banner banner banner
Devlet
Devlet
Оценить:
 Рейтинг: 0

Devlet

Devlet
Platon

Adil insan kimdir? Adil yönetici nasıl olmalı, nasıl yetiştirilmelidir? Dünyadaki en adil ve mutluluk veren yönetim şekli hangisidir? MÖ 340'larda yazılan bu eserin temel soruları bunlardır. Atina'da daha önce görülen hükûmetlerle ve mevcut hükûmet biçimlerini karşılaştırır Platon. İdeal kentin, devletin ve birçok toplumsal birimin yönetimine dair potansiyel biçimleri göz önünde bulundurarak teorilerini hem bireye hem de ideal şehir devletine uygular. Devlet, şüphesiz ki Platon'un asırlar boyunca kılavuz olan, en iyi bilinen eseridir. Demokrasi ile tiranlık arasındaki ince çizgiyi, mağara alegorisini, ruhun ölümsüzlüğünü, şiirin yapısı ve toplum için değeri hakkındaki fikirlerini Sokrates ve arkadaşları arasındaki diyaloglar ile aktarıyor. Balliol Koleji Başkanı Benjamin Jowett'in analizlerinin de yer aldığı bu eserde, tartışılan konuların pek çoğu hâlen güncelliğini koruyor. Belki de görüşlerin asırlar öncesinden şimdiye taşınmasının bir sebebi de bu… "…Bir devlet, anladığıma göre insanların ihtiyaçlarından doğar. Hiç kimse kendi kendine yeterli değildir ve hepimizin ihtiyaçları vardır. Devlet için başka bir çıkış noktası düşünülebilir mi? Öyleyse pek çok ihtiyacımız olduğu için, bir kişi bir amaç için birini, başka amaç için başka birini tutar. Ve bu yardımcılar bir araya getirilip bir yapı oluşturulduğunda buna devlet denir."

Platon

Devlet

ÖN SÖZ

İnsanın bir türlü vazgeçemediği tutkuları vardır. Bunların başında yüzyıllardır edebiyatın konusu olarak da gördüğümüz, geleceği öngörme arzusu gelir. Gerek insanlara doğru ve gerçekleştirilmesi gerekli olan düzenler, gerekse insanların kaçınması ve engellemesi gereken düzenler gösterilerek insanlığın gelecekte varabileceği en üst noktaya varması amacıyla miladın da öncesinden beri pek çok Ütopya ve Distopya yazılmıştır. Günümüzde sık sık bahsi geçenler arasında, kronolojik olarak ilk sırada Devlet gelir. Gerek diğer ütopyalara ve distopyalara gerekse tarihsel süreç içerisindeki siyasi düzenlere ışık tutmasıyla çağlar boyunca insanların başvurduğu sağlam bir referans olmuştur. Tıpkı düşünen her insanın sorguladığı gibi Devlet de mutluluk arayışıyla başlar: İyi insanlar mı daha mutludur yoksa kötü insanlar mı? İnsan, bu soruyu düşünürken hayatını oluşturan unsurları göz önüne alır ve hangisinin daha fazla etkisi olduğunu bulur. Kendi isteklerini gerçekleştirdikçe mi, diğer insanlara ve sosyal hayata uyum sağladıkça mı mutlu olunur? Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde “ait olma”, “kendini gerçekleştirme”nin bir ön koşulu olarak daha alt basamaklarda yer alır. Bu bağlamda, hayatta sağlam şekilde var olmanın bir koşulunu topluma uyum sağlamak olarak görebiliriz. Devlet’te pek çok yerde insanların farklı yaradılışlarından ve bireysel farklılıklarından söz edilse de öncelik her zaman toplumun refahı olup bunun korunması yolunda düzenlemeler tartışılır. Çünkü Durkheim’a göre de toplum, bireyden değil; birey, toplumdan oluşur. Fakat bu noktada bir Ütopya olarak değerlendirilen Devlet ile bir Distopya olan Cesur Yeni Dünya arasında bir fark kalmaz. İkisinde de sonunda kişilerin mutlulukları göz ardı edilip toplumun refahı sağlandığı için insanlar artık kendi mutluluklarının ne olduğunu kaybederler. Devlet’te yanlış olarak bahsedilen üç yönetim biçiminde ve doğru olduğu savunulan yönetim şekillerinde Devletin birliği ön plandadır ve artık son nokta olan tiranlıkta yalnızca bir kişinin mutluluğu söz konusudur; tiranın. Bir Ütopya olarak Devlet’te bahsedilen “ideal” düzenlemeler gerçekleştirilse bile sonunda varılacak nokta yine bir Distopya olacaktır.

Devlet bugüne kadar dilimize defalarca kez çevrilmiş olmasına rağmen bu çeviriyi özel kılan başka bir yan vardır: Orijinal İngilizce metnin çevirmeni Benjamin Jowett’in yaptığı detaylı analiz. Jowett, Oxford Üniversitesine bağlı Balliol Kolejinde öğrenimini tamamladıktan sonra hayatını oradaki görevine adadı. Üniversitedeki reformist kişiliğinin yanı sıra pek çok filozof yetiştirdi. Felsefe ve teolojiyle ilgilendi, Platon’un diyalogları üzerine dersler verip onları tercüme etti. Yayımladıkları üzerine tekrar tekrar uğraşıp yeni baskılar çıkardı. Devlet çevirisi ve analizlerine vefatından otuz yıl önce başladı ve bu eser ancak vefatından sonra, 1894’te yayımlandı. Bu baskının ilk kısmında da Jowett’in analizlerine yer verilerek yüzyıllarca üzerine pek çok söz söylenen Devlet’e çok geniş bir pencereden bakılması hedeflenmiştir. Bu heybetli eseri üç kez tekrar yazabilmesi, onun hayatını bu işe adadığının göstergesidir. Devlet üzerine yaptığı çalışmalardan hiçbir zaman emekli olmamıştır. İkinci baskı ile birinci baskı arasındaki farklar da göz ardı edilemeyecek kadar büyük olsa da üçüncü baskıda tamamen yeni bir eser ortaya çıkmıştır. Yunancadan yaptığı çeviride izlediği “Önemli olan sözcükler değil verdikleri histir.” ilkesi doğrultusunda bu çeviri de orijinal metindeki esas ruh korunarak ortaya konmuştur. İngiliz okuyucularına yol göstermek için derin Yunanca bilgisiyle metnin arasına serpiştirdiği örtülü anlamlar bu çeviride siz değerli okuyuculara da aktarılmıştır. Hayatının hiç de hafife alınmayacak kadar büyük bir bölümünü adadığı Platon’un sözlerini aktarırken söz sahibi bir konuşmacı edasıyla kaleme aldığı bu satırlar, kitaba bir çeviriden çok orijinal metin havası kazandırmıştır. Tıpkı milattan önce dördüncü yüzyıldaki Yunan okuyucularda bıraktığı etki gibi İngiliz okuyucularının da Platon’un konuşma tarzını biliyormuşçasına içeriği tamamen anlamasını sağlamıştır. İşte bu özellikler Jowett’in çevirisine özgürlük, zarafet, sadelik ve ihtişam kazandırmıştır. (Goodwin, 1893) Çeviriden önce gelen analizler ve açıklamalarla, bir okuyucunun aklına gelebilecek çıkarımlar ve varılabilecek sonuçlara geniş bir ışık tutulmuştur.

    Necla Beyza ÖZKİŞİ

    2021
    İstanbul

Platon, MÖ 428 yılında Atina’da doğdu. Soylu bir aileden gelmesinin de etkisiyle pek çok farklı konuda kendisini geliştirme imkânı bulmuştur. Sokrates’le tanıştıktan sonra felsefeyle ilgilenmiş ve hocasının vefatından sonra diğer öğrencilerle birlikte çeşitli yerleri ziyaret etmiştir. Kırk yaşında İtalya’dan döndükten sonra Akademi’yi kurarak dersler vermeye başlamıştır. Sokrates’ten farklı olarak sokaktaki sıradan insanlara değil de ne istediğini bilen seçkin insanlara ders vermek istemiştir. Akademisindeki amacı da öğrencilerini filozof birer devlet yöneticisi olarak yetiştirmektir. Bu yüzden siyaset ve ahlakı öğretirken bunları matematikle de ilişkilendirmiştir. Platon’a göre idealar dünyasıyla gölgeler dünyasını birbirine bağlayan bilim geometriydi ve bu yüzden Akademi’nin kapısına “Geometri bilmeyen bu kapıdan girmesin.’’ ifadesini yazdırdığı söylenir.

Benjamin Jowett, 15 Nisan 1817’de Londra’da doğdu. Balliol Kolejinde lisans eğitimini 1839’da, yüksek lisans eğitimini 1842’de tamamladı. 1845’te rahip oldu. Yazları Alman bilim insanlarıyla seyahatlere çıkardı. Özellikle Hegel’in felsefe tarihiyle ilgili makaleleriyle ilgilenirdi. Daha sonra politik ekonomi dersleri verirken Platon’u araştırmaya başladı. Ama asıl ilgi alanı teolojiydi. Pavlus’un Mektupları hakkında yazdığı yorumları tutucu rahiplerden çok tepki toplasa da aynı yıl Oxford Üniversitesine Kral tarafından Yunan profesörü olarak atandı. Daha sonra Platon’un Devlet’i ve diğer eski Yunan filozofları üzerine dersler vermeye başladı. On yıl boyunca dinde şüphe içerisindeydi ve sonunda On the Interpretation of Scripture başlıklı yazısıyla İngiltere Kilisesi tarafından sapkınlıkla suçlandı ama dava daha sonra düşürüldü. 1860 ile 1870 arasında üniversitede ve eğitim sisteminde pek çok reform gerçekleştirdi. Önceliği her zaman araştırma değil öğretimdi. 1871’de meşhur dört ciltlik çevirisi Platon Diyalogları’nı yayımladı. Daha sonra 1875’te gözden geçirilmiş hâliyle beş cilt olarak tekrar yayımladı. 1892’de üçüncü bir baskı daha gerçekleştirdi ama Devlet üzerinde çalışmaya 30 yıl boyunca devam etti. Bu çalışması vefatından sonra yayımlandı. 1 Ekim 1893’te vefat etti.

N. Beyza Özkişi, 1998’de İstanbul’da doğdu. 2016’da Yıldız Teknik Üniversitesinde İngilizce Öğretmenliği bölümüne girdi. Ortaokul yıllarından beri karşılaştırmalı olarak öğrendiği İngilizce ve İtalyancayla üniversite yıllarında çeşitli akademik ve edebî çeviriler yaptı. Dil ve edebiyat üzerine çalışmalarını devam ettirmek üzere 2020 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans öğrenimine devam etmektedir.

GİRİŞ VE ANALİZ

Devlet, Platon’un Yasalar’dan sonra en uzun ve -şüphesiz en değerli- çalışmasıdır. Philebos ve Sofist kitaplarında da modern metafiziğe, Devlet’tekine yakın bir yaklaşımda bulunmaktaydı; Politicus, yani Devlet Adamı kusursuzdu; devletin yapısı ve kurumları, Yasalar’da birer sanat eseri olarak ifade edilmekteydi; Şölen ve Protagoras seçkinler içindi. Fakat Platon’un diğer Diyaloglar’ının hiçbirinde aynı geniş bakış açısı ve aynı kusursuz biçim söz konusu değildir; hiçbiri Devlet’tekine denk bir dünya bilgisine sahip değildir ve eski ya da yeni, bu çağ ya da bir başkasındaki görüşleri içermemektedir. Platon’un hiçbir eserinde bundan daha derin bir iğneleme, daha muhteşem bir mizah ve imgelem ya da daha tesirli bir güç yoktur. Diğer yazılarının hiçbirinde hayatı ve onun yorumlamasını birlikte dokumaya, siyaset ve felsefeyi birbiriyle ilişkilendirmeye teşebbüs etmemiştir. Devlet, diğer Diyaloglar’ın da etrafında toplanabileceği bir merkezdir; Devlet’te felsefe, antik düşünürlerin hiçbir zaman ulaşamadığı doruk noktasına varır. (Özellikle de V, VI ve VII. kitaplarda.) Her ne kadar ikisi de doğrunun dış hatlarını ya da içeriğini tam anlamıyla çizebilmiş olmasa da diğer Yunanlar arasında Platon, Bacon’ın modernlerin arasında olduğu gibi, bir bilgi yöntemi tasarlayan ve bunu ifade eden ilk kişidir. Platon ve Bacon’ın ikisi de bilimin henüz yapılmamış olan ayrımıyla hoşnut olmak zorundaydılar. Platon, tüm dünyanın gördüğü en büyük metafizik dehasıydı ve onda, diğer bütün düşünürlerden de fazla, gelecekle ilgili bilginin tohumları da mevcuttu. Çağlar sonra bile düşüncenin ilerlemesine büyük katkısı bulunan mantık ve psikoloji bilimleri, Sokrates ve Platon’un analizlerine çok şey borçludur. Tanım teorileri, çelişki yasası, bir grup içinde tartışmanın mantıksızlığı, öz ve bir fikir veya gereken rastlantılarının, araçlar ve amaçların, sebepler ve koşulların arasındaki ayrım; ayrıca zihnin akılcı, şehvet düşkünü ve hiddetli bölümlerinin farkı ya da gerekli veya gereksiz zevk ve arzuların ayrımı; bunlar ve daha başka düşünce modelleri Devlet’te mevcuttur. Büyük ihtimalle de mucitleri Platon’dur. Yazılarında karışıklık eksik olmamasına rağmen (Ör. Devlet); tarihteki en büyük mantıksal düşüncelerin ve de bütün felsefe yazarlarını aklını kaçırma durumuna getiren düşüncenin, yani kelimeler ve nesneler arasındaki fark düşüncesinin, en çok onun gayretiyle üzerinde durulmuştur. (Devlet; Polit.; Cratylus) Ama hiçbir zaman doğruyu doğrusal bir şekilde ele almazdı, -mantık hâlâ metafizikte saklıydı- ve bütün doğruları, bütün varlığı ‘tasarladığını’ düşündüğü bilim, Aristo’nun keşfettiği düşünülen uslamlama teorisine hiç benzemiyordu (Soph. Elenchi 33. 18).

Şunu da unutmamalıyız ki Devlet, Atina’nın ve onun politik, fiziksel felsefesinin ideal tarihini içerdiği düşünülen büyük bir çalışmanın üçüncü parçasıdır. Critias’ın parçaları; Truva ve Arthur’un hikâyelerinden sonra gelen dünyaca ünlü bir kurgunun doğuşuna ışık tutmuştur. Ayrıca, on altıncı yüzyılın ilk denizcilerine ilham olmuştur. Atlantis Adası halkına karşı Atinalıların savaşını konu alan bu mistik hikâyenin, Solon’un yarım kalan şiirinde geçiyor olması gerek. Bu hikâye, Antik Yunan yazıtları ve Homeros’un şiirleri ile yakın ilişkidedir. Perslerin ve Yunanların arasındaki çatışmayı yansıtan bir Özgürlük mücadelesi (Tim. 25 C) olarak anlatılırdı. Timeos’un girişinde, Critias’ın bölümlerinde ve Yasalar’ın üçüncü kitabında da Platon’un bu ileri savını nasıl ele aldığını görebiliriz. Niçin o harika fikirden vazgeçildiği konusunda yalnızca tahminde bulunabiliriz. Belki Platon, bu kurmaca tarih içindeki tutarsızlığa karşı hassaslaşmıştır ya da belki artık ilgisini çekmiyordur ya da belki de yılların deneyimi engel olmuştur bitirmesine. Bizler kendimizi, eğer ki bu hayalî anlatı bitirilseydi Platon’u Helenik bağımsızlığa (Yasalar III. 698) karşı bir sempati sergilerken Maraton kasabası ve Salamis üstünde bir zafer marşı söylerken bulabileceğimiz hayaliyle mutlu edebiliriz. Belki orada, Atina İmparatorluğunun büyüklüğünü seyrederken Heredot’un taklidini yaparak -“Atinalıların Yunanistan’daki diğer devletleri büyüklük olarak geçmesine yol açan bu ifade özgürlüğü ne kadar da cesur!” diye haykırırdı- ya da belki de Atina’nın eski düzeninin zaferine, Apollon ve Athena’nın lütfuna atıfta bulunurdu. (Critias, Giriş)

Yine, Çiçero’nun De Republica’sı, St. Augustine’in Tanrı’nın Şehri kitabı, Thomas More’un Ütopya’sı ve daha nice aynı şekilde yazılmış hayalî devletlerin hepsi Devlet’in içinde görülebildiği için Platon, epeyce büyük bir hayran kitlesinin şefi (ἀρχηγός) ya da lideri olarak kabul edilebilir. Aristo’nun ya da Aristocuların ona Siyaset bilimindeki borçlarının büyüklüğü pek göze çarpmadı. Bunun dile getirilmesi çok daha önemli çünkü Aristo’nun kendisi bunu dile getirmemişti. Bu iki filozof, aslında düşündüklerinden daha çok birbirlerine benziyorlardı ve muhtemelen, Aristo’nun yazılarındaki bazı Platonsal parçalar hâlâ fark edilmedi bile. İngiliz felsefesinde de birçok benzeşim fark edilebilir. Sadece Cambridge Platoncularında değil, Berkeley ve Coleridge gibi büyük ve özgün yazarlarda da Platon’un fikirlerine rastlanabilir. Ortada, zihnin hayal bile edemeyeceği deneyimlerden daha üstün bir doğru var: Bizim neslimizin hevesle ortaya koymuş olduğu ve daha da yer kazanmakta olan bir inanç. Rönesansla birlikte yeni fikirler ortaya koyan Yunan yazarların üstünde Platon’un tartışılmaz bir etkisi olmuştur. Platon’un Devlet’i aynı zamanda eğitim alanındaki ilk bilimsel tez olma özelliğini taşır. Milton, Locke, Rousseau, Jean Paul ve Goethe’nin yazıları da onun torunları sayılır. Dante ve Bunyan gibi, Platon da ölümden sonraki hayatı tasvir eder; Bacon gibi, bilginin ahengi karşısında büyülenmiştir; ilk kilisede teoloji ve siyaset edebiyatının uyanışı hakkında araştırmalar yapmıştır. Onun sözleri başka çağlarda ‘ikinci el’ (Semp. 215 D) olarak kullanıldığında bile, yüce doğalarının yansımalarını içlerinde gören insanları mest eder. O, felsefede, siyasette ve edebiyatta idealizmin babasıdır. Çağdaş düşünürler ve devlet adamlarının, bilginin bütünlüğü, hukukun üstünlüğü ve cinsiyetlerin eşitliği gibi fikirlerinin çoğu onun hayallerinin öngörüsüdür.

İlk olarak, adaletli ve alnı açık Kephalos’un ele aldığı, daha sonra da Sokrates ve Polemarkhos’un ele aldığı, Thrasymachus’un çizdiği ve Sokrates’in bir kısmını açıkladığı karikatürlerde geçen, Glaukon ve Adeimantos tarafından soyutlaştırılmış ve Sokrates tarafından üretilen ideal devlette tekrar tüm hatlarıyla görülebilen adaletin arayışıdır Devlet’in ana konusu. Yöneticilerin ilk görevi, Eski Yunan tarzıyla betimlenmiş; sadece yüksek bir seviyede ahlak ve din, öte yandan sadece basit düzeyde müzik ve jimnastik, erkeğe yakışır şekilde bir şiir ve de bireyle devlet arasındaki büyük uyumu içeren bir eğitim olmalıdır. Hâl böyle olunca biz de hiçbir vatandaşın bir şeyin ‘mutlak sahibi’ olmadığı, ‘evlenmenin ya da boşanmanın’ var olmadığı, ‘yöneticilerin filozoflar, filozofların yöneticiler’ olduğu, daha başka ve oldukça yüksek dereceli, dinî ve ahlaki bilgilerin yanında fen ve sanat bilgilerinin de öğretildiği, sırf gençlik yıllarını kapsayan değil hayat boyu süren bir eğitimin sürdürüldüğü yüce bir devlet fikrini düşünmeye itiliyoruz. Böyle bir devletin bu dünyada gerçekleştirilmesi çok zor ve yapılsa bile çabuk bozulur. Asker kökenli ve onuruna düşkün bir hükûmet ancak bu ideali başarabilir. Fakat sonrasında, bu sistem bozularak demokrasiye dönüşür, pek mümkün gelmese de demokrasinin, sonunda diktatörlüğe dönüşme ihtimali vardır. ‘Yaşam çarkı tam bir turu tamamladığında’ yeni bir hayat başlamaz insanlar için. En iyisinden en kötüsüne geçeriz ve tam orada her şey biter. Konumuz sonra hemen değişir ve Devlet’in önceki bölümlerinde daha az tartışılan şiir ve felsefe konuları gün yüzüne çıkar, bunlar hakkında nihayetinde bir çözüme varılır. Şiirin, gerçeklikten üç kez uzaklaştırılarak oluşturulmuş bir taklit olduğu ve diğer coşkulu ozanlarla birlikte Homer’in de bir taklitçi olarak hüküm giydirilip sürgüne mahkûm edildiği kanısına varılır. Ve devlet fikri, sonrasındaki yaşamın gösterilmesiyle desteklenir.

Kitabın bölümlere ayrılması, benzerlerinde olduğu gibi büyük ihtimalle Platon’dan sonra gerçekleşmiştir. Aslında bölümler beş tanedir; (1) Kitap 1 ve Kitap 2’nin “Glaukon ve Adeimantos’un zekâsına hep hayran kaldım.” cümlesiyle başlayan paragrafa kadarki kısmında, ilk bölümde popüler ve sofistike adalet fikirleri çürütülür ve bitişinde de bazı önceki Diyaloglar’daki gibi, hiçbir net sonuca varılmamış olunur. Bu şekilde, genel yargıya bağlı olarak bir adalet tanımlanmaya çalışılır ve şu soruya bir cevap aranır: Bütün o kalıplardan sıyrıldığı zaman, adalet nedir? İkinci bölüm (2), ikinci kitabın kalan kısmıyla birlikte, ilk devletin ve ilk eğitimin kurgusuyla ilgili olan üçüncü ve dördüncü kitabın tamamını içerir. Üçüncü bölüm (3) beşinci, altıncı ve yedinci kitapları kapsar. Bu bölümde ana konu adaletten ziyade felsefedir. İkinci devlet, bu bölümde komünizm ilkelerine göre kurulur ve filozoflar tarafından yönetilir. Doğruyu düşünme eylemi de sosyal ve siyasi erdemler seviyesindedir. Sekizinci ve dokuzuncu kitaplarda (4) devletlerdeki ve ona denk gelen bireylerdeki çarpıklıklar başarılı şekilde incelenir. Hazzın doğası ve diktatörlük ilkesi, birey bazında çözümlenir. Onuncu kitap ise (5) artık her şeyin sonuca vardığı yerdir. Şiirle felsefe arasındaki ilişkiler nihayet belirlenir. Vatandaşların hayattaki mutlulukları da artık garantilenmiş durumdadır ve şiirle felsefenin görüşleriyle taçlandırılır.

Ya da daha genel olarak iki parçaya bölünebilir; ilk kısım (I-IV. kitaplar), Eski Yunan’a ait din ve ahlak fikirlerine örtüşür şekilde bir devlet tanımı içerir, ikinci kısımda ise (V-X. kitaplar) Eski Yunan kafa yapısına sahip devlet, felsefenin ideal krallığına dönüşür. Bu krallığa göre bütün hükûmetler çarpıktır. Bu iki görüş birbirine tamamen zıttır ve bu zıtlık, sadece dâhi Platon tarafından aydınlatılır. Devlet, tıpkı Phaidros gibi (Phaidros’un giriş kısmında görebilirsiniz.) kusurludur. Felsefenin ulu ışığı, sonunda sönüp cennete giden bir Eski Yunan tapınağının nizamını delip geçer. (592 B) Bu noksanlığın, planın büyüklüğü yüzünden mi yoksa yazarın ortaya döktüğü unsurların, zihnindeki uyumsuz uyumu yüzünden ya da çalışmanın farklı zamanlarda birleştirilmesi yüzünden mi olduğu soruları da İlyada ve Odesa’nınki gibi sorulmaya değer ama yanıtı bulunamayan sorulardır. Platon zamanında düzgün bir yayın şekli yoktu ve hiçbir yazarın da yazıtını değiştirmeye ya da ona eklemeye gönlü elvermezdi. Zaten yazdıklarından da sadece birkaç arkadaşı haberdar olurdu. Çalışmalarını bir süre kenara bıraktığını ya da zaman zaman bir başka eserine çalışmaya geçtiğini düşünmek hiç de saçma olmaz. Hatta verilen bu aralar, kısa yazılardan ziyade uzun olanlarda daha çok gerçekleşmiştir. İçeriklerine bakarak Platon’un yazılarını kronolojik olarak sıralamaya çalıştığımızda, her bir Diyalog’un bir kerede yazılmamış olması zorlayıcı bir etkendir. Bu durumun, Devlet ya da Yasalar gibi uzun yazılarda karşımıza çıkması daha mantıklı olurdu. Öte yandan, belki de Devlet’teki bu uyuşmazlıklar, filozofun birbirine yakıştırmaya çalıştığı uyumsuz ögelerden doğuyor olabilir. Ya da belki bizim gözümüze görünen bu uyumsuzluk, filozofa bu kadar bariz gelmemiştir. Yıllar boyunca büyük yazarların kendi kendilerine farkına varamadıkları bir yargı bu. Yazılarında bir bağlantı olması gerektiğinin ya da eserlerinde kendilerinden sonrakilere görünen sistemsel boşlukların farkına bir şekilde varamadılar. Edebiyat ve felsefenin ilk zamanlarında, tahmin yolları pek eskimiş ve de kelimelerin anlamları tam olarak tanımlanmış olsa da dil ve düşüncenin ilk denemelerinin içinde, şimdikinden daha çok tutarsızlık meydana çıkıyordu. Tutarlılık ise zamanla gelişen ve insan zihninin bazı muhteşem yaratılarının hepsinin ihtiyaç duyduğu bir şeydi. Bu şekilde değerlendirilen bazı Platon Diyaloglar’ı, bizim çağdaş fikirlerimize göre, biraz yarım yamalak görünüyor ama bu yarım yamalaklık kesinlikle hepsinin farklı kişiler tarafından ya da farklı zamanlarda yazıldığına işaret etmez. Devlet’in kesinti olmadan ve sürekli bir uğraşma ile yazılmış olduğu gerçeği, eserin içindeki her bir bölümde bir şekilde ispatlanabilir durumda.

İkinci başlık, “Adalete İlişkin”den ne Devlet ne Aristo ne de diğer eski filozoflar alıntılar yapmıştır. Platon’un diğer Diyaloglar’ının ikinci adları gibi daha sonraki zamanlara ait olduğu düşünülebilir. Morgenstern ve bazıları, sözde amaç olan adaletin tanımının mı yoksa devletin yapısının mı kitabın asıl amacı olduğunu sorgulamışlardır. Yanıt ise ikisinin birden olduğudur. Yani ikisi de doğrudur. Devletin düzeni adalettir ve devlet de insan toplumunda adaletin gözle görünen, somut örneğidir. Biri ruhken diğeri vücuttur. Eski Yunan’daki devlet fikrinde de tıpkı ideal insan fikrindeki gibi, adil kafa adil vücutta bulunur. Hegelci söyleyişe göre devlet, adaletin idea olması fikrine dayanır. Ya da Hristiyan dilinde olduğu gibi, Tanrı’nın krallığı içimizdedir ve bir Kiliseye ya da görünür bir krallığa dönüşür; “ebedî cennetler içinde, insan eliyle yapılmamış bir ev” şeklinde dünyevi bir yapıya benzetilebilir. Yahut Platon gibi açıklamak gerekirse adalet ve devlet birer eğriliktir ve bu eğrilik yapının her yerinde görülebilir. Devletin oluşumu tamamlandığında, adalet olgusu tamamen göz ardı edilmiyor fakat eser boyunca -birey ruhunun içsel kuralları veya sonunda öbür tarafta vuku bulan ödül-ceza sistemi gibi- farklı adlar altında geçiyor. Erdemler, alışverişteki ortak dürüstlüğün karanlıkta kaldığı bir adalete dayalı. Adalet ise dünyadaki ahenk olarak tanımlanabilen doğruluk inancına dayalı. Bu adalet, hem devletin kurumlarında hem de tanrısal toplulukların eylemlerinde görülebilir. (Tim. 47) devletin ahlaki tarafından çok siyasi yönünü ele alan ve çoğunlukla dış dünyayla ilgili varsayımlar içeren Timeos’ta bile; devlete, doğaya ve insanlara hükmetmek için aynı yasaların gerekli olduğu geçer.

Yine de bu soru hem eski hem çağdaş zamanlarda çok sorulmuştur. Doğadaki ve sanattaki bütün eserlerin tasarım olarak adlandırıldığı bir eleştiri evresi vardır. Eski yazılarda (ya da genel olarak edebiyatta) genelde asıl tasarımın içinde kavranamayan büyük bir unsur kalır. Plan, yazarın elinden çıktığı için yazarken kendisine yeni fikirler geliverir. Başlamadan önce görüşünü yazının sonuna kadar nasıl yazacağını hesaplayamaz. Kitabın tamamının altında bir anlam arayan okuyucu en muğlak ve en genel olanı kapmalıdır. Bu yüzden, devlet fikrinin sıradan şekilde açıklanmasından memnuniyetsizlik duyan Stallbaum, kendine göre doğru açıklamayı “tamamen adaletle inşa edilmiş ve doğruya bağlı olarak yönetilen bir devletteki insanların hayatının temsili” olarak yapar. Böyle genel betimlemelerin içinde bazı işe yarar noktalar olabilir ama bunların, yazarın tasarımını yansıttığı pek de söylenemez. Doğrusu şudur ki ne bir taneden bahsettiğimiz gibi birkaç tasarımdan bahsedebiliriz ne de zihnin kendiliğinden vardığı ve genel amaçla çelişmeyen büyük plandaki herhangi bir kısmı çıkarmamız gerekir. Bir binada, plastik sanatlarda, şiirde, düzyazıda ne türde veya ne derecede bir uyum aranması gerektiği, bilim alanına göre belirlenmelidir. Platon’a göre ‘yazarın amacının’ ya da ‘Devlet’in başlıca tezinin ne olduğu’ sorgusu pek de anlaşılamaz ve böylece, ikisi de boş verilmelidir. (Phaidros’a Giriş, vol. I.)

Devlet, Platon’un zihninde devlet şeklinde yansıtılan üç ya da dört büyük gerçeğin bir aracı değil mi? Yahudi elçilerinin bahsettiği Mesih’in saltanatındaki gibi ya da “Hz. İsa’nın Günü”, Tanrı’nın çile çeken kulları ya da “Şifalı kanatlarıyla bize muhteşem dini ülkülerini taşıyan Doğruluk Güneşi” gibi, Platon da kitabında betimlediği Yunan Devleti aracılığıyla aslında bize, -gözle görülen dünyadaki güneş gibi- ilahi mükemmeliyet, insan mükemmeliyeti -yani adalet- küçükken başlayan ve sonraki yıllarda devam eden eğitim, insanlığın şeytani hükümdarları ve düzmece öğretmenleri olan ozanlar, sofistler ve diktatörler, onların vücut bulmuş hâli olan bu dünya ve dünyada var olmayıp cennette varlığını sürdüren ama insan hayatının düzenini belirleyen bir krallık hakkındaki düşüncelerini aktarıyor. Güneş ışınlarının onları delip geçtiği anda cennetteki bulutların olduğu kadar kendi içinde bütünlüğe sahip bir yaratı yoktur. Felsefi kurguda karanlığın ve aydınlığın, doğrunun ve doğruyu örten kurgunun herhangi bir türü kabul edilebilir. Hepsi aynı düzlemde değildir; fikirlerden mit ve kanılara, hakikatlerden mecazlara kolayca geçiş yapılır. Bunun -en azından büyük bir kısmı- düzyazı değil şiirdir ve tarihsel olasılıklara veya mantık kurallarına göre yargılanmamalıdır. Yazar, kendi fikirlerini sanatsal bir bütün şekline sokmaya çalışmaz; fikirleri onu ele geçirir ve artık ona fazla gelmeye başlar. Bu yüzden, Platon’un aklındaki gibi bir devlet yapısının hayata geçirilip geçirilemeyeceğini ya da yazarın aklına ilk olarak Devletin dışsal yapısının mı yoksa içindeki hayatın yapısının mı geldiğini sorgulamak mantıksız kaçar. Fikirlerinin hayata geçirilemeyişiyle doğrulukları arasında bir bağlantı olmadığı ve eriştiği en üst düşüncelerin, gerçekten en üst derecede “tasarım”ı taşıdığı kabul edilir ki bu tasarım, devletin dış çerçevesinden ziyade adalet, adaletten ziyade doğrudur. Muhteşem diyalektik bilimi ve fikirlerinin organizasyonunda aslında gerçek bir içerik yoktur. Onun yerine, bütün zamanların ve varoluşun izleyicisinin, üst bilgiyi kovalaması için gerekli olan bir tür yöntem ya da güç olduğu söylenebilir. Beşinci, altıncı ve yedinci kitaplarda Platon, “kurgunun zirvesi”ne ulaşır ve bunlar; çağdaş bir düşünürün ihtiyaçlarını karşılayamasa da eserin en özgün kısımları oldukları için en önemli kısımları sayılabilirler.

Konuşmanın geçtiği hayalî tarihe -diğerleri gibi kendisi tarafından da ileri sürülen MÖ 411 yılına- dayalı olarak bir kurgu yazarı ve Platon gibi kronolojik sırayı önemsememesi (Devlet. I. 336, Semp. vb.) ile ünlü, sadece genel ihtimalleri hedefleyen Boeckh tarafından yöneltilen küçük bir soruyu uzun uzadıya tartışmaya lüzum yok. Devlet’te adı geçen kişilerle bir gün bir yerde karşılaşması, kırk yıl sonra bu eseri okuyan bir Atinalı ya da kitabı yazdığı sırada Platon için (Oyunlarından birini düşündüğümüzde Shakespeare’in yaşadığından daha büyük değildir.) bir zorluk sayılmaz. Ve bizim de canımızı sıkmaz. Yine de bu cevabı olmayan bir soru olduğu için “hâlâ sorulmaya değer” bir soru olabilir çünkü görünen o ki tarihsel açıdan, Platon zamanlarıyla tartışamayız. Kronolojik sorunları önlemek için onları zoraki bir uzlaşmaya vardırmak zaman kaybı olur. Mesela şunlar da kronolojik sorunlardan sayılabilir, C. F. Hermann’ın varsayımına göre, Glaukon ve Adeimantos, Platon’un kardeşleri değil amcalarıdır, (Apol.) ayrıca Stallbaum’un düşüncesine göre Platon, bazı Diyaloglar’ın yazıldığı tarihlerdeki kronolojik hataları bilerek bırakmıştır.

Devlet’teki başlıca karakterler Kephalos, Polemarkhos, Thrasymachus, Sokrates, Glaukon ve Adeimantos’tur. Kephalos sadece giriş kısmında görünür, Polemarkhos ilk tartışmanın sonunda çıkagelir ve Thrasymachus ilk kitabın sonunda sessizliğe gömülür. Ana tartışma Sokrates, Glaukon ve Adeimantos arasında geçmektedir. Topluluğun içinde Lysias (hatip) ve Euthydemus, Kephalos’un oğulları, Polemarkhos’un kardeşleri, yabancı bir Charmantides de vardır ama bunlar sessiz izleyicilerdir. Ayrıca bir de sadece bir kere Diyalog’da adı geçince söze giren ve Thrasymachus’un arkadaşı gibi duran Kleitophon vardır.

Evin reisi Kephalos, uygun bir şekilde fedakârlık teklif etmekle meşguldür. Neredeyse ölmek üzere olan ve kendi de dâhil bütün insanlıkla barışık yaşlı bir adam gibidir. Artık bir ayağı çukurdadır ve geçmiş hayatıyla ilgili düşünüyordur. Sokrates’in onu ziyarete gelmesine hevesli, önceki neslin şiirlerine meraklı, hayatını iyi geçirdiği için mutlu ve gençliğin verdiği arzuların iktidarından kurtulduğu için hoşnuttur. Lakırdı sevgisi, zenginlere karşı kayıtsızlığı ve ilgisi, hatta gevezeliği çok ilginç özellikleridir. Bütün zihni para kazanmayla meşgul olduğu için söyleyecek hiçbir şeyi olmayanlardan biridir. Ama zenginlerin, insanları para sayesinde sahtekârlık ve yalancılığa cezbetme avantajı olduğunu da kabul eder. Sohbete olan sevgisi, ona verilen ilahi görevden daha az olmayan ve de bütün insanlıkla, gençlerle ve yaşlılarla ilgili soruları soran Sokrates’in ona gösterdiği ilgi de gözden kaçırılmamalıdır. Hayatı bunun capcanlı bir örneği iken adaletle sorusunu gündeme getirmek Kephalos’tan başka kime yakışabilirdi ki zaten? Yalnız Kephalos’un değil, genel olarak Yunanların kafasında yaşlılıkla özdeşleştirdiği ölçülülük, varoluşun kabul edilebilir bir özelliğidir ve Çiçero’nun De Senectute’taki abartısıyla çelişir. Ömrün sonbaharı Platon tarafından olabilecek en manalı ama mümkün olduğunca da duyarlı şekilde açıklanmıştır. Çiçero’nun belirttiği gibi (Ep. ad Attic. iv. 16) yaşlı Kephalos, ne anlayabildiği ne de dramatik edebi bozmadan katılabildiği sonraki tartışmaların dışında kalmış olurdu. (Laches’teki Lysimachus, 89)

“Oğlu ve varisi” Polemarkhos, gençliğin getirdiği dobralık ve aceleciliğe sahiptir; giriş sahnesinde Sokrates’i, kadın ve çocuk konularında alıkoyması ve bırakmaması ile tanınır. Tıpkı Kephalos gibi sınırlı bir bakış açısı vardır ve hayatta prensiplerinden ziyade kuralları olan, herkesçe bilinen bir ahlaki dönemi temsil eder, babasının Pindar’dan yaptığı gibi Dimonides’den (Aristotales, Bulutlar, 1355 ff.) alıntı yapar. Ama bundan sonra da söyleyecek bir şeyi kalmaz, verdiği cevaplar da Sokrates’in diyalektiği ile ortaya çıkardıklarından başkası değildi. Glaukon ve Adeimantos gibi Sofistlerin etkisiyle henüz karşılaşmamıştı. Dolayısıyla onları reddetme ihtiyacı da hissetmiyordu. Sokrates öncesi ya da diyalektik öncesi de denebilecek döneme aittir diyebiliriz. Zaten tartışmayı beceremez durumdadır ve Sokrates de onu ne dediğini bilmez duruma getirip sersemletir. Adaletin bir hırsızlık ve erdemlerin sanatın benzeşimi olduğuna inandırılmıştır. Kardeşi Lysias’tan (Eratosth’un zıttı. s. 121), Otuz Tiran’a kurban gittiğini öğreniyoruz ama burada ne kaderiyle ilgili bir ima ne de Kephalos ile ailesinin Sirakuzalı olduğu ve Thurii’den Atina’ya göçtüğüne dair bir durum var. Phaidros’ta daha önce duyduğumuz “Kadıköylü dev” Thrasymachus, Platon’a göre Sofistlerin en kötü özelliklerinin canlı örneğidir. Kibirlidir ve rüzgâr gibi gürler. Para vermedikçe konu açmaktan kaçan, konuşmayı seven ve böylece de kaçınılmaz Sokrates’ten de kaçabilen biridir. Fakat tartışmada ancak bir çocuk gibi kalır ve onun çenesini kapatacak -Platon gibi konuşmak gerekirse- bir sonraki “hamle”yi öngöremez. Genel fikirleri ifade edebilme evresine ulaşmıştır ve bu hususta Kephalos ve Polemarkhos’tan öndedir. Fakat bir tartışma içinde bunları savunmada yetersizdir ve yaşadığı kafa karışıklığını alayla ve küstahlıkla saklamaya çalışır ama başarılı olamaz. Bunun gibi öğretilerin ona Platon ya da diğer Sofistler tarafından atfedildiği kesin olmasa da felsefenin ilk zamanlarında ahlak konusundaki ciddi yanlışlıklar kolayca büyüyebilir. Bu bilgi kesinlikle insanlara Thucydides tarafından verilmiştir ama günümüzde biz, tarihsel gerçeklerle değil Platon’un Thucydides tanımıyla alakadarız. Münazaranın eşitsizliği, bu sahnenin komikliğine komiklik ekliyor. Şatafatlı ve içi boş Sofist; içindeki bütün gösteriş kaynaklarına ve zayıflıklara dokunmayı bilen bu diyalektik ustasının ellerinde tamamen çaresiz durumdadır. Sokrates’in alayları karşısında bayağı sinirlenmiş ama gösterişli ve ahmakça öfkesi kendisini saldırganının hamlelerine daha açık hâle getirmekten ileri gitmemektedir. Laflarını onlara yedirmeye kararlıdır ya da kendi deyişiyle “ruhlarına yedirmeye” ve Sokrates’ten bir korku işareti beklemektedir. Öfkesinin durumu neredeyse tartışmanın gidişatı kadar dikkate değerdir. Hiçbir şey onun yenildikten sonraki uysallığı kadar güldürücü değildir. İlk başta tartışmayı isteksizce devam ettiriyor gibi görünür ama sonrasında rızası olduğu görülür ve hatta sonraki aşamalar için ilgisi olduğunu birkaç yerde itiraf eder. Glaukon tarafından saldırıya uğradığında (vi. 489 C, D) Sokrates onu, “hiç düşmanı olmamış, hep dostu olmuş biri” gibi esprili bir şekilde korur. Çiçero, Quintilianus ve Aristo’nun Retorik’inden; Platon’un bu kadar gülünç duruma düşürdüğü bu sofistin, sonraki çağlarda yazılarının hâlâ korunduğunu öğreniyoruz. Onunla aynı zamanlarda yaşamış olan Herodicus’un (Aris. Reto. ii. 23, 29) onun adına yaptığı oyun, “savaşta hiç cesur olmamasına rağmen” onun hakkındaki bu tanımın gerçeklikten uzak olduğunu gösteriyor.

Thrasymachus susturulduğunda, iki ana sanık Glaukon ve Adeimantos sahneye girer. Burada, Yunan trajedisindeki gibi (Phaidon’nun girişi), üç oyuncu tanıtılır. İlk bakışta Aristo’nun iki oğlunda, Phaidon’daki Simmias ve Cebes’te olduğu gibi ailesel bir benzerlik görülebilir. Ama daha yakından bakıldığında bu benzerlik yok olur ve ne kadar farklı karakterler oldukları görülür. Glaukon “istediği şeyin peşinde koşmaktan asla vazgeçmeyen” fevri bir gençtir (Ksenofon. Memorabilia. iii. 6); aynı zamanda aşkın sırlarını iyi bilen haz düşkünü bir adam ve bir ‘‘jubenis qui gaudet canibus”, hayvanların soylarını iyileştiren biri ve de gençlik zamanının bütün tecrübelerini edinmiş bir sanat ve müziksever. Thrasymachus’un tatsız sözlerinin kolayca arasına girebilen tez canlı ve tesirli biridir, insan doğasının çirkin tarafını aydınlığa çıkarabilir, adalet ve doğruya olan inancını kaybetmez. Filozofla dünya arasındaki gülünç ilişkiyi benimseyen Glaukon’dur. Ona göre, basit bir devlet anca “domuzlara” ait olabilir. Her zaman kenarda bir esprisi hazırdır. Eline fırsat geçtiğinde Sokrates’in mizahını desteklemeye hazırlıklıdır. Müzik alanında ya da sergilenen tiyatro oyunlarında veya demokrasi vatandaşlarının şahane davranışlarındaki gülünçlükleri takdir eder. Kardeşi Adeimentus’un ona saldırmasına izin vermeyen Sokrates kimi zaman onun zayıflıklarına taş atmaktadır. Adeimentus gibi o da bir askerdir ve Megara Savaşı’nda seçilmiştir. (yıl: 456?) Adeimentus’un kişiliği daha derin ve ağırbaşlıdır, ayrıca daha bilgece itirazlar genelde ondadır. Glaukon hislerini daha çok açığa vurandır ve genelde oyunu o başlatır. Adeimantos tartışmayı ileri götürür. Glaukon daha hayat doludur ve gençlere karşı daha sevecendir; Adeimantos yetişkinlere daha olgun bir gözle bakar. İkinci kitapta Glaukon adalet ve haksızlığın sonuçlarına göre ayırt edilmesi gerektiğini savunduğunda Adeimantos insanoğlunu sadece sonuçların ilgilendirdiğini belirtir. Dördüncü kitabın başında da buna benzer şekilde, Sokrates vatandaşları mutlu etmede başarısız olduğunu ve mutluluğun birinci değil ikinci önemli şey ve asıl amaç değil devletin iyi yönetiminin dolaylı bir sonucu olduğunda ısrar eder. Din ve mitoloji hakkındaki tartışmada Adeimantos savunma yapmaktadır ama Glaukon ufak bir şakayla araya girer ve konuşmanın konusunu o kitabın sonuna kadar müzik ve jimnastiğe çevirir. Sokratik tartışmanın sağduyusu hakkında eleştiri yapmaya gönüllü olan, Sokrates’in kadınlar ve çocuklar meselesine geçmesine karşı çıkan yine Adeimantos’tur. Delille konuşulan bölümlerde Adeimantos’u daha çok görürken Diyalog’un daha hafif ve imgesel bölümlerinde Glaukon karşımıza çıkar. Örneğin; altıncı kitabın büyük bir kısmı boyunca felsefenin ve “iyi” fikrinin yozlaşması konusu Adeimantos ile konuşulur. 506. sayfada, Glaukon tekrar ana muhatap olarak karşımızdadır fakat Sokrates’in almış olduğu yüksek eğitimi idrak edemez ve tartışmada gereksiz yere laf çarpmaya çalışır. Bir sonraki kitapta Adeimantos bir kere daha, tartışma yaratan Devlet’le kıyasladığı kardeşi Glaukon’u taşlamak için geri gelir; yine onun yerine Glaukon geçer ve sonuna kadar konuşmaya devam eder.

Burada Platon’un betimlediği karakterlerin sıralaması, aslında ahlakın birbirini izleyen aşamalarını temsil eder. Eski zamandaki Atinalı beyefendilerden başlayıp hayatını atasözü ve deyişlerle devam ettiren gerçekçi insana, daha sonra da Sofistlerin dağınık genellemesine geçer ve son olarak da sofistike argümanları bilen ama onlarla ikna olmayan, varlıkların doğasında daha derinlere inmeyi arzulayan büyük hocanın öğrencileri gelir. Bunlar da tıpkı Kephalos, Polemarkhos ve Thrasymachus gibi; birbirinden net şekilde ayrılmıştır. Ne Devlet’te ne de Platon’un diğer Diyaloglar’ında bir karakter yinelenmiştir.

Devlet’te çizilen Sokrates karakteri de tamamen tutarlı değildir. Ksenofon’un Memorabilia’sı, Platon’un ilk Diyaloglar’ı ve Sokrates’in Savunması kitabında gördüğümüz gibi ilk kitapta daha gerçek bir Sokrates görüyoruz. Bahsettiğimiz Sokrates alaycı, kışkırtıcı, soran, Sofistlerin eski düşmanı ve gerektiğinde Silenus maskesini takabilmeye veya ciddi bir şekilde tartışmaya hazırdır. Ama altıncı kitapta Sofistlere olan düşmanlığı hafifler ve onların dünyayı mahvetmekten ziyade onu temsil ettiklerini kabullenir. Aynı zamanda, gerçek Sokrates’in siyasi ve spekülatif fikirlerini de aşarak daha dogmacı ve yapıcı birisi olur. Paragrafların birinde Platon’un kendisi, bütün hayatını felsefeyle geçirmiş olan Sokrates için artık diğer insanların fikirlerini tekrarlama zamanının bitip kendi fikirlerini açıklama vaktinin geldiğini çıtlatıverir. Kesinlikle evrensel ve nihai sebeplerin doğası üzerinde durmasına rağmen “iyi” düşüncesinin ya da kusursuz devlet görüşünün, Sokratik öğretilerde anlaşıldığının kesin bir kanıtı yoktur (Ksen. Mem.; Phaedo) ve onun gibi ömrünün otuz-kırk yılını halkı eğitmeye adamış bir düşünürün, bu süre zarfında aile ilişkilerinin doğasına değinmemiş olması neredeyse imkânsızdır ki bunun hakkında Memorabilia’da kesin delil bulunmaktadır. (Mem.) Sokratik yöntem sözde korunmuştur ve her çıkarım ya bir konuşmacının ağzından çıkmış ya da kendisi ve Sokrates’in ortak bir keşfi olarak sunulmuştur. Fakat herkes bunun, çalışma ilerledikçe usandırıcı şekilde yapmacıklığı büyüyen sadece bir görünüş olduğunu görebilir. Sorgulama yöntemi yerini, muhataplarının yardımıyla konuya farklı açılardan bakıldığı bir öğretme yöntemine bırakır. Sürecin doğası, Glaukon kendini araştırmada pek de iyi olmayan bir arkadaş olarak tanımladığında, tamamen tasvir edilmiş olur ama aslında Glaukon sadece kendisine gösterilen kadarını görüyordur ve belki de bir soruya başka herhangi birinden daha hazırcevap karşılık verebilir.

Ne Devlet’te Glaukon’un öğrencileri için bilinmez olarak nitelendirilen ruhun ölümsüzlüğünü öğretenin Sokrates’in ta kendisi olduğundan emin olabiliriz ne de efsaneleri ve diğer taraftan gelen esinleri birer öğretme aracı olarak kullandığını var saymamız için ortada bir sebep vardır. Çünkü eğer öyle olsaydı ya şiiri yasaklardı ya da Yunan mitolojisini alenen suçlardı. Sevdiği yemine el konulmuş ve Sokrates’in kendisine özgü bir olay olarak söylediği daemoniumun[1 - Latince; Şeytan. (ç.n.)] -ya da iç işaret- hiç bahsi geçmezdi. Sokratik öğretimin, Devlet’te diğer Platon Diyaloglar’ından daha belirgin temel unsuru örnek ve misallerin kullanımıdır (τὰ φορτικὰ αὐτῷ προσφέροντες): “Haydi müşterek örnekleri bir sınayalım.” Alaycı bir şekilde “Sen.” der Adeimantos altıncı kitapta “İmgelerle konuşmaya hiç alışmamışsın.” ve örneklerin -veya imgelerin- kullanımı, özünde tamamen Sokratik olsa da bir dâhi olan Platon onun kapsamını, zaten kuramsal olarak tasvir edilmiş -ya da tasvir edilecek- olanın içinde biçimlenen bir alegori ya da kıssa şeklinde genişletmiştir. Böylece VII. kitaptaki mağara tasviri, VI. kitaptaki bilginin parçalarının bir tekrarıdır. IX. kitaptaki karışık hayvan da ruhun farklı parçalarının bir benzetmesidir. VI. kitaptaki asil kaptan, gemi ve esas pilot ise kitapta betimlenen devletteki filozoflarla halk arasındaki ilişkiyi simgeler. Diğer figürler -köpek, yeteneksiz kızın evliliği ya da sekizinci ve dokuzuncu kitaplardaki erkek arılar ya da yaban arıları- de uzun paragraflarda ilişkili konuların arasında bağlantı kurmuştur ya da önceki tartışmaları hatırlatmak için kullanılmıştır.

Platon, onu “bu dünyadan olmayan” olarak tanımladığında ustasının karakterine karşı en dürüst tanımı yapmıştır. Sokrates’in kurguları olarak gösterilemeseler de onun bu tasviriyle ideal devlet ve Devlet’in diğer paradoksları bir uyum içerisindedir. Ona ve diğer büyük felsefe ve din öğreticilerine göre yukarıya bakıldığında bu dünya hataların ve kötülüğün somut hâli olarak görünür. İnsan ırkının sağduyusu bu görüşe karşı başkaldırmıştır ya da bir dereceye kadar kabul etmiştir. Hatta Sokrates’in kendisinde de eğriliğin katı yargısı bazı zamanlar yerini alaycı bir tür acımaya ya da sevgiye bıraktığı görülür. İnsanlar genel olarak felsefe yapma becerisinden yoksundurlar ve bu yüzden filozofla bir düşmanlık içerisindelerdir: Onu kendi olarak hiç görmedikleri ve doğrunun hiçbir parçasını içermeyen tamamen yapay sistemleri bildikleri için -ki bunlar pek çok farklı yerde görülebilmekte- onunla yaşadıkları bu yanlış anlaşılma gayet doğaldır. Liderlerinin ölçülebileceği hiçbir şey yoktur ve bu yüzden kendi kişiliklerinden bile habersizdirler. Ama bu onlarla tartışılmasını değil onlara acınmasını ve gülünmesini gerektirir. Problemle karşılaştıklarında kocakarı ilaçları misali yöntemlerle çözüm bulurlar. Devlet’teki Sokrates’in en belirgin özelliklerinden biri hata yapanlara karşı bu ılımlılıktır. Platon ya da Ksenofon’un Sokrates betimlemelerinde, başlardaki ve sonlardaki Diyaloglar’daki bütün farklı Sokrates betimlemelerinde, Sokrates’i Sokrates yapan özelliği olan usanmadan ve yılmadan hakikatin peşinde koşması hep korunur.

Bu kısımda artık karakterleri bir kenara bırakıp Devlet’in içeriğini analiz ediyoruz, daha sonra da (1) Helen dönemindeki İdeal Devlet’e genel açılardan bakacak ve (2) Platon’un okunabileceği çağdaş yöntemleri inceleyeceğiz.

BİRİNCİ KİTAP

Devlet, tam olarak bir Yunan sahnesiyle başlar; Pire’de Tanrıça Bendis onuruna atlı meşale yarışı yapılan bir festivalle. Bütün eserin, festivalin ertesi günü yapılan ve Timaeus’un ilk sözlerinden anladığımıza göre, Kritias, Timaeus, Hermokrates ve birinin daha bulunduğu küçük bir partide, Sokrates tarafından anlatıldığı farz edilmektedir.

Diyaloğu anlatmanın sözde avantajı elde edildiğinde, dikkat hiç topluluktan birine doğru kaymaz ve okuyucu da anlatının harikulade uzunluğunu da fark etmez. Sayısız katılımcılar arasında yalnızca üç kişi tartışmaya cidden katılır. Gece meşale yarışına gidip gitmedikleri ya da Sempozyum’daki gibi konuşup konuşmadıkları hakkında bilgimiz yoktur. Tartışmanın başladığı şekil şöyle betimlenmiştir -Sokrates ve arkadaşı Glaukon, Glaukon’un oğlu Adeimantos’un da eşlik ettiği Polemarkhos’un çabucak getirdiği bir mesaj onları tuttuğunda ve neşeyle dolu bir sertlikle onları kalmaya zorladığında festivalden çıkmak üzeredirler. Meşale yarışından sonra onlara, Sokrates’e hep cazip gelen, gençlerle yapılacak bir sohbetin memnuniyetini sunarlar. Polemarkhos’un şimdilerde pek yaşlı olan babası Kephalos’un evine dönerler. Kephalos’u köşede rahat bir koltukta, bir fedakârlık için taçlandırılmış şekilde otururken bulurlar. “Ben artık çok yaşlandığım için sen bana daha sık gelmelisin Sokrates. Ve hayatın bu aşamasında, diğer zevkleri kaybetmişken muhabbete daha çok önem veriyorum.” der. Sokrates ona bu çağ hakkında ne düşündüğünü sorar ve yaşlı adam; yaşlılığın acıları ve dargınlıklarının insanın mizacından kaynaklandığını, yaşlılıkta gençliğe has olan tutkuların tahakkümünün artık hissedilmediğini söyler. “Evet.” der Sokrates ve ekler “Fakat Kephalos, dünya diyecek ki sen yaşlılığında mutlusun çünkü zenginsin. Söylediklerinde hakları var ama hayal ettikleri kadar değil. Themistoklis’in Seriphosluya söylediği gibi “Ne sen bir Atinalı olsaydın ne de ben bir Seriphoslu olsaydım bu kadar ünlü olurduk. Şimdi ben bu sözü sana uyarlıyorum; ne iyi ama fakir bir adam yaşlılığında mutlu olabilir ne de kötü ve zengin bir adam.” Sokrates, Kephalos’un zenginleri umursamadığını görür. Servetini sonradan edindiğini değil, ona miras kaldığını söylediğinde bunların temel avantajının ne olduğunu bilmek ister. Kephalos; yaşlandığında dünyanın üstünde olduğu inancının büyüdüğünü, adalet dağıtmış olduğunu, sefalet yoluyla adaletsizlik dağıtmaya mecbur kaldığını, birini aldatmak zorunda kalmamış olmasının tarifsiz nimetler olduğunu söyler. Açıkça bir tartışma başlatmaya çalışan Sokrates sonra şöyle sorar; “Adalet kelimesinin anlamı nedir? Doğru konuşup borçlarını ödemek mi? Bundan fazlası yok mu? Ya da bazı istisnalar olabilir mi? Ben, mesela, şu anda aklını kaçırmış bir arkadaşımın eline, ondan aklı yerindeyken ödünç aldığım kılıcı verebilir miyim, sırf ona borcum olduğu için?”

“Hayır, bazı istisnalar olmalı. Ayrıca verdiğiniz tanım Simonides’e aittir.” diye yanıtlar Polemarkhos. Burada, Kephalos yaptığı fedakârlıkları düşünmek için geri çekilir. Sokrates şakayla, tartışmanın sahibinin Kephalos’un varisi Polemarkhos olduğunu söyler.

Yaşlılığın tasviri biter ve Platon, her zaman yaptığı gibi bütün kitabın esas noktasına, adaletin tanımını sorarak dokunur; ilk önce, Glaukon dış doğruluğa yorduğu soruyu sorar ve Kephalos’un imasındaki aşağıdaki dünyanın son efsanesine hazırlanır. Adil adamın portresi doğal bir kapak resmidir ya da devamındaki uzun söyleve bir giriştir ve belki de adaletin doğası hakkındaki bütün kafa karışıklığımıza rağmen “adil bir adamın kim olduğu”nu anlamakta bir güçlük olmadığını söylemeye çalışır. İlk yorum Simonides’in bir sözüyle desteklenmiştir ve şimdi Sokrates, adaletin çözümünün birbiriyle bağlantısı olmayan iki öğretiye dayandırılmasının, diyalektiğe yetmediğini gösterme niyetine girer.

… Şöyle devam eder: Simonides’in bu sözünde anlatmaya çalıştığı nedir? Aklı yerinde olmayan adama o silahı geri vermem gerektiği mi? “Hayır. Bu durumda değil, taraflar arkadaşsa değil. Yoksa kötü şeyler yaşanır. Simonides’in anlatmak istediği şu, senin yapmayı düşündüğün şey aslında gayet doğru: “Dostlarına iyi, düşmanlarına kötü davranmak.” Her davranışın birine bir etkisi olur ve bu benzetmeye dayanarak Sokrates, “Adaletin yaptığı uygun, doğru şey nedir ve kime yapar?” diye sorar. Adaletin dosta iyilik, düşmana kötülük yaptığını söylerler. Ama neye göre iyilik, neye göre kötülük? “İyi olanla birlik olup diğeriyle de savaşmak.” O zaman barış zamanında adaletin gereği nedir? Cevap, adaletin bütün anlaşmalarda işe yaradığıdır ve anlaşmalar da para ortaklıklarıdır. Evet ama bu ortaklıklarda nasıl oluyor da adil adam diğerinden daha yararlı oluyor? “Paranın güvenilir ellerde korunması ve kullanılmamasını istiyorsan” paranın işe yaramadığı yerde adalet işe yarar. Aslında başka bir zorluk daha var; adalet, savaş sanatı ve diğer sanatlar gibi, zıtlıklardan oluşmalıdır; savunmada ve saldırıda uzmanlık, çalmada ve korumada uzmanlık. Ama o zaman da aslında bir kahraman olmasına karşın adalet, tıpkı Homeros’un “hırsızlık ve yalancı şahitliğin üstü” kahramanı Autolycus gibi bir hırsız oluyor. Hırsızlığın arkadaşların yararına, düşmanların zararına yapıldığını unutmamama rağmen böyle bir konuya bizi sen, Homeros ve Simonides getirdiniz ve şimdi başka bir soru ortaya çıkıyor: Arkadaş dediklerimiz gerçekten mi yoksa sadece görünüşte mi öyledir? Düşmanlarımız gerçekte mi yoksa görünüşte mi öyledir? Ve arkadaşlarımız salt iyi, düşmanlarımız da salt kötü müdür? Cevap, görünüşte ve gerçekte iyi arkadaşlarımıza iyi, görünüşte ve gerçekte gerçekten kötü olan düşmanlarımıza da kötü davranmamız gerektiğidir; iyiye iyi, kötüye kötü. Ama kötüye kötülük için mi zarar veririz? O zaman insanları daha kötü yapmış olmaz mıyız? Adalet, atçılığın kötü atçılar yapması ya da ısının soğutması gibi haksızlık yaratabilir mi? Varılan sonuç şudur: Hiçbir bilge ya da ozan kötülüğe kötülükle karşılık vermenin adalet olduğunu söylememiştir. Bu sadece, Periander, Perdiccas ve Thebaili[2 - Thebai: Antik Yunanistan’da kurulan bir şehir devleti. (ç.n.)] İsmenis gibi birkaç zengin ve güçlü adamın koyduğu kuraldır… (MÖ 398-381 gibi)

Böylece aforistik ya da kasıtsız ahlakın ilk evresinin, çağın isteklerine yetersiz kaldığı görülür. Ozanların otoritesini bir kenara bırakır ve diyalektiğin dönemeçli labirentlerinde Hristiyanlıkta zararların affedilmesi kaidesine yakından bakmaya başlarız. Benzer kelimeler gizemli Acem şair tarafından, içinde sorgulayan bir ruh dolaşmaya başladığında ilahi varlıklar için de kullanılmıştır: “Eğer ben kötülük yaptığım için beni kötülükle cezalandırırsan senin benden ne farkın kalır?” Bu durum, hem Platon’u hem Hayyam’ı çoğu Hristiyan (?) ilahiyatçının seviyesine yükseltir. Adaletin ilk tanımı kolayca ikincisiyle birleşir. Çünkü “doğruyu konuşmak ve borçlarını ödemek” gibi basit kelimeler, daha soyut olan “arkadaşına iyilik, düşmanına kötülük yapmak” kelimelerinin yerine konur. Bu açıklamaların ikisi de insan hayatı için yeterli kuralları koyar ama ikisi de felsefenin duyarlılığı konusunda yetersiz kalır. Vicdan muhasebesinin çöküşünü fark edebiliriz ki bu çöküş, sadece bazı konularda konulmuş olan ilkelerin uyuşmazlığından değil, onlara erişme çabasından da meydana gelir. Buna ek olarak ahlakla ilgili fikirlerimizin hem öncüsü hem devamıdır. Ahlaki fikirlerin “soruşturması”, Homeros’un yetkisinin albenisi, “arkadaşlarına iyilik, düşmanlarına kötülük yapmak” ilkesinin hatalı olması büyük bir adamın lafı olamamasının sonucu, tam olarak Platon’un Sokrates’inin özellikleridir.

… Burada, birkaç kez araya girmeye çalışmış ama şimdiye dek yanındakiler tarafından tutulmuş olan Thrasymakhos, duraksamadan faydalanır ve arenaya vahşi bir hayvan gibi kükreyerek atlar. “Sokrates…” der, “Bu nasıl bir ahmaklıktır? Böyle yapmacık bir tartışmada birinin seni bozguna uğratmasına nasıl izin verirsin?” Sonra, sıradan adalet tanımlarını yasaklar. Sokrates de 2x6, 3x4, 6x2 veya 4x3 demek yasakken on ikinin kaç olduğunu söyleyemeyeceği karşılığını verir. Thrasymakhos başlarda tartışmaya girmeye niyetli olmasa da sonrasında Sokrates’in gruba yapacağı ödemeyi ve övgüyü duymasıyla oyunu açmaya karar vermiştir. “Dinle.” der, “Cevabım, doğruluğun bir güç, adaletin de güçlü birinin menfaati olduğudur: Şimdi bana övgüler yağdır.” Önce bir seni anlamama müsaade et. Yani sen şimdi, bir güreşçi olan Polydamas’ın kendi istediği eti yiyebildiği için o kadar güçlü olmayan bizlerin istediği etleri yiyebildiğini mi söylemek istiyorsun? Thrasymakhos, örneğe içerlenmiştir ve görünen o ki gösterişli laflarıyla tartışmanın haysiyetini geri getirmeyi amaçlamaktadır. Söylemek istediğini şöyle açıklar, yöneticiler yasaları kendi istekleri doğrultusunda yaparlar. Fakat Sokrates “Varsayalım ki yönetici ya da güçlü olan kişi bir hata yaptı. O zaman güçlü olanın isteği aslında istediği şey değildir.” Thrasymakhos’un öğrencisi Kleitophon, konuşmaya “düşünmek” kelimesini sokarak onu bu çöküşten kurtarır. Yöneticinin asıl isteği değil yani. İstediğini düşündüğü ya da istiyor gibi göründüğü şey adalettir. Bu çelişki boş bir kaçışla son bulur: Gerçek ve dışarıdan görünen çıkarları değişse de yöneticinin faydası olduğunu düşündüğü şeyler hep düşüncesinde kalır.

Tabii ki asıl iddia bu değildi. Bu yeni yorumu Thrasymakhos da kabul etmedi. Ama Sokrates, eğer, üstü kapalı şekilde söylediği gibi, karşı taraf fikrini değiştirdiyse laf dalaşına girme taraftarı değildir. Devamında Thrasymakhos yöneticinin hata yapabileceği itirafını geri çeker çünkü bir yönetici, yöneticilik işinde asla şaşmaz. Sokrates bu yeni durumu kabul etmeye hazırdır. Sanatların benzemesinin yardımıyla Thrasymakhos’a onun kadar karşı çıkar. Her sanat ya da bilimin bir faydası vardır. Fakat bu fayda, sanatçının tesadüfi faydasından ayrılmalıdır ve sadece, sanatın yetki alanına giren bir şeylerin veya insanların yararı ile ilgilenmelidir. Adaletin de yöneticiye ya da yargıca değil onun hükmünün altındakilere ait olan bir faydası vardır.

Thrasymakhos, cüretkâr bir yanıltmaca yaptığında kaçınılmaz bir sonucun eşiğindedir. “Söyle bana Sokrates.” der. “Bir bakıcın var mı?” “Bu nasıl bir soru! Neden soruyorsun?” “Çünkü eğer varsa seni ihmal eder ve senin burnunun akmasına izin verir. Sana koyunla çobanı ayırt etmeyi de öğretmez. Sana göre çobanlar ve yöneticiler kendi çıkarlarını değil koyunlarının ya da vatandaşlarının çıkarını gözetir. Oysaki doğrusu şudur, onları kendileri kullanmak için şişmanlatırlar, koyunlar ve vatandaşlar benzerdir. Ve deneyimlere göre söylüyorum ki hayattaki bütün ilişkilerde adil adam kaybeder, adil olmayan kazanır. Özellikle adaletsizliğin büyük ölçüde sürdüğü yerlerde, ki oralarda öyle üçkâğıtçıların ve tapınak hırsızlarının küçük dolandırıcılıklarından fazlası vardır. İnsanların dili bize, ‘merhametli’ ve ‘mübarek’ zalim hükümdarımız ve onun gibilerin hepsi, (1) adaletin güçlü olanın çıkarı olduğunu ve (2) adaletsizliğin adaletten hem daha kârlı hem de daha güçlü olduğunu gösterir.”

Fazla detaylı tartışmada değil söylevde daha iyi olan Thrasymakhos, yanındakileri söz yağmuruna tuttuktan sonra kaçmaya niyetlenir. Ama diğerleri bırakmazlar ve Sokrates, ondan mütevazı ama içten bir istekte bulunur: Kaderlerini böylesine bir krizin içinde bırakmamasını ister. “Senin için daha ne yapabilirim?” diye sorar Thrasymakhos. “Bu sözlerin hepsini ruhlarınızın içine mi yerleştireyim?” “Tanrı korusun!” der. Sokrates; “Senden kullandığın kelimelerde tutarlı olmanı ve ‘tabibi’ öyle kesin, ‘çobanı’ ve ‘yöneticiyi’ de hatalı şekilde kullanmamanı istiyoruz. Kelimeleri tam anlamlarıyla alırsak yönetici ve çoban yalnızca halklarının veya sürülerinin iyiliğini düşünür, kendilerini değil. Oysaki sen yöneticilerin sadece makam sevgisi yüzünden o işi yaptıklarında ısrar ediyorsun.” Thrasymakhos, “Bundan şüphem yok.” diye cevaplar. “Öyleyse neden maaş alıyorlar? Çıkarları kendi sanatlarında değil başka bir sanatta, genelde bütün sanatlarda ortak olan ve hiçbirinde birebir aynı olmayan, para kazanma sanatında olduğu için mi? Ya da bir adam, bir ödül beklentisi ya da ceza korkusu olmazsa hiç yönetici olmayı kabul eder miydi? Burada bahsettiğimiz ödül tabii ki para ya da saygınlık, ceza da kendinden daha kötü biri tarafından yönetilmek. Ayrıca, bir devlet (ya da Kilise) sadece iyi adamlardan oluşsaydı yalnızca nihai amacın etkisiyle çalışırlardı ve günümüzdeki zıttındaki kadar ‘nolo episcopari’[3 - Latince anlamı “Piskopos olmak istemiyorum.” olmakla beraber, genelde bir duruma karşı çıkmak için kullanılan söz. (ç.n.)] olurdu…”

Var olan hükûmetlere yapılan eleştiri, basit ve görünüşe göre alenen meydana gelen tutumun son yorumu sunmasıyla yükseltilir. İnsan ırkının amirlerinin makamda olmayı sevmeyip ödeme talep etmeleri de benzer bir ironiye sahiptir.

…“Bu kadarı yeter.” diyen Thrasymakhos’un diğer iddiası çok daha önemlidir: “Adaletsiz yaşam adaletli olandan daha kazançlıdır. Şimdi, Glaukon, sen ve ben ikna olmadığımıza göre ona bir cevap vermeliyiz. Ama eğer her birinin kazançlarını tek tek kıyaslamaya kalkarsak bir hakemin bizim yerimize karar vermesi gerekir. Bu yüzden her bir doğruyu karşılıklı kabul ederek ilerlesek daha iyi olur.”

Thrasymakhos kusursuz adaletsizliğin kusursuz adaletten daha kazançlı olduğunu öne sürer ve kısa bir duraklamadan sonra Sokrates onu, adaletsizliğin erdem, adaletin ise bir kusur olduğu paradoksunu kabul etmeye ikna eder. Onun dürüstlüğünü över ve bunun, tek amacı karşıtlarını anlamak olan birinin davranışı olduğunu farz eder. Aynı zamanda Thrasymakhos’un düşeceği bir ağ atıyordur. Adaletsiz adamın amacı ikisinden birinden daha fazla çıkar sağlamak iken adil adamın tek amacının hem adilden hem adaletsizden daha çok çıkar sağlamak olduğu itirafını ondan alır. Bu sözü sınamak için Sokrates bir kere daha sanatları karşılaştırmaktan yararlanır. Müzisyen, doktor gibi herhangi bir türün yetenekli sanatçısı, diğer yeteneklilerden daha çok kazanmaya bakmaz. Yeteneksizlerden daha çok kazanmaya bakar. (Bu demek oluyor ki bir kurala, standarda, usule uyarak çalışıyor ve onu aşmıyor.) Öte yandan yeteneksiz olan, abartılı şekilde rastgele bir çaba sarf eder. Bu yüzden yetenekli olan iyinin tarafındadır, yeteneksiz de kötünün ve adaletsiz kişi de yeteneksizdir.

Thrasymakhos’u konuya getirmek zor olmuştu. O gün hararetliydi ve terler boşanıyordu. Hayatında ilk kez bu kadar kızardığı görülmüştü. Ama adaletsizliğin adaletten güçlü olduğu tezi hâlâ reddedilmemişti ve Sokrates şimdi onu, Thrasymakhos’un yardımıyla çözeceğini umuyordu. İkinci tez ilk bakışta biraz terbiyesizcedir ama Sokrates’in makul ellerinde yeniden hoş bir mizaca döner: Hırsızlarda onur yok mudur? Adaletsizliğin gücü sadece adaletten geriye kalanlar mıdır? Salt adaletsizlik aynı zamanda salt güçsüzlük müdür? Kendi arasında anlaşmazlık olan ev halkı ayakta kalamaz. Münakaşa eden iki adam birbirinin gücünü azaltır ve kendiyle savaşta olan biri, hem kendisiyle hem tanrılarla düşmandır. Bu durumda devletlerde büyüyen şey tam olarak kötülük değil yarı kötülüktür. Birliğin devamı için biraz iyilik kalıntısı gereklidir. Dünya üzerinde salt kötülükten oluşan bir krallık yoktur.

Bir başka soru yanıtsız kalmıştır: Adil olan mı adaletsiz olan mı daha mutludur? Buna şöyle cevap verebiliriz; her sanatın bir gayesi ve o gayeye ulaşmayı sağlayan bir seçkinlik veya bir meziyet vardır. Ruhun gayesi mutluluk ve ruhun mutluluğa erişmesini sağlayan seçkinlik de adalet değil midir? Burada, adalet ve mutluluğun ayrılmaz olduğu görülür. Adaletlinin mi adaletsizin mi daha mutlu olduğu sorusu ortadan kaybolur.

Thrasymakhos şöyle karşılık verir: “Bendis festivalinde eğlen bakalım, Sokrates.” Evet ve senin nezaketinle dolu bir eğlence. Artık azarlamayı bıraktın. Ama güzel bir eğlence değil. Tabii bu benim suçum çünkü çok sayıda şeyin tadına baktım. İlk olarak, adaletin doğası bizim incelememizin konusuydu. Daha sonra ise adaletin bir erdem ve bilgelik mi, yoksa kötü ve ahmakça bir şey mi olduğuydu. Ve en son, adalet ve adaletsizliğin faydalarını kıyasladık. Bütün bunların özeti ise şudur; adaletin ne olduğunu bilmeden adaletlinin mutlu olup olmadığını nereden bilebilirim?..