banner banner banner
Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan
Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan

Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan
Hasan Yılmaz

Hilafet kurumu tarih sahnesine çıktığından bu yana Müslümanların hayatında ve dünya siyasetinde merkezî bir konuma sahip olmuştur. Hilafetin saltanat yönetiminin etkisinden ve sultan baskısından azade olduğu ilk 30 yılı ise halifeliği anlamada ve anlamlandırmada ilk bakılması gereken dönemdir. Bu dönemde de iktidar kavgaları, türlü siyasi çekişmeler yaşanmış, hatta tüm bunların sonucunda Hz. Ebubekir haricindeki diğer halifeler suikasta uğramıştır. Bir nevi daha sonra yaşanacakların habercisi olan bu gelişmelere karşı raşit halifelerin tutumu, Müslümanlar için her zaman önemini ve örnekliğini korumuştur. Bu bakımdan “Benden sonra hilafet 30 yıldır.” buyuran Hz Muhammed’in, dört halifenin ve çok kısa bir süre halifelik unvanını taşıyan Hz. Hasan’ın hayatı, halifeliğin gerçek mahiyetini anlamada, ilk halifeden günümüze kadar uzanan problemlere cevap bulmada bizlere yardımcı olacaktır.

Hasan Yılmaz

Hz. Muhammed, Halifelik, Dört Halife ve Hz. Hasan

ÖNSÖZ

Tüm zamanların efendisi, ulu önderimiz, “evrenin övüncü bayımız”, şanı yüce peygamberimiz, fahri kâinat efendimizin, dünyaya teşrif edip tüm zamanları karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura, zilletten izzete, isyandan kıyama, cehaletten ilme yönelttiği zaman diliminde, doğu ve batı, kuzey ve güney tam bir başıboşluk, sefillik, aymazlık, cehalet, zulüm, isyan, tuğyan ve şaşkınlık içindeydi.

Teşrifiyle insanlığın feraha erdiği, yeniden insan olmayı hatırladığı ve hatta “fıtrat ayarlarına” dönmeyi idrak ettiği o dönemde insanlık, tabiri caizse sınıfta kalmıştı. Cahiliye Dönemi’nin Arabistan’ında kız çocukları sadece diri diri toprağa gömülmüyor, kız çocuğu doğurma ihtimali olan anneler çöle götürülerek kız çocuğu doğurması hâlinde hazır mezarlarda doğurduğu çocuğuyla birlikte hunharca katlediliyordu. Miladi takvimle milenyumun orta yüzyıllarında dünyanın başka coğrafyalarında da kadınların fıtri özelliklerinin tebarüz ettiği dönemlerde onların ellerinin değdiği “kap kacaklara” dokunmanın caiz olup olmadığı tartışılıyor, onlarla aynı sofraya oturmanın imkânsız olduğuna dair görüşler tezahür ediyordu.

Arabistan dâhil tüm beşeriyetin delalet ve zillet içerisinde kadını hor ve hakir görerek tahkir ettiği bir dönemde peygamberimiz, efendimiz, müjdecimiz; Veda Haccı için Mekke’ye kalabalık bir kervanla ilerlerken kadınların taşındığı develeri süratli ve hoyratça sürerek onların sarsılmasına ve rahatsızlığına yol açan Habeşli köle Enceşe’ye taşıdıklarının kıymetini, asaletlerini, zarafetlerini vurgulamak için “Enceşe! Kristallere iyi davran!” diyerek kendisine dünyada sevdirilen üç güzellikten kadının kendi döneminde ve kendisinden sonra da tüm devirlerde statüsünü tayin etmiştir. (“Hadislerle İslam”, 1 Baskı, Ankara 2013, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Cilt 1, Sayfa 107)

“Kureyşli kuru ekmek yiyen bir kadının” çocuğu olan ulu önderimiz, peygamberimiz, efendimiz, vahye muhatap olduğunda bir kadının, bütün kadınların kıskandığı Hatice validemizin müşfik kollarına sığınıyor, şefkati onun kollarında buluyor ve ilk olarak onun tarafından peygamberliğine iman ediliyordu.

Bütün kelimelerin, bütün cümlelerin, bütün naatların, bütün kasidelerin, bütün şiirlerin, bütün övgülerin, bütün takdim ve takdislerin yetersiz kaldığı peygamberimiz, efendimiz 23 yılda, dünyayı tüm zamanlar boyunca aydınlatacak bir dinî öğretiyi “yaşayan Kur’an” olarak vazettikten sonra “Dünyada ebediyen kalmakla Rabb’ine dönmek” arasında muhayyer bırakıldığı hâlde Rabb’ine dönmeyi seçerek bize kıyamete kadar yetecek olan bir aydınlığı, Kur’an’ı, berrak yaşantısını miras olarak bırakmıştır.

Ulu önderimizin, peygamberimizin 23 yıllık nübüvvetinden sonra dünya asla eskisi gibi olamamış ve göz kamaştıran bir medeniyet, bütün ihtişamı ile gelecek bütün zamanları “insanlık teknesinde” yoğurmuştur.

Başka hiçbir medeniyetin hiçbir zaman yanına yaklaşamayacağı düzeyde bir tasavvur, bir âlem fikri, bazen Müslümanlara rağmen gerçek olmuştur.

Son zamanlarda ortaya çıkan “Muhammedsiz İslam” projesi, yeni bir medeniyet inşasına başlayan bütün Müslümanların karşısına çıkan en sinsi, en nobran, en içeriden, en kalleşçe projelerden biridir.

Türkiye’de önceleri Fazlur Rahman’ın sinsi fikirleri ile başlayan bu cereyan, daha sonraları Tel Aviv-Londra-Washington merkezli Fethullah Gülen hareketi tarafından uygulanmaya başlamıştır.

Türkiye’de ki Risale-i Nur hareketini bu bağlamda dikkatlice değerlendirmekte büyük fayda vardır.

Türkiye’de yeni kurulan Cumhuriyet ideolojisinin kendine hasım olarak bellediği dine karşı hunharca -ve özellikle tek parti döneminde ortaya çıkan- davranışlar, Said-i Nursi’nin ön plana çıkmasına ve isminin kamuoyuna mal olmasına yol açtı.

Bugün Fethullah Gülen’in narsist kişilik bozukluklarının ve belagatli dinî retorik yönteminin kökeni esas olarak Said-i Nursi’ye dayanmaktadır.

“Emirdağ Lahikası” isimli kitabında Said-i Nursi kendisine sorulan bir soruyu cevaplarken şöyle der:

Mühim Bir Suale Hakikatli Bir Cevaptır

Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki:

“Mustafa Kemal’in sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkiyeye, Şeyh Sünusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun!” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki:

“Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye alet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim; eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helal ederim!” (“Emirdağ Lahikası 1”, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2010, Sayfa 8)

Risale-i Nur hareketinin önde gelen kurumlarından Suffa Vakfı ve Feyyaz Bilim ve Gelişim Derneğinin desteklediği http://www.sorularlarisale.com sitesinin “Nurcu anlayışın” Kur’an okunmasına dair yaklaşımını ortaya seren ibretlik bir soru ve cevabı şu şekildedir:

Soru: “Risale-i Nur’u anlamıyoruz, Kur’an-ı Kerim meali okunsa yeterli olmaz mı?” diyenlere nasıl cevap vermeliyiz? Yalnızca meal okumak sakıncalı mıdır?

Cevap: Kur’an-ı Kerim, sadece mealle anlaşılabilecek bir kitap değil. Çünkü Kur’an’da bulunan yüzlerce müteşabih ayet, İslam âlimlerinin Kur’an ve hadis ışığında yaptıkları yorumlarla ancak tam olarak anlaşılabilir. Kısa bir meal bu manayı veremez. Resulullah’tan (sav) bu yana yaklaşık dört yüz bin tefsir yazılmış, bu tefsirler bile Kur’an’ı tam açıklamaktan acizdir.

Çünkü Kur’an, dibi olmayan bir deniz, okyanus gibi olduğundan ancak bu ilimde rusuhiyet peyda eden müfessirlerin yardımıyla anlaşılabilir. Kur’an meali sadece bizlere dar bir bakış açısı vermekten öteye geçememekte. Birçok anlamamız gereken manalar örtülü kalmaktadır. Tabii “hiç meal okumayalım” demiyoruz. Elbette meal okunmalı ama sadece mealle yetinilirse birçok Kur’anî bilgiden de mahrum kalınacağı unutulmamalıdır. Kur’an’ın tam tercüme edilemeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Beşinci Söz’de ifade buyurmuş.

Bugünden düne “flashback” yaparsak dünü daha iyi anlayabilir ve yarını Kur’an’ın kutlu ışığında Allah’ın rızasına uygun yaşayabiliriz.

Peygamber Efendimiz’in vefatı ile birlikte başlayan iktidar kavgası, dönemin otoritesi Hz. Ebubekir’in yaşlılığı yüzünden itibar görmesi ve Cenab-ı Peygamber’e yakın bir şahsiyet olması sayesinde uhuletle yatıştırılır. Hz. Ebubekir’in kısa süren hilafetinde kayda değer problemler yaşanmaz. Vefatından sonra hilafete gelen diğer üç halifenin hem dönemleri hem de hayatları için ise aynı şey söylenemez.

Hz. Ömer (634-644), Farisi bir köle olan ve azmettirilen süfli ve de sefil Ebu Lüle tarafından suikasta uğrayarak sabah namazında; Hz. Osman (644-656), şaki ve bağiler tarafından muhasara altında su gönderilmesine dahi müsaade edilmeyen, hunharca bir saldırıya uğradığı evinde Kur’an okurken; Hz. Ali (644-661), Haricî suikastçılardan Abdurrahman b. Mülcem isimli bir alçak tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında yaralanmasıyla birkaç gün içerisinde vefat etmiştir.

Hulefa-i Raşidin içinde en uzun süre halifelik görevini üstlenen Hz. Ali, hilafet döneminde bir gün bile rahat nefes alamamış, haricî ve dâhilî İslam düşmanları ile yoğun bir mücadele içerisine girmiştir.

Hz. Ali’nin vefatı ile Şam’da yerleşik tiranın iktidarının tahkimi, Hz. Hasan’ın zehirlenmesi ile başlamıştır. Oğlu Yezid’in, tarihin en büyük katliamlarından biri olan Kerbela faciasında, Hz. Hüseyin’i hunharca, adice ve bayağı bir şekilde şehit etmesi de İslam tarihinde iktidar kavgasının en müşahhas örneklerinden biridir.

Seçilmiş halife Hz. Ali’ye sinsi planları nedeniyle biat etmeyen Muaviye, Dört Halife Dönemi’nde görevden uzaklaştırılan tüm yöneticileri ve menfaat gruplarını Şam’da toplayarak Medine yönetimine karşı önce muhalefet, ardından da isyan etti.

Bu ilk fitne döneminin ardından halifelik müessesesi hızla bir iktidar aygıtına dönüştürülmüş ve bir kısım halifeler döneminde pek çok olumsuzluk yaşanmıştır.

Bu kitap “Halifeler” başlıklı 6 kitaptan oluşan serinin ilkidir.

Bugün yaşadıklarımızın temeli olan “halifeler tarihi”, önemli hakikatleri gün yüzüne çıkarmayı gaye edinmektedir.

    Yasin Topaloğlu
    Mart 2016, Ankara

HZ. MUHAMMED

Arabistan Yarımadası sıcak iklime sahip, geniş çöllerle kaplı bir bölge olduğundan, tarım ve hayvancılığa elverişli yerleşim yerleri azdır. İslamiyet öncesi Arap Yarımadası’nda göçebe olarak hayatlarını süren Araplar, atalarının âdetleri ve inançları üzere yaşıyorlardı. Ticaretin şehirlerde yaşayanlar için geçerli olduğu bölgede, çölde yaşayan büyük çoğunluk çapulculuk yapardı. Yağma ve çapulculuk, özellikle yoksulluktan bunalan bedeviler için normal rızık yollarından biri idi. Birçoğu da fuhuş yaptırarak, özellikle de diğer kabilelerden esir aldıkları kadın ve kızları bu çirkin işlerde çalıştırarak para kazanıyorlardı.

İslam öncesi örgütlenme biçimleriyse aile bağlarını önceleyen kabile sistemi idi. Kabile, bir Arap’ın her şeyi idi. O nedenle soyculuk aralarında çok yaygındı. Kabile, diğer kabilelere karşı üyelerinin her türlü eylemlerinden sorumluydu. Bu nedenle, kendisine kimlik veren, güvenliğini sağlayan kabilesi için bir Arap hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Birbirlerine karşı kabileleriyle övünürlerdi. Kabile; fertlerini aşırı gittikleri zaman cezalandırır, gerekirse kabile dışı ilan ettiği gibi, başka kabileden kendilerine sığınan birisini de himayesi altına alabilirdi.

Özel mülkiyetin olmadığı bu sistemde kabilenin ileri gelenlerinden oluşan bir meclis vardı. Önemli kararlar bu mecliste alınırdı. Mekke’yi, kabilelerin temsilcilerinden oluşan bir meclis yönetiyordu. Mecliste, yetkileri babadan oğula geçen on kabile lideri bulunuyordu. Genelde en çok mal ile çocuğa sahip bulunan ve kabilenin yaşça da en büyüğü olan kişi kabilenin başkanı olurdu. Otlaklar, su başları, hatta yer yer sürüler kabilenin ortak malı durumundaydı.

Coğrafi konumu gereği, Mekke’de oturanlar çoklukla ticaretle, Medine gibi yerleşim merkezlerinde oturanlar ise ziraatla uğraşırlardı. Kervan yolları üzerinde olması nedeniyle Mekke’nin stratejik bir önemi vardı. Bu nedenle Mekke’de hatırı sayılır zenginler oluşmuştu. Kışın Yemen’e, yazın Şam’a ticari seyahatler yapılırdı. Mekke’nin en canlı olduğu dönem, kabileler arası savaşın yasaklandığı ve günümüzde üç aylar denilen dönem idi. Bu dönemde kabileler hac görevini ifa etmek için Mekke’ye geliyor ve ticaret yapıyorlardı. Bu dönemde Arap Yarımadası’nda suç oranları en düşük seviyeye iniyordu. Kölelik sisteminin olduğu bu dönemde köleler üretimden çok ev işlerinde, kervanların korunmasında çalıştırılıyor ve cariye olarak kullanılıyordu.

Tüccarlar vasıtasıyla Yahudilik ve Hristiyanlık gibi semavi dinlerin girdiği Arabistan Yarımadası’nda, yaygın olan inanç biçimi puta tapıcılıktı. Bunların yanı sıra, kayda değer ağırlıkları olmasa da Yemen’de ve Şam çevresinde yıldızlara tapınanlar vardı. Bahreyn, İran ve Irak’ta Mecusi denilen, ateşe tapan insanlar yaşıyordu.

Taştan, ağaçtan veya yiyecek maddelerinden yaptıkları putlarından, sıkıntılı durumlarda yardım isteyen Araplar, Kâbe’yi de onların etrafında tavaf etmek, onlara secde etmek, kurban kesmek için ziyaret ederlerdi. Önemli bir işe başlamadan veya bir yolculuğa çıkmadan önce Kâbe’yi ziyaret edip, onlara kurban keser ve başladıkları işin nasıl sonuçlanacağını öğrenmek için fal okları çekerlerdi.

Yahudiler, Hristiyanlar ve Hanif inancında olanlar dışında o dönemin Arapları, öldükten sonra hayata inanmazlardı.

Kadının adının olmadığı o dönemde bir erkek istediği kadar kadınla evlenir, istediği zaman onu boşardı. İki kız kardeşle aynı anda evlenme, üvey anne ile evlenme gibi âdetlerin olduğu o dönemde, kocası ölen kadın, üvey oğullarına miras olarak kalırdı. O dönemde yaşayan Arap, karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini kadının üzerine atar, bu suretle mehir vermeye lüzum kalmadan, o kadın onun karısı olurdu.

Ekonomik ve sosyal nedenlerle kadının adının olmadığı o dönemde kız çocukları da ayıplı görülür, doğumlarından utanç duyulurdu. Bir aile, erkek çocuğunun çokluğu oranında kendini güçlü hissettiği için kız çocukları tüketici ve zayıflatıcı bir birey olarak görülürdü. Erkekler gibi çalışıp kazanamadığı, bir saldırı anında düşman kabilelerin eline esir düşecekleri, tecavüze uğrayıp fuhuş yaptırılacakları gibi düşüncelerle kız çocukları olunca çok kızarlardı. Bedevi Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına yünden örülmüş bir cübbe giydirerek onlara deve, koyun sürülerini güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise bazen doğar doğmaz öldürürler, bazen de altı yaşlarına geldiğinde onu, güzel elbiseler giydirip akrabalarına götüreceklerini söyleyerek, çölde önceden hazırladıkları çukura atar, üstünü toprakla örterlerdi. Doğar doğmaz öldürecekleri zaman da doğum yapmak üzere olan kadın bir çukur kazar, orada doğum yapar, doğan çocuk kız ise o çukura gömer, erkek ise alır büyütürdü.

İslam öncesinde Arap toplumunda kumar düşkünlüğü ve alkol tüketimi çok yaygındı. Herkes kumar oynayamazdı. Kumar oynamak için kabilenin ileri geleni ve zengini olmak gerekiyordu.

Asabiyesi yüksek olan Arap toplumunda cömertlik, yardımseverlik, yiğitlik, komşu haklarını gözetme gibi iyi âdetler olsa bile kan davası da çok yaygındı. Bazen sudan sebeplerle başlayan kabile savaşları kırk yıl boyunca devam edebiliyordu.