banner banner banner
Devlet
Devlet
Оценить:
 Рейтинг: 0

Devlet

Anne babalar hayatın, bir erkek için, “hayatın hızının muhteşem olduğu yeri geçtiği” yirmi beş yaş ile elli yaş arasındaki otuz yıl olarak görülen, en güzel döneminde olmalı. Kadınlar için ise yirmi ile kırk yaş arasındaki yirmi yıllık dönemdir. Bu yaşların altında ya da üstünde olup evlilik törenlerine katılanlar saygısızlıklarından ötürü suçluluk duymalı. Ayrıca yöneticilerin izni olmadan evlilik bağı kuranlar da suçluluk duymalıdır. Bu ikinci kural, belirlenmiş yaşlar içindekiler için geçerlidir. Sonrasında, ebeveynler, çocuklar ve kardeşler yasaklanmış şeylerden kaçındıkları sürece isteğe göre evlenebilirler. İzin elde edildiğinde sonuncusu tam olarak yasaklanmış değildir. “Her şey ortakken nasıl akrabalık derecesini bilebiliriz?” Cevap, kardeşlerin nikâhlardan dokuz ay sonra doğmuş olmaları ve anne babaları da o zaman evlenmiş olanlardır. Böylece herkesin bir sürü çocuğu ve her çocuğun bir sürü anne babası olacaktır.

Sokrates devam eder: Şimdi, bu şemanın, bütün politikamızla uyumlu ve faydalı olduğunu kanıtlamalıyım. Devletin en büyük menfaati birliktir, en büyük kötülüğü de uyuşmazlık ve dikkat dağınıklığıdır. Ve özel zevklerin, acıların, çıkarların olmadığı; bir üyenin canı yandığında diğerlerinin de yandığı; bir vatandaşa dokunulduğunda herkesin hemen duyarlı olduğu ve son olarak devletin serçe parmağına bir şey olduğunda bütün vücuda yayılıp ruhu titrettiği bir yerde elbette birlik olur. Çünkü hakiki devletin, bireydeki gibi bir parçası zarar gördüğünde tamamı zarar görmüş olur. Her devletin halkı ve demokrasi ile diğer devlet uzmanlıklarına göre hükümdar denilen yöneticileri vardır ama bizim devletimizde onlara kurtarıcı ve dost denir. Diğer devletlerdeki vatandaşlara kul denirken bizde besleyici ve veznedar denir. Diğer yerlerde dost ve meslektaş denirken bizde babalar ve kardeşler denir. Ve diğer devletlerde aynı hükûmetin üyeleri bir meslektaşını arkadaşı sayıp diğerini düşman sayarken bizim devletimizde bir insan diğerine yabancı değildir çünkü her vatandaş diğerlerine kan bağıyla bağlıdır ve bu adlar ile konuşma tarzı uyumlu bir gerçekliğe sahip olacaktır. Çocukların kulaklarında bebeklikten itibaren kardeş, baba, anne sözcükleri tekrar edilecektir, önemsiz kelimeler olmayacaktır. Ve yine, vatandaşların her şeyi ortak olacaktır. Ortak mülklerinde ortak zevkleri ve acıları olacaktır.

İnsanların sahip oldukları tek şey bedenleriyken tek zihinde olanların arasında bozuşma, münakaşa, mal mülk davaları ya da herkes kendini korumak zorundayken şiddet davaları olabilir mi? Hakarete uğradığı zaman vurma izni, bıçağın “panzehir”i olacaktır ve devletteki kargaşaları engelleyecektir. Fakat kimse kendinden büyüğe vurmayacaktır. Hürmet, ellerini akrabasına sürmesine engel olacaktır ve ailenin kalanının misilleme yapmasından korkacaktır. Dahası, bizim vatandaşlarımız hayattaki küçük kötülüklerden kurtulmuş olacaktır. Zenginlere yağcılık, paragöz ev gözetimi, ödünç alma ve ödünç verme olmayacak. Diğer devletlerle kıyaslandığında bizimki olimpik galip olacak, en büyük nimetlerle ve dinginlikle taçlanacak. Onlar ve çocukları hayatta güzel geçinecek ve ölümlerinden sonra onurlu cenaze törenleri olacak. Devletin mutluluğu için bireylerin mutluluğu feda edilmez ve olimpik galibimiz bir ayakkabı tamircisine dönüşmez ama bütün ayakkabı tamircilerinden daha fazla mutluluğa sahiptir. Aynı zamanda, eğer herhangi bir kibirli genç devleti kendine özelleştirme hayali kurmaya başlarsa “yarımın bütünden daha iyi olduğu” ona hatırlatılmalıdır. “Önünde böyle cesur bir hayat vaadi varken ona kesinlikle yerinde kalmasını önermeliyim.”

Fakat böyle bir toplum mümkün müdür? Hayvanlar ve insanlar arasında, eğer mümkünse ne şekilde mümkündür? Savaşta zorluk yoktur, komünizm prensibi askerliğe uyarlanmıştır. Anne babalar çocuklarını savaşa tepeden bakmaya götürür. Tıpkı çömlekçilerin çocuklarının da çarka bakmaları için eğitilmesi gibi. Ve anne babaların kendileri için diğer hayvanlara göre, çocuklarının görünüşü yiğitliğe büyük bir teşviktir. Sonucu iyiyse bir miktar riske girmek iyi olsa da genç savaşçılar tehlikeyi öğrenmeli ama onunla karşılaşmamalıdır. Genç varlıklar tecrübeli emekli savaşçıların himayesine verilmeli ve kanatları -yani üstünde uçup kaçabilecekleri süratli ve uysal atları- olmalı. Yapılması gereken ilk şeylerden biri gençlere at binmeyi öğretmektir.

Korkaklar ve kaçaklar çiftçi sınıfına düşürülmelidir. Esir olarak düşmeyi kabul eden beyefendiler düşmana sunulmalı. Ama kahramana ne yapılmalı? Öncelikle, ordudaki bütün gençler tarafından taçlandırılmalı; sonra, grubun sağ kolu yapılmalı; üçüncü olarak öpülmekte bir zarar olduğunu düşünüyor musunuz? Diğerlerinden daha çok karısı olacağına daha önceden karar vermiştik. Böylece, olabildiğince çok çocuğu olur. Ve de bir ziyafet çünkü çok yemeli. Homeros’tan, cesur adamları, uygun bir övgü olan “uzun sırt eti” ile onurlandırma yetkimiz vardır çünkü et çok kuvvet veren bir şeydir. Kaseyi doldurun o zaman ve cesurlara en iyi yerler ile en iyi etleri verin ki onları daha iyi yapsınlar! Ve savaşta ölenlerin de altın ırktan olduğu ilan edilecek ve inandığımıza göre Hesiodos’un koruyucu melekleri olacaklardır. Ölümden sonra ona, kâhinin tembih ettiği şekilde ibadet edilmelidir ve yalnızca ona değil, bir şekilde devletin diğer hayır sahiplerine de aynı onur temin edilmelidir.

Bir sonraki soru, düşmanlarımıza nasıl davranacağımızdır. Helenler köle edilmeli midir? Hayır çünkü bütün halkın barbarların boyunduruğu altında geçmeleri riski vardır. Ölüler yağmalanmalı mıdır? Kesinlikle hayır çünkü bu tür bir şey korkaklık için bir bahanedir ve birçok ordunun yıkımı olmuştur. Bedenin sahibi olan ruh, saldırganlarına erişemeyen ve kendisine fırlatılan taşlarla uğraşan bir köpek gibi çıkıp gittiğinde; ölü bir bedeni düşman olarak görmekte alçaklık ve kadına özgü bir şer vardır. Yunanların silahları da Tanrıların tapınaklarına sunulmamalıdır, onları kirletirler. Çünkü onlar din kardeşlerinden alınmıştır. Benzer gerekçelerle Yunan topraklarının tahribatında bir sınır olmalı: Evler yakılmamalı, yıllık üretimden fazlası alınmamalıdır. Çünkü savaş iki türlüdür; iç ve dış. İlkine “uyumsuzluk”, ikincisine “savaş” demek daha uygun olur. Yunanlar arasındaki savaş gerçekte bir iç savaştır. Hiçbir zaman vatansever olmayan ve yapmacık görülmeyen bir aile içi münakaşa. Gerçek bir Yunansever ruhta -ki o ruha sahip olanlar tamamen esir almaktansa ceza uygularlar- bir uzlaşma görüntüsü ile devam edilmelidir. Savaş, dost canlısı adamlar, kadınlar ve çocuklarla dolu bir millete karşı değil, birkaç suçlu kişiye karşıdır. Onlar cezalandırıldığında da barış geri gelir. Bu, Yunanların birbiriyle ve barbarlarla savaşması gereken yöntemdir, artık birbiriyle de savaşmaya başladıkları için.

“Ama değerli Sokrates, ana soruyu unutuyorsun. Böyle bir devlet mümkün müdür? Tek bir aile olmanın, yani savaşa babalar, ağabeyler, anneler, kızlar hep beraber gidilmesi, kutsallığına senin söylediklerinden daha çok inanıyorum ama bu ideal devletin asıl olasılığını öğrenmek istiyorum.” Çok acımasızsın. İlk ve ikinci dalgadan zar zor kaçtım ve şimdi beni üçüncüyle batırmak istiyorsun. Dalganın yüksek zirvesini gördüğünde, biraz acımanı bekliyorum. “Hiç de bile.”

Peki öyleyse adalet arayışındaki ideal politikamızı şekillendirmek durumundaydık ve adil adam, adil devlete hesap vermekteydi. Bu ideal, uygulanamaz olmaktan daha mı kötüdür? Kusursuzca güzel bir adamın resmi hiç öyle bir adam yaşamadığı için daha kötü olur mu? Hiçbir gerçeklik ideaya ulaşabilir mi? Doğa, tamamıyla gerçekleştirilecek sözcükleri bilmez ama ideal devleti bir ölçüde deneyip gerçekleştirecek olsam birer ikişer hayal ettiğim kusursuzluğa biraz yaklaşılabilir. Belli belirsiz demiyorum ama devletin bünyesinde mevcut mümkün değişiklikler. Onları bir taneye indirgerdim; büyük dalga derdim. O zamana kadar krallar filozof ya da filozoflar kral olur ve şehirler hastalıktan, insan ırkından asla vazgeçmez. İdeal politikamız asla gerçekleşmez. Bunu söylemenin zor olduğunu ve az kişinin anlayacağını biliyorum. “Sokrates, bütün dünya ceketini çıkaracak, sana sopa ve taşlarla saldıracak ve bu yüzden bir cevap hazırlamanı öneririm.” “Beni sıkıntıya soktun.” dedim. “Ve haklıydım da.” diye yanıtladı. “Yine de senin yanında hiçbir şey yapmayan iyi niyetli bir dost gibi duracağım.” Böyle bir şampiyonun yardımını almak, konumunu korumak için elimden geleni yapacağım. Ve önce, kimden bahsettiğimi ve filozoflarla yöneticilerin ne gibi özellikleri olması gerektiğini açıklamalıyım. Sen keyfine düşkün bir adam olduğun için âşıkların bağlılıklarında ne kadar gelişigüzel olduklarını unutmazsın. Herkesi severler, kusurları güzelliğe dönüştürürler. Küçük ve kalkık burunlu bir gencin tatlı bir zarafeti olduğu söylenir. Bir diğerinin büyük burnu asil görünür. Özelliği olmayanlar hatasızdır. Koyu ten rengi olanlar erkek gibi, beyaz tenliler melek gibidir. Hastalıklı duranlara verilen yeni bir tatlı söz vardır; “bal rengi”. Şarap ve hırs sevenler aynı zamanda onlara çekici gelen her türlü şeyi isterler. Şimdi şuraya geliyoruz: Filozof da her tür bilgiyi sever, doyumsuz bir merakı vardır. “Merak onu bir filozof mu yapar? Görüntü ve sesleri sevenler, Dionysus festivallerindeki her bir notaya kulaklarını salıverenler de mi filozof olur?” Onlar gerçek filozof değillerdir, sadece bir taklit. “Öyleyse gerçeğini nasıl tanımlarız?”

Soyut kavramların varlıklarını kabul edersin; adalet, güzellik, iyi, kötü gibi tekken ayrı, sayısız kombinasyonlarında çok görünen kavramlar. Bu gerçekleri fark edenler filozoflardır. Öte yandan diğer kısım sesleri duyar, renkleri görür ve onların sanattaki kullanımlarını anlar ama mutlak adalet, güzellik ya da doğrunun gerçek veya uyanık görüntüsüne varamaz. Onlarda bilginin ışığı değil fikri vardır ve gördükleri şey hayalden başka bir şey değildir. Peki bize son kızacağını düşündüğümüz kişiyi zihnindeki bozukluğu ortaya çıkarmadan sakinleştirebilir miyiz? Bunu söylediğimizi düşün; bilgisi varsa bunu duymaya seviniriz ama bilginin bir şey olması gerekir, cahilliğin bir şey olmadığı gibi. Ve hem olan hem olmayan üçüncü bir şey daha vardır ve sadece bir fikir meselesidir. Fikir ve bilgi, öyleyse farklı amaçları olduğuna göre farklı becerilere sahip olmalıdır. Becerilerden kastettiğim şey yalnızca amaçlar yoluyla ayırt edilebilen, görülmeyen ve ayırt edilemeyen güçlerdir. Çünkü biri hataya eğilimli ama diğeri şaşmaz ve bütün becerilerimiz içinde en büyüğüdür. Eğer olmak, bilginin ve olmamak da cahilliğin amacı ise bunlar iki uçtur ve fikir de bunların arasında bir yerdedir; birinden daha koyu, diğerinden daha açık olduğu söylenebilir. Bu nötr ya da tesadüfi mesele aynı zamanda hem öyledir hem değildir ve hem var olmakta hem olmamakta payı vardır. Şimdi, soyut güzelliği ve adaleti reddedip birçok güzel ve adili kabul eden iyi dostuma, gördüğü her şeyin bir açıdan farklı olup olmadığını sormak isterim; güzel çirkin, dindar kâfir, insaflı adaletsiz? Çift olan aynı zamanda yarım da değil midir ve ağır ile hafif, birbirine geçen göreceli kelimeler değil midir? Bir şey hem öyledir hem değildir, eski bilmecedeki gibi. “Bir adam ve bir adam olmayan, bir kuşu ve kuş olmayanı bir taşla ve taş olmayanla vurdu ve vurmadı.” Zihin iki seçeneğin birine sabitlenemez ve bu iki anlamlı, orta derece, hatalı, yarı aydınlık ve olmak ile olmamak arasındaki bölgede nizamsız bir hareketi olan şeyler, asıl fikir meselesidir çünkü değişmez şeyler asıl bilgi meselesidir. Ve yalnızca hisler dünyasında kendini alçaltan ve yalnızca bu belirsiz algıya sahip olan kimse bir filozof değil yalnızca düşünceyi seven biridir.

Beşinci kitap, Devlet’in yeni bir başlangıcıdır çünkü mal mülk ve aile ortaklığı ilk olarak sürdürülüyordu ve filozofların krallığına geçiş yapılıyordu. Bunların ikisinden dolayı Platon, tavrından sonra, dördüncü kitaptan önce Glaukon ve Adeimantos’un kulağına düşmesi beklendiği için okuyucunun zihninde anlaşılmamış kalan bazı şans kelimeleri hazırlıyordu. Devlet’in bu kitabının, Morgenstern’in tanımladığı kelimeyle “paradoks”ları başka bir yer için saklanacak. Biçim üzerine bazı görüşler ve güçlüklerin açıklamaları kısaca eklenebilir.

Önce, kitap için bir tür şema veya plan işlevi gören dalgaların görüntüsü vardır. İlk dalga, ikinci dalga, üçüncü ve büyük bir şiddetle gelen dalga, onların kükremelerini duyuyoruz. Platon’un tekliflerinin aşırılıkları hakkında söylenebilecek her şey zaten kendisi tarafından önceden tahmin edilmiştir. Hiçbir şey şu muhteşem metni sunarkenki duraklamasından daha hayranlık uyandırıcı değildir: “Krallar filozof olana kadar” vb. ya da Glaukon yeni doğrunun insan ırkı tarafından ne biçimde anlaşılacağını tarif ederken haşmetliden gülünç olana tepki.

Komünist planda bazı kusurlar ve güçlükler fark edilebilir. Komünizmin alt sınıflara uygulanması hakkında hiçbir şey söylenmediği gibi yasaklanmış dereceler tablosu da yapılmadı. Evlilik festivalinde doğmuş çocuklardan birinin bir başka festivalde kendi kardeşlerinden biriyle, hatta kendi anne babasıyla bile evlenmesi muhtemeldir. Platon ensest birleşmelerden korkar ama aynı zamanda da şehrin her evlilik festivalinden sekiz dokuz ay sonra doğanların ailelerine bölünmesini de istemez. Eğer böyle hayaller cidden tartışmaya değer olsaydı, eski akrabalıklar bitirilirken yorumumuzu yapardık. Yeni kurulan akrabalık hiçbir doğal ya da mantıklı prensibe değil, yalnızca çocukların aynı yıl ve ayda doğması rastlantısına dayanıyor. Ayrıca grupların en adil ile en iyiyi bir araya getirmek için meclis tarafından nasıl çalıştırıldığını açıklamıyor. Beş ve yirmi yaşı betimlemek için kullanılan tek ifade de belki başka bir şairden alınmıştır.

Filozofun tarifinde, felsefenin doğasının betimleri aşktan türetilmiş ve Glaukon’un endişelerine, yani Yunan zevk adamı, modern damak tadı ve hislerinden daha uygundur. Kısmen alaycıdırlar ama aynı zamanda bir parça doğru da vardır. Bu bilim bir bütündür, ilkesi hem tümevarımcı hem de metafizik felsefesinin ana prensibi olarak kalır ve bilgiye duyulan sevgi, eski zamanlarda olduğu gibi günümüzde de filozofun özelliğidir.

Beşinci kitabın sonunda Platon, günümüz dünyasında ahlak ve teolojide büyük etkisi olmuş ve felsefe tarihinde ilk kez burada vuku bulan, rastlantısal meselenin hayal mahsulünü tanıtır. Bir konuda bilginin derecelerinin amaçla hiçbir şekilde örtüşen bir parçası olmadığını belirtmedi. Ona göre bir kelime bir ideaya karşılık gelmeliydi ve hiçbir şey hakkında olmayan fikri düşünemezdi. Karşılaştırmanın etkisi onu “paraleller” ve “eşlenikler” üretmeye, olaylara tepeden bakmaya itmiştir. İlk düşünürlerin zihinlerine göre “olmama” fikri karanlık ve gizemliydi. Bütün bilgiyi yıkmakla tehdit eden bu hayaletin aslında sadece mantıksal bir karar olduğunu görmüyorlardı. Dilin rastlantısal kullanımında iki tamamen farklı fikrin bir araya geldiği yaygın kelime de bir başka karışıklık kaynağıydı. Böylece Platon’un (Yunan) anlam belirsizliği ile ilk insan düşüncesine düzen getirme denemesi, algı ile fikri birbirine karıştırmış ve grup olmayı akraba olmaktan ayırmada başarısız olmuş görünmektedir. Thaetetus’ta bu güçlüklerin ilki çözülmeye başlar; Sofist’te ikincisi ve başka sebeplere ek olarak bu yüzden, o iki diyaloğun da Devlet’ten sonra geldiği kabul edilmektedir.

ALTINCI KİTAP

Birçoğunun gerçek olanla ilgili bilgisi olmadığına, zihinlerinde net bir adalet, güzellik ve doğru modeli olmadığına ve bu modellerin filozoflarda olduğuna karar verdikten sonra artık devletimizi onların mı yoksa birçoğunun mu yönetmesi gerektiğini sormalıyız. İyi de bir yöneticide olması gereken diğer özellikler de bulunuyorsa filozofların seçilmesi gerektiğinden kim şüphe duyabilir ki? Çünkü onlar ebedî olan ve bütün gerçeklerin bilgisine âşıklardır. Yalancılıktan nefret ederler. En adi arzuları bile bilginin çıkarlarına odaklanmıştır. Onlar bütün zaman ve varoluşun seyircileridir, onların izlemeye dalmalarının ihtişamında insan yaşamı hiçbir şey ifade etmez, ölüm de korku vermez. Ayrıca sosyal ve zarif bir yaradılıştandırlar, korkaklık ve kibirden eşit miktarda uzaktırlar. Kolayca öğrenir ve hatırlarlar. Uyum içinde ve iyi ayarlanmış bir zihinleri vardır. Hakikat, onlara doğal olarak akar. Tanrı’nın kendi kıskançlığı bu kadar iyi özelliğin birleşiminde bir kusur bulabilir mi?

Burada Adeimantos araya girer: “Hiç kimse sana cevap veremez, Sokrates. Ama herkes bilir ki bu, onların tartışmada noksanlıkları olmasından kaynaklanır. Söyleyecek bir şeyi kalmayana dek bir taraftan diğerine sürüklenir, tıpkı güçlü bir rakibin karşısında son hamleye kadar dara düşen yeteneksiz bir oyuncu gibi. Yine de her zaman haklı olabilir. Bu örnekte, felsefeyi hayat uğraşı yapan birinin kötü biriyse bir hilekâr, iyi biriyse bir budala olacağını bilebilir. Sen ne diyorsun?” Oldukça haklı olduğunu söylemeliyim. “Öyleyse filozofların krallar olması gerektiği ilkesiyle böyle bir kabul nasıl uzlaşabilir?”

Sana alegori uydurmada ne kadar hünersiz olduğumu da gösterecek kısa bir hikâyeyle cevap vereceğim. İyi insanla hükûmeti arasındaki bağ o kadar hususidir ki onları savunmak için kurgu dünyasından bir görüntü almalıyım. Bir gemi kaptanı hayal et; mürettebatın kalanından başı ve omuzları ile daha uzun fakat biraz sağır, kör ve denizcilik sanatından da biraz habersiz. Denizcilik hakkında bir şey bilmeseler ve bunun öğrenilemeyeceğini düşünseler de denizciler dümen tutmak istiyor. Eğer yönetim bunu reddederse kaptanın sıcak sütüne ilaç atar, elini ve ayağını bağlayıp geminin malını mülkünü alırlar. Başkaldırıya katılana iyi öncü denir. İyi öncünün rüzgârları ve yıldızları gözlemlemesi, hoşuna gitse de gitmese de onlarda ustalaşması gerektiğini bilmezler. Böyle birine onlar, ahmak, geveze veya amatör gök bilimci diyebilirler. Bu, niçin filozofun böyle kötü adlandırıldığını soran beyefendilere anlatmanı ve onun değil, onu kullanmayacak kimselerin bu faydasızlık için suçlu olduklarını açıklamanı isteyeceğim kısa hikâyem. Filozof, insanlardan onların yöneticisi olmayı istememelidir. Atasözünün dediği gibi bilge adam zenginin peşinden gitmemelidir ama zengin veya fakir herhangi biri ihtiyaç duyduğunda doktorun kapısını çalmalıdır. Burada öncü, filozoftur. Hikâyede amatör gök bilimci diyorlardı. İsyankâr denizciler de siyasetçilerin filozofu işe yaramaz gösteren ayaktakımıdır. Bunlar elbette felsefenin en büyük düşmanları değildir. Kendi açıklama yapan oğulları dünyada bozulduğu zaman daha çok kepaze olmuştur. Filozofun asıl görüntüsünü hatırlatmama gerek var mı? Gerçeği sevdiğini, yalandan nefret ettiğini, fenomen çokluğunda rahat edemeyeceğini ama kendi doğasında mutlak olanı tasarlamaya sempati ile sürüklendiğini biraz önce söylemedik mi? Liderleri olan gerçek gibi bütün erdemler onun ruhunda ikamet yeri edinmişlerdir. Fakat gözlemlediğiniz üzere, rotamızı gerçekliğe döndürdüğümüzde bu şekilde tanımlanmış kimselerin, küçük ve işe yaramaz kısmı hariç, tam anlamıyla hilekâr olduğunu görürüz.

Göz önünde tutulması gereken nokta, doğadaki bu bozulmanın kökenidir. Herkes filozofun, bizim tanımımızda, nadir bir varlık olduğunu kabul edecektir. Fakat bu nadir varlıkları mahvetmek için ne kadar sayısız neden vardır! Kötü bir şeye sebep olmayacak iyi bir şey yoktur; sağlık, servet, güç, rütbe ve erdemlerin kendileri, olumsuz durumlara sokulduğunda aynı sonu yaşayabilir. Çünkü hayvanlar ve bitkiler dünyasında en güçlü tohumlar iyi hava ve toprağın eşliğine ihtiyaç duyar. Bu yüzden insanların en iyi özellikleri, uygunsuz bir toprakta en kötüye dönüşür. Oysaki zayıf özellikler kayda değer bir zarar ya da iyilik yapmazlar. Onlar büyük kahramanlar ya da suçluların ana maddesi değillerdir. Filozof da aynı kıyasa uyar; insanlığın ya en iyisidir ya en kötüsüdür. Bazı kimseler Sofistlerin gençleri yoldan çıkardıklarını söylerler fakat bu, her yerdeki yani bu insanların arasındaki, meclisteki, mahkemelerdeki, ordugâhtaki, etraftaki dağlardan yankılanan tiyatro alkışlarındaki Sofistler için genel görüş müdür? Genç bir adamın kalbi bu uyumsuz seslerin arasına atlamaz mı? Hiçbir eğitim onu, sağanağın sürükleyip götürmesinden kurtarmaz mı? Bunların hiçbiri olmaz. Çünkü fikre uymazsa tatlı bir sürgün ya da ölüm baskısı gelir. Bu eşitsiz çekişmeden rakip Sofistlerin ya da diğerlerinin hangi prensibi galip çıkabilir? İnsandan daha fazla karakter çıkabilir ki bunlar da istisnalardır. Tanrı bir insanı kurtarabilir ama kendi gücünü kurtaramaz. Dahası, bu parayla tutulmuş Sofistin yalnızca dünyaya onun kendi görüşlerini geri verdiğini göz önüne almanızı isterim. O, ona nasıl yalakalık yapacağını veya öfkelendireceğini bildiği canavarın bekçisidir ve onun anlaşılmaz hırıltılarının anlamlarını gözlemler. İyi olan onu mutlu edendir, kötü de sevmediği şeylerdir. Gerçek ve güzellik yalnızca canavarın tadına bakmasıyla belirlenir. Sanatta da ahlakta da Sofistin bilgeliği ve gerçeği sınayan görüşleriyle halkın koşulları işte böyledir. Onaylanan şeyleri yaparken ve olurken onların üstüne bir lanet çöker ve ilk prensiplere giriştiklerinde başarısızlık gülünç olur. Bütün bunları düşünün ve kendinize dünyanın tek bir fikrin birliğine mi fenomenlerin çokluğuna mı inanacağını sorun. Bir fikre inanmayan bir dünyada filozof olamaz ve bu yüzden filozoflara eziyet çektiren birileri olur. Başka bir kötülük de vardır: Dünya, ona doğuştan verilen özellikleri kaybetmek istemez ve bu yüzden gençleri (Alkibiadis) kapasiteleriyle ilgili muhteşem fikirlerle göklere çıkarırlar. Uzun boylu, terbiyeli gençler kabarmaya başlar ve krallıklar ile imparatorlukların hayalini kurarlar. Eğer bu durumda birisi ona “Tanrı yardımcın olsun! Çok büyük bir ahmaksın.”[12 - W. Shakespeare’in IV. Henry Bölüm 2 oyunundan bir alıntı. (ç.n.)] cümlesini ve eğitilmesi gerektiğini fısıldarsa sence dinler mi? Ya da felsefeye bağlı daha iyi türden bir adamı ele alalım, onu mahvetmek için üstün çaba göstermez mi? Zenginlere olan sevgiden az olmayan bilgi sevgisinin onu başka yöne çekebileceğini söylemekte haklı değil miyiz? Bu sınıfın insanları (Critias) genelde siyasetçi olurlar. Devletlerdeki büyük hasarın sahibidirler ve bazen büyük faydanın. Bu yüzden felsefe doğal koruyucuları tarafından yalnız bırakılmıştır ve diğerleri içeri girip onu kepaze eder. Küçük adi zihinler o yerin açık olduğunu görürler ve sanatların hapishanesinden felsefenin tapınağına akın ederler. Vücudu gibi kaba bir ruha sahip olan akıllı bir tamirci, felsefenin talibi olursa kademe atlayacağını sanar. Çünkü felsefe, yenik durumdayken bile, kendine has bir itibara sahiptir ve o adam, küçük kel bir demirci çırağı gibi, biraz para kazandığında ve mahpusluktan çıktığında yıkanır, damat gibi giyinir ve efendisinin kızıyla evlenir. Bu evliliklerdeki sorun nedir? Onlar değersiz, alçak, hakikat ve nitelikten yoksun olmazlar mı? “Olurlar.” Öyleyse küçük bir kısım gerçek filozofların kalıntısıdır. Küçük devletlerin vatandaşları olup siyasetçilerin düşünmeye değer bulmadığı veya Theages’in hastalıklı dizginiyle alıkonan; benim harikulade durumumda, belirti neredeyse bahsetmeye değmeyecek kadar eşsiz ve nadirdir. Ve bu birkaçı, felsefenin zevklerinin tadını alınca ve aslında insan hayatı olan vahşi hayvanların yerleri ile hırsızların mağaralarına bakınca bir duvarın altına sığınıp fırtınadan saklanacak ve kendi masumiyetlerini korumaya çalışıp barış içinde öleceklerdir. “Büyük bir iş de başarmış olacaklardır.” Büyük, evet ama en büyüğü değil çünkü insan sosyal bir varlıktır ve yalnızca ona en iyi uyan toplulukta, en yüksek derecede gelişebilir.

Felsefenin bu kadar kötü adlandırılmasının nedenlerinden yeterince bahsettik. Diğer bir soru, var olan devletlerin hangisinin ona uygun olduğudur. Hiçbiri. Günümüzde değişik bir toprakta yetişen egzotik bir tohum gibi yalnızca ona uygun olan devlette eşsiz büyümesi görülebilir. “Peki bu uygun devlet bizimki midir yoksa başka mıdır?” Bizimkisi biri hariç tüm noktalardan biridir ama bu belirsizdir. Devlette, yaşayan bir zihin veya parlamentere tanık olacak birine gerek olduğunu söylediğimizi hatırlayabilirsin. O kadar zor bir konuya girmeye korkmuştuk ve şimdi o soru yinelendi ve basitleşmedi: Felsefe nasıl güvenli şekilde çalışılabilir? Bu soruyu gün ışığına çıkaralım ve bu soruşturmayı bitirelim.

İlk olarak, hiçbir şeyin günümüz çalışma yönteminden daha kötü olamayacağını cesaretle söyleyebilirim. Kişiler genelde gençliklerinin başında ve işteki molalarda bir miktar felsefeyi ele alırlar ama asla gerçek güçlükte, diyalektikte, uzman olamazlar. Sonrasında nadiren de olsa felsefe derslerine giderler. Yıllar geçer, felsefenin Heraklitos’unki gibi olmayan güneşi, bir daha asla doğup yükselmez. Eğitimdeki bu sıra ters çevrilmelidir. Gençlikte jimnastikle başlamalı ve insan güçlendikçe jimnastiği ruhuna taşımalıdır. Faal yaşam bittiğinde felsefeye geri dönmelidir. “Sen ağırbaşlısın, Sokrates. Ama dünya sana karşı koyarken Thrasymakhos’un yaptığından fazla, seninle aynı şekilde ağırbaşlı olmayacak.” Thrasymakhos ile benim aramda tartışma çıkarma çünkü biz hiç düşman olmadık ve şimdi de yeterince iyi birer arkadaşız. Ona ve insanlığa sözlerimin doğruluğunu kanıtlamak veya hiç olmazsa öbür yaşamda benzer tartışmalar yapabileceğimiz bir geleceğe hazırlanmak için elimden geleni yapmalıyım. “Öyleyse uzun bir zaman olacak.” Sonsuzlukla kıyaslandığında uzun sayılmaz. Birçoğu muhtemelen kuşkucu kalacak çünkü hep fikirlerin doğal birliğini değil sadece yapay yan yana duruşlarını, özgür ve cömert düşünceleri değil anlaşmazlık numaraları ile yasaların nüktelerini gördüler. Kusursuz bir devleti yöneten kusursuz bir adam, hatta tanımadıkları biri. Ve şunu görüyoruz ki filozofa gereken önem verilmedikçe ne devlette ne bireyde kusursuzluk ihtimali oluyor. Tabii burada kastettiğimiz filozoflar, hilekârlar değil bir görev yapmaya yaramayan kesimdir. Ya da kralların oğullarına gerçek felsefe sevgisi aşılanana kadar filozoflara iyi bakılmalıdır. Ne geçmişteki sonsuz zamanın içinde ne uzak bir diyarda tanımlanan gibi bir ideal var olmuştur ne de sonrasında olacaktır. Biz azimle, böyle bir devletin var olmuş olduğunu, şu an var olduğunu ve ileride de olacağını, felsefenin ilham perisi hüküm sürdükçe savunacağız. Dünyanın farklı bir fikri olduğunu mu söyleyeceksin? Ah, arkadaşım, dünyaya hakaret etme! Nazikçe rica edildiğinde ve filozofun gerçek özellikleri öğretildiğinde yakında fikirlerini değiştirirler. Kendisini seven birinden kim nefret edebilir? Ya da içinde kıskançlık olmayan birini kim kıskanabilir? Yine düşün ki birçoğu gerçekten değil sahte filozoftan nefret ediyor, yani davet edilmeden içeri girmek isteyen ve zorlayan kimselerden. Ve yine bu çoğunluk, sürekli prensiplerden değil kişilerden bahsediyorlar ki bu da felsefenin ruhuna uygun değildir. Çünkü gerçek filozof dünyevi mücadeleleri küçük görür. Gözleri kendini (ve diğer insanları) ilahi görüntü biçimine soktuğu ebedî düzene sabitlenmiştir ve hem özel hem ortak erdemlerin yaratıcısıdır. İnsan ırkı devletin mutluluğunun yalnızca bu resimde bulunabileceğini gördüğünde onu çizdiğimiz için bize kızar mı? “Kesinlikle hayır. Ama çizme süreci nasıl olacak?” Ressam bir tabula rasa bulana kadar hiçbir şey yapmayacak. Sonra, doğanın ilahi gerçeğine ve bundan türeyen insanlar arasındaki Tanrı benzerlerine sık sık bakış atarak onun üzerine devletin anayasasını kazıyacak. Bu iki unsuru birbirine katıp karıştırarak silip boyayacak ve sonunda insan ve ilahi olanın kusursuz bir uyumu ya da birleşimi ortaya çıkacak. Ama belki de dünya böyle bir sanatçının varlığından şüphe duyacaktır. Neyden şüphe edecekler? Filozofun bilgi sevgisi olup en iyiye benzer özellikleri olmasından mı? Ve eğer bunu kabul ederlerse bizimle hâlâ filozofları krallarımız yapma konusunda tartışacaklar mı? “Tartışmaya niyetleri azalacaktır.” Öyleyse yakıştıklarını varsayalım. Yine de bir insan kralın oğlunun filozof olması ihtimaline tereddütle bakabilir. Ve onların bozulmaya eğilimli olduklarını reddetmiyoruz ama yine de bu çağlar süren süreçte bir istisna olabilir ve bir tanesi yeterlidir. Eğer bir kralın oğullarından biri filozof olsaydı ve itaatkâr vatandaşları olsaydı, ideal politikayı hayata geçirebilirdi. Böylece yasalarımızın en iyi olmadığını ama zor olsa da mümkün olabileceği sonucunu çıkarıyoruz.

Kadınlar ve çocuklarla ilgili sıkıntılı soruları yanıtlamaktan kaçarak hiçbir şey elde etmedim. Şimdi daha bilge davranacağım ve bir başka sorunun köküne inmemiz gerektiğini kabul edeceğim: Yöneticilerimizin eğitimi nasıl olacak? Ülkelerini sevdiklerine ve zevk ile acı ateşinde sınanmaları gerektiğine zaten karar vermiştik. Lekesiz şekilde çıkanlar ve ilkelerinde sağlam duranlar hem bu hayatta hem ölümden sonra onur ve ödülleri alacaklardı. Fakat şu noktada, tartışma bir peçe taktı ve başka bir yola saptı. Şu an riske girdiğim, yöneticilerimizin filozoflar olması gerektiği iddiasını yapmaya tereddüt etmiştim. Filozofta bir araya gelen bütün çelişkili unsurları hatırlıyorsunuz, bunların hepsini tek insanda bulmak ne zor! Zekâ ve azim genelde metanetle bir arada olmuyor, duygusuz ve korkusuz tabiat zihinsel çabanın karşıtıdır. Yine de bu karşıt unsurların hepsi gereklidir ve bu yüzden, önceden söylediğimiz gibi aday tehlikeler ve hazlarda sınanmalıdır, aynı zamanda bilginin en yüksek dallarında da sınanmalıdır. Hatırlayacaksınız, erdemlerden bahsederken gün yüzüne çıkarılmaması tercih edilen uzun bir yoldan bahsedilmişti. “Yeterli miktarda söz söylenmişti.” Yeterliydi arkadaşım ama bir şey eksik kalıyorsa yeten nedir? Bütün insanlar arasında yönetici, doğruyu arayışında bitkin düşmemelidir. Uzun yolu seçmeye hazır olmalıdır yoksa dört erdemin de yukarısında olan yüksek bölgeye asla ulaşamaz ve erdemlerin sadece ana hatlarını değil net ve belirgin bir görüşünü de almalıdır. (Ne gariptir ki ıvır zıvır hakkında bu kadar kesin konuşurken en yüksek gerçekler hakkında bu kadar umursamazız!) “En yukarıdakiler nelerdir?” Hakkında çok az bilgimiz olan ve bir insan elde edince hiç kârının olmadığı iyi düşüncesi hakkında benim konuştuğumu sık sık duymuşken bilinçsizlik rolü yapıyorsun! Bazıları iyinin bilgelik olduğunu düşünüyor ama bir daire içeriyor; iyi olan, derler, bilgeliktir. Bilgeliğin de iyiyle bir ilgisi vardır. Diğerlerine göre iyi olan hazdır ama sonra iyinin kötü olduğu saçmalığı ortaya çıkıyor çünkü iyi hazlar olduğu gibi kötüleri de vardır. Yine, iyinin gerçekliği olmalı: Bir insan erdemli görünmeyi arzulayabilir ama iyi görünmeyi arzulamaz. Öyleyse yöneticilerimiz bu, her insanın içine doğan ve onsuz hiç kimsenin hiçbir şey hakkında gerçek bilgiye ulaşamayacağı ulu prensibimizden bihaber mi olmalılar? “Ama Sokrates, bu ulu prensip nedir; bilgi mi, haz mı, ne? Can sıkıcı olduğumu düşünebilirsin ama diyorum ki kendi ilkelerini söylemek yerine hep başkalarınınkini tekrarlamaya hakkın yok.” Neyi bilmediğimi söyleyebilir miyim? “Bir fikir sunabilirsin.” O zaman fikirdeki düşüncesizlik ve çarpıklık, bilimin ışığı ve kesinliğini almak varken seni memnun edecek mi? “Ölçülülük ve adaletin tanımını zaten verdiğin için sadece iyinin bir tanımını vermeni isteyeceğim.” Keşke yapabilseydim ama şu anki ruh hâlimle iyinin bilgisinin olduğu yere erişemiyorum. Anne babaya ya da yöneticiye seni tanıtamam ama ana para faizi ile kıyaslayabileceğim, onların suretinde doğmuş bir çocuğa tanıtabilirim. (Hesabı kontrol et ve sana yanlış bir borç beyanı vermeme izin verme.) Birçok güzel ile bir güzel arasındaki, özel ve evrensel arasındaki, görüş nesnesi ile düşünce nesnesi arasındaki eski ayrımımızı hatırlıyor musun? Hiç görüş nesnelerinin bir görüş becerisi ima ettiğini, ki duyularımız arasında en karışık ve en değerli olandır -ve yalnızca duyusal nesneleri değil bir de bir araca ihtiyaç duyduğunu- ki o araç da ışıktır ve onsuz görüş renkleri ayırt edemez ve her şey bir boşluk olur. Çünkü ışık, algılama becerisi ile algılanan şey arasındaki asil bağdır ve bize gün gözü veren güneş ışığını veren Tanrı, insan gözüyle karıştırılmamalıdır. Bu gün gözü ya da güneş, iyinin çocuğu dediğim şeylerdir ve görünen dünya için, fikir adamına göre iyi neyse o anlama gelmektedir. Güneş parladığında göz görür ve gerçeğin olduğu düşün dünyasında görüş ve ışık vardır. Akıllı yaradılışların güneşi, iyi ideasıdır, bilgi ve doğrunun sebebidir fakat onlardan farklı ve makuldür, aynı zamanda ışık için güneş ne ise onlarla aynı bağı vardır. Ey güzelliğin, bilginin ve doğrunun üstündeki akılalmaz zirvesi! (“Kesinlikle zevki kastedemezsin.” dedi. “Huzur.” diye yanıtladım.) Bu iyi düşüncesi, güneş gibi, büyüme sebebidir ve yazar sadece bilginin değil varlığın da itibar ve gücünden daha uzaktır. Bu insandan çok düşüncenin ulaşabileceği yerdir ama dua et ve görüntüye devam et çünkü bunun arkasında daha fazlasının olduğundan şüpheleniyorum. Evet var, dedim ve iki güneşimizi veya prensibimizi aklında tutarak onların yerini tutan dünyalarını düşün; biri görülebilir, diğeri anlaşılır. Bir çizgi resminin altında iki eşit parçaya bölünmüş ayrılığı tasvir ederek merakınıza yardım edebilirsiniz ve her parçayı, her bölümdeki bilgiyi temsil eden iki küçük parçaya daha bölebilirsiniz. Alttakinin alt ya da görünen kısmı gölgeler ve yansımalardan oluşur, üst ve daha küçük kısmı doğa veya sanat dünyasındaki gerçek nesnelerden oluşur. Anlaşılır olanın katmanında da iki bölünme söz konusudur: Biri matematiğin, içinde hiç yükselen olmayıp sadece alçalan olan, öncüllere sorma değil yalnızca çıkarımda bulunmanın olduğu bölünme. Bu bölünmede, zihin, onların gerçeğinin yalnızca zihinle görülmesi ve analiz edilmeden hipotez olarak kullanılmalarına rağmen gölgelerden değil nesnelerden alınmış görüntüler olan şekiller ve sayılarla çalışır. Oysaki diğer bölünmede mantık, hipotezleri bağladığı iyi düşüncesine yükselmedeki basamaklar ya da adımlar olarak kullanır. Ve sonra yine alçalır, yükselmesinde de alçalmasında da düşünceler bölgesinde emin adımlarla yürür ve sonunda onlarda dinlenir. “Kısmen anladım.” diye yanıtladı. “Demek istediğin, bilimsel fikirlerin varsayımsal olanlara, geometrinin ve adı her ne ise diğer sanatlar ve bilimlerin mecazi anlayışlarına üstün olduğunu demek istiyorsun. İkinci anlayışları saf zekânın konusu yapmayı reddediyorsun çünkü onların ilk prensipleri yok. İlk prensipte dururken bir üst katmana gerçerler.” Beni çok iyi anlıyorsun, dedim. Ve şimdi bilginin dört parçasına denk gelen dört beceri belirleyebilirsin: Saf zekâ ilkine, etkin zekâ ikinciye, üçüncüye inanç, dördüncüye de gölge algısı ve bazı becerilerin netlikleri, alakalı oldukları nesnelerin gerçeklikleriyle aynı ölçüde olacaktır.

Sokrates gibi biz de filozofun becerilerini yeniden özetleyebiliriz. O zamanın ve ülkenin ufkundan öteye ulaştığı görülen dilde filozof, “bütün zamanın ve varlığın izleyicisi” olarak tanımlanır. Doğanın en asil hediyelerine sahiptir ve onları en iyi şekilde kullanır. Bütün arzuları, gerçeklik sevgisi olan bilgelik sevgisinde gömülüdür. Güzel bir ruhun hiçbir inceliği onda eksik değildir. Ölümden korkmaz ve insan hayatı hakkında çok düşünmez. Modern zamanların örneği, eskinin basitliğini neredeyse hiç elinde tutmaz. Yunanların simgesi olmuş gerçek ve hatada aynı orijinallik yoktur. Filozof artık görülmeyende yaşamaz, insan ırkını cahilliğe ikna etmek için bir kâhin tarafından gönderilmemiştir, bilgiyi iyi düşüncesine doğru tırmanarak giden basamaklar olarak görmez. Arayış hırsı hafiflemiştir. Artık daha fazla iş bölümü, insan ve doğa üzerine bir bütün olarak daha az kapsamlı düşünce vardır. Daha fazla kesin gözlem, daha az sezgi ve ilham vardır. Hâlâ bilginin değişikliğe uğramış koşullarında, paralellik tamamen kaybedilmemiştir ve Platon’un fikrini kendi zamanımızın dilimize çevirmede bir fayda olabilir. Modern zamanlarda filozof zihnini doğanın kanunlarının sırasıyla ve bağlantısıyla düzelten kişidir, doğanın ufak parçaları ya da görüntüleri ile değil. Münakaşa ile değil tarih ile. Herkes tarafından değil birkaçı tarafından kabul edilen doğrularla. “Doğaya göre tasnif etme”nin önemini kavramıştır ve “Bilimin dallarını onları kırmadan ayıracaktır.” (Phaedr.) Doğrunun, küçük ya da büyük olsa leke sürecek bir parçası yoktur ve farkına varacağı şeyler en azından en büyüktür. (Parmen.) Eski filozof gibi o da dünyayı mukayese ile kaplanmış görür fakat başka durumlarda binlerce örnek hiçbir anlam ifade etmezken “niçin bazı durumlarda anlam çıkarmak için tek bir örneğin yeterli olduğunu” (Mill’in Mantığı) söyleyebilir. Bilginin yalnızca bir kısmıyla ilgilenir çünkü hayattaki tek bir zihin için bilginin bütünü çok geniştir. Bilimin bölünmesi ve insan zihniyle bağlantıları ile ilgili, geçmiştekilerden daha net bir fikri vardır. Platon gibi o da felsefeye girişin basit matematik çalışarak değil, birçok çağda birçok zihnin çalışma sonucu nihayet elde ettiği bilginin bütünlüğü fikrine sahiptir. Matematiksel çalışmaların neredeyse diğer hepsinin başlangıcı olduğunun farkındadır; aynı zamanda bütün bilgi çeşitliliğini matematiğin çeşitlerine indirgemezdi. Onsuz, muhteşemliğinin yarısını kaybetmediği soylu bir karakteri olmalı. Dünyayı sınırsızlık içinde bir nokta ve her bireyi sonsuz bir varlık zincirinde bir bağlantı olarak sayarak kendi hayatı hakkında ne çok düşünecek ne de ölümden korkacaktı.

Adeimantos, Sokratik soruşturmanın ilk olarak şekline karşı çıkar ve Platon’un kendi yöntemindeki eksikliğin farkında olduğunu gösterir. Ona modern bir mantıkçı tarafından yöneltilebilecek bir suçlamayı kendisi kendisine çevirir: Yanıtı söyletebiliyor çünkü nasıl sorulacağını biliyor. Uzun bir tartışmada sözcükler anlamlarını hafifçe değiştirmeye meyillidirler ya da öncüller önceden tahmin edilebilir, sonuçlara aşırı kesinlikle veya genellikle varılabilir. Her aşamadaki değişim gözlenemeyebilir ama sonunda ayrılma oldukça çok olur. Böylece aritmetik ve cebirsel formülleri mantığa uygulama denemeleri başarısız olur. Eksiklik ya da dilin daha üst ve esnek yapısı, kelimelerin, sayıların ve sembollerin hassasiyetini bulundurmasına izin vermez. Ve dildeki bu özellik birçok adıma sahip bir tartışmanın gücünü zayıflatır.

Karşı çıkış, Sokrates bu örnekte uygun bir şekilde karşılamış olsa da Sokratik soruşturmaya derin bir düşünce anlamı taşıyabilir. Ve burada, diğer her yerde olduğu gibi Platon, Sokrates’in olumsuz ve sorgulayıcı yönteminin, sonraki diyaloglarda örnekleri verilen, olumlu ve yapıcı bir taneyle değişme zamanının geldiğini ima ediyor görünür. Adeimantos daha sonra, ideal olanın tamamen gerçeklerle uyumsuz olduğunu iddia eder çünkü tecrübe, filozofların ya faydasız ya dolandırıcı olduğunu ispatlar. Bütün beklentinin tersine Sokrates bunun doğruluğunu kabul etmede tereddüt etmez ve alegorideki garipliği açıklar; ilk başta tipik olarak kendi özgün güçlerini küçümsemesi. Bu alegoride halk profesyonel siyasetçilerden ayrılmıştır ve onlara, başka bir yerde olduğu gibi, “fark etmede pek çabuk olamayan onurlu kaptan” görüntüsü altındaki kınamadan ziyade bir acıma tınısıyla konuşulur.

Filozofların faydasızlığı, insan ırkının onları kullanmayacağı durumuyla açıklanır. Dünya bütün devirlerde aşağılama ve fikirden başka silah bilmeyip onu kullananların korkusu arasında bölünmüştür. Sahte filozofla ilgili olarak Sokrates, en iyisinin bozulma ihtimali olduğunu ve ince ruhlu olanların oranın yabancısıymış gibi davranılacağını savunur. Bizler de bir kuruluşun zayıflığından kaynaklanan bazı üstünlükler olduğunu gözlemliyoruz, şiirsel ve yaratıcı huyla ilgili açıkça doğru olduğu ve bu yüzden yalnızca belirli atmosferlerde nefes alıp yaşayabildiği için. Dâhi adamın daha büyük acıları ve daha büyük zevkleri, daha büyük güçleri, daha büyük zayıflıkları olur ve sıklıkla sıradan insandan daha eğlenceli bir karakter olur. Özelliğin kılık değiştirmesi veya onlar olmadanki aldırışsızlığı, kişisel düşmanlığın felsefe ve vatanseverlik dilindeki maskesini tahmin edebilir. Herkesin düşündüğü kelimeyi söyleyebilir, akılsızlıklara ve ahbaplarının zayıflıklarına berbat bir sezgisi vardır. Bir Alkibiadis, bir Mirabeau veya bir Birinci Napolyon, hem devletlerdeki büyük kötülüklerin hem de “o yola çekilirlerse büyük iyiliklerin” yazarları olmak için doğmuşlardır.

Yine de “corruptio optimi pessima”[13 - Latince: En kötü şey en iyinin bozulmasıdır. (ç.n.)] tezi genel olarak ya da bozulmuş üstünlüğe dikkat çekmeden devam ettirilemez. Bir özelliğe doğru bozulan yabancı koşulları bir başka kültürün ögeleri olabilir. Genel olarak bir insan en yüksek gelişime ona uygun bir devlette, ailede, arkadaşlarla ve çalışma arkadaşlarıyla ulaşır. Fakat aynı zamanda bazen olumsuz koşullardan etkilenir, bu koşullar o kadar etkilidir ki insan onlara karşı ayaklanır ve onları düzeltir. Ve diyelim ki yoldan çıkmış bir kilise ya da halk devletinde daha güçsüz ya da kaba saba karakterler kötünün içindeki iyiyi çıkarırken kötünün devam etmesine izin vererek mutlu mesut yaşıyor ve zayıf veya güçlü özellikler çevreleyen etkiler tarafından bozuluyor. Kendilerindeki ve devirlerindeki tuhaflıklardan dolayı sırasıyla insanlardan kaçan biri ve hayırsever biri olabilir, birkaç örnekte manastırsal düzenlerin kurucuları ya da Reformcular gibi olabilir, dünyadan ve kiliseden tamamen kopup bazen iyiye, bazen kötüye, bazen ikisine de kaçabilirler. Ve aynı durum daha küçük katmanlarda da geçerlidir; manastır, okul, aile.

Platon bize en iyi yaradılışlara toplum fikriyle ne kadar kolayca boyun eğdirildiğini ve insan ırkının kalanının onlara hâkim olmak için nasıl bir çaba göstereceğini gösterir. Dünya, kilise, kendi meslekleri, siyasi ya da partisel kuruluşlar onları her zaman zorla götürüp üstün, kutsal adları kendi yargılarına ve çıkarlarına uygulamalarını öğretir. Ait oldukları “canavar” kurumu doğruyu ve gerçeği, halkın eğlencesi olsun diye yargılar. Birey, kendi sırasıyla onlardan biri olur ya da eğer onlara karşı koyarsa dünya ona çok gelir ve eninde sonunda ondan intikam alırlar. Bu, belki de bir tarafıdır, eski ve modern zamanlarda deyişler ile insan ırkının uygulamalarının birlikte bir mecliste oturan tamamen asılsız bir resmi değildir.

Daha yüksek yaradılışlar siyasetçiler tarafından bozulurken daha düşük olanlar felsefenin yerine kalan boşluğu ele geçirirler. Bu argümanın, Platon’un deyişiyle “kendini peçe ile örttüğü” ve ara ara düşüp yeniden takıldığı devamlı görüntülerden biriyle tarif edilebilir. Soru sorulur: Neden devletin vatandaşları felsefeye bu kadar düşmandır? Cevap, onu tanımamalarıdır. Çoğunluğun her zaman daha iyi bir aklı vardır. Eğer öğretilseydi öğrenirlerdi. Fakat şimdiye kadar felsefenin yalnızca geleneksel taklidini bildiler; içinde düşünceler olmayan sözler, içinde hiç yaşam olmayan sistemler. Güzellik, özgürlük sözleri söyleyen ilahi bir insanı, ebedî olanla arkadaşlıkta bulunan insanın bir dostunu ve devleti bu çerçeveye sokmaya çalışmayı hiçbir zaman bilmediler. İnsan ırkı yığınıyla ilgili aynı çifte duygular insanlar arasında hep var oldu. İlk düşünce insanların gerçek ve doğruyla düşman olmasıdır. İkincisi bunun sadece tesadüfi bir hatayla, kafa karışıklığıyla ortaya çıkması ve aslında onları öğrenmek için eğitim almışlarsa onları sevenlerden nefret etmedikleridir.

Altıncı kitabın son kısmında üç soru üzerinde durulmuştur: İlki, dördüncü kitaptaki kusurlu ve kısa yöntemle karşılaştırılan uzun ve dolambaçlı yolun özellikleri; ikincisi, devletin kutsal düzeni ya da fikri; üçüncü, bilginin bölümlerinin birbiriyle ve ruhun denk düşen becerileriyle ilişkisi:

1. Platon’un daha ileri bilgi yöntemine yalnızca kısa bir bakış atmış bulunduk. Ne burada ne Phaidros’ta veya Sempozyum’da ne de Philebus ya da Sofist’te ne demek istediğiyle ilgili net bir açıklama yapar. Muhtemelen yöntemini, bütünden parçalara varan ve düzenli adımlarla evrensel bilgi sistemine ilerlediği şeklinde açıklardı. Bu ideal mantığı kendisi, adalet arayışında veya ruhun parçalarını incelerken kullanmamıştır. Burada, Aristo’nun Nikomakhos’a Etik’te yaptığı gibi, deneyim ve dilin genel kullanımı üzerine tartışır. Fakat altıncı kitabın sonunda, bütün fikirlerin yalnızca fikirlerin adımları, aşamaları veya kritik anlar, kendine yeten ve bağlantılı bir bütün yapan ve gerçeği tutarlılıkla sınayan başka ve daha kusursuz bir yöntemden bahseder. Süreci bize detaylarıyla anlatmaz. Hem eski hem modern zamanlardaki diğer bazı düşünürler gibi onun zihni de varlığını fark etmediği bir boşlukla doludur. Varlıklarından bile anca söz edilebilirken bir devirdeki bilimlerin doğal bir düzeni ve bir irtibatı olduğunu varsaymaktadır. Ona başlamadan bile “düşünsel dünyanın sonu”na doğru acele etmektedir.

Modern zamanlarda bilgi edinme sürecinin mutlak bilgi tasarısıyla karıştırıldığının hatırlatılmasına gerek duymayız. Bütün bilimlerde önsel ve sonsal gerçekler çeşitli oranlarda birbirine karışmaktadır. Önsel kısım, insanların evrensel deneyimlerinin büyük kısmından ya da onlar tarafından evrensel olarak kabul edilenden türemiştir. Sonsal olan ise daha genel prensipler etrafında gelişir ve onlarla birlikte algılanamaz olur. Ama Platon, sentezin analizden ayrılabileceğini ve bilim yönteminin bilimi öngörebileceğini düşünerek hata yapar. Önsel bilginin böyle bir görüntüsünü eğlendirmede yeteri kadar makuldür ya da en azından söylemek istediği şey Descartes, Kant, Hegel ve hatta Bacon’ın kendisinin benzer girişimleriyle modern felsefede yeterince açıklanmıştır. İnsanı ve doğayı ilgilendiren öngörüleri, kehanetleri ya da gerçeklerin kehanet gibi işaretleri, eski felsefeye, hipotezlerin modern tümevarımsal bilimde kaldığı aynı bağlantıda bulunuyor gibi görünür. Bu “gerçek tahminleri” rastgele yapılmamıştır. Benzerliklerin yüzeysel etkilerinden ve dünya ile cennetin yayılmasını inceleyen Yunan dâhilerinin uzaktan fark ediyor göründükleri doğanın ilk prensiplerinden çıkmıştır. Eğer felsefe tecrübelerin sonucuna kesin suretle hapsolmuş olsaydı, ne eski zamanlarda bilginin hareketsiz durması gerektiğini ne de insan zihninin düşünce araçlarından mahrum olduğunu savunabilirdik.

2. Platon, tabletin üstü boşaltıldığında sanatçının ideal devletle dolduracağını sanıyor. Bu, cennette var olan bir düzen mi ya da mükemmel gözle bakış atılması gereken bir boşluk mu? Cevap şudur: Bu şekildeki idealler kısmen belirli özelliklerin ihmaliyle kısmen deneyimin sağladığı biçimi kusursuzlaştıran hayal gücü ile şekillendirilir. (Phaedo) Platon bu idealleri başka bir dünyaya aitmiş gibi yansıtır ve modern zamanlarda bu fikir devam ediyor gibi diğer zamanlarda sanatçının eli ile iş birliği yapıyor gibi görünür. Bilimde ve yaratıcı sanatta olduğu gibi yanaşık ve analitik yöntem vardır. Bir insan bir işe başlamadan önce bütün aklına gelecektir; başka birinde de zihnin ve elin süreçleri eş zamanlı olacaktır.

3. Platon’un bilgi bölümlerininin başlangıçta, bütün Sokrates öncesi felsefeyi kaplayan mantığa uygun ve düşünsel olanın temel antitezine dayalı olduğunu görmek zor değildir. Bu antitez aynı zamanda kalıcı ve geçici olanın, evrensel ile özelin zıtlığını da içerir. Fakat onun yaşadığı felsefe dönemi daha ileri bir ayrım gerektiriyor gibi görünüyordu. Sayılar ve şekiller fikirlerden ayrılmaya başlıyordu. Dünya artık adaleti bir küp olarak görmüyor ve kusursuz olmasa da duyuların soyut terimlerinin zihninkilerden ayrı olduğunu görmeyi öğreniyordu. Eleacı varlık veya öz ile fenomenlerin gölgeleri arasında, Pisagorcu sayı prensibi kendine bir yer buldu ve Aristo’nun belirttiğine göre, birinden diğerine iletimde bulunan bir araçtı. Böylece Platon, felsefe şemasına girmemiş üçüncü bir terim sunmak durumunda kaldı. Eğitimde matematik kullanımını gözlemlemişti; imgeseller için en iyi hazırlıktı. (Metaph) Çünkü metafizik ve ahlak felsefesinin matematik ile hiç akrabalığı yoktu. Sayı ve şekil, zaman ve mekânın soyut kavramlarıdır, saf düşünsel düşüncelerin ifadeleri değil. Metafordan çıkarıldığında, düz bir çizgi veya bir karenin adalet ve gerçek ile eğri büğrü bir çizgiden daha fazla işi kalmaz. Sembolik birlik gerçeğiyle karıştırılmıştır ve bu yüzden daha sonra üç tane daha Platonsal oran bölümü ortaya atılmıştır.

Serilerin, başka bir yerde sözü geçmeyen ve sistemin başka hiçbir parçasına atıfı bulunmayan ilk terimlerine nasıl vardığını anlamakta biraz daha güçlük vardır. Gölgelerin nesnelerle ilişkisi de sayıların fikirlere olan bağlantısına denk düşmez. Muhtemelen, alt katmanın iki bölümünde de algılanan terimleri, eşit şekilde duyuların terimleri olmalarına rağmen, üç nesne yerine dört yapmak için benzetim sevgisi (Timaeus) Platon’a yol göstermiştir. Aynı zamanda, huyu olduğu için, yedinci kitabın başında görüntülerin gölgelerine, onuncu kitaptaki taklidin taklidine hazırlık yapıyordur. Çizgi birlikten sonsuzluğa erişiyor ve önce iki eşit olmayan parçaya, sonrasında iki parçaya daha bölünmüş kabul edilebilir. Her alt katman devamındakinin çoğalmasıdır. Dört özelliğimizde ise, alt bölümdeki inanç, gölgeler (Yunan) düşüncesinin belirsizliği ile anlayışın (Yunan) ve mantığın (Yunan) yüksek kesinliğine eşit miktarda zıt, orta bir konuma sahiptir. (cp. inanç veya iman kelimesinin kullanımı için (Yunan), Timaeus)

Anlayış ile zihin veya mantık (Yunan) arasındaki fark, bilgiyi parçalar hâlinde ve bütün hâlinde edinme arasındaki farka paraleldir. Gerçek bilgi bir bütündür ve hareketsiz hâldedir. Tutarlılık ve evrensellik de gerçeğin deneyidir. Bütünün bu kendini belli eden bilgisi ile zihin becerileri uyumlu olmak durumundadır. Fakat tam olmayan ve sürekli hareket hâlinde olan bir anlayış bilgisi vardır çünkü küçük fikirlerde duramaz. Bu fikirlere hem görüntüler hem hipotezler denmiştir. Görüntü denmiştir çünkü duyu ile giyinmişlerdir. Hipotez denmiştir çünkü iyi düşüncesi ile ilgisi olana kadar yalnızca tahmindirler.

Paragrafın genel anlamı; “Öyleyse asil, görüşü birleştiren bağdır… Ve bu türden anlaşılır olarak bahsedeceğim…” bir dereceye kadar içinde bulunan düşüncenin modern felsefe terimlerine çevrilmesini kabul ettiğidir. Şu şekilde tanımlanabilir ya da açıklanabilir: Bir gerçek vardır, tektir ve kendi kendine vardır. Ona bir merdiven yardımıyla insan zekâsı erişebilir. Bu birlik cennetteki güneş gibidir, her şeyi gösteren ışık, her şeyin yaratıldığı ve sürdürüldüğü varlık. İşte bu, iyi “idea”sıdır. Ve merdivenin en yükseğe ya da evrensel varlığa çıkan basamakları matematiksel bilimlerdir ki onlar aynı zamanda evrensel olandan da bir parça bulundururlar. Bunları da iyi ideasıyla birleştirdiğimiz bir şekilde görürüz. Daha sonra hipotez ve görüntü olmayı bırakırlar ve bir zamanlar onların ilk ilkesi ve son nedeni olan yüksek gerçeğin bir parçası oluverirler.

Bu dikkate değer paragrafa daha kesin bir anlam yükleyemeyiz fakat onda düşüncenin bazı bizimle ve Platon’la ortak olan ön bilgileri veya işaretlerini görebiliriz. Mesela; (1) Platon’un zamanında ayrılmamış oldukları için bilimlerin ya da bilimin, birlikleri ve ilintileri; (2) ilahi gücün, veya yaşamın, mantığın, henüz düşünülmemiş veya artık Timaeus’ta veya başka yerde insan formunda olmayan varlığı; (3) matematiksel bilimlerin hipotetik ve koşullu karakterinin her bilimde, diğerlerinden ayrıldığında belirli bir ölçüde tanınması; (4) görünen dünyadan ziyade ancak düşünsel olana yayılan doğanın kanunu olmasına rağmen, bir gerçeğin görünmez ve bir yasaya dayanan kanısı.

Sokrates’in yöntemi duraksamalı ve deneyseldir. İyi ideasının ve diyalektiğin doğasının daha içi dolu bir açıklaması bizi yedinci kitapta bekler. Glaukon’un kusursuz olmayan zekâsı ve Sokrates’in başlangıç yapmaya gönülsüzlüğü, konunun zorluğunu belirtmektedir. Theages’in dizginine ve iç kâhine veya Sokrates’in şeytani işaretine, Platon’da hep olduğu gibi yapılan dokundurma yalnızca engelleyicidir. Var olan kötü dünya devletindeki iyi kalıntılarının kurtuluşunun yalnızca Tanrı’ya bağlı olduğu görüşü, varlığın onuncu kitapta (Ve orada Sokrates’in tartışmaları ve öğrencileri devam eder.) Glaukon’un bilmediği gelecekteki bir durumuna atıf, cevaplardaki şaşkınlık, Sokrates’in bir filozofun durumunu yalnızca bir mecazda betimleyebileceği numarası yaptığı tuhaf alay, Sofistlerin her şeye rağmen tek temsilciler olduğu ve halkın fikrinin liderleri olmadığının orijinal gözlemi, bir duvarın altında sağanaktan saklanan filozof görüntüsü, onu tanısalardı filozofu reddetmeyecek sıradan insanlara olan iyi niyetin ifadesiyle devam eden “büyük canavar” resmi, en üst gerçeklerin en üst kusursuzluğu gerektirdiğinin “asil ve doğru düşüncesi”, herkesçe bilinen iyi ideası konusuna dönerken Sokrates’in duraksaması, Glaukon’un gülünç içtenliği, felsefe ile altındaki biriyle evlenen terk edilmiş bir bakirenin kıyaslanması… Bütün bunlar altıncı kitabın en ilgi çekici kısımlarıdır.

Yine de Sokratik halkada sık sık tartışılan, Glaukon ve Adeimantos’un hevesle, mümkünse daha net bir fikrinin olacağı eski temaya başka sözler de eklenebilir. Onlar gibi biz de iyi düşüncesinin yalnızca bir matematik öğrencisine ifşa edilebileceğini öğrendiğimize memnun olmadık. Ne bizim ne onların herhangi bir tatmin edici amaca yönlendirildiğini düşünmeye karşı istekliydik. Çünkü nicelik farkının nitelik farkına karışamayacağını ve her ne kadar bazı zamanlar onların sembollerini ve ifadelerini sağlasalar, zihni soyut kavram ve kendi kendine konsantre alışkanlıklarına eğitseler de matematiksel bilimlerin bizim üst düşüncelerimize ulaşacak kadar yükselemeyeceklerini öğrendik. Eski bir filozofa doğal gelen bir ilüzyon bize de bir ilüzyon olmadı. Ama bizi iyi ideasına ulaştırması beklenen süreç gerçekten hayaliyse ideanın kendisi de yalnızca soyut bir fikir olmaz mı? Öncelikle şunu belirtiyoruz ki bütün çağlarda, özellikle ilkel felsefede olmak, öz, birlik, iyi gibi kelimeler insanların zihinlerinde olağanüstü etkiler bırakırdı. İçeriklerinin zayıflığı veya olumsuzluğu güçleriyle ters orantılıydı. Bütün varlıkların anlaşıldığı formlar oldular. İnsan ruhunda onların tatmin ettiği bir ihtiyaç veya içgüdü vardı. İdea değil tanrılardı ve bu yeni mitolojiye sonraki nesillerdeki insanlar eski tanrıların güçlerini ve ilişkilerini atadılar.

İyi ideası, eski mitolojinin yerini almaya başlayan kutsal sözcük veya düşünce biçimlerinden biridir. Bütün zamanın ve varlığın birleştiği birlik anlamına geliyordu. Bütün varlıkların gerçeğiydi ve içinde parladıkları ışıktı. Zihinlere insan ve ilahi açık gelmeye başladı. Bütün varlıkların sebebiydi. Onların var olduğu güçtü. İnsan kişiliğinden alınan evrensel mantıktı. Hem yaşam hem de dünyanın ışığıydı, bütün bilgi ve güç onun içindeydi. Ona giden yol matematiksel bilimler aracılığıylaydı ve bunlar da ona bağımlıydı. Onu yapanın Tanrı olduğunu ya da Tanrı tarafından yapılıp yapılmadığını sormak, Tanrı’nın Tanrıça’dan ayrı ya da Tanrıça’nın Tanrı’dan ayrı olup olmadığını sormak gibi olurdu. Timaeus’un tanrısı iyi ideasından çok farklı değildi. Aynı şeyin yalnızca kişisel ve kişisel olmayan, eril ve nötr, biri mitoloji diliyle ve diğeri felsefe diliyle ifade edilen iki farklı yönüydüler.

Bu veya buna benzer şeyler iyi ideasının Platon tarafından algılanan anlamıdır. Sayıların, düzenin, uyumun, gelişimin idealarının da buna dâhil olduğu söylenebilir. Biraz önceki yorum Platon’un kendi sözlerinden öteye gider. Belki de felsefenin ne yaptığından çok amacının ne olduğunu anlamamıza yarayan bir aşamasına geldik. Karanlıkta ve uzakta gördüğümüz şeyi idrak etmeye başlıyoruz. Ama eğer bu ya da aynı tür ama daha ileri bir şeyin onun hedeflediği gerçek, gidermeye çalıştığı ihtiyaç olduğu ona söylenebilseydi, düşüncelerinde fark ettiğinden fazlasının gizli olduğunu sevinçle anlardı. Sözleri az ve de üslubu da az konuşan biri gibi belirsiz olduğu için onu yorumlayan kişininki de öyle olmalıdır. Onun kastettiği şeylere onları daha fazla tanımlamaya uğraşmamalıyız. Onun, modern düşünceye çevirisini yaparken eski felsefenin ruhunu bilinçsizce kaybedebiliriz. Platon’un iyi ideasından gerçeğin ve varoluşun ilk prensibi olarak bahsetmesine rağmen bu kısım hariç yazılarının hiçbir yerinde bahsedilmemiş olması tuhaftır. Sonraki nesillerde öğrencilerinin zihinlerinde de hiç yer edinmemiş olması ve bunun onlara anlaşılmaz gelmesi de aynı şekildedir. Ve de onlarda Aristo’dan bahsedilirken hiç buraya ya da hâlâ var olan diğer yazılarına atıfta bulunulmamış olması da aynı şekildedir.

YEDİNCİ KİTAP

Ve şimdi bir şekil ile tabiatımızın aydınlanmasını ya da cahilliğini anlatacağım: İnsanların ağzı ışığa bakan bir yer altı mağarasında yaşadığını hayal edin. Çocukluklarından beri göğüsleri ve bacakları zincirli şekilde oradaydılar ve yalnızca mağaranın içini görebilmekteydiler. Uzakta bir ateş var, ateş ile mahkûmlar arasında yükseltilmiş bir yol ve yol boyunca düşük bir duvar bulunmakta, kuklacıların kukla oynattıkları bir ekran gibi. Duvarın arkasında, ellerinde çeşitli sanat eserleri tutan ve içlerinde insan ve hayvan figürleri, ahşap ve taş olan hareket eden şekiller görünüyor ve geçenlerin bazıları konuşurken bazıları sessiz kalıyor. “İlginç bir hikâye ve ilginç tutsaklar.” dedi. Onlar biziz ve yalnızca mağaranın duvarına vuran gölgeleri görebiliyorlar. Onlara isimler veriyorlar ve duvardan gelen yankıyı da eklersek oradan geçenlerin sesleri sanki gölgelerden geliyormuş gibi hissettiriyor. Aniden onları tersine döndürüp kendilerine görüntülerde acı ve kederle bakmalarını sağlarsanız bunun gerçek olduğuna inanırlar mı? Gözleri kamaşır ve gözlerini kırpmadan seyredebildikleri bir şeye vuran ışıktan uzaklaşmaya çalışmazlar mı? Ve dahası, aşırı ve zorlu bir rampa ile güneşin olduğu yere çıkarılsalar, gözleri ışığın fazla gelmesiyle görüşleri kapkaranlık olmaz mı? Algılamaya başlamaları için biraz zaman geçmesi gerekir ve ilk başta yalnızca gölgeleri ve sudaki yansımaları, sonra ay ile yıldızları ve bulundukları yeri tamamen ve olduğu gibi algılayabileceklerdir. Hepsi şu sonuca varır: Bu bize yılı ve mevsimleri veren kişidir ve gördüğümüz her şeyin yaratıcısıdır. Karanlıktan aydınlığa geçince nasıl da sevindiler! Mağaradaki saygınlık ve şan onlara ne kadar değersiz görünür! Şimdi bir de şunu düşünün, eski alışkanlıklarına geri gidiyorlar. Artık o yer altı mağarasında arkadaşları ile aynı şeyleri görmezler ve duvardaki gölgelerin büyüklüğü hakkında onlarla baş edemezler. Güneşe çıkıp gözlerini kaybeden insanlarla ilgili bir sürü şaka yapılır ve özgürleşip birilerini de aydınlatmaya çalışan birini yakalarlarsa onu idam ederler. Şimdi mağara görüntüler dünyası, ateş güneş, yukarı çıkan yol da bilginin yolu. Bilginin dünyasında iyi ideası en son ve güçlükle görülen şeydir ama görülen şey iyinin ve gerçeğin yaratıcısı, bu dünyadaki ışığın sahibi ve gerçek ile anlayışı da diğeri olduğu anlamına gelirse şad eden görüntüye erişen kişi her zaman yukarı ilerliyordur. Yasaların mahkemelerinin ve siyasal birliklerin seviyesine inmez çünkü gözleri gölgeler ve görüntülerin içindeki gerçek anlamı görmeye alışmıştır. Hayatında hiç gölge ile özün ilişkisini anlamamış kimselerin düşüncelerine giremez. Fakat körlüğün iki türü vardır ve karanlıktan ışığa çıkınca veya ışıktan karanlığa geçince olabilir. Algılaması kuvvetli biri bunların ayrımını yapabilir ve ikisine de eşit şekilde gülmez fakat ışık fazlalığından kaynaklanan körlüğü kutsal sayar, diğerine acır. Ya da güneşe bakan kafası karışık ruha gülerse yukarıdan gelenlere gülen mağara halkından daha fazla gülecek şeyi olur. Kısa hikâyemizden çıkarılabilecek başka bir ders daha vardır. Bazı kimseler eğitimin kör birine gözler vermek gibi olduğunu sanar ama biz görme becerisinin hep orada olduğunu ve yalnızca ruhun ışığa döndürülmesi gerektiğini söylüyoruz. Bu dönüşümdür, diğer beceriler neredeyse bedensel alışkanlıklar gibidir ve aynı şekilde edinilebilir ama zekânın daha ilahi bir yaşamı vardır ve ona gösterilene göre iyiye ya da kötüye döndüğü için dayanıklıdır. Akıllı bir hilekârın gözlerinin arasından dışarı baktığını ve daha fazla şey gördükçe daha fazla kötülük yaptığını görmediniz mi? Şimdi, eğer böyle birini alır ve dünyadaki ruhuna ağırlık yapan zevk ve arzuların ağırlıklarını kesip çıkarırsanız zekâsını çevirmiş olacaksınız ve gerçeği, şu an fark ettiği aşağılık hedefleri kadar dikkatle gözlemleyecektir. Yöneticilerimizin sabit kuralları olmasın diye eğitimsiz mi yoksa dünyevi işler için kendi yeryüzü cennetlerini bırakmasınlar diye fazla eğitimli mi olmaları gerektiğine henüz karar vermedik. Bu şekilde, ışığa ve iyinin bilgisine yükselmeye en meyilli yapıları seçmeliyiz fakat ışığın bölgesinde kalmalarına izin vermemeliyiz. Görevlerini onurlarının mahiyetinde olmaları için mağaradaki tutsakların arasına inmeye zorlanmalılardır. “Bunun bir meşakkat olduğunu düşünmeyecekler mi?” Devleti kurma amacımızın vatandaşların istediklerini yapmaları değil herkesin iyiliği için devlete hizmet etmeleri olduğunu unutmamalısın. Filozofa dürüstçe “Arkadaş, biz sana hiç hata yapmayız çünkü diğer devletlerde felsefe yabanıl büyür ve yaban bir bitki bahçıvana hiçbir şey borçlu değildir. Ama sizi kovanımızın hükümdarı ve kralı olun diye biz eğittik, bu yüzden sizin mağaraya inmenizde ısrarcıyız. Her biriniz sırayla gözlerinizi karanlıkta kullanmayı öğrenmelisiniz ve biraz alıştırma ile gölgeler hakkında tartışanlardan daha ileriyi göreceksiniz. Onların bilgileri yalnızca bir hayalken sizinkisi uyumayan bir gerçektir.” diyemeyebiliriz. Bu işe en iyi uyan aziz veya filozof, yönetime karşı hiç istekli olmayabilir fakat bu ihtiyaç ona yüklenmiştir ve artık ideaların cennetinde yaşayamaz. Ve bu, devletin kurtuluşu olacaktır. Çünkü yöneten kişiler yönetmeye talip kişiler olmamalıdır. Vatandaşlarımıza genel olarak diğer yöneticilerden daha iyi bir yaşam vadediyorsan yalnızca dünyevi mallarda değil beceriler ve bilgi konusunda zengin biri de yasa yapabilir. Ve siyasi amaçlardan daha iyi olan tek yaşam, aynı zamanda devlet yönetimine en iyi hazırlık da olan felsefi bir yaşamdır.

Öyleyse şimdi şu soru geliyor: Yöneticilerimizi nasıl yaratmalıyız? Karanlıktan aydınlığa çıkan yol nedir? Bu değişim felsefe ile gerçekleşir. Bir istiridye kabuğunun ters dönmesi değil bir ruhun geceden gündüze, dönüşmekten olmaya olan dönüşümüdür. Nasıl bir eğitim ruhu yukarıya taşır? Önceki eğitimimizde iki branş vardı; vücutla ilgilenen jimnastik ve zihin ile edebiyata doğal bir ahenk aşılayan kardeş sanat, müzik. Fakat bu bilimlerin ikisi de bize istediğimiz şeyi vadetmez. Bize bu, sanatların ve bilimlerin katıldıkları evrensel ve ilkel bilimden başka bir şey kalmaz, sayılar ve hesaplamalardan bahsediyorum. “Çok doğru.” Savaş sanatı da dâhil midir? “Evet, kesinlikle.” Öyleyse tragedyada gelip sayıyı icat ettiğini söyleyen, sıraları sayan ve onları sıraya koyan Palamedes ile ilgili gülünç bir şey vardır. Çünkü eğer Agamemnon adımlarını sayamasaydı (Sayılar olmadan zaten nasıl yapardı?) oldukça bayağı bir komutan olurdu. Sayı sayamayan hiç kimse asker olmamalı ve ona güç bela adam denir. Son ifademde ne demek istediğimi açıklayayım: Mantığa uygun şeyler iki türdür; biri aklı davet eder ve uyarırken diğerinde zihin zorlanmadan kendi kabul etmektedir. Şimdi, uyaran türde karşıtlık ve ilişki ortaya atan şeyler vardır. Örneğin, üç parmağımı yukarı kaldırdığımı düşünün; işaret parmağı, orta parmak ve serçe parmak. Görüş otomatik olarak bu üç parmağı fark eder ama sayılar olmadan onları daha fazla ayırt edemez. Ya da yine, biri büyük biri küçük olan iki şey olduğunu varsayın. Bunların büyüklük ve küçüklükleri duyu ile değil akıl yoluyla sağlanır. Ve bunların zıtlıklarının veya ilişkilerinin algısı, duyunun karmaşık imasıyla kafası karışan zihni harekete geçirir ve gösterilen şeylerin birden fazla olup olmadığını bulmak için bir numara kaynağı mevcuttur. Sayı, onların bir değil iki tane olduğu ve birbirinden ayırt edilmesi gerektiği yanıtını verir. Yine, görüş büyük ve küçüğü seyreder fakat yalnızca karışık bir kaos ile ve onlar ayırt edilene kadar onların ayrı ayrı özellikleri sorusu doğar. Bu durumda, görünen ile anlaşılabilenin ayrımını yapmaya itiliriz. Uyarıcıların akıllı kimseler için olduğunu söylediğimde bunu kastetmiştim. Algıda çıkan çelişkileri düşünüyordum. Birlik düşüncesi, örneğin, parmaklarda olduğu gibi, bir çokluk içermediği sürece düşünceyi uyandırmaz ama biri aynı zamanda diğerinin zıddı olduğunda, bu zıtlık derin düşünceye neden olur. Bunun bir örneği görüşün herhangi bir nesnesinden kaynaklanabilir. Sayının tüm sahip olduğunun aynı zamanda bir yükseltme etkisi de vardır. Zihni köpükten ve akıştan alıp daha küçük ordusu ve ticari kullanımı olan varlığın derin düşüncesine doğru kaldırır. Ticaret bizim için şart değildir ama yöneticimizin bir filozof olduğu kadar bir asker de olması gerektiği için askerî olan sürdürülebilir. Ve en üst amacımıza hiçbir bilim uyum sağlayamaz fakat bir esnafın değil bir filozofun ruhunda sürdürülmelidir. Görünen nesnelerle değil soyut gerçek ile ilgilidir çünkü sayılar, saf soyut düşüncelerdir. Gerçek aritmetikçi, biriminin bölme yapamamasını öfkeyle reddeder. Siz bölme yaptığınızda, o çarpma yaptığınızı iddia eder. “Onunki” kesirlerin malzemesi değildir ve onlarla değil ama değişmeyen ve kesin bir eşitlikle çözülebilir. Bu, onun çalışmasına tamamen düşünsel bir özellik katar… Şunu da unutmayalım ki aritmetiğin büyük, ince zekâyı sivriltme gücüne sahip hiçbir disiplin, ona denk ya da aptal bir insanı aynı derecede geliştiren bir genel beceri testine erişemez.

İkinci eğitim branşımız olan geometriye geçelim. Glaukon “Geometri bilgisi ile genel becerinin ikiye katlanabileceğini görüyorum.” dedi. Bu küçük bir meseledir, geometrinin kullanımı. Onu, zihni sadece bir nesle değil bütün varlığa bakmasına mecbur eder ve iyi ideasının derin düşüncesinde verilen yardım olarak görüyorum. Yine de bu çalışmaları devam ettirmenin güncel yöntemi, en kötü bir matematikçinin bile farkında olduğu gibi aşağılık ve gülünçtür. Yukarı doğru, genel varlığa değil aşağı doğru, sanatlara bakmak için yaratılmışlardır. Geometrici her zaman, sanki görüş eylemi varmış gibi karelere ayırmak, iki ucu birleştirmek ve yan yana koymaktan bahseder. Oysaki çalışmanın asıl amacı bilgidir. Ruhu yükseltmeli ve felsefe zihni yaratmalıdır. Düşmüş olanı kaldırmalı, savaş ve ordu taktiklerinin küçük kullanımlarından ve becerilerin geliştirilmesinden bahsetmemelidir.

Eğitime üçüncü bir branş daha ekleyelim mi; astronomi? Glaukon “Çok iyi. Cennetin bilgisi çiftçilik, denizcilik ve askeriye için bir kere de olsa gereklidir.” diye yanıtladı. Dünya ile arkadaşlık kurması için her şeye yararlı sebepler bulmanı beğendim. İnsan ırkına eğitimin yalnızca bilgi için değil, bedensel gözden daha iyi olan ruh gözünü arındırmak için de faydalı olduğunu ispatlamak zordur. Çünkü onunla yalnızca hakikat görünür. Şimdi, insan ırkına genel olarak mı yoksa sadece filozofa mı başvuracaksın? Yoksa yalnızca kendine mi güvenmeyi tercih edersin? “Her insan kendisinin en iyi arkadaşıdır.” Öyleyse bir adım geri git çünkü biz arızalıyız. Ve ikinci olan düzlemden sonra katı maddeler olan üçüncü bir boyut ekle ve sonra hareket hâlinde katı hâle geçebilirsin. Fakat katı cisim geometrisi yaygın değildir ve devlette himayesi yoktur, onun kullanımı da tamamen tanınmaz. Güçlüğü büyüktür ve kendini çalışmaya adamış kişiler burnu havada ve sabırsızdırlar. Yine de kovalamanın albenisi insanları kazanır. Eğer hükûmet biraz yardım ederse büyük bir ilerleme kaydedilebilir. Glaukon “Çok doğru. Ama şimdi düzlem geometrisiyle başlayıp sonra katı cisim geometrisine geçtiğini, sonra da astronomiye, yani katı cisimlerin hareketine geçtiğini mi anlamalıyım?” Evet, dedim, telaşım bizi yalnızca aksattı.

“Çok iyi. Ve şimdi, senin kibirli gerginliğinde konuşmaya gönüllü olduğum astronomiye geçelim. Cennetin düşüncesinin ruhu yukarı taşıyacağını görmede kimse başarısız olamaz.” Öyleyse ben bir istisnayım. Günümüzde çalışıldığı şekliyle astronomi ruhu yukarı değil aşağı taşıyor gibi görünüyor. Yıldız gözlemi yalnızca tavana bakmaktan öte değil. Bir insan sırtüstü yere veya suya uzanıp yukarı ya da aşağı bakabilir. Bunda bir bilim yoktur. Benim bahsettiğim bilginin görüntüsü gözle değil zihinle görülür. Cennetin bütün ihtişamı değil ilahi gerçeğin bir kopyası yeterli olmaz ve varlıkların mutlak uyumları, hareketleri hakkında hiçbir şey öğretmez. Onların güzelliği Deadalus’un veya başka bir büyük sanatçının eliyle çizilmiş gibidir ve çizim için kullanılabilir ama hiçbir matematikçi onlardan gerçek eşitlik ve sayısal bağıntı elde etmeyi bekleyemez. Öyleyse maddenin kusurluluğunun her yerde rahatsız eden bir unsur olarak karşımıza çıktığı, gece ve gündüzün, aylar ve yılların, yörüngesindeki güneş ve yıldızların simetrisini bozan bu cennet haritalarına bakmak ne kadar gülünçtür. Astronomiyi yalnızca problemlerle bir bilimsel temele dayandırabiliriz. Cenneti yalnız bırakalım ve akıllı kimseyi ortaya koyalım.

Yine de Pitagorasçıların dediği gibi matematik diğer uygulamaları kabul eder ve biz de aynı fikirdeyiz. Ahenkli hareketin kardeşi olan bir bilim daha vardır. Astronomi göze, o da kulağa uyumludur ve başka uygulamaları da olabilir. Bilimlerin iyi ideasıyla olan ilişkileri gibi onlardan daha büyük bir amacımız olduğunu unutmadan Pitagorasçıları soruşturalım. Astronomiyi saran hata aynı zamanda harmonikleri de kaplar. Müzisyenler zihinlerinin yerine kulaklarını koyarlar. “Evet, onların kulaklarını komşularının yüzünün yanına koyduklarını görmek isterim. Bazıları ‘Bu yeni bir nota.’ derken diğerleri iki notanın aynı olduğunu bildiriyor.” “Evet.” dedim ama sen lir dizelerini büken ve onlara eziyet eden, dizelerin düzenleri hakkında tartışan şarlatanları kastediyorsun; ben ise neredeyse aynı miktarda hatalı olan Pitagorasçı harmonistleri kastediyorum. Çünkü onlar yalnızca duyulan sayıların uyumunu inceler ve duyulmayan, yalnızca problemlerde bulunan ve fikirlerinin bile olmadığı gerçek sayısal uyuma doğru yukarı çıkmazlar. “Bu sonuncusu, harikulade bir şey olmalı.” dedi. “Yalnızca iyi bir bakış açısıyla izlendiğinde faydalı olan bir şey.” diye yanıtladım.

Bütün bu bilimler zorlamanın başlangıcıdır ve birbirleriyle olan doğal ilişkileri ölçüsünde hesaba katıldıklarında kârlıdırlar. “Sanırım, Sokrates ama böyle bir çalışma sonsuz bir iş olur.” dedi Glaukon. Ne çalışmasından bahsediyorsun, başlangıç mı, ne? Çünkü bütün bu şeyler yalnızca başlangıçtır ve sen kesinlikle safi matematikçinin aynı zamanda bir diyalektikçi olduğunu zannetmiyor musun? “Kesinlikle hayır. Mantığı çalışan bir matematikçiyi bile zor gördüm.” Ve yine de Glaukon, gerçek mantık, düşünsel dünyanın müziği olan diyalektiğin ve bizim, duvardaki gölgeleri seyretmekten gölgeleri oluşturan resimlere vardığımızda görüş çabasıyla kıyasladığımız millî marşı değil midir? Öyle olsa bile duyudan uzaklaşan diyalektik beceri, iyi ideasının derin düşüncesindeki saf zekâya varır ve düşünsel dünyanın sonuna kadar asla dinlenmez. Mağaradan ışığa çıkan soylu yol ve güneşte gözlerin kırpışması, sadece bir resmin değil, gerçekliğin gölgelerini düşünmeye dönmesi süreci ve yeni görme becerisini matematiksel bilimler yardımıyla aşamalı olarak edinme, ruhun ideal varlık düşüncesine yükselmesidir.