banner banner banner
Antikacı Dükkânı
Antikacı Dükkânı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Antikacı Dükkânı

Antikacı Dükkânı
Charles Dickens

Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens´ın en sevilen ve okunan eserlerinden biri olan Antikacı Dükkânı, ilk olarak 1840-1841 yıllarında bir dergide yayımlanmış, daha sonra da 1841´de kitap olarak basılmıştır. Romanda, küçük Nell ve büyük babasının evlerini terk etmek zorunda kalarak çıktıkları yolculuğun giderek bir macera hâlini alması ve başlarından geçenler sürükleyici bir üslupla dile getirilmiş. Dickens´ın, karakter yaratmaktaki başarısı burada da kendini göstermiş, özellikle o yılların İngiltere´sindeki işçilerin durumunu son derece gerçekçi bir şekilde resmetmiştir: Yoksulluk, ağır çalışma şartları… Romandaki bir diğer göze çarpan unsur, Dickens´ın ana karakterler kadar yan karakterlere de kusursuzca ruh ve beden yani hayat vermesidir. Bu romanı okuyanlar, en az Nell ve büyük babası kadar, Quilp ve karısının da zihinlerinde silinmez izler bıraktığını göreceklerdir.

Charles Dickens

Antikacı Dükkânı

ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER

Olay ondokuzuncu yüzyıl başlarında İngiltere’de geçer.

1

Yaşlı bir adam olmama rağmen, yürüyüş yapma zamanım genellikle gecedir. Evet, yazın sabahları erkenden evden çıkar, bütün gün kırlarda, sokaklarda dolaşırım, hatta günlerce, haftalarca ortalıkta gözükmem; ancak, köyde bulunduğum zamanlar bir yana, hava kararmadan dışarı çıktığım da pek olmaz. Öyleyken, yine de, Tanrı’ya şükürler olsun, yeryüzünün aydınlığını da herhangi bir canlı yaratık kadar sever, bu aydınlığın dünyaya sağladığı neşeyi içimde duyarım.

Bu alışkanlığı da farkına varmadan, hem benim ciddiyetime yakıştığı için, hem de sokakları dolduranların huyları, uğraştıkları işler üzerinde incelemeler yapmama daha büyük imkân sağladığı için ediniverdim. Gün ortasının o parlaklığı, telaşı benimkisi gibi aylakça gezinmelere pek uygun düşmez. Gelip geçenlerin yüzlerini bir sokak lambasının ya da bir pencereden sızan ışığın altında şöyle bir görüvermek benim amaçlarıma o yüzleri güpegündüz görmekten daha uygun düşer. Ayrıca da, doğrusunu söylemek gerekirse, bu konuda gece gündüzden daha anlayışlıdır. Gündüz ise, çoğu zaman, havada yaratılmış bir şatoyu daha yapımı tamamlanır tamamlanmaz apar topar, hiç de pişmanlık duymadan yıkıverir.

Şu devamlı gidiş gelişler, şu hiç bitmek tükenmek bilmeyen huzursuz ayakların o kaba taşları yumuşatıp parlatan, kayganlaştıran şu ardı arkası kesilmeyen çiğneyişleri yok mu! Darda yaşayanların bunları dinlemeye nasıl olup da dayanabildikleri şaşılacak şey değil mi? Saint Martin Avlusu gibi bir yerde oturan hasta bir adamı düşünün. O acıları, yoğunluğu arasında, her şeye rağmen bir çocuğun ayak sesini büyüğünkinden, bir dilencinin sallapati yürüyüşünü çizmeli zengininkinden, bir aylağın yürüyüşünü iş güç sahibi adamınkinden, kanunsuzun avare adımlarını eğlence aramaya çıkmış olanın acele adımlarından ayırt etmeye çalışmaktadır. Bu adamın kulaklarından hiç eksik olmayan o homurtuyu, gürültüyü, onun bütün o huzursuz düşleri arasından hiç durmadan akıp gidecek olan hayat selini düşünün! Sanki bu adam ölmüş olarak, yine de bilincini kaybetmeden gürültülü bir kilise avlusunda yatmaktadır, yüzyıllar boyunca da huzura kavuşma umudundan yoksundur.

Sonra da köprülerden –yani hiç değilse geçiş ücreti alınmayanlardan– gelip geçen o ahali. Güzel akşamlarda birçoğu durur, ilgisiz bir tavırla aşağı bakıp suyun uçsuz bucaksız denizle birleşinceye kadar, gittikçe genişleyen yeşil kıyılar arasından akıp gittiğini belli belirsiz fark eder.

Bunların kimisi ağır yük taşırken azıcık dinlenip parmaklıktan aşağıya baktığı sırada, bir insanın hayatının çubuğunu tüttürüp havailikle geçirmesinin, ağır aksak giden can sıkıcı bir kadırgada güneşten kızışmış bir muşambanın üzerine yatıp uyumanın katıksız mutluluk olması gerektiğini düşünür. Kimisi de yani ötekilerden daha ağır yükler taşıyan şu iyicene ayrı bir sınıfın insanları da suda boğulmanın zor bir ölüm şekli olmadığını, tersine, kendini öldürme türleri arasında en kolayı, en iyisi sayıldığını vaktiyle duymuş ya da okumuş olduklarını hatırlarlar.

Şafak sökerken de Covent Garden Pazarı… Baharda ya da yazın, tatlı çiçeklerin güzel kokuları ortalığa yayılıp gecenin o yarım kalmış sefahat deresini bile bastırır, bütün gece kafesi çatı penceresinin önünde asılı duran o üzgün ardıç kuşunu bile sevinçten yarı çılgına döndürür. Zavallı kuşcağız! Öbür küçük tutsaklarla akraba olan tek komşu! Onların kimisi, sarhoş alıcıların sıcacık elleri içindebüzülmüş, daha şimdiden, bitkin, yolun üzerinde yatmaktadır; kimisi de yakın temastan terlemiştir, daha aklı başında kimseleri memnun edebilmek için kendilerine su verilip tazelenme zamanının gelmesini beklemektedir; işe giderken yolda yanlarından geçecek olan yaşlı memurlar bağırlarını kır hayalleriyle dolduran şeyin ne olduğunu merak edeceklerdir.

Neyse, maksadım yürüyüşlerimi uzun uzadıya anlatmak değil. Anlatmak üzere olduğum hikâye bu gezilerden birinde doğdu; işte ben de bu gezileri bir ön söz gibi anlattım.

Bir akşam, şehrin içinde dolaşmış, aklımdan bir sürü şey geçirerek, her zamanki yolumda ilerliyordum. Bu sırada bir soruyla karşı karşıya kaldım ki, bunun anlamını birdenbire kavrayamamıştım. Sorunun bana sorulduğunu, beni pek duygulandıran tatlı bir sesle konuşulduğunu anlayınca, arkama döndüm. Dirseğimin dibinde, güzel, küçük bir kız vardı. Bulunduğumuz yerden enikonu uzakta bulunan bir yere nasıl gidileceğini soruyordu.

– O dediğin yer buradan pek uzakta, yavrucağızım, dedim.

Kız ürkekçe:

– Onu biliyorum, efendim, diye karşılık verdi.

– Ne yazık ki buradan çok uzakta olduğunu biliyorum, çünkü daha bu gece oradan geldim.

Biraz da şaşarak:

– Tek başına mı? diye sordum.

– A, evet. Bunun ziyanı yok ama şimdi yolumu kaybettim diye biraz korkuyorum.

– Peki, yolunu niçin bana sordun? Ya sana yanlış bir yolu tarif edersem?

Küçük yaratık:

– Böyle bir şey yapmayacağınıza eminim, dedi.

– Siz öyle yaşlı bir beysiniz ki, öyle de yavaş yürüyorsunuz ki! Bu yalvarmadan, yalvarışın çocuğun berrak gözüne yaş getirip yüzüme bakarken narin vücudunu titreten şiddetinden ne derece etkilendiğimi anlatamam.

– Gel, dedim.

– Seni oraya götüreyim.

Çocuk sanki beni beşikten beri tanıyormuş gibi büyük bir güvenle elini elime verdi, birlikte zahmetle yürümeye koyulduk. Küçük yaratık adımlarını benimkilere uydurmaya çalışıyordu. Benim onu korumamdan çok, kendisi yol gösterip beni korumaya çalışıyormuş gibi de bir tavır takınmıştı. Sanki onu aldatmadığımdan emin olmak istiyormuş gibi arada sırada bana kaçamak bir göz attığının da farkındaydım. Üstelik, bu pek keskin, zeki bakışlar her seferinde küçük kızın güvenini artırıyor gibiydi.

Kendi hesabıma benim de merakım, ilgim hiç değilse çocuğunkine eşitti: Evet, o minicik, narin vücudu çocuğun görünüşüne garip bir şekilde gençlik havası veriyordu ama o yine de çocuktu. Pek hafif giyinmişti; öyleyken, üstü başı pek derli topluydu, bir tek fakirlik ya da ihmal işareti yoktu.

– Seni tek başına bu kadar uzağa kim yolladı? diye sordum.

– Bana çok iyi davranan biri yolladı, efendim.

– Peki, ya sen ne yapıyordun?

Çocuk:

– İşte bunu söyleyemem, dedi.

Bu sözlerde öyle bir hava vardı ki elimde olmayarak küçük yaratığa şaşkın şaşkın baktım; onun böyle sorguya çekilmeye de hazırlıklı olmasını sağlayan görev neydi acaba? Zeki bakışları düşüncelerimi okumuş gibiydi. Göz göze gelince, yaptıklarında bir kötülük bulunmadığını, ancak bunun büyük bir sır, hem de kendisinin bile bilemediği büyük bir sır olduğunu söyledi.

Bu sözler bir kurnazlık ya da kandırıcılık havasıyla değil gerçeği yansıtan şüphe götürmez bir içtenlikle söylenmişti. Önceki gibi yoluna devam etti. İlerledikçe benimle daha dost oluyor, neşeli neşeli konuşuyordu; yalnız,evi hakkında da yeni bir yolu izlediğimizi belirtmekten başka bir şey söylemedi, bunun kısa bir yol olup olmadığını sordu.

Biz böyle giderken içimden bu bilmeceye yüzlerce çözüm buldum, her birini de tek tek silkip attım. Merakımı gidermek için çocuğun saflığından ya da minnet dolu duygularından yararlanmak beni gerçekten utandırmıştı. Ben bu küçük insanları severim; Tanrı’dan böylesine yeni kopmuş olan bu insanların bizi sevmesi pek de basit bir şey değildir. Başlangıçta onun bana güvenmesinden kıvanç duyduğum gibi bunu hak etmeye, onun bana güvenmesini sağlayan Yaradan’a hamdetmeye karar verdim.

Yalnız, bu küçücük kızı düşüncesizce, gece vakti, yapayalnız bu kadar uzağa gönderen kimseyi görmekten kaçınmam için de bir neden yoktu. Üstelik, kızcağızın evine yaklaşmış olduğunu sezinleyince vedalaşıp beni bu fırsattan yoksun bırakması da mümkündü; onun için, en sık kullanılan yollar yerine en karışıklarını seçtim. Böylece, küçük kız da gideceği sokağa varıncaya kadar nerede bulunduğunu anlayamadı. O sokağa gelince, sevinçle ellerini çırpıp biraz önümden koştu, ben yanına varıncaya kadar basamaklarda bekledi, yanına gidince de kapıyı vurdu.

Bu kapının bir kısmı camdı, pancurla da korunmamıştı; ancak, ortalık iyice karanlık, sessiz olduğu için, baştan ben bunu fark edemedim. Çocuk gibi ben de çağrıya hemen karşılık verilmesini istiyordum. Kız, iki üç kere kapıyı vurduktan sonra, içeriden biri geziniyormuş gibi sesler geldi; en sonunda, camda soluk bir ışık belirdi.Işığı tutan kimse, oraya buraya dağınık bir şekilde konmuş eşyanın arasından geçmek zorunda kaldığı için, ağır ağır yaklaşmış, gelenin ne cins bir insan, geldiği yerin de ne biçim bir yer olduğunu anlamama fırsat vermişti.

Uzun kır saçlı, ufak tefek bir adamdı bu. O ışığı başının üstünde tutarken ben de yüzünü, yapısını rahatça görebildim. Yaşla pek çok şey değişmiş olmasına karşın zayıf, narin yapısında çocukta da dikkatimi çeken o çelimsiz hamurun havasını sezinledim. İkisinin de parlak mavi gözlerinin eş olduğu şüphesizdi; yalnız, adamın yüzü öyle kırışıklarla, tasayla doluydu ki ikisi arasındaki benzerlik burada bitiveriyordu.

Adamın rahatça gezindiği yer ise bu şehrin sapa köşelerine sıkışmış eski, merak uyandırıcı eşyanın bulunduğu dükkânlardan biriydi. Küflü hazineler kıskançlık, güvensizlik yüzünden halkın gözünden uzak tutulup saklansın diye bu dükkânlara getiriliyordu. Orada burada zırhlı hortlaklar gibi duran çeşitli kıyafetler vardı; en akla, hayale gelmez yerlerden getirilmiş inanılmaz derecede güzel oymalar, değişik türlerde paslanmış silahlar, çiniden, tahtadan, demirden kırık dökük şekiller, modeli ancak rüyalarda çizilebilecek cinsten halılar, garip eşyalar vardı. Ufak tefek yaşlı adamın bitkin hâli de bulunduğu yerle pek güzel bağdaşmıştı. Adamcağız eski kiliseleri, mezarları, yüzüstü bırakılmış, evleri araştırıp bütün bu kırık dökük şeyleri kendi elleriyle toplamış olabilirdi. Bu koleksiyonda adamla uyuşmayan bir tek şey yoktu; kendisinden daha yaşlı, daha eski görünen bir tek eşya yoktu.

Adam, anahtarı kilidin içinde döndürürken, beni biraz da şaşırarak gözden geçirdi; benden sonra yol arkadaşıma bakarken de şaşkınlığı geçmedi. Kapı açılınca çocuk adama: “Dede” dedi, arkadaşlığımızın hikâyesini anlattı.

Yaşlı adam kızın başını okşayarak:

– Hay Allah! Nasıl oldu da yolunu kaybettin! Ya ben seni kaybetseydim, Nell? dedi.

Çocuk cesaretle:

– Ben sana dönecek yolu bulurdum, dede, dedi.

– Sen hiç korkma.

Yaşlı adam kızı öptü, sonra bana döndü, içeri girmemi rica etti. Kapı kapanmış, kilitlenmişti. Elindeki lambayla önden yürüdü, daha önce dışarıdan gördüğüm evin içinde bana yol gösterdi. Arkada küçük bir oturma odasına girdik. Dolaba benzer bir yere açılan küçük bir kapı daha vardı. Orada öylesine küçük, öylesine zevkle düzeltilmiş bir yatak duruyordu ki, içinde ancak bir peri yatabilirdi. Çocuk lambayı aldı, yaşlı adamla beni yalnız bırakıp, bu küçük odaya girdi.

Adam ateşin yanı başına bir koltuk koyarken: