Makraç âlim-i mühürdar geldi. Kırgız Kağanı’ndan İnanç Mur geldiler. Mahkukat-ı Kadime-i Türkiye, s. 13-31.] kelimesinin Rumcası olan Turkos isminin tamlanan hali olması muhtemeldir. Bahsi geçen sefaretnamede sekiz beyden en eskisi Arsilas adıyla kayıtlıdır ki Türkler arasında gayet yaygın olan Arslan kelimesinden bozulmuştur.

Sefaretnamede en az bozulan ve istinsahın hatalarından kurtulan bir özel isim var ise o da Altun Dağı üzerinde yerleşik dâhilî milleti kumanda eden beyin ismidir. Rum müellifi bu beyi Tardu adlandırır ki ismin Türkçesi Tarduş’tur.

Büyük Bumin Han’ın vefatından sonra Türk Hükûmeti sekiz kısma ayrılıp doğuda bulunan hassalardan biri Bumin’in küçük biraderine verilmiş idi. Bunu Çin, Türk ve Moğollar Tupu Han veya Tubu Han olarak adlandırmışlardır.

Birleşen kavimlerin hakiki amiri olan Dubu Han, Buda mezhebini kabul etti. Çinliler ittifakını ısrarla arzu ettiklerinden kendisine külliyetli bir meblağ verdiler.[174 - Bu arada (Tubu Han)ın yüz bin atlısı var idi…. Chou ve Chi imparatorları kendisiyle hısımlık ittifakı peyda etmek için birbirleriyle rekabet ediyorlar ve kendisine hizmet maksadıyla hazinelerini boşalttırıyorlar idi. Stanislas Julien, s. 29.]

Tsi Hükûmeti tebasından Hui Len adlı Buda mezhebinden bir kimse, cebren kaldırılmış ve Tu Kiular arasında vakit geçirmekte idi. Bu zat Tsi Hükûmeti’nin şevket ve azametinin Buda ayinine riayet edilmesinden kaynaklandığını Tubu Han’a beyan etti. Bu durumda hükümdar sebepler, eserler ve fiiller ile onların karşılıkları hakkında söyleşilerde bulundu. Tubu Han bunları işitip o kimsenin sözüne itimat etti. Ve bir mabet bina ettirerek perhize vesair mezhep uygulamalarına riayet ediyor idi. Orta memlekette yani Çin’de doğmadığına üzüldü.[175 - Stanislas Julien, s. 29-30.] Buda mezhebine tabi ve ayrıca yarı Çinli olan hakiki Türk hakanı iktidarı döneminde batı tarafından beyleri memleketler ve dâhilî millet ittifak etmişler idi. Batılılar doğudan sürüldüklerini hissederek Roma İmparatorluğu hesabına her türlü tehlikeyi göze almakta bulunuyorlardı. Valantinus’u elleri boş geldiğini gördükleri anda paylamaya başladılar. En çok zarar gören Türgiş cesaretle mukabele ve pervasızca karşılık verdi: “Siz Romalıların on lisanı, bir türlü hilesi vardır!.. Türkler yalan söylemezler!.. Sizin kral dediğiniz adam bizim esirimiz olan Abar, Avar, Hunlar ile ittifak etmiştir.” Yalnız kamçısını gördükleri hâlde yerin dibine girecek ve tedbirsizcesine karşılık vermeye davrandıkları hâlde kendilerine karşı kılıç çekmeyip cesur ve namuslu Türklerin beygirlerinin ayakları altında kurt gibi ezdirtecek olan bu sefil ve asi kavimlerle Roma hükümdarının bir devlet gibi ittifak eylediğinden dolayı hiddet etti. Birdenbire işte söz ileterek en iyi tanıdığı Dinyeper ve Tuna yolu yani Kıpçak’tan geçen Türk yolu sefirlerine takip ettirilecek yerde Fars askerî sınırından ve Kafkastan geçirildiğinden dolayı Romalıları itham etti. Ve bunu ispat etmek için Kırım’daki Bosforus’u (Yeni Kale Boğazı) kuşatacağını Valantinus’a beyan etti. Gerçekten Valantinus Vizantion’a döndüğünde Buhanus Bu (Buka Han’dır) adında bir Türk kumandanının Kırım’ı istila ettiğini ve Bosforus’u zapteylediğini öğrendi.[176 - Sirderya Nehri’ne Eski Türkler Yinçü, Yençü (İnci); Moğollar Gul Serikun (Soğuk Irmak); Grekler Yaksartes; Romalılar Oxus (Boğa, Türkçe Öküz’den); Araplar Seyhun derler. Ana kolları arasında Aris, Çirçik, Keles sayılabilir. (ç.n.)]

Milâdî 575 yılında bulunuyoruz. Türk hakanı şu anda büyük setten Don Nehri’ne kadar Asya’nın bütün kuzeyine hâkim olup batıya uzanan ticaret yolu Pe-Lu ve bozkırlardır. Nan-Lu, Fergana, Fars askerî sınırı ve Kafkas’dan geçen yolu yasaklıyor.

Öne doğru (doğu tarafı) ordusu ta Şantung ovasına kadar, sağa doğru (güney) Tibetlilere yetişmeyerek Tokuz’a (Arzan) kadar, geriye doğru (batı) Yençü (Yaksart) üzerinden Demir Kapı’ya kadar Maveraünnehir’de Semerkant’ın güneyinde ve Derbent’in yakınında sola doğru (kuzey) Berenk-Yarku’nun memleketine kadar götürdüm.[177 - Mahkukat-ı Kadime-i Türkiye (Eski Türk Yazıtları), s. 3, 4-33.] Milâdın VI. ve VII. asırlarında Türk imparatorluğu bu hâlde idi. Türgiş batıda bulunan Hun kalıntısını Volga Nehri’ne kadar olan memleketlerinden kazıdı. Yahut Türklere karıştırdı. Türgiş ve Volga’nın ötesinde Kırım’da Kafkas’ta bulunuyor, işte Hunlar şimdi Türklerden başka bir şey değildir.

Sefaretname de yalnız bir nokta karanlık kalmıştır. Türgiş (Türkeş) Romalılara babasının matemini tutturduktan sonra (matem ayininin Çinlilerin hikâye ettiklerine tamamıyla uygun olduğunu Menander beyan ediyor.) Tarduş’un yanına dâhilî milletlere gönderdi. Bundan maksadı acaba Romalılarla olan münasebetini ortaya koyarak amcazade ve rakipleri arasında şeref ve itibar sahibi olmak mıdır? Her ne olursa olsun, bugünden itibaren Türklerle Romalılar arasındaki münasebet kesildi. Zira Romalılar Türklerden çıkan Kazak kabilelerinden korkuyorlardı. Özellikle bunlarla uyuşarak açıktan açığa Sasanilere hücum etmeye, uç noktadaki doğu kavimleriyle Büyük Fars Devleti’ni parçalamaya cesaret edemiyorlardı. Çünkü Türklerden korkuyorlardı.

İlk defa olmak ve son olmamak üzere bencillik ve cehalet mezhebine yani Asya’nın Avrupa âlemine girmesine mâni oldu.

İKİNCİ KİTAP

TÜRKLER VE İSLÂMÎYET

Hicret-i Nebevî’nin ilk asrı Asya’da mekân tutan kavimlerin hayatları hususunda çok buhranlı bir dönem olmuştur. İ’la-yı kelimetullah için Sasani Devleti’ni perişan ve İran beldelerini feth ve istila eden Arap mücahitleri şimdiye kadar Oxus (Sirderya, Seyhun) ve Hazar’ın kuzeyindeki eski Sit yolundan akıp gelen Türk göç akınının bir kısmını İran, Küçük Asya ve Suriye üzerine yönlendirdi. Zikredilen üşüşmeler Din-i Mübin-i İslâmîyyeti Nan-Lu ve Pe-Lu tarafında bulunan çitlere kadar genişleterek Hristiyan Avrupa ile doğunun uç noktaları arasındaki medenî ve siyasî münasebetleri tamamen değiştirmiştir.

Çin ile Avrupa arasında doğal aracı olan Türkler Avrupalıların din düşmanı saydıkları İslâmîyet’in silahlı bir cengâveri kesilip kalmışlardı. Orta Çağ’da Avrupa kavimlerinin haksız olarak Müslümanlara karşı gerçekleşen kindar taarruzları ve inançlarının müthiş savaşlarında Türklerin fevkalade fedakârlıkları görülmüştür. Kalpleri her türlü tamamiyle arınmış, muhtaç ve biçarelere yardım etmekten asla vazgeçmeyen asil Türk kavimleri can ve bedenlerini İslâmîyet uğrunda feda ettiler.

Türkler daha sonra İslâmîyet’in eşsiz pehlivanı olmuş bu hâliyle dinin temiz şeriati uğrunda can feda etmeyi kendilerine Allah indinde emanet edilmiş iftihar olunacak bir hizmet olmak üzere kabul eylemiş mukaddes bir kavim ise de İslâmîyet’i kolaylıkla kabul edinceye kadar Araplarla az çok çatışma ve savaşları da olmuştur. Yeri geldiğinde bahsedilen savaşlar genelde göz ardı edilip geçiştirildiği hâlde Türk kavimleri tarihinde bir eksik bırakılmış olduğu düşüncesiyle bahsedilen olayların açıklanmasına gerek görülmüştür.

Arap fatihlerinin arslan gibi hücumları o zamana kadar dünyanın kara olan dörtte bir kısmında epeyce bir askerî şöhret kazanmış olan Fars ordularını mahv ve perişan eylemiş idi. Arap mücahitleri son Sasanilerin Türkleri sürüp çıkarmaya muvaffak olamadıkları Horasan, Soğd ve Fergana askerî hududunu az bir müddet içinde ele geçirmişlerdi. Bu vaka hicrî I. asrın ilk yarısında meydana gelmişti. Türklerin aslı bahsinde ismi geçen İllig Han’ın etrafında kuvvetli düşmanları vardı. Arap fatihlerinin taarruzlarına maruz kalan tabi ve müttefiklerinin İran askerî hududu sakinlerine, Soğd, Fergana Türklerine ve Türkistanlılara yardım etmek hatırlarına bile gelmiyordu. Doğuda bulunan Hıtay kabilesi, Tu kiu, Uygur ve Karluklar’dan ayrılıp müstakil bir devlet kurmuş idi. Çin ve Liyau memleketinin doğu askerî sınırına sahip olan bu Hıtaylar, Doğu Türkleri arasında devamlı rekabete sebep teşkil eden kuzey askerî hududu ve Pe-Lu girişi meselesinden dolayı Tu kiu ve Karluklar ile mücadele ediyorlardı. Büyük seddin Sarı Irmak dirseği ile deniz arasında bulunan gediğinden Hıtaylar aralıksız Çin’e akın edip Beyaz Nehir’e (Volga, Pi hu) kadar iniyorlardı. Liyau kralının Hıtayları, Çinlileri bunalttığı nisbette Çinliler de İllig Han’ın atlılarına çok maaş veriyordu. Memlekette kalıp Çin hakanı ile alışveriş etmek, kendilerinin borç ödemeye muktedir olamadığı zamanda arazisini gasp ve yağma eylemek ve sanatı ihlal eden amcazadeleri Hıtaylar ile çarpışmayı her hâlde batı tarafında ve Pe-Lu’nun öte tarafındaki memleketlerde yerleşmiş olup güzel sözleriyle kendilerini vazgeçilmez eden amca torunlarını savunmak durumuna tercih ediyorlardı.

Diğer yandan Çinliler hükümdarlık hanedanı için bir nizam koymuş, bu suretle onun iktidarını kısıtlamışlardı. Doğru hareket etmek şartıyla hakana çok tahsisat vermek istiyorlardı. İllig Han’ın Türkleri, iddialarında pek ileriye vardıkları hâlde Çinliler Liyau Türkleriyle pazarlığa girip berikileri bırakıverecekler idi. Bu durumda Tu kiular yalvarırcasına bir tavır ile imparatorun iltimasını talep ediyorlardı. Çinliler sağdan geri dönüp Hıtayları terk ederler ve üzerlerine batıda bulunan amcazadelerini yani Tu kiuları gönderirlerdi. Çin sülale hükümdarlarının on ikincisi olup Sui denilen yeni bir sülale, ilk iş olarak devletin birliğini bozdu. Irken Tunguz (onların atası bir Siyenpi idi) ve kalben Çinli olan Sui hanedanının başkenti Lu Yang olmak üzere ahalisinin cesareti ile şöhret bulmuş olan Hu Han memleketini hareket merkezi kabul etti.

Askerî hudut üzerinde bulunan Şansililer ayaklandılar. Kuzey Çin’in Güney Çin üzerine olan askerî üstünlüğünü ispat ederek milâdî altı yüz yirmi altı yılında on üçüncü Tang sülalesini kurdular. Kan itibarıyla Çinli, birlik, karakter ve bünye itibarıyla Türk olan bu sülale Çin’de hâkim olan hükümdar sülalelerinin en sert ve en cengâveridir. Tanglar, Türklerin üzerine el uzattılar. Milâdî yedinci asrın son yarısında yukarı Asya’nın doğu havzasında bulunan Pe-Lu ile Hingan dağları arasında bulunan Türkler kati surette Çinlilere tabi oldular. Türk Beyleri kendi Türk unvan ve isimlerini terk edip Çin unvan ve isimlerini kabul ettiler. Elli sene kadar ünlü hükümdara bağlılık arz edip, fikren ve bedenen kendisine hizmet ettiler. Türklerin dâhilî kavimleri Tangların hesabına olarak Çin himayesi altında yaşadılar. Bu hâl Tang sülalesinin çöküşüne kadar devam etti. Milâdî VIII. asır başlarında muhtariyet elde etmek üzere son hakanlar tarafından alışılmış teşebbüslere girişildiyse de kendi istekleriyle bağlı kalmaları ile sonuçlandı.