banner banner banner
Devlet
Devlet
Оценить:
 Рейтинг: 0

Devlet

Böylece sofistike yapı, en çok maharetlerin ortak yönleri dolayısıyla yıkılmış oldu. “Adalet de maharetler gibidir: (1) Görünen bir çıkarı yoktur, (2) aşırılığa yönelmez ve (3) çalışanlar, mutluluğa ulaşmak için işlerine adalet eklerler.” Modern okuyucunun, Platon’un bunları yazdığı dönemde becerilerin ve erdemlerin (tıpkı ahlaki ve düşünsel beceriler gibi) birbirinden ayrılmamış olduğunu unutması, onu tökezlemeye meyilli kılar. İnsan eylemlerinin ilk araştırmalarında, yorumların boşluğunu doldurmaya bilimler yardımcı olmuştur ve beceriler ile erdemler arasındaki farklar onlara mantıksız gelmemiştir. Sadece aralarında uyuşan noktaları görmüşlerdir, farklılıkları değil. Erdem, tıpkı beceri gibi, bir sonuca varmalıdır. Edep hem bir beceri hem bir erdemdir. Huy genelde bir heykelin tasviriyle tanımlanır ve daha birçok bilimden ahlaka kolayca aktarılabilen mecazlar vardır. Bir sonraki nesil bu bulanıklıkları açıklığa kavuşturdu ya da en azından yıllar yıllar sonra daha ileri analizlerinin yapılmasını sağladı. Platon ile aynı dönemlerdeki kişiler bir geçiş sürecindeydi ve henüz Aristo’nun, “Erdem davranışlara bağlıdır, beceri ise üretmeye.” ya da “Beceri sadece bilgi gerektirirken erdem hem niyet hem de amaca sebata işaret eder.” ayrımının tamamen farkına varamamışlardı. Ve karşılaştırmanın bazı kullanımlarını takip eden bazı abesliklerde, erdemin beceriden fazlası olduğunu gösteren bir ima olduğu görülür. Bu, “Adalet bir hırsızdır.” (reductio ad absurdum)[4 - Latince: “Saçma olana indirgeme.” anlamına gelir ve bir iddiayı doğru kabul ederek saçma bir sonuca varıp iddianın yanlış olduğu sonucuna ulaşıldığı bir mantık yöntemidir. (ç.n.)] ve en son sonuçta Sokrates’in ifade ettiği hoşnutsuzlukta anlaşıldığı gibidir.

Bütün bilimlerde “ortak” olduğu ifade edilen “para kazandıran bir bilim” ifadesi, dilin normal kullanımına uygun değildir. Platon ya da bir başka Yunan yazar tarafından da hiçbir yerde kullanılmamıştır. Tartışma sırasında ortaya atılmıştır ve bilimin kapsamını sadece bir eylemi gerçekleştiriyor olmaktan, ortaya bir ürün çıkarmaya kadar genişletir. Kullanılan dilin bir başka kusuru ya da hatası da şu sözcüklerden anlaşılabilir; “Zarar görmüş insanlar daha da vicdansızlaşırlar.” Zarar görmüş kişiler illaki daha kötü birisi olmazlar, sadece birinden kötülük görmüş veya suistimale uğramışlardır.

Bahsi geçen üç görüşten ikincisi, “adaletin aşırılıkta gözünün olmaması”, anlaşılmaz bir şekilde sunulsa da gerçekten bir anlam taşımaktadır. İyiliğin sonlu bir doğası olması alışılmışın dışında Eski Yunan’a ait bir düşüncedir. Erdemden afiyette olmak, özgürlükten de yasalara itaat olarak bahseden bazı çağdaş yazarların dilleriyle karşılaştırılabilir. Sınırın matematiksel ya da mantıksal bir kavram olduğu fikri, kolayca ahlaki bir kavrama dönüşür ve kıskanma fikrinde mitolojik bir ifade bulur. Ölçü, eşitlik, düzen, birlik, orantı fikirleri hâlâ ahlakçıların yazılarında oyalanmaktadır ve güzel sanatların gerçek ruhu, üstünlük kelimelerinden ziyade bu terimlerle ifade edilmelidir.

“Zanaatkârlar iyinin de iyisini yapmaya çalıştıklarında Sanatlarını mahvederler açgözlülükle.” (Kral John’un Yaşamı ve Ölümü)

Ruhun ve bedenin uyumu ve de ruhun parçalarının birbirleriyle uyumu, “Müzik notalarından daha hoştur.” İnsan doğasının kusursuzluğu işte bu satırlarda gerçek Yunan üslubuyla ifade edilmiştir.

Thrasymakhos ile olan konuşmanın kapanışı olarak değerlendirilebilecek olan kısmında Platon, sadece modern zamanda teolojistler ve filozofların ele aldığı, kötülüğün olumsuz tarafı bahsine değinerek kötülüğün, gücün değil uyumsuzluğun ve dağılmanın bir esası olduğunu savunur. Son tartışmada, sonlara doğru, Aristo’nun amaç ve erdem ilkesinin izini görebiliriz ki o da yine bilimlerle belirtilmiştir. Adalet, mutluluk, bireyin ve devletin benzerliği konularındaki son uzlaşım da açıklanmıştır. Sokrates, “hiçbir şey bilmeyen” rolünü tekrar üstüne alır. Aynı zamanda tartışmanın kapanma şeklinden tam olarak memnun değildir. Hiçbir sonuca varılmamıştır ama diyalektik sürecin tercih edilmesi, her zamanki gibi burada da fikirleri kavrayışımızı ve insan hayatında uygulama alanlarını genişletmek içindir.

İKNCİ KİTAP

Thrasymakhos yatışmıştır ama gözü pek Glaukon tartışmaya devam etmek için ısrar eder. Önceki kitabın sonunda Sokrates’in “adaletlinin mi adaletsizin mi daha mutlu olduğu” sorusundan kurtulma biçimiyle tatmin olmamıştır. Doğruluğu üç sınıfa ayırmakla başlar: Birinci, kendiliğinden istenilen doğruluk; ikincisi, hem kendiliğinden hem de sonuçlardan dolayı istenilen doğruluk; üçüncüsü, yalnızca getirdiği sonuçlar sebebiyle istenilen doğruluk. Daha sonra Sokrates’e adaleti bu gruplardan hangisine sokabileceğini sorar. Sokrates ikinciye olabileceğini söyler; hem kendi özlerinden hem faydalarından dolayı olan doğruluklara. “Öyleyse genel olarak dünyadaki herkes seninle aynı fikirde değil. Çünkü adaletin, sadece sonuçları için istenen doğruluk sınıfına ait olduğunu söylerler.” Sokrates bunun Thrasymakhos’un bir prensibi olduğunu ve kendisinin bunu reddettiğini söyler. Glaukon Thrasymakhos’un, sihirbazın sesini dinlemeye çok hazır olduğunu düşünür ve adaleti ile haksızlığın doğalarını, bütün dünyanın kulağına tekrarlayıp durduğu sonuçları ve getirilerinden ayrı olarak incelemeyi teklif eder. İlk olarak adaletin doğası ve aslından, ikinci olarak insanların onu bir doğruluktan ziyade bir ihtiyaç olarak görmesi durumundan bahsedecektir ve üçüncü olarak görüşünün makullüğünü kanıtlayacaktır.

Haksızlık yapmanın doğru olduğu söylendi, haksızlıktan dolayı acı çekmenin de kötü. Kötülük; daha iyi olma arzusundan dolayı ortaya çıktığı için aynı zamanda fail olamayan mağdurlar[5 - Yani daha iyisine sahip olmak isteyen kötü insanlar. (ç.n.)], her ikisine de sahip olamayacaklarının taahhüdünü verirler ve bu taahhüde veya orta yola adalet denir ama aslında tam olarak haksızlık yapmanın imkânsızlığıdır. Hiç kimse zorunda olmasa böyle bir taahhüt vermez. Diyelim ki adaletli kişi ve adaletsizin, herkesin bildiği hikâyedeki Gyges gibi, onları görünmez yapabilen yüzükleri var. O zaman bu ikisinin arasında bir fark kalmaz çünkü ikisinin de koşullar uygun olduğu zaman kötülük yapma ihtimali vardır. Ayrıca bundan kaçınan kişi, dünyadaki herkes tarafından bu çabası yüzünden bir ahmak olarak değerlendirilir. İnsanlar onu, kendileri için korktuklarından dolayı herkesin içinde övebilir ama içlerinden hep ona güleceklerdir. (Gorgias.)

Ve şimdi de adaletli ve adaletsizin örneklerini tasarlayalım. Adaletsiz adam zanaatının ustası olsun, çok nadiren hatası çıkan ve bunları kolayca düzeltebilen biri. Para, hitabet ve güç gibi Tanrı vergilerine sahip; en büyük kötü adamdan en üst huylar fışkırıyor yani. Yanına da bütün asaleti ve sadeliğiyle adil kişiyi koyalım. Sadece görünüşle kalmayıp özünde de -yani bir şöhret ve ödül olmadan- saf adaletiyle giyinmiş, en kötüsü olduğu düşünülse de aslında bütün insanların en iyisi. Ve yaşadığı gibi de ölsün. Gerisini haksızlığı övenlerin ağzına bırakmayı tercih etsem de adil adamın kamçılanacağını, acılar içinde kıvranacağını, esir tutulacağını, gözlerinin oyulacağını ve sonunda işkence edileceğini (hatta tam olarak kazığa oturtulacağını) ekleyebilirim. Hem de bütün bunların hepsi, özünde iyi olmayı, dıştan iyi görünmeye tercih ettiği için oluyor. Görünüşte asıl gerçek oymuş gibi sadık kalan adaletsiz adamın durumu ne kadar da farklı! Yüce şahsiyeti onu bir efendi yapıyor, istediği yerde evlenebiliyor, ticaret yapabiliyor, arkadaşlarına yardımcı olup düşmanlara zarar veriyor. Sahtekârlıkla elde ettiği servetinin sayesinde tanrılara daha çok dua edebiliyor ve böylece adil adamdan daha çok seviliyor.

Adeimantos, haksız dövüşe dâhil olduğunda ben ne cevap vereceğimi düşünüyordum. Bütün bunların en önemli noktasının çıkarıldığını düşündü: İnsanlara sadece mükâfat için adaletli olmak öğretiliyor. Anne-babalar ve vasiler erdemlere teşvik eden kişiler olarak itibar kazanıyorlar. Ayrıca, varlıklı bir evlilik ve yüksek sınıflar gibi daha esaslı başka faydaların da sözleri veriliyor. Homeros ve Hesiodos’ta bu hayatta adil bir adam için besili bir koyun ve ağır postun, bereketli mısır tarlalarının ve meyvelerinden dolayı devrilecek gibi duran ağaçlar tasvir edilir. Orfeus tarzındaki ozanlar buna benzer bir tasvir daha eklerler. Musaeus ve Eumolpos’un, başlarında çelenklerle erdemlerin ödüllerinin tadını çıkararak bir festivalde, ölümsüz bir sarhoşluğun cennetinde koltuklarda uzanırlar. Bazıları daha ileri gider ve üçüncü, hatta dördüncü nesillerde de dürüst bir soydan bahseder. Fakat kötü huylu olanı bir bataklığa gömerler ve ona bir elekle su taşıtırlar. Bu hayatta onlar, Glaukon’un adaletsiz görünüp adil olanların yaşayacağını öngördüğü rezilliği, onlara atfederler.

Hem şiirde hem düzyazıda geçen bir başka görüşü ele alalım: Hesiodos’un dediği gibi “Erdem, yücedir ama zorludur. Ahlaksızlık kolaydır ve kazançlıdır.” Çoğu zaman kötü huylu olanı büyük bir refah içinde, düzgün olanın da Tanrı’nın isteği doğrultusunda dert çektiğini görürüz. Dilenen kâhinler, kendilerinin ya da babalarının günahlarını kolay bir şekilde kurbanlarla, şenlik oyunlarıyla, tılsım ve muskalarla telafi etme vaadiyle zengin kimselerin kapısını çalar ve ilahi bir yardımla iyi veya kötü bütün düşmanlardan kurtaracaklarını vadederler, hem de küçük bir masrafla. Musaeus ve Orfeus’un yazdığını iddia ettikleri kitaplara başvururlar. Bütün şehirleri peşlerinden sürüklerler ve “ruhlarını araftan kurtaracaklarını” garanti ederler. Onları dinlemeyi reddedersek başımıza kim bilir ne gelir.

Keskin zekâlı temiz kalpli bir genç bütün bunları duyduğunda varacağı sonuç ne olabilir? Pindar’ın deyimiyle “Adaleti yükseltecek mi yoksa kendini eğri düzenbazlığı ile güçlendirecek mi?” Adalet, dışarıdan adalet şeklinde gözükmüyorsa sefalet ve mahvoluştur, diye dile getiriyor. Adaletsizlik, harikulade bir yaşam vadeder. Görünüş, gerçeğin efendisi ve mutluluğun sahibidir. Görünüşe döneceğim: Erdem oyununu sahneleyeceğim ve arkamdan da Arhilohos’un tilkisini sürükleyeceğim. Bazılarının şöyle dediğini duyabiliyorum, “Kötülük kolay kolay gizlenemez.” Onlara şöyle cevap veriyorum: Büyük şeyler kolay değildir. Birlik, kuvvet ve hitabetin çok faydası olacak. İnsanlar tanrıları yenemediklerini söylerlerse tanrıların varlığını nereden bilebiliriz? Yalnızca ozanlardan öğrenebiliriz çünkü onlar kurban kesilmesiyle tanrıların bastırılabildiklerini kabul ederler. Öyleyse neden önce günah işleyip sonra affedilmek için ödeme yapmayalım ki? Yani, doğrucular sadece cezasız kalıyorlar, bundan öte bir ödül olmuyor ama kötülük yapanlar hem cezasız kalabiliyor hem de günah işlemenin zevkine varabiliyorlar. Peki ya aşağıdaki dünya? Hayır, der bu argüman. Tanrıların evlatları olan ozanların söylediği gibi bu olayı düzeltip telafi edecek güçler vardır ve bu da devlet yönetimi tarafından onaylanmıştır.

Adaletsizliği savunan bu görüşlere karşı nasıl direnebiliriz? Adabı elden bırakmayız ve bilgenin söylediği gibi iki dünya için de elimizden geleni yapmaya çalışmalıyız. Acınası bir alçak olmayan kim adalet hakkında söylenen iyi şeylere gülmeyi bırakacak! Bir kişi, ileride kazanacağı şeyleri bilse de diğerlerine kızmaz. Çünkü insani erdemlerin, bir insanı kurtarmaya yetmeyeceğini bilir ve sadece adaletsizliği hiç yapmamış olan adaleti metheder.

Kötülüğün kökeni; zamanın başlangıcından beri bütün insanların, kahramanların, ozanların, gençliği eğiten kişilerin hep “geçici muafiyeti”, saygınlığı ve adaletin getirdiği kazançları öne sürmesidir. Eğer bize adalet ve adaletsizliğin insanın ruhunda bulunduğu ve ne bir insan gözünün ne de ilahi bir gözün göremeyeceğini küçük yaşlarda öğretselerdi başka insanların bize bekçilik yapmasına gerek kalmazdı ve herkes kendi hareketlerini gözetirdi. Sana göstermek istediğim bu, Sokrates: Diğer insanlar, Thrasymakhos’un savunduğu “güçlü olan haklıdır”ı desteklemeye meyillidir. Fakat ben senden, daha iyi bir şeyler bekliyorum. Ve lütfen, Glaukon’un söylediği gibi itibarı bunun dışında tutmak için adaletli insanın adaletsiz, adaletsizin de adaletli olduğunu düşün, o zaman bize hâlâ adaletin üstünlüğünü mü savunursun?..

Glaukon’un, tartışmanın yararına sürdürdüğü bu iddia, Thrasymakhos’un iddiası olan üçlü olanın çıkarı değil zayıf olanın ihtiyacı olmasının aksidir. Aynı önermeden başlayarak toplumun çözümlemesini yapar bir adım geriden: Güçlü olan hâlâ doğrudur ama güç, azınlığın gücüne karşı toplanan çoğunluğun güçsüzlüğüdür.

Glaukon’un yorumlarına aile benzerliği olan bazı teoriler hem modern zamanda hem de eski zamanlarda ortaya çıkmıştır. Örneğin; doğrunun dayanağı güçtür, bir hükümdarın iyi ya da kötü yönetmek için kutsal bir hakkı vardır, erdem kendini ya da gücü sevmektir, insan sürekli bir savaş hâlindedir, kişinin kusurları halkın faydalarıdır. Bunun gibi teoriler deneyimle kısmi de olsa uyuştuğu için bir inandırıcılığa sahiptir. Çünkü insan doğası iyi ve kötü arasında sarkaç gibi gidip gelir ve davranışların sebepleri ile geleneklerin kökenleri belirli bir dereceye kadar, belirli bir kişinin bakış açısına ya da kişiliğine göre açıklanabilir. Bütün koşullar altında ve bazen de sorgulanabilir araçlarla hâkimiyet sağlanması ihtiyacı fazlasıyla hissedilmektedir ve medenileşmiş insanda neredeyse bir tür içgüdü hâline gelmiştir. Kralların ilahi doğruları ya da daha genel olarak hükûmetlerin doğruları, bu doğal hissin ifade edilme biçimlerinden biridir. İçinde bir miktar iyilik ya da keyif olmayan bir kötülük yoktur, biraz kötülük alaşımı olmayan bir iyilik de. Asil ve cömert düşüncelerin karanlık taraflarında kişisel çıkar ya da kendini beğenme yer alır. Bütün insan davranışlarının kusurlu olduğunu biliyoruz fakat onlara daha kötü dürtüleri veya ilkeleri değil iyi olanları atfediyoruz. Böyle bir felsefe, akıllı bir dolandırıcının herkesi kendi gibi sanmasına benzer şekilde hem ahmakça hem de yanlıştır. Bu tür teoriler, kanunlar tarafından (her ne kadar çarpıklığa da meyilli olsa) sürekli düzeltilen ve genişletilen “doğru” tanımına bağlı Devletin, gerçek doğasını temsil etmez. İnsanların kötülük teorisiyle basitçe açıklanamayan ortalama karakterini de yansıtmaz çünkü yanında onu önlemeye çalışan iyilik parçaları vardır. İnsanın iyiliği ilerledikçe bu tür teoriler ona daha da uydurma gelir çünkü kendisinin aldırışsız olduğunun farkına varır. Az tecrübe insanın herkesi çıkarcı sanmasına, fazla olunca kendisi ve diğer insanlara daha gerçekçi bakmasına yol açabilir.

İki kardeş Sokrates’ten, adil kişiden mutluluğun normalde bağlı olduğu şeyler alındığında mutlu olduğunu kanıtlamasını istediler. (1) Bir fikri koşullardan ayrı şekilde şekillendirmenin saçma olduğunu değil. Çünkü sıradan insan hayatıyla kıyaslandığında ideal olan her zaman bir çelişki içerisinde olacaktır. Stoisizmin ve Hristiyanlığın idealleri tam olarak bir gerçek sayılamaz ama eğitim için bir temel oluşturabilir ve onu yükseltmede etkili olabilir. Hiçbir idealin gerçekleşmeyeceği “keşfi”, idealleri kötüleştirmez. Diğerlerinden daha yüksek seviyede yetiştirilmiş birkaç istisnai kişi için mutluluk ideali ölüm ve sefaletle gerçekleşebilir. Bu, aklın bilinçli bir şekilde onayladığı ve faydacılarla birlikte diğer ahlak kuramcılarının belirli hâllerde tercih etmek zorunda kaldıkları durumdur. Ve yine, (2) kardeşlerin kastettiği bakış açısına genel olarak katılsa da Platon’un kendi nihai sonucunu ifade etmek yerine ahlaki doğrunun bir kısmını dramatize etmenin yolunu aradığını unutmamalıyız. Fikrini bir dizi görüş veya durum hâlinde aşama aşama geliştirmekte. İlk kez Sokrates’in Sokratik bir sorgulamaya maruz kaldığını gösterir. Son olarak, (3) “mutluluk” kelimesi bir miktar kafa karışıklığı içermektedir çünkü çağdaş felsefe dilinde, ikisi de insan zihninde eşit şekilde var olmayan bilinçli haz ve tatmin ile ilişkilendirilmiştir.

Glaukon, IX. kitapta geçen zalimin çektiği sefalete paralel ve bir cevap niteliğinde olduğu bir resim çizer: Bu resimde adil adamın sefaleti ve adaletsizin mutluluğu görülür. Adaletsizin hâlâ adil görünmesi gerekir ki bu, “ahlaksızlığın erdeme göstermesi gereken saygı”dır. Fakat şimdi Adeimantos, Glaukon’un zaten ortaya atmış olduğu fikri alarak insanlara göre adaletin sadece ödül için takdir edildiğini göstermeye çalışır, Thrasymakhos ve Glaukon’un fikirlerine, insanlığın geleneksel ahlakı tarafından sunulan avantaja dikkat çeker. “Tanrı’nın yöntemlerini insanlara savunma”nın zorluğunu hissediyor gibidir. İki kardeş de davranışların ahlaklılığının sonuçlara bağlı olup olmadığı sorusuna değinir ve ikisi de adaletin yalnızca kendiliğinden değil hem kendi hem sonuçlarından dolayı istendiği görüşünde Sokrates’ten daha ileri giderler. Adaletin içsel bir ilke olduğunu gösterme çabalarında ve ozanları kınamalarında ondan önce davranırlar. Yunanistan’ın ortak yaşamı onlar için yeterli değildir; her şeyin doğasını daha derinden kavramalıdırlar.

Glaukon ve Adeimantos tarafından adaletin dürüstlük olduğuna itiraz edildi fakat Sokrates tarafından ise tamamen bir erdem olduğu çıkarımı yapıldı. Öyleyse eskiden kalma adalet fikrinin Sokrates tarafından genişletildiğini, ilk olarak Devlet için ve daha sonra birey için, evrensel düzene ya da refaha eşdeğer olduğunu hakikaten söyleyebilir miyiz? Eski sorusuna (Proag.) yeni bir cevap bulmuştur; “Erdemler tek midir birden çok mudur?” Yani bu soru diğer üçünü düzenleyen kaynaktır. Adaletin salt içsel doğasını kanıtlama çabasında insanın sosyal bir varlık olduğu gerçeğiyle karşılaşır ve mümkün olduğu kadar diğer karşıt tezleri bağdaştırmaya çalışır. Şu an bu konudaki tutarsızlık, onun çağında ve ülkesinde kaçınılmaz olduğundan daha fazla değildir. Bu yüzden modern felsefenin bir başka bakış açısıyla eşit şekilde tutarsız görünen spot ışıklarını ona çevirmenin bir yararı yoktur.

Devlet’in kalan kısmı, Aristo’nun oğullarının sorusundan ortaya çıkmaktadır. Şu üç konuya dikkat çekmek gerekiyor: İlk olarak, Sokrates’in verdiği yanıtın baştan sona dolaylı oluşu. Mutluluğun adalet fikrinin düşünülmesiyle oluştuğunu söylemiyor ve dahası, adil kimsenin sıkıntı içindeyken mutlu olabileceği paradoksunu onaylamaya yanaşacak gibi. Fakat ilk olarak problemin zorluğunun üstünde durur ve soruyu cevaplamadan önce, insanı doğal hâline geri getirmekte ısrar eder. O da bir ideal tasarlar fakat onun ideali sadece soyut adaleti değil insanla bütün ilişkisini de kapsar. Büyük harflerin hayalî resminin altında, adaleti sadece toplumda arayabileceğini ve devletten bireye geçeceğini ima eder. Özet olarak cevabı şu anlama gelir; uygun koşullar altında, mesela mükemmel devlette, adalet ve mutluluk birbirine denk düşer, adalet bir kez bulunduğunda mutluluk kendi başının çaresine bakabilir. Mükemmel devlette var olanları bıraktığı için, onuncu kitapta adaletin saygınlığından ve ödüllerinden kurtulduğunu iddia ettiğinde birazcık tutarsızlığa düşer. Ve ona göre, “bir duvara sığınarak emekli olan” bir filozofa hemen hemen hiç saygı duyulmaz, en azından bu dünyada. Ahlaki eylemlerin gerçek hâllerini hâlâ sürdürür. Eğer bir kişi, sonunda mutlu olup olmayacağına bakmadan ilk olarak ona verilen görevi yaparsa sonucunda mutluluk mutlaka onu bulacaktır. “Siz öncelikle onun egemenliğinin ve doğruluğunun ardından gidin, o zaman size bütün bunlar da verilecektir.”[6 - Matta 6/33. (ç.n.)]

İkinci olarak, Platon’un başlangıçta Devlette ve sonra da bireyde özgün Yunan niteliklerini muhafaza ettiği fark edilebilir. Önce ahlak kuralları, sonra siyaset bilimi; bu bize göre fikirlerin sıralamasıdır. Tam tersi de tarihin sırasıdır. Sadece birkaç düşünce mücadelesinden sonra birey ahlaki bir varlık olduğundan emin olur. İlk çağlarda insan bir birey değil, kendinden önce var olmuş devletin vatandaşlarından yalnızca biridir ve ülkesinin kanunlarıyla kilisenin öğretileri dışında iyi ya da kötü fikri yoktur. Ve adetlerin etkisi, bir partiye bağlılık veya geçmiş hatıralar çok güçlü geldiğinde bu duruma devamlı olarak geri dönmeye çalışır.

Üçüncü olarak, Yunanların ilk fikirlerini kaplayan ve modern zamanlarda da hatrı sayılır derecede etkisi devam eden bir devlet-birey tanımı ya da karışıklığı gözlemleyebiliriz. İlk düşünürler insanlığın kolektif ve bireysel davranışları arasındaki belirsiz farkı terk etmiş görünüyor ve biz de siyaseti ahlaka yükselttiğimizde veya ahlakı siyasetin seviyesine indirdiğimizde kimi zaman insanların toplu hâldeki davranışlarının koşullarını unutma tehlikesi yaşıyoruz. İyi insan ve iyi vatandaş yalnızca kusursuz devlette birbirine denk düşer ve bu kusursuzluğa, onları dıştan yasalara uygun hareket ettirmekle değil içlerinden eğiterek erişilebilir.

Sokrates, Aristo’nun oğullarını över; melankolik şairin dediği gibi, “şanlı kahramanın yaratıcı oğlu”. Fakat kişiliklerine bakıldığında kendi görüşlerinden etkilenmedikleri görülmesine rağmen nasıl adaletsizliği bu kadar ikna edici şekilde savunabildiklerini anlayamaz. Zor zamanda adaleti bırakmaktan korksa da onlara nasıl cevap vereceğini bilemez. Bu yüzden bir durum sunar: Güçsüz gözleri olduğu için önce büyük harfler, sonra küçük yazılmış harfleri okumasına izin verilmelidir. Bu, devletin adaletinde olması gereken ilk şeydir. Daha sonrasında bireye geçer. Bu doğrultuda devleti resmetmeye başlar.

Toplum, insanın eksiklerinden doğar. İlk eksik yiyecektir, ikincisi bir ev, üçüncüsü ise bir giysi. Bu ihtiyaçların mantığı ve bunları takasla çözme ihtiyacı, bireyleri aynı noktada bir araya getirir ve bu, her ne kadar mucidi insanların eksikleri olsa da bizim icat etmeye cüret ettiğimiz devletin başlangıcıdır. Önce bir çiftçi olmalıdır, ikinci olarak bir yapı ustası, üçüncü de bir dokumacı. Belki listeye bir de dikişçi eklenebilir. Bir şehir oluşturmak için en az dört ya da beş kişi gereklidir. Şimdi, insanların farklı tabiatları vardır ve bir adam bir işi diğerlerinden daha iyi yapabilir. Ayrıca, iş kimseyi beklemez. Bu yüzden iş gruplarının birbirinden ayrılması gerekir; toptan ve perakende ticaret, işçiler ve onların aletlerini yapanlar, çobanlar ve çiftçiler. Bütün bu iş gruplarını içeren bir şehir çoktan dört-beş kişi sınırını geçmiş demektir ama çok da büyük değildir. Fakat sonra yine ithalat gerekecektir, ithalat da ihracatı beraberinde getirecektir. İhracatta alıcıları, yani tüccarları ve gemileri, çekmek için ürün çeşitliliği olması gerekmektedir. Şehirde bir satış yeri, para ve perakendecilik de olmalıdır yoksa alıcılar ile satıcılar yüz yüze gelemezler ve üreticilerin kıymetli vakitleri takasla boşa geçer. Hizmetlileri de eklediğimizde devlet tamam olur ve vatandaşların birbirleriyle olan ilişkilerinde bir yerlerde adalet ve adaletsizlik baş gösterir.

Burada, hoyrat bir hayat bizi karşılar. Günlerini, kendileri için inşa ettikleri evlerinde geçirirler, kendi kıyafetlerini kendileri yaparlar ve kendi ekinleri ile kendi şaraplarını üretirler. Ana besinleri un ile ettir ve ölçülü içerler. Birbirleriyle oldukça iyi geçinirler ve fazla çocuk yapmamaya özen gösterirler. “Ama…” dedi Glaukon. “Farklı tatlar da almaları gerekmez mi?” diye itiraz etti. “Kesinlikle; tuzları, zeytinleri ve peynirleri de var. Ayrıca sebze-meyveleri ve ateşte pişirmek için kestaneleri var. Bu bir domuz şehri, Sokrates.” Neden, diye yanıtladım, daha ne istiyorsun? Hayatın yalnızca rahatlıkları var; koltuklar, masalar, soslar ve tatlılar. Görüyorum, senin istediğin sıradan bir devlet değil, şaşaalı bir devlet. Daha karışık bir yapıda adaleti ve adaletsizliği bulmamız yakındır. Sonrasında güzel sanatlar işin içine girecek; akla gelebilecek bütün enstrümanlar ve lüks hayatın süsleri istenecek. Dansçılar, ressamlar, heykeltıraşlar, müzisyenler, aşçılar, berberler, kostümcüler, hemşireler, sanatçılar, hayvanlar için domuz ve sığır çobanları, lüks hayatın getirdiği hastalıkları tedavi etmek için hekimler olacak. Bütün bu gereksiz ağızları doyurmak için komşumuzun toprağından bir parça, aynı şekilde komşumuza da bizim toprağımızdan bir parça gerekecek. Diğer siyasi kötülükler gibi bu da bir savaş sebebidir. Şehrimizin böylece bir ordugâha ihtiyacı olacak ve vatandaşlar da askere döndürülecekler. Fakat deminki “işlerin bölümü” kuramımız unutulmamalıdır. Savaş sanatı bir günde öğrenilemez ve askerî görevler için doğuştan yetenek olması gerekir. Bu yeteneğe sahip olanlar için savaşı andıran tabiatlar olacak; kokuya düşkün, hızlı koşan ve bacakları kuvvetli köpekler. Cesaretin temeli ruh olduğu için insan ya da hayvan olmak üzere bu türler, ruh dolu olacaklar. Fakat bu ruh dolu yaratıklar ısırmaya ve birbirlerini parçalayıp yutmaya meyillidir. Yani, arkadaşlara nezaket ve düşmanlara sertlik biraz imkânsız görünüyor. Bu yüzden devletin yöneticisi olacak kişide bunların ikisinin de olması gerekir. Peki kim olabilir bu yönetici? Köpek misali buna bir cevap taşıyor. Köpekler dostlarına yumuşak ve nazik, yabancılara karşı acımasız oldukları için. Sizin köpeğiniz de bilmek ve bilmemek prensibine göre yargılayan bir filozoftur ve felsefe bir insanda da canavarda da olsa kibarlığın atasıdır. İnsan bekçi köpekleri de onları nazik yapabilmek için filozof ya da öğrenme tutkunları olmalıdır. Eğitim olmazsa bunlar nasıl öğrenilir?

Peki ya eğitimleri nasıl olmalıdır? Müzik ve jimnastik denen eski yöntemden daha iyisi bulunabilir mi? Müzik edebiyatı kapsar ve edebiyat iki çeşittir: Doğru ve yanlış. “Ne demek istiyorsun?” dedi. Demek istediğim, çocuklar jimnastik öğrenmeden önce hikâyeler dinlerler ve bu hikâyeler ya gerçek dışıdır ya da bir yığın yanlışlığın içinde ufak bir gerçeklik payı vardır. Yaşamın ilk dönemleri pek hassastır ve çocukların büyüdüklerinde unutmaları gerekecek şeyleri öğrenmemeleri gerekir. Bu yüzden çocuk hikâyelerine bir denetim getirmeliyiz; bazılarını yasaklamalı, bazılarına izin verebiliriz. Bazıları gerçekten açık seçiktir ki bunların örnekleri; basit yalanlar değil gerçekten kötü yalanlar söyleyen Homer ve Hesiodos’ta, edepsiz olduğu kadar yanlış da olan Uranüs ve Satürn hakkındaki hikâyelerde görülür, bunlardan küçük çocuklara gerçekten hiç bahsedilmemelidir. Yapılacaksa da bir kurbandan sonra, bir Elefsis domuzundan değil, kolay bulunmaz bir hayvandan üstü kapalı olarak bahsedilebilir. Gençlerimiz Zeus’u örnek alıp babalarına karşı mı gelsinler ya da vatandaşlarımız tanrılar arasındaki mücadeleleri duyup kavgaya mı teşvik edilsinler? Annesini bağlayıp alıkoyan Hephaistos’un ve onu bitkin annesine yardıma gönderen Zeus öyküsünü mü dinlesinler? Böyle masalların muhtemelen gizemli bir açıklamaları vardır fakat gençler bu kinayeyi anlayacak kabiliyete sahip değildirler. Hangi masallara izin verileceğini soran olursa bizim kitapçı değil kanun yapıcı olduğumuz cevabını veririz. Biz sadece hangi kitapların yazılacağıyla ilgili ilkeleri ortaya koyarız, onları yazmak başkalarının görevidir.

İlk ilkemiz de Tanrı’nın olduğu gibi gösterilmesidir. Yani, her şeyi değil, sadece iyiyi yazan kişi. Onun iyiyi ve kötüyü idare ettiğini söylemeleri için şairlere katlanmak durumunda değiliz, elinde kaderlerle dolu iki varil olduğunu, Athena ve Zeus’un Pandaros’u anlaşmayı bozması için dürttüğünü, Niobe ve Pelops’un ızdıraplarına ve Truva Savaşı’na neden olduğunu, onlara zarar vermek istediğinde insanlara günah işlettiğini. Ya bunların birine bile tanrılar neden olmamıştı ya da Tanrı adaletliydi ve insanların cezalandırılması onların hayrınaydı. Ama eylem kötüydü ve onun yazarı olan Tanrı ne gençlerin ne yaşlıların söylemesine izin verdiğimiz, intihara yol açan bir kurgudur. Bu, bizim birinci ve en önemli ilkemizdir: Tanrı yalnızca iyi olan şeyleri yazmıştır.

İkinci ilke de buna benzerdir: Tanrı’da değişkenlik veya şekil değişikliği yoktur. Akıl bize bunu öğretir; eğer Tanrı’da bir değişim olduğunu varsayarsak onu başka birinin ya da kendisinin değiştirmiş olması gerekir. Başka birisi? -Ama doğanın ve sanatın en iyi eserleri, zihnin en asil nitelikleri, dıştan bir güçle değişmeye en az derecede meyillidirler. Peki ya kendisi?– Ama kendini iyileştiremez ancak kendini kötüleştirebilir. Kendi fikrine göre sonsuza kadar en iyisi ve en doğrusu kalır. Bu yüzden bize buradan, geceleri değişik kılıklarla sessizce dolaşan bir rahibenin ya da başka bir tanrısal varlığın tasviriyle ve çocukların içlerindeki yiğitliği bastırmak için annelerin kullandığı dine küfreden saçmalıkları yakaran ozanları dinlemeyi reddediyoruz. Fakat bazıları, değişmez olan Tanrı’nın, bizimle ilişkili bir şekil alabileceğini söyler. Neden bunu yapsın ki? Çünkü tanrılar da insanlar gibi ruhun yalanlarından ve sahtelik köklerinden nefret eder. Ayrıca diğer yalan türleri bir amaç için kullanıldığı ve bazı istisnai durumlarda masum sayılması da bir neden olabilir. Tanrıların buna neden ihtiyacı vardır? Çünkü onlar ne ozanlar gibi eski zamanlar hakkında bilgisizdir ve ne düşmanlarından ne de deli arkadaşlarından korkuları vardır. Öyleyse Tanrı dürüsttür, mutlak surette dürüsttür. Ne gece ne gündüz, ne sözde ne davranışta değişir veya kandırır. Bu, bizim ikinci büyük ilkemizdir: Tanrı dürüsttür. Homeros’taki Agamemnon’un yalan söyleyen rüyasından ve Thetis’in Eshilos’ta Apollon’a ettiği ithamdan uzaktır…

Devlet tasvirini netleştirmek için Platon, dört beş kişiyle kurduğu hayalî topluluktaki ortak ihtiyaçları ve iş bölümünü anlatmaya geçer. Aşamalı olarak bu topluluk büyür, iş bölümü ülkelere yayılır, ithalat ihracatı gerektirir, değiştirilen malın değerini ölçmek için bir araç gerekir ve üreticilere zaman kazandırmak için satıcılar satış yerlerinde bulunur. Bunlar, Platon’un ilk ve ilkel devleti kurma aşamalarıdır. Siyasal ekonomiyi bu şekilde gösterir. İkinci olarak daha uygar bir devleti tasvir edeceği için önce basit olandan başlamıştır. Rousseau gibi ilkel bir yaşam tasvirinden keyif alır ki bu tasvirin, insanlığın hayal gücü üzerinde hep gerçekten güçlü bir etkisi olmuştur. Fakat o, birinin diğerinden daha iyi olduğunu dile getirmez (Devlet Adamı). Ya da Aristo’nun siyasette yaptığı gibi ilk devlet tanımının ikinciden alındığı çıkarımına varılmaz. Platon’un diyaloğunu bir şiirden ya da bir kıssadan daha kelimesi kelimesine veya gerçekçi bir şekilde yorumlamamalıyız. Öte yandan, Platon’un hayat dolu düşüncesini felsefedeki çağdaş tezlerin kurumuş soyutlamalarıyla kıyasladığımızda, Protagoras’la şunu söylemeye mecbur oluruz: “Mythus daha ilgi çekicidir.” (Protag.)

Modern zamanların Siyasi Ekonomi üzerine tezlerinin yer aldığı bazı ilgi çekici görüşler, Platon’un yazılarının içlerine serpiştirilmiştir: Özellikle Yasalar, Nüfus, Serbest Ticaret, Kandırma, Vasiyet ve Bağış, (Platon’un olmasa da) Eryxias, Değer ve Talep, İşlerin Bölünümü. Son konu, aynı zamanda perakendeciliğin de kökeni, Devlet’in ikinci kitabında takdire şayan bir açıklıkla ele alınmaktadır. Fakat Platon ekonomiyle ilgili fikirlerini hiç düzenli bir sistem olarak bir araya getirmedi ve ticaretin devletteki ve bütün dünyadaki en büyük tahrik güçlerinden biri olduğunu hiçbir zaman fark etmedi. “Sadece her yerden en iyi adamlarla en iyi kadınların bir süre tavernaları ya da perakende ticareti devam ettirme zorunluluğu olsaydı, bütün o şeylerin ne kadar hoş ve makul olduğunu bilirdik.” “Yasalar” şeklinde yeterince acayip bir şekilde belirtmesine rağmen, Perakendecileri sadece alt sınıf vatandaşlar olarak gösterirdi. (Devlet, Yasalar)

Glaukon’un, “domuzlar şehri”ne olan hayal kırıklığı, daha safi devletteki lüks bakanlarının gülünç tasvirleri, sonradan eklenen doktor ihtiyacı, köpekten alınan koruyucu yapısının örneklemesi, kirli gizemler kutlandığında neredeyse bulunamayan kurbanın sunulmasının albenisi, Zeus’un babasına ve Hephaistos’un annesine olan davranışı; ciddi anlamı da olan birer mizah dokunuşlarıdır. Eğitimden bahsederken Platon bizi, bir çocuğun önce yalanlarla ve sonra gerçeklerle eğitilmesi gerektiğini söyleyerek biraz ürkütür. Bu, çocukların hem hayal gücü hem mantıkla eğitilmesi gerektiğini, zihinlerinin zamanla gelişeceğini, anlamadan öğrenmeleri gereken şeyler olduğunu söylemekten çok da farklı değildir. Çağdaş ahlak yazarlarından, doğru ve yanlış konularında farklı bir çizgi çizdiğinin kabul edilmesi gerekse de bu aynı zamanda Platon’un görüşünün özüdür. Bize göre ekonomiler veya düzenler, insan duyuları için gerekli ya da bilginin basit, cahil insanlara iletimine gerekli olmadıkça hoş görülmez. Şunun üzerinde durmalıyız ki söz, niyetten ayrılamaz ve mesela doğru olanın aleyhine yanlış şekilde hareket etmek veya söz söylemekteki gibi “sahte doğru” olmamalıyız. Fakat Platon kurguların kullanımını yalnızca iyi bir ahlaki etkisi olması gereğine ve yalancılık gibi böyle tehlikeli bir silahın sadece yöneticiler tarafından büyük amaçlar için kullanılmasıyla kısıtlardı.

Platon zamanında bir Yunan, dininin sadece tarihi bir olgu olup olmadığı sorusuna hiç önem vermezdi. Geçmişin bir tarihi olduğunu yeni yeni fark etmeye başlamıştı fakat Homeros ve Hesiodos’un ötesinde hiçbir şeyi göremezdi. Anlatılarının doğru ya da yanlış olması, Yunanistan’ın siyasi, sosyal yaşamını ciddi ölçüde etkilemezdi. Ahlaka aykırı olduklarını fark ettiklerinde insanlar, onların kurgu olduklarından şüphe etmeye başladılar. Ve dinlerde de böyledir: Önce ahlaka uygunlukları değerlendirilir, sonra kaydedildikleri belgelerin doğrulukları veya onlarla anlatılan doğal ve doğaüstü olaylar. Ama modern zamanlarda ve Protestan ülkelerde, belki Katoliklerde olduğundan daha fazla, tarihsel olayları ahlakla açıklamaya fazla yatkındık ve bazıları, belgelerin her tarafında insanüstü bir kesinlik görmedikçe dine inanmayı reddettiler. Eski veya dinî bir geçmişin olayları, bütün olayların en önemlilerindendir ama genelde şüphelilerdir ve onlardan çıkarılabilecek doğru dersi yalnızca kendimizi onların üstünde gördüğümüzde ediniriz. Bu fikirler, önemsiz olmasa da Platon’la bizim aramızdaki farkın ilk bakıştaki kadar önemli olmadığını gösterir. Çünkü ahlaki doğruyu dinî olandan önde tutmakta ve genellikle, bütün dinlerin ilk zamanlarında ortaya çıkan bu hataları ya da yanlış ifadelere aldırmamakta onunla aynı fikirde olmalıyız. Aynı zamanda, bir ülkedeki geleneklerdeki değişimlerin bir günde gerçekleşmediğini, bu yüzden bilim ve eleştirinin kınayacağı çoğu şeye hoşgörülü olduğunu biliyoruz.

Laf arasında, Hristiyanlıktan önce Reggio Calabrialı Thea-genes tarafından altıncı yüzyıl gibi ortaya atıldığı söylenen, mitolojinin kinayeli izahının aslında Platon döneminde kurulmuş olduğunu ve burada, farklı bir nedenden dolayı olsa da tıpkı Phaidros’taki gibi Platon tarafından reddedildiğini de ekliyoruz. Bu dinî veya hukuki kronolojik hatalar, insanlar medeniyetin bir başka aşamasına eriştiğinde evrensel tecrübeye uygun şekilde kurgular tarafından ortadan kaldırılmalıdır. Anlamlandırma sanatı harikadır ve bir kez keşfedildiğinde daima devam eden doğal sürece göre değiştirilemeyen şey açıklanarak önemi azaltılmıştır. Elle tutulur bir tutarsızlık olmaksızın iki tür din yan yana var olmuştur. Bir yanda tapınağın geleneksel ibadetinden gelen ve ozanların uydurduğu veya onlara miras kalmış bir gelenek. Diğer yanda, fikirler cennetinde yaşayan ama Asklepios’a bir horoz vermeyi ya da güneşin doğuşunda onun dualarını söylerken görünmeyi reddetmeyen filozofların dinleri vardı. Nihayetinde popüler din ile felsefi din arasındaki düşmanlık, -Yunanlar arasında bizim zamanımızdaki kadar yaygın olmasa da- ortadan kayboldu. Sadece aramızdaki okumuş ve okumamış insanların dinî olarak farkları hissedilmeye devam etti. Homeros ve Hesiodos’un Zeus’u kolayca Platon’un “asil zihni”ne girmiş oldu; dev Herakles insanlığın gezgin şövalyesi ve hayırseverine dönüştü. Bu ve bunun gibi muhteşem dönüşümler, Hristiyanlıktan iki üç yüzyıl öncesi ve sonrasında Stoacılar ve neo-Platoncuların maharetlerinden kolaylıkla etkilenmiştir. Yunan ve Roma dinlerinin içine, eski anlamlarını kaybederek yavaş yavaş felsefe ruhu işliyordu. Şiire ve ahlaka ayrılıyordu, dünyadaki etkileri azalırken muhtemelen hiçbir zaman çürüme zamanlarından daha saf değillerdi.

Kitabın sonlarına doğru ortaya çıkan ayrı bir fikir de ruhun içindeki yalandır. Bu, Platon ve Sokrates’in, istemsiz cahilliğin istemliden daha kötü olduğu öğretileriyle bağlantılıdır. Ruhtaki yanlış gerçek bir yanlıştır, en yüksek doğrunun çürümesidir; ruhun, kandırılmış kişinin artık kendini açıklayamayacağı en üst seviyesinin aldanmasıdır. Örneğin, Tanrı’yı sahte ya da ahlak dışı, Platon’a göre insanların görünüşleri gibi aldatıcı, kötülüğün yazarı gibi göstermek, Protagoras’la “bilginin bir algı olduğunu”, “varoluşun dönüşmek olduğunu” veya Thrasymakhos’la “gücün gerçek olduğunu” onaylamak için, Platon tarafından bu nefret dolu türün bir yalanı olarak kabul edilirdi. En büyük asılsızlığın en büyük şuursuzluğu -mesela Hakikatlerin (John) dilinde “kör olduğu söylenen” adamın “Görüyorum.” demesi-, Platon’un tanımladığı ruh hâlinin başka bir yönüdür. Ruhun içindeki yanlış ayrıca Kutsal Ruh’a (Luke) karşı günahla da Yunan ve Hristiyan sözleri arasındaki fark da hesaba katılarak kıyaslanabilir. Bir oyunda, şiirde, alegoride, söz sanatında ya da herhangi bir tür düzende yer alan sözcüklerdeki yanlışlar bunun aksidir. Ki bunlar, insanlara belirli durumlarda faydalı olsa da tanrılar için yararsızdır. Sokrates burada, deli kimseyle ilgili yönelttiği soruyu kendi yanıtlamaktadır, aynı zamanda Tanrı ve insanın doğalarını karşılaştırmaktadır. Çünkü Tanrı doğrudur ama insan ırkı yalnızca kimi zaman yanlı görünerek doğru olabilir ya da yanlış olur. Din ve eğitimle ilgili daha büyük sorulara yer ayırırsak şunları not etmemiz gerekir: (1) Yunanistan’ın eski ve geleneksel eğitiminin kabulü, (2) Platon’un Homeros’a ve ozanlara yapmaya hazırlandığı saldırı, (3) Devlette ekonomilerin kullanımına yaptığı saldırı, (4) burada ve devamında tanrıların “Kronik Skandal”ını ima ettiği aşağılayıcı ve örtmeceli tavır.

ÜÇÜNCÜ KİTAP

Dini sadeleştirmenin başka bir sebebi daha var: Ozanların aşağıdaki dünyayla ilgili masallarına inananlar veya ölümden korkanlar cesur olamayacakları için korkuyu yasaklamak. Cehennemi kötüye kullanmamaları kibarca rica edilmeli ve hikâyelerinin hem gerçek dışı hem iç karartıcı olduğu hatırlatılmalı. Akhilleus’un kasvetli sözleri; “Ölülere hükmetmektense bir hizmetçi olmayı yeğlerim.” ya da sefil köşkler, donuk gölgeler, kaybedilen güce ve gençliğe yas tutarak oradan oraya uçan ruh, yeryüzünün altında duman gibi alay eden biriyle olan bir ruh, yarasalar gibi uçuşan âşıkların ruhları gibi tiksindirici paragrafları sildiğimizde öfkelenmemeliler. Cocytus[7 - Cocytus: Yunan mitolojisinde yer altı dünyasında inilti nehri. (ç.n.)] ve Styx’teki[8 - Styx: Yunan mitolojisinde yeryüzüyle yer altı dünyasını ayıran nehir. (ç.n.)] dehşet ve korkular, hayaletler ve cansız gölgeler, Cehennemsel terminolojinin kalanı yok olmalı. Bunun gibi masalların bir amacı olmalı ama askerler için uygun bir besin değiller. Homeros’un kahramanlarının acılarını ve anlayışlarını çok az gibi kabul edebiliyoruz: Thetis’in oğlu Akhilleus gözyaşları içinde başına kül atarken deniz kenarında kafası dağınık volta atıyor veya tanrıların kuzeni Priamos çamur içinde yüksek sesle ağlıyor. İyi bir adam çocuklarını veya servetini kaybettiğinde yıkılmaz. Ölüm ona dehşet vermez. Bu yüzden, ölülere yakılan ağıtlar, önemli kişilere yapılmamalıdır. Onlar yalnızca, kadın veya erkek, aşağı derecedekilerin kaygısı olmalıdır. Bu tür bir zayıflığın tanrıların özelliği gibi görünmesi daha da kötüdür. Mesela tanrıçaların “Ah benim sancılarım!” demesi ve hatta en kötüsü, cennetin kralının, Hektor’u kurtaramayacağı için ağlayıp sızlaması ya da sevgili Sarpedon’unun yaklaşan kör talihine üzülmesi gibi. Gençler tarafından gülünmezse böyle bir Tanrı sıfatının, onlar tarafından örnek alınması muhtemeldir. Vatandaşlarımıza gülme izni verilmemelidir: “Bu tür şiddetli hazlar” şiddet içerikli bir tepkiye yol açar. İlyada’da geçen tanrıların, Hephaistos’un beceriksizliğine yanlarını sallamalarını biz kabul etmeyeceğiz. “Kesinlikle hayır!”

Erdemler arasında doğrunun önemli bir yeri olmalıdır çünkü söylediğimiz gibi yalanın tanrılara bir faydası olmaz ve sadece insanlara bir ilaç olarak yarar. Fakat yalana verilen bu görev, devletin bir ayrıcalığı olarak kalmalıdır. Sokaktaki adam, yöneticiye, bir hastanın doktoruna veya bir denizcinin kaptanına söyleyeceğinden fazla yalan söylememelidir.

Daha sonra, gençlerimiz ölçülü olmalıdır ve ölçülülük özkontrol ve otoriteye itaatten oluşur. Bu dersi Homeros birkaç yerde öğretir: “Achaealılar nefes alan yiğitliklerine, liderlerinin sessiz korkularıyla ilerlediler.” Ama diğer yerlerde pek farklı bir ders vardır: “Ey bir köpeğin gözlerine ama bir erkek geyiğin yüreğine sahip şarapla dolu kimse!” İkincisinin dili gençlerin zihinlerindeki öz-kontrolü etkilemeyecektir. Aynısı yeme-içmeye ve açlık korkusuna olan övgüleri, Zeus ile Hera’nın coşkulu aşkları, Hephaistos’un benzer şekilde Ares ve Afrodit’i bir ağda nasıl alıkoyduğuyla ilgili de söylenebilir. Sözlerinde daha asil bir zorlama duyulmaktadır: “Dayan, daha kötülere dayanmış olan ruhum.” Vatandaşlarımızın rüşvet almalarına veya “Hediyeler tanrıları kandırır, hediyeler saygıdeğer krallara.” demelerine izin vermemeliyiz. Akhilleus’a Yunanlara yardım etmeden önce onlardan para almasını öğütleyen Phoenix’i ya da Akhilleus’un kendisi Agamemnon’dan hediye alırkenki alçaklığını, Hektor’un bedenine karşılık fidye istemesini, Apollo’yu lanetlemesini, nehir-tanrı Skamandros’a olan küstahlığını, zaten diğer nehir tanrısı Spercheios’a atfedilmiş kendi saçından olan ölü Patroklos’a bağlanımını, Hektor’un bedenini duvarların etrafında sürüklemesini ve odun yığınındaki esirleri katletmesini takdir etmelerine müsaade etmemeliyiz. Kheiron’un öğrencisi için bu kadar fazla alçaklık ve gaddarlık hayal bile edilemez. Peirithoos ve Theseus’un aşk dolu maceraları da aynı ölçüde değersizdir. Ya bu tanrıların çocukları olduğu söylenen kişiler gerçekten tanrıların çocukları değildi ya da ozanların hayal ettiği gibi tanrıların kendileri kötülüğün mimarlarıdırlar. Damarlarında cennet kanının dolaştığı kişilerin böyle şeyler yaptığına inanan gençler, bu örnekleri taklit etmeye dünden hazır olacaklardır.

Bu kadar tanrı ve kahraman yeter. İnsanlar hakkında ne demeliyiz? Ozanlar ve hikâye anlatıcılar ne der: Kötünün işlerinin rast gittiğini ve erdemlilerin dert çektiğini mi yoksa adaletin bir başkasının kazancı olduğunu mu? Böyle yanlış betimlemeler bizim tarafımızdan onaylanamazlar. Fakat bunda, adaletin tanımını önceden görüyoruz ve böylece soruşturmaya daha iyi uyarız.

Şiirin konuları yeteri kadar işlendi, sonra biçim gelir. Bütün şiirler geçmiş, günümüz ve gelecekteki olayları anlatır ve bu anlatıların üç türü vardır; basit, taklit ve ikisinin birleşimi. Bir örnekle daha iyi açıklanabilir. Homeros’un ilk sahnesi karışık türe bir örnektir çünkü hem betimlemeler hem diyaloglar vardır. Ama eğer diyaloğu “oratio obliqua”ya[9 - Latince: “Dolaylı konuşma” anlamına gelen modern felsefe terimi. (ç.n.)] dönüştürürseniz paragraf şöyle ilerler: Papaz geldi ve Apollon’a Akaların Truva’yı alması, Agamemnon ona kızını ve anlaşılan Yunanları verirse güvenli şekilde geri dönmesi için dua etti fakat Agamemnon hiddetliydi. Tamamı betimlemeye dönüşür ve ozan da konuşan tek kişidir. Eğer anlatımı çıkarırsanız tamamı diyaloğa dönüşür. Bu üç biçimin hangisi bizim devletimizde kabul edilmiştir? “Trajedinin veya komedinin mi kabul edildiğini soruyorsun?” Evet ama bir şey daha; yöneticilerimizin taklitçiler olması şüphe uyandırmıyor mu? Ya da bir insanın hayatta birçok rol, trajedya ve komedyadan daha fazlasını ya da aynı anda anlatıcı ve oyuncu, oynayamadığına karar verdiğimiz için soru zaten cevaplanmadı mı? İnsan doğası çok küçük parçaları uydurmuştur ve yöneticilerimizin zaten özgürlüğü korumak gibi kendi işleri olduğundan, taklit olmadan yeteri kadar yapacak işleri olur. Eğer taklit edecekse de yapsın, bu bir eziklik veya rezillik değildir, iyilik içindir. Çünkü oyuncunun taktığı maske onun yüzüyle bütünleşmeye meyillidir. İnsanların münakaşa eden, ağlayan, azarlayan ya da tanrılara karşı atıp tutan kadın rolü oynamasına izin veremeyiz, en azından sevişirken ya da doğum sancısı çekerken. Köleleri, zorbaları, korkakları, ayyaşları, demircileri, kişneyen atları, bağıran boğaları, çınlayan nehirleri ve öfkeli denizleri temsil etmemelidir. İyi ve bilge bir adam iyi ve bilge davranışlar sergilemeye heveslidir ama daha önce hiç denemediği alt derecede bir rolü oynamaktan utanır. Betimleyici biçimi olabildiğince az taklitle kullanmayı tercih eder. Öz saygısı olmayan adam ise öte yandan, herkesi ve her şeyi taklit edecektir; doğanın sesleri, hayvanların bağırışları gibi. Bütün gösterisi hareket ve seslerin taklidi olacaktır. Şimdi, betimleyici biçimde bazı değişiklikler vardır fakat dramatik olanda çok daha fazlası söz konusudur. Ozanlar ve müzisyenler ikisini de kullanabilir ya da ikisinin birleşimini. Bu birleşim gençlere, öğretmenlerine ve görgüsüzlere çok çekici gelir. Fakat bizim devletimizde bir kişinin bir rolü oynaması yalnızca karışıklık için tercih edilmemiştir. Bu polifonik pandomim beyefendileri kendini ve yaptığı işi göstermeyi teklif ederse ona her türlü saygıyı gösteririz. Fakat aynı zamanda, ona devletimizde onun gibi birine değil; yontulmamış, dürüst bir ozana yer olduğunu ve asıl kalıplarımızdan uzaklaşmayacağımızı söyleriz. (Yasalar)

Sonra müziğe gelirsek bir şarkı ya da övgünün üç kısmı vardır: Konu, ahenk ve ritim. Son ikisi, ilkine bağlıdır. Ağıtları yasakladığımız için ağıt türünün ahengi olan karışık Lidya ahengini de yasaklarız. Vatandaşlarımız ölçülü olduğu için İyonya ve saf Lidya gibi neşeli ahenkleri de yasaklarız. Geriye iki tane kalır: Dor ve Frigyen. İlki savaş, ikincisi barış için. Biri cesareti anlatmak, diğeri itaat, talimat ve dinî duygular için. Ve ahengin çeşitlerini reddettiğimiz için onlara ses veren çok telli ve çeşitli şekillerdeki enstrümanları da reddederiz. Özellikle de diğerlerinden daha karmaşık olan flütü. Lir ve arpa şehirlerde, Pan flütüne de çayırlarda izin verilebilir. Böylece müziği arındırmış olduk, şimdi de ölçüsünü arındıracağız. Bunlar da ahenkler gibi basit ve duruma uygun olmalıdır. Dört tellilerde dört nota ve üç ölçü oranı vardır, 3/2, 2/2, 2/1. Bunların hepsinin kendi özellikleri vardır. Fitin de ritimler gibi kendi özellikleri vardır. Fakat bunu, doğru hatırlıyorsam daktilik, bir uzun bir kısa ölçülü ve beşli ritimlerle heceleri birbirine dengeleyip her birine uygun miktarı verip savaşsal ölçüden bahseden büyük müzisyen Damon’a sormalıyız. Biz yalnızca biçimin konuya ve ölçünün de biçime uyum sağladığı; ruhun sadeliği ve ahengininin hepsinde yansıtıldığı genel ilkesini kabul etmeyi göze alırız. Bu sadelik ilkesini herkesin gençlik yıllarında öğrenmesi gerekir, yaratıcı ve yapıcı sanatlardan hayvanların, bitkilerin şekillerine kadar bir yerde toplanmalıdır.

Ozanlar gibi başka sanatçılar da alçaklık ve uygunsuzluğa karşı uyarılmalıdır. Heykelcilik ve ressamlık müzikle aynı derecede sadelik yasasına itaat etmelidir. Yasayı ihlal eden kişinin şehrimizde çalışmasına ve vatandaşlarımızın zevkini mahvetmesine izin verilmemeli. Çünkü yöneticilerimizin ruhlarını çürütecek ve zehirleyecek birer bozukluk şeklinde değil, tatlı olan her şeyden içebilecekleri sıhhat ve güzellik dolu bir diyarda, ahenkli etkilerle büyümeleri gerekmektedir. Bütün etkiler içinde en büyüğü müzikle verilen eğitimdir. Bu eğitim, güzellik ve bozukluk açısından en derindeki ruha ulaşmanın bir yolunu bulur. İlk başta etki bilinçsizdir fakat sonra mantık devreye girdiğinde eğitim görmüş kişi onu uzun süredir tanıdığı bir arkadaş gibi buyur eder. Okumayı öğrenirken olduğu gibi ilk başta parçaları ya da harfleri ayrı ayrı öğreniriz. Daha sonra onları birleştiririz. Harflerin kendilerini öğrenmeden yansımalarını ayırt edemeyiz. Bir anlamda, erdemlerin önce parçalarını veya esas biçimlerini öğrenmek, sonrasında hayatta ve deneyimlerimizde bunların birleşimlerinin izini sürmek gibidir. Ruhta dünyanın ahengine karşılık veren bir müzik vardır ve müzikal bir ruhun en zarif amacı, zarif bir zihin ve zarif bir vücuttur. İkincisindeki bazı kusurlar görmezden gelinebilir ama ilkinde olmaz. Gerçek sevgi ölçülülüğün kızıdır ve ölçülülük bedensel hazların budalalığına tamamen karşıdır. Aşkla adil bir son getiren müzik hakkında yeterince konuştuk.

Sırada jimnastik var. İlk olarak şunu söylemeliyim ki bedenle ruh arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardır. Böylece, zihni eğitirsek takip edilmesi gereken genel hatları belirterek bedenin eğitilmesini de zihne bırakabiliriz. Öncelikle yöneticilerin güçlü içkilerden uzak durmaları gerekmektedir çünkü zekâ kıvraklığını kaybedecek son kişilerdir. Palaestra’da[10 - Eski Yunan’da spor okulu. (ç.n.)] edindikleri huyların onlara uygun olduğu şüphelidir çünkü sıradan jimnastik uyuşuk bir şeydir ve aniden bitirilirse sağlığı tehdit etmeye meyillidir. Fakat bizim savaşçı atletlerimiz uyanık köpekler olmak durumundadır ve besin ve iklimdeki bütün değişiklikleri kanıksamalıdır. Bundan dolayı onlara basit müziklerine yakın basit bir tür jimnastik gerekir ve diyetleri için bir kural, kahramanlara deniz kenarında yaşamalarına rağmen balık değil sadece kavrulmuş et (Haşlanmış da değil çünkü çanak ve tava gerektirir.) veren Homeros’ta bulunabilir. Ve hatta yanlış hatırlamıyorsam orada hiç tatlı sos da geçmiyordu. Müzik için Lidya ve İyonya neyse jimnastik için o olan Sicilya mutfağı, Atina şekerlemeleri ve Korint fahişeleri de yasaklanmalıdır. Açgözlülük ve ölçüsüzlüğün hüküm sürdüğü yerde şehir çabukça doktorlar ve avukatlarla dolar. Hukuk ve tıbbın işine, Devletin özgür adamları onlara ilgi duyduğunda son verilir. Eğitim adına, yurdunda hiç bulunmadığı için adaleti yurt dışında aramaktan daha utanç verici bir durum olabilir mi? Gerçi aynı hastalık için daha kötü bir aşama da söz konusu: İnsanlar hazzı ve gururu hukukun bütün ayrıntıları olarak aldığında ve adalete başını sallamaya ihtiyacı olmadan hayatlarının ne kadar iyi olabileceğini hesaba katmadığında. Bir hekimi çalıştırmakta bir tür ayıp vardır. Yaraların ve bulaşıcı hastalıkların tedavisinden dolayı değil, bir adamın tembel olması ve Asklepios’un zamanında bilinmeyen ve lükse bağlı hastalıklardan dolayı. Homeros’un tıbbi uygulamaları ne kadar basit. Eurypylos yaralandığı zaman Lesbos şarabıyla kestirilmiş baharatlı çok sıcak bir süt içer ve Asklepios’un oğulları ne ona içeceği veren genç kızı ne de ona eşlik eden Patroklos’u suçlar. Doğrusu şu ki hastalıkları iyileştirmenin çağdaş sistemi, sağlıklı olmayan bir kuruluştan olup eğitim ve tıbbın birleşimiyle önce kendine sonra başka insanlara işkence etmiş ve hak ettiğinden çok daha uzun süre yaşamış eğitimci Herodicus tarafından öne sunulmuştur. Fakat Asklepios bu sanatı icra etmezdi. Çünkü düzenli bir devletin vatandaşlarının hasta olma lüksü olmadığını biliyordu, bu yüzden esnaf ve işçilerin çoğunlukla uyguladığı “öldür ya da iyileştir” yöntemini benimsedi. “Bunlar onların işleri olmalı.” derler, “Ve üstüne düşmeye zamanları yok: Eğer iyileşirlerse iyi. Ama iyileşmezlerse bu onların sonu olur.” Oysaki zengin kimse, hasta olmaya parası yeten bir beyefendi olmalıdır. Phocylides’in şu özdeyişini biliyor musunuz: “Bir adam zengin olmaya başladığında” (ya da belki biraz daha önce) mı “erdemleri uygulamalıdır?” Fakat ölçüsüz bir sağlık hizmeti nasıl olur da hem sıradan bir meslekle uyumsuz olup hem de Phocylides’in öğrettiği fazilet uygulamasıyla tutarlı olur? Bir öğrenci felsefenin onun başını ağrıttığını düşündüğünde hiçbir şey yapmaz, hep rahatsızdır. Bu, Asklepios’un oğullarının hiç böyle bir sanatla ilgilenmemesinin sebebidir. Halkın yararına çalışıyor ve faydasız yaşamları korumayı ya da acınası babalara cılız bir evlat uzatmak istemiyorlardı. Gerçek hastalıkları gerçekten tedavi ettiler. Bir adam yaralandığında ona doğru tedaviyi uyguladılar ve sonra istediği şeyi yiyip içmesine izin verdiler. Onlardan büyük servet kazanabileceklerine rağmen ayyaş ve değersiz kişileri tedavi etmeyi reddettiler. Pindar’ın, Asklepios’un zengin bir adamı hayata döndürmek için bir yıldırımla katledildiği hikâyesine gelirsek bu bir yalandır. Eski kuralımıza uyarak ya rüşvet almadığını ya da Tanrı’nın bir oğlu olmadığını söylememiz gerekir.

Glaukon Sokrates’e büyük hekimlerin ve hâkimlerin birkaç büyük hastalık ya da suç görmüş kişiler olup olmadığını sorar. Sokrates bu iki meslek arasına bir çizgi çeker. Hekim kendi vücudunda o hastalığı deneyimlemiş olmalıdır çünkü bedeniyle değil zihniyle iyileştirir hastalıkları. Fakat hâkim, zihni zihinle kontrol eder ve bu yüzden zihni suçlarla kirlenmemelidir. Öyleyse nasıl tecrübe kazanacak? Nasıl hem bilge hem masum olacak? Genç ve iyi bir adam içinde hiç kötülük örneği olmadığı için günahkârlar tarafından kandırılmaya meyillidir, bu yüzden hâkim belli bir yaşa gelmiş olmalıdır. Gençliği masum olmalı ve kötülüğe karşı bir bakış açısını onu deneyimleyerek değil diğer insanları gözlemleyerek geliştirmiş olmalıdır. Hâkimliğin ideal hâli budur. Suçludan dönme bir dedektif mükemmelce şüphelidir ama deneyimi olan iyi bir adamla beraberken hatalıdır çünkü herkesin kendi kadar kötü olduğu yanılgısına kapılır. Ahlak bozukluğu erdem olarak bilinebilir ama erdemi bilemez. İşte bu, devletimizde hüküm sürecek tıp ve hukuktur. Sanatları daha üst yapılara iyileştirecekler ama kötü bedenler ikisinden biri tarafından ölüme terkedilecek ve kötü ruh diğeri tarafından infaz edilecek. İkisine de olan ihtiyaç, müziğin ruha verdiği ağız tadı ve jimnastiğin bedene verdiği sağlıkla geniş ölçüde azalacak. Müzik ve jimnastik arasındaki ayrımın ruh ve bedene denk gelmeleri ikisinin de biri tarafından uysallaştırılıp diğeri tarafından ayakta tutulan ruhla eşit ölçüde ilgilenmelerinden dolayı değildir. İkisi birlikte iki parçalı doğalarıyla yöneticilerimizin ihtiyacını karşılarlar. Çok fazla jimnastik olduğundaki tutkulu eğilim kuvvetlenir ve vahşileştirilir. Fazla müzik içeren nazik ve felsefi huy zayıflar. Bir kişi müziğin kulaklarındaki borulardan su gibi akmasına izin verdiğinde ruhunun keskinliği yavaş yavaş aşınır ve içindeki tutku, şevk dolu parça eriyip içinden çıkar. Aşırı az ruh kolayca bitkin düşer, aşırı fazlası kolayca gergin asabiyete döner. Bu yüzden, yine, beslenen ve idman yapan atletin öz güveni iki katına çıkar fakat kısa süre içinde aptallaşır. Vahşi bir hayvan gibidir; yumruklarla her şeyi yapar ama fikir veya planla hiçbir şey yapmaz. İnsanın içinde iki kaynak vardır: Mantık ve tutku. Ruha ve bedene değil, bu ikisine müzik ve jimnastik sanatları karşılık gelir. Bu ikisini uyumlu bir ahenkle harmanlayan kişi gerçek müzisyendir. Devletimizin baş dâhisi olacaktır.

Bir sonraki soru ise, “Yöneticilerimiz kimler olmalıdır?” ilk önce kıdemli, daha genç olanı yönetmelidir ve kıdemlilerin en iyileri de en iyi yöneticiler olacaktır. Vatandaşlarını en çok seven, işini en iyi yapan olacaktır ve devletin refahı için onlarla ortak faydaları vardır. Bunları biz seçmeliyiz fakat hayatın her döneminde aynı fikirleri mi sürdürüyor ve şiddet ile keyfe karşı direniyorlar mı direnmiyorlar mı diye takibini yapmalıyız. Çünkü zaman, ikna etme ve keyfe düşkünlük, bir insanın amacında değişiklik yapacak kadar aklını başından alabilir ve keder ile ızdırabın gücü onu mecbur bırakabilir. Ve bu yüzden yöneticilerimiz, altınlara arıtıcılar tarafından ateşle yapıldığı gibi birçok denemeden geçmiş kişiler olmalıdır. Önce tehlike, sonra haz testlerinden geçmeli ve her yaşta bu sınamalardan zaferle, lekesiz ve kendisi ile özünün tam kontrolüyle çıkmış olması gerekmektedir. Bütün becerilerini ülkenin refahı için uyumlu bir şekilde kullanmalıdır. Böyleleri hem bu yaşamda hem ölümde en yüksek onurları alacaktır. (Yönetici terimini belki de bu seçkin sınıfla sınırlandırmalıyız: Daha genç adamlara yardımcılar da denebilir.)

Ve şimdi bir büyük yalan var: Yöneticilerimizi yetiştirebileceğimiz yalanı. Ve hatta dünyanın kalanını da. Anlatacağım şey sadece Kadmos efsanesinin başka bir versiyonu ama bizim şüpheci neslimiz böyle bir hikâyeyi kabul etmede tereddüt edecek. Hikâye önce yöneticilere, sonra askerlere, en son da halka açıklanmalı. Onlara gençliklerinin bir rüya olduğunu ve eğitim alıyor gibi göründükleri süre boyunca hazır oldukları zaman onları yukarı gönderen dünya için şekillendirildiklerini anlatacağız. Ve çocuğu oldukları kişileri korumayı ve onlara iyi bakmayı, birbirlerini kardeş olarak görmelerini öğreteceğiz. “Böyle bir kurgu ileri sürdüğün için utanç duyduğundan şüphem yok.” Ardında daha çok var. Bu kardeşler farklı yaratılışlara sahip ve bazıları Tanrı yönetimi için yaratılmış. Onları altın ile yapmış, diğerlerini de yardımcılar olsun diye gümüş ile. Diğerleri yine çiftçi ve esnaf olmak için, onları ise pirinç ve demirle şekillendirmiş. Fakat hepsi ortak bir elden çıktığı için, altın bir anne babanın gümüş bir çocuğu olabilir ya da gümüş anne babanın altın bir çocuğu. Öyleyse bir sınıf farkı olmalıdır. Zenginin çocuğu sosyal statü olarak alçalmak, sanatçının çocuğu yükselmek durumundadır. Çünkü bir kehanet, “Devlet, pirinç ve demirden yapılmış bir adam tarafından yönetildiğinde sonu gelecektir.” der. Vatandaşlarımız bütün bunlara inanacak mı? “Şimdiki nesil değil ama bir sonraki belki, evet.”

Şimdi fâni insanlar yöneticilerinin buyruğundan çıksın ve etrafına bakınsın. Karargâhını yüksek bir yere kursun ki dışarıdaki düşmanlara ve içerdeki isyanlara karşı emniyette olsun. Fedakârlık yapıp çadırlarını kursunlar çünkü onların asker olmaları gerekir; çarşı esnafı, koyunların bekçi köpeği ve yöneticileri değil. Lüks ve para hırsı onları kurtlara ve zorbalara dönüştürecek. Alışkanlıkları ve konutları eğitimlerine denk olmalı. Hiç mal varlıkları olmamalı. Aldıkları ücret yalnızca geçinmeye yetmeli ve sıradan yemekler yemeliler. Altın olana da gümüşe de bize Tanrı tarafından verildiklerini ve ruhlarındaki bu ilahi hediyeyi adına altın da denen dünyevi artıkla karıştırmalarını söyleyeceğiz. Onlar, ona dokunabilen, onunla aynı çatı altında olabilen veya ondan içebilen tek vatandaşlardır. O, lanetli bir şeydir. Eğer para, toprak ya da ev edinirlerse artık yönetici değil ev sahibi ve tüccar olurlar. Yani zorbaların düşmanı değil dostu. Hem kendileri hem de devlet için zarar eli kulağında olur.

Platon’un eğitiminin dinî ve ahlaki boyutu ayrı bir başlık altında değerlendirilecektir. Bazı nispeten daha küçük konular burada daha rahat görülebilir.

1. Platon’un zamanının tarzından sonra büyük ironiyle hem ahlak ve psikoloji hem de beslenme ve tıp tanığı olarak çağırdığı Homeros’un otoritesine olan daimi çekim. Platon, Homeros’tan yanlış biçimde alıntı yapmış veya ona gönderme yapmıştır. İyi dersle kötüyü ayırma girişiminde bulunmuş, bazen metnin tasarımında değişiklikler yaparken bir kereden fazla, ilk logografların tutumları gibi İlyada’yı bir düzyazıya çevirip onun kelimelerinden upuzak anlamlar çıkarmış veya onlardan gülünç uygulamalar yapmıştır. Herakleitos gibi Homeros ve Arhilohos’a karşı celallenmez (Herakl) fakat onların sözlerini yüce doğrunun birer aracı olarak kullanır. Reggio Calabrialı Theagenes veya Metrodorus’un ya da sonraki zamanlarda Stoacıların sistemlerine dayalı değildir ama onlar kadar dikte eder. Her ne kadar öncülleri hayalî olsa da bunlardan çıkarılan sonuçlar güvenilirdir. Homeros’a yapılan bu hayalî çağrılar Platon’un tarzına bir çekicilik katar ve aynı zamanda Homerik yorumlamanın akılsızlığı üstünde bir yergi etkisi bırakır. Bize göre -hatta belki kendisine göre de- tartışma şeklini almalarına rağmen hepsi birer söz sanatıdır. Kelimenin gerçek anlamı tamamen gözden kaybolduğunda bile muhteşem bir retorik güce sahip olan Kutsal Kitap’tan modern alıntılarla kıyaslanabilirler. Gerçek olan, Platon’un Sokrates’i gibi, Ksenofon’un Memoribilia’sından çıkardığımıza göre, benzer uyarlamalar yapmayı sever. Bütün devirler ve ülkelerde muhteşem olan, dinde de hukuk ve edebiyatta olduğu gibi, yorumlama sanatı olmuştur.