Cüce başını salladı. Dick Swiveller de geri çekildi, o da başını salladı. Sonra biraz daha geriledi, yine başını salladı; bu böyle sürüp gitti. Böylece de, gitgide kapıya vardı; orada cücenin ilgisini çekip, dilsiz oyunuyla, ona en büyük güveni, en dokunulmaz sırdaşlığı verdiğini anlatmak üzere, büyük bir gümbürtüyle öksürdü. Bu düşüncelerin açığa vurulması için gerekli o ciddi pantomimi oynadıktan sonra arkadaşının izinden yürüdü, kayboldu.
Cüce, ekşimiş suratla, omuzlarını silkerek:
– Hınğh! yaptı. Sevgili akrabalarla bu kadar uğraşmak yeter! Çok şükür, ben hiçbir akraba tanımıyorum. Yaşlı adama dönerek ekledi, kamış kadar zayıf, duygusuz olmasaydınız, sizin de tanımanıza ihtiyaç yoktu.
Yaşlı adam çaresizlik, umutsuzluk içinde:
– Ne yapmamı isterdin? diye sordu. Laf edip alaya almak kolay. Ne yapmamı isterdin?
Cüce:
– Sizin yerinizde olsaydım ne mi yapardım? diye sordu.
– Hiç şüphesiz korkunç bir şey yapardın.
Küçük adam besbelli bunu düşünmüş olsa gerekti, çünkü bu övgüden pek hoşlanmış gibi:
– Bakın, burada haklısınız, dedi, pis ellerini ovuştururken şeytan gibi sırıttı. Bizim hanıma, şu güzel Bayan Quilp’e, itaatli, ürkek, sevgi dolu Bayan Quilp’e sorun. Bunu dedim de aklıma geldi.
– Kadını yalnız bıraktım. Beni merak eder, ben eve dönünceye kadar da bir an bile huzur nedir bilmez. Hoş, ben cesaret verip, serbestçe konuşabileceğini belirtmedikçe kendisi bunu söylemeye cesaret edemez ama ben yokken hep bu durumda olduğunu biliyorum, kendisine de kızacak değilim. Ah, o iyi yetişmiş Bayan Quilp yok mu!
Bu yaratık hiç durmadan ağır ağır ellerini ovuştururken o dev kafasıyla, küçücük gövdesiyle pek korkunç görünüyordu. Bu basit davranışında, dağınık kaşlarını indirişinde, çenesini havaya uzatışında, gizli bir sevinçle yukarı bakışında bile şeytanın taklit etmek isteyeceği, kendine mal edeceği inanılmaz bir hava vardı.
Elini göğsüne götürüp konuştukça yan yan yaşlı adama doğru giderek:
– İşte, dedi. Altın olduğu için, Nell’e göre de pek büyük, ağır sayılacağı için, bir kaza çıkmasın diye bunu kendim getirdim. Yalnız, zamanla onu da bu çeşit yükleri taşımaya alıştırmalı, komşu, çünkü sen ölünce o da ağırlık taşıyacak.
Yaşlı adam iniltiyi andıran bir sesle:
– İnşallah taşıyabilir, dedi.
Cüce, adamın kulağına yaklaşarak:
– İnşallah mı, komşu? dedi. Bütün bu ganimetin hangi yatırıma harcandığını biliyorum. Ne var ki sen derin bir adamsın, sırrını da iyi saklıyorsun.
Öbürü yorgun bir hâlle:
– Sırrım mı? dedi. Evet, haklısın. Ben… Ben onu iyi saklıyorum… Çok iyi saklıyorum.
Yaşlı adam başka bir şey söylemedi, parayı alıp ağır, kararsız bir adımla oradan uzaklaştı. Yorgun, kırgın bir adam gibi elini başına götürdü. O, küçük oturma odasına gidip, parayı ocağın üzerindeki demir kasaya kilitlerken cüce de dikkatle onu seyretti. Biraz düşündükten sonra da acele etmezse, eve döndüğü zaman Bn. Quilp’i nöbet içinde bulacağı aklına gelince, gitmeye hazırlandı.
– Böylece, yüzümü evden yana çeviriyorum, komşum. Nelly’ye sevgilerimi bırakıp bir daha da yolunu kaybetmemesini diliyorum. Hoş, böyle yapmakla bana hiç de umulmadık bir onur kazandırdı ya, neyse.
Bu sözlerden sonra, başını eğdi, yan gözle bana baktı. Sonra, görme sınırı içinde kalan her şeyi, ne kadar küçük, önemsiz olursa olsun, iyice görüp anladığını belirten zekice bir bakışla yoluna gitti.
Ben de birkaç defa gitmeyi denemiştim ama yaşlı adam, hep buna karşı koyup, kalayım diye yalvarmıştı. Yalnız kalınca da yalvarmalarını tekrarlayıp daha önceki buluşmamız için de bol bol teşekkür edince ben de isteyerek, onun ricasına uyup oturdum, önüme koyduğu birkaç garip şekilli minyatürü, eski madalyayı inceliyormuş gibi yaptım. Beni kalmaya razı etmek için pek baskıya ihtiyaç yoktu, çünkü ilk gelişimde merakım uyanmışsa şimdi de kaybolmamıştı.
Çok geçmeden Nell de yanımıza geldi. Elindeki nakışı masanın üzerine koydu, dedesinin yanına oturdu. Odadaki taze çiçekleri, kafesini gölgeleyen yeşil dallı evcil kuşu seyretmek, bu eski kasvetli evin içinde hışırdayıp çocuğun çevresinde toplanan tazelik, gençlik soluğunu duymak çok hoştu. Kızın güzelliğinden, inceliğinden uzaklaşıp yaşlı adamın kamburlaşmış gövdesini, tasayla yıpranmış yüzünü, bezgin hâlini görmek merak uyandırıcıydı ama pek de hoş değildi. Adam daha zayıflayıp hâlsizleşince bu yapayalnız küçük yaratığın hâli ne olacaktı! Evet, adam kötü bir koruyucuydu ama diyelim ki oluverdi, kız ne olacaktı?
Yaşlı adam elini kızın eline koyup şunları söylerken aşağı yukarı benim de düşüncelerime karşılık vermiş oldu:
– Daha mutlu olacağım, Nell. Seni de iyi bir kısmet bekliyor olmalı. Bunu kendim için değil, senin için istiyorum. Yoksa, senin şu günahsız başın öyle sıkıntılara girebilir ki! Bunu aklıma getirdikçe, en sonunda kısmetinin açılacağına inanmamazlık edemiyorum.
Çocuk neşeyle adamın yüzüne baktı ama hiçbir karşılık vermedi.
Yaşlı adam:
– O kısacık hayatının birçok yılını benimle yalnız geçirdin, diyordu. Tekdüze bir hayat yaşadın, kendine yaşıt hiç kimseyi tanımadın, çocukça eğlencelerden yoksun kaldın, seni bu hâle getiren bir yalnızlık içinde kaldın, yaşlı bir adamdan başka kimse tanımadın. Bunları düşündükçe, sana çok eziyet etmiş olmaktan korkuyorum.
Kızcağız, büyük bir şaşkınlıkla:
– Dede! diye bağırdı.
– İsteyerek değil… Hayır, hayır, hayır! Hep senin en neşeli, en güzel insanlarla kaynaşacağın, en iyiler arasında yer alacağın günleri bekledim. Hâlâ da bekliyorum, Nell, hâlâ da bekliyorum. Ya bu arada seni bırakmak zorunda kalırsam! Seni dünyanın dertlerine alıştırdım mı acaba? Şu kuşcağız neyse sen de osun! Hişt, dışarıdan Kit’in sesi geliyor. Onun yanına git, Nell, onun yanına git.
Çocuk kalktı. Telaşla giderken duraladı. Geri döndü, kollarını dedesinin boynuna doladı. Sonra, onu bırakıp, yine telaşla uzaklaştı. Bu sefer, gözlerinden akan yaşları gizleyebilmek için daha da hızlı gitti.
Yaşlı adam telaşlı bir fısıltıyla:
– Kulağınıza bir şey söyleyeceğim, efendim, dedi. Geçen akşam söylediklerinizden huzurum kaçtı. Her şeyi ancak iyi niyetle yaptığımı şimdi de ileri sürebilirim, elde olsa bile, geriye dönebilmek için geç kaldığımı söyleyebilirim… Ki bunu da yapamam ya. Yine de zafere ulaşmayı umduğumu belirtebilirim. Her şey onun iyiliği içindir. Ben yoksulluktan çok çektim; yoksulluğun getirdiği acılardan onu korumak isterim. Annesini, yani benim sevgili yavrumu, genç yaşta mezara götüren o acılardan torunumu korumak isterim. Ona, kolayca tükenecek kadar değil de ömrü boyunca eksiklerden uzak tutacak kaynaklar bırakmak isterim. Dinliyor musunuz, efendim? Onun, birkaç kuruşu değil, serveti olacak… Şişt! Şimdi de başka zaman da bundan fazlasını söyleyemem… İşte oda yine geldi.
Bütün bunların kulağıma dolduruluşu, kolumu tutan titrek el, bana dikilen üzgün, şaşırtıcı gözler, o çılgın, acı dolu tavırları beni şaşkınlıklar içinde bırakmıştı. Bütün duyduklarım, gördüklerim, kendisinin anlattıklarının büyük bir kısmı beni onun zengin bir adam olduğunu düşünmeye yöneltmişti. Adamın huyunu suyunu anlayamamıştım ama bence kazancı hayatlarının tek amacı olarak kabul edip büyük kazanç elde etmeyi başaran, yine de hep sefalet korkusu içinde işkence çeken, kayıplara uğrama, mahvolma korkuları içinde çırpınan o berbat insan taslaklarından biriydi bu adam. Bir türlü anlayamadığım sözleri bu düşünceyle gözden geçirdikten sonra, onun da bu mutsuz kişilerden biri olduğu inancına vardım. Buna hiç şüphe yoktu.
Bu inanç aceleyle düşünmenin bir sonucu değildi; çünkü, o sırada buna fırsat olmamıştı: Çocuk hemen geri dönmüş, Kit’e yazı dersi vermek üzere hazırlığa başlamıştı. Anlaşıldığına göre, Kit haftada birkaç defa ders alıyordu, o gece de ders gecesiydi. Bu dersler öğretmene de öğrenciye de büyük bir sevinç, neşe vermekteydi. Kit, salonda, yabancı bir beyin karşısında oturmayı nasıl ancak uzun bir süre sonra kabul etti; oturduktan sonra da dirseklerini masaya dayayıp nasıl yüzünü iyice deftere yaklaştırdı, satırlara şaşkın şaşkın baktı; nasıl daha kalemi eline alır almaz nasıl saçlarının içine kadar her yanını leke içinde bıraktı; bir harfi doğru yazmışsa başka bir harfi yazmak için hazırlığa girişirken onu nasıl bozdu; her yeni yanlışta Nell’den nasıl körpe bir neşeli çığlık koptu; zavallı Kit kendinden de nasıl içten gelme kahkahalar kopardı; çocuk öğretmeye ne kadar meraklıysa oğlan da öğrenmeye nasıl istekliydi… Bütün bunları anlatmak hiç şüphesiz hak ettiklerinden daha çok yer, zaman alacaktır. Dersin verildiğini, ikindinin geçip akşamın geldiğini, yaşlı adamın yine huysuzlanıp sabırsızlandığını, önceki gibi aynı saatte evden gizlice çıktığını, çocuğun bir kere daha evin kasvetli duvarları arasında yapayalnız kaldığını anlatmak yeter.
Şimdi de, bu hikâyeyi buraya kadar kendi ağzımdan anlatıp kişileri okura tanıttıktan sonra, hikâyenin selameti uğruna, ben ayrılıyorum, eserde sürekli, gerekli yeri olan kişileri, kendi adlarına konuşup davransınlar diye, kendi hâllerine bırakıyorum.
4
Quilpler Tower Hill’de oturuyorlardı. Bn. Quilp, kocasının yokluğunda Tower Hill’e bakan köşkünde oturup düşünceye dalardı. Daha önceden görüldüğü gibi B. Quilp iş için zaman zaman karısını yalnız bırakıyordu.
Evet, B. Quilp’in kazanç yolları pek çeşitliydi, bir sürü işi de vardı ama belirli bir ticareti ya da mesleği olduğu da pek söylenemezdi. Su kıyısındaki o berbat sokaklarda, mahallelerde oturanların hepsinin kiralarını o toplardı; denizcilere, ticaret gemilerinde çalışanlara borç para verirdi; Doğu Hint Şirketi dalgıçlarının çalışmalarından pay alırdı; kaçak sigaralarını gümrük binasının burnunun dibinde tüttürürdü; her gün parlak şapkalı, yuvarlak ceketli adamlarla döviz alışverişi yapardı. Irmağın Surrey kesiminde Quilp İskelesi diye anılan küçücük, fare dolu berbat bir avlu vardı. Bu avlunun içinde de sanki bulutlardan düşüp yere ekilmiş gibi bir toz yığını hâlinde duran küçük, ahşap bir idare binası vardı; birkaç paslanmış çıpa parçası vardı; bir sürü büyük demir halka vardı; bir yığın çürümüş tahta, birkaç yığın da eski bakır levha buruşmuş, kırışmış, dağılmış bir hâlde dururdu. Quilp İskelesi’nde Daniel Quilp gemi hurdacısıydı; yalnız bu görünüşe bakılırsa ya pek küçük çapta bir hurdacıydı ya da gemilerini gerçekten pek küçük parçalara ayırmıştı. Ayrıca, burada pek öyle fazla hayat da büyük bir faaliyet de göze çarpmazdı; çünkü buranın tek insanı kenevir elbiseli,hem suda hem de karada yaşayan yaratıklara benzeyen bir oğlancağızdı. Yaptığı tek iş de bir yığının tepesine oturup sular çekildiği zaman çamura taş atmak, sular kabardığı zaman da elleri ceplerinde durup, huzursuz bir hâlde, ırmaktaki kalabalığı seyretmekti.
Cücenin barınağında kendisiyle Bn. Quilp’in ihtiyaçlarını karşılayacak bölümlerden başka hanımın küçük bir yatak bölmesi de vardı, burası karı kocayla birlikte oturan, boyuna Daniel’le savaş hâlinde bulunan, damadından da hatırı sayılacak derecede çekinen kaynanaya verilmişti. Gerçekten de Quilp denen şu çirkin yaratık, çirkinliğiyle, vahşiliğiyle ya da kurnazlığıyla –artık, neyle olursa olsun, önemi yok ya– bir yolunu bulur, her gün temas ettiği kimseleri, yakınlarını korku salarak etkilemeyi başarıyordu. Güzel, ufak tefek, mavi gözlü sakin bir kadın olan Bn. Quilp’in üzerine yaptığı baskıyı hiç kimseye yapamıyordu. Bu kadıncağız, örneğine pek az rastlanan o garip, delicesine kara sevdaya tutulup da kendini evlilik bağıyla cüceye bağladıktan sonra Tanrı’nın günü saçmalığının cezasını çekmekten geri kalmamıştı.
Bn. Quilp’in, evinde, üzüntü içinde olduğu da söylenmiştir. Evet, evindeydi ama yalnız değildi: Daha önce sözü geçen yaşlı anneden başka evin içinde yarım düzineye yakın komşu hanım da bulunmaktaydı; bunlar, bir garip tesadüf eseri, biraz da aralarında yaptıkları anlaşmanın sonucu, tam çay saatine doğru birbirlerinin ardı sıra eve sökün ederlerdi: Mevsim de sohbete pek uygun olduğundan, oda da açık pencerelerinin önüne dizilmiş çiçeklerle serin, gölge, miskinlik veren bir yer olduğundan, içeride çay sofrası, dışarıda eski kule bulunduğundan hanımların sohbet edip aylak aylak oturmaktan hoşlanacakları muhakkaktı; hele taze tereyağı, taze ekmek, su teresi de hesaba katılırsa konukluğun çekiciliği daha da artıyordu.
Eh, şimdi hanımlar bu şartlar altında bir araya gelince de konuşmanın dönüp dolaşıp, erkek milletinin zayıf cinse hükmetme, ceberut kesilme isteğine, zayıf cinsin de bu zorbalığa karşı koymak, kendi haklarını, benliğini ispatlamakkonusundaki görevlere gelmesi de pek olağandır. Şu dört nedenden ötürü olağandır: Birincisi, yine bir kadın olan Bn. Quilp pek kötü bir şekilde kocasının hükmü altında yaşamaktadır, isyan etmesi için de heyecanlanması gerekmektedir; ikincisi, Bn. Quilp’in annesi çevresinde şirret tanınır, erkek yetkesine karşı koyma eğilimindedir; üçüncüsü, her misafir benzerlerinin çoğuna göre kendisinin bu konuda ne kadar üstün olduğunu göstermek ister; dördüncüsü de, konuklar çifter çifter birbirlerini kötülemeye alıştıkları hâlde şimdi hepsi bir arada yakın dostluk havası içinde bulunduklarından her zamanki konularından yoksun kalmışlar, bu yüzden de ortak düşmana saldırmaktan daha iyi bir iş bulamamışlardır.
Bu düşüncelerle duygulanan şişman bir hanım oturumu, büyük bir özen, sevgi havası içinde, B. Quilp’in hatırını sorarak açtı, bu soruya Bn. Quilp’in annesi sert bir şekilde şu karşılığı verdi:
– Aman! Yeteri kadar iyi işte… Zaten onun hiçbir zaman derdi olmamıştır ki. Acı patlıcanı kırağı çalmaz.
Bundan sonra hanımların hepsi birden içlerini çektiler, ciddi bir tavırla başlarını salladılar, Bn. Quilp’e bir kurban gözüyle baktılar.
Oturumun başkanı:
– Ah, keşke ona biraz öğüt verebilseydiniz, Bayan Jiniwin, dedi. Quilp’in genç kızlık soyadının Jiniwin olduğunu unutmamalısınız. Biz kadınların kendimize neler borçlu olduğumuzu sizden iyi bilen yoktu, hanımefendiciğim.
Bn. Jiniwin:
– Gerçekten de neler borçluyuz ya! diye karşılıkta bulundu. Benim zavallı kocam, yani kızımın sevgili babası, sağlığında, bana sert bir söz söyleyecek olsaydı, onu şöyle…
İyi kalpli yaşlı kadın sözünü bitirmedi; yalnız, başını öyle kötü kötü salladı ki bu hareket bir bakıma kelimelerin yerini tutuverdi. Bu hareketi öbürü kolayca anlamış olacaktı ki hemen beğendiğini belli edecek şekilde:
– Siz de tam benim gibi düşünüyorsunuz, hanımefendiciğim, dedi. Ben de olsam öyle yapardım.
Bn. Jiniwin:
– Ama siz niçin öyle yapacaksınız ki? dedi. Ne mutlu size ki benim gibi böyle şeyler başınıza pek sık gelmemiş.
Şişman hanım da:
– Kendini bilen hiçbir kadının böyle şeyler başına gelmez, dedi.
Bn. Jiniwin, azarlar gibi bir sesle:
– İşitiyor musun, Betsy? dedi. Bunları ben sana kaç kere söylemişimdir üstelik, bunu yaparken de neredeyse diz çöküp yalvaracak hâllere gelmişimdir.
Zavallı Bn. Betsy Quilp, çaresizlik içinde, avutucu yüzlerin birini bırakıp öbürüne bakmaktaydı. Kızardı, gülümsedi, şüpheyle başını salladı. İşte bu, topluca velvelenin başlaması için bir işaret yerine geçmişti. Başlangıçtaki hafif mırıldanma zamanla büyük bir gürültü hâlini aldı. Artık hepsi bir ağızdan konuşuyordu. Hepsi de Bn. Quilp’in, genç bir kadın olması dolayısıyla, kendisinden daha çok bilenlerin tecrübelerine karşı çıkmaya hakkı olmadığını söylediler: Onun iyiliğinden başka bir şey istemeyenlerin öğütlerini dinlememesi çok büyük bir hata imiş; bu şekilde davranması nankörlükle aynı kapıya çıkarmış; kendine saygısı yoksa bile alçak gönüllülüğüyle kendine bağladığı öbür kadınlara karşı biraz saygı beslemesi gerekirmiş; onun başka kadınlara saygısı yoksa başkalarının da kendisine saygı beslemeyecekleri gün gelecekmiş; sonra bütün bunlara da çok üzülürmüş. Hanımlar, bu yargıları açığa vurduktan sonra, güzel bir harmanla yapılmış çaya, taze ekmeğe, taze tereyağına, kurabiyelere, su terelerine daha şiddetli bir saldırıya geçtiler; üstelik de genç kadının bu şekilde devam edişini gördükçe iştahlarının kapandığını, ağızlarına bir tek lokma atmakta bile güçlük çektiklerini belirttiler.
Bn. Quilp, büyük bir sadelikle:
– Bütün bu laflar iyi, güzel ama dedi. Ben yarın ölecek olsam Quilp’in kiminle isterse evlenebileceğini de biliyorum… Artık bunu pekâlâ yapabilir, biliyorum.
Bu düşünceye karşı öfkeli bir çığlık koptu. Kiminle isterse evlenebilirmiş ha! İçlerinden bir tanesiyle evlenmeyi düşünmek cesaretini göstersinmiş bakalım! Böyle bir düşünceye şöyle birazcık yanaşır gibi olsunmuş bakalım! Bir hanım (duldu), B. Quilp böyle bir şeyi dokundurursa, onu bıçaklayacağına iyice emindi.
Bn. Quilp, başını sallayarak:
– Eh, öyle işte, dedi. Demin söylediğim gibi, lafı kolay ama yine belirteyim ki ben ölünce Quilp, canı isterse, öyle bir havaya bürünür ki buradaki kadınlardan en güzeliyle sevişebilir, kadının başka bir bağı yoksa. Bırakın bunları!
Bu söze hepsi sinirlendi.
– Biliyorum, beni demek istiyorsun. Hele bir kere denesin de gör! gibi sözler söylendi.
Yalnız, nedense hepsi birden dul hanıma kızmışlardı, her biri yanındakinin kulağına sözü geçen dulun sözleri kendi üzerine aldığını, onun ne mikrop olduğunu fısıldadı.
Bn. Quilp:
– Söylediklerimin doğru olduğunu annem bilir, dedi. Çünkü biz evlenmeden önce kendisi de sık sık bunları söylemişti. Öyle dememiş miydin, anne?
Bu soru saygıdeğer hanımı pek nazik bir duruma sokmuştu, çünkü kızının Bn. Quilp adını almasında en büyük rolü kendisi oynamıştı; çünkü kızı başka hiçbir kadına koca olamayacak bir erkekle evlendiği düşüncesine kapılırsa bunun aileye bir iyiliği dokunmayacaktı; tersine, damadının çekici taraflarını mübalağalı bir şekilde anlatmak kızının başkaldırma nedenlerini zayıflatacaktı ki, annenin de zaten bütün çabası bunaydı. Bn. Jiniwin kadının gizli kudretini kabul ediyordu ama hükmetme hakkına karşıydı. Şişman hanımı tam zamanında övgüye boğarak konuşmayı yapıldığı noktaya getirdi.
Yaşlı hanım:
– Bayan George’un söyledikleri gerçekten mantıklı, pek doğru, diye bağırdı. Şu kadınlar bir kendilerini bilseler. Gelgelelim, Betsy öyle değil; işte bu daha utanç verici, acı bir şey ya.
Bn. George:
– Quilp’in karısına emrettiği gibi her erkeğin bana emrettiğini görmektense, Betsy’nin yaptığı gibi bir erkeğin kulu kölesi olmaktansa, kendimi öldürürüm, önceden de bu işi o adamın yaptığını açıklayan bir mektup yazarım, dedi.
Bu açıklama gürültüyle övülüp doğru bulunduktan sonra bir başka hanım –tazelerden biri– söz aldı:
– Bay Quilp çok iyi bir insan olabilir, dedi. Öyle olduğu da şüphesiz, sanıyorum, çünkü Bayan Quilp öyle söylüyor. Bayan Jiniwin öyle söylüyor. Başkaları bunu bilmezler elbette ama onların kendileri bilseler gerek. Yalnız yine de Bay Quilp pek de öyle yakışıklı denilecek tipte değil; ayrıca, pek de genç sayılmaz. Onu mazur gösterecek bir iki şey varsa ancak bunlar olabilirdi. Buna karşılık, karısı genç, güzel; üstelik de hanım hanımcık bir kadın ki bu da her şeye rağmen büyük bir meziyettir.
Bu son cümle inanılmaz derecede acıklı bir hava içinde söylendikten sonra, dinleyicilerden karşılık olarak bir mırıltı yükseldi; konuşan hanım da bundan duygulanarak dedi ki:
– Böyle bir koca böyle bir kadına öfkeli, mantıksız davranırsa…
Anne çay fincanını elinden bırakıp kucağındaki kırıntıları temizleyerek ciddi bir açıklama yapmaya hazırlandı:
– Öyle bir kocaysa ha! dedi. Öyle bir kocaymış! O, gelmiş geçmiş zalimlerin en zalimidir, kızım kendi ruhuna sahip çıkmaya bile cesaret edemez. Bir tek kelimeyle, hatta bir tek bakışla kızımı titretir, korkudan ödünü patlatır. Kızımın da ona bir tek kelimeyle karşılık verecek cesareti yok, bir tek kelimecik bile söyleyemez o.
Çay içenlerin hepsine daha önceden de bu durum garip göründüğü, on iki aydan beri de o çevrede yapılan her çaylı toplantıda bu mesele tartışılıp didik didik edildiği hâlde bu resmî açıklama yapılır yapılmaz yine hep bir ağızdan konuşmaya başladılar, bir kere daha birbirleriyle, büyük bir öfke, ateşlilik içinde, söz yarışına giriştiler. Bn. George insanların arkadan konuştuklarını, kimisinin bunu kendisine daha önce de belirttiğini söyledi; hatta orada bulunan Bn. Simmons’un bile yirmi kere ona aynı şeyi söylediğini, kendisinin de her defasında:
– Hayır, Henrietta Simmons, kendi gözlerimle görüp kendi kulaklarımla işitmedikçe buna dünyada inanamam! dediğini belirtti.
Bn. Simmons da bu sözlerin doğru olduğunu söyledi, kendisi daha da kuvvetli deliller ortaya sürdü. Tazeler topluluğundaki hanım da kendi kocasına uygulamış olduğu başarılı bir usulden söz açtı: Kocası, evlendikten bir ay sonra bir kaplan gibi yırtıcı olmaya başlamışken, böylelikle tam bir kuzu olup çıkıvermiş. Bir başka hanım da kendi başından geçenleri anlattı; nasıl annesiyle iki teyzesini yardıma çağırmak zorunda kaldığını, tam altı hafta geceli gündüzlü durmadan ağladığını açıkladı. Bir üçüncü hanım da, kargaşalık arasında sözlerini dinleyecek başka kimse bulamayınca, aralarına karışmış olan evlenmemiş bir genç hanıma bağlandı, ona bu ciddi durumdan yararlanıp Bn. Quilp’in pısırıklığından ders alması, o günden tezi yok, aklını, fikrini erkeğin isyancı ruhunu terbiye etmeye vermesi için yalvardı. Gürültü son haddini bulmuş, odadakilerin yarısı öbür yarısının seslerini bastırıp kendilerininkileri duyurmak için çığlık çığlığa konuşmaya koyulmuşlardı ki birdenbire Bn. Jiniwin’in renginin değiştiği, sanki onları susmaya davet ediyormuş gibi işaret parmağıyla birtakım işaretler yaptığı görüldü. İşte o zaman –ondan önce değil– bütün bu gürültü patırtının tek nedeni Daniel Quilp’in içeri girmiş olduğu, büyük bir dikkatle onları dinlediği fark edildi.
Daniel:
– Devam edin, hanımlar, devam edin, dedi. Hanım, çok rica ederim, hanımlara akşam yemeğine kalmalarını söyleyiver, birkaç istakozla bir iki hafif şey yeriz.
Karısı:
– Ben onları çaya davet etmedim ki, diye kekeledi. Tesadüfen oldu bu.
– Daha iyi ya, hanım! Bu tesadüfen düzenlenen toplantılar en hoş toplantılar olur.
Cüce bunları söylerken ellerini öyle kuvvetli kuvvetli ovuşturmaya başlamıştı ki ellerinin üstünde kabuk bağlamış kirler mantar tabancasının patlamasını andıran sesler çıkararak dağılmaya başladılar.
– A! O ne! Hemen gitmiyorsunuz ya, hanımlar? Gitmiyorsunuz, değil mi?
Cücenin latif düşmanları şapkalarını, şallarını araştırırlarken hafifçe başlarını salladılar, söz söyleme işini de Bn. Jiniwin’e bıraktılar. Kadıncağız kendini bir şampiyon durumunda gördüğü için buna uygun davranmaya çalıştı.
– Kızım isterse onlar niye akşam yemeğine kalmasınlar, Quilp? dedi.
Daniel Quilp de:
– Elbette ya, dedi. Niye kalmasınlar?
Bn. Jiniwin:
– Akşam yemeğinin ayıp, kötü bir yanı yoktur, değil mi ya? dedi.
Cüce:
– Elbette yoktur, diye karşılık verdi. Neden olsun? Ama ıstakoz salatasıyla pavurya olmadıkça da akşam yemeği yenmiş sayılmaz. Bunların da, aksi gibi, hazmı güçtür.
Bn. Jiniwin:
– Sen de karının bu yüzden ya da başka bir şeyden hastalanıp huzursuz olmasını istemezsin, değil mi? dedi.
Cüce sırıtarak:
– Dünyada istemem! diye karşılık verdi. Bana bir sürü kaynana verseler yine de istemem… Oysa, bu ne büyük bir nimet olurdu!
Yaşlı hanım alaycı bir tavırla, biraz da damadına gerçeği hatırlatmak için, kıkır kıkır güldü.
– Kızım senin karın, elbette, Bay Quilp, dedi. Senin nikâhlı karın.
Cüce:
– Elbette öyle ya, elbette, diye söylendi.
Yaşlı hanım, yarı öfkeden, yarı da cüce damadının korkusundan titreyerek:
– Sanırım ki istediği gibi davranmaya da hakkı vardır, Quilp, dedi.
– Hakkı olduğunu sanıyormuş. Ah, buna hakkı olduğunu sen bilmiyor musun? Hakkı olduğunu bilmiyor musun, Bayan Jiniwin?
– Hakkı olması gerektiğini biliyorum, Quilp, kendisi benim gibi düşünseydi olurdu da.
Cüce, arkasına dönüp, karısına:
– Sen niye annen gibi düşünmüyorsun, sevgilim? dedi. Niye her zaman anneni taklit etmiyorsun, şekerim? Annen kendi cinsinin bir süsüdür… Baban sağlığında hep böyle söylerdi, sanırım.
Bn. Jiniwin:
– Onun babası mübarek bir adamdı, Quilp, dedi. Birçoklarının yirmi bin tanesine bedeldi, iki yüz milyon binine bedeldi.
Cüce:
– Onu tanımış olmak isterdim, diye söylendi. O zaman da mübarek bir adamdı mutlaka ama şimdi öyle olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Mutluluk veren bir kurtuluşa kavuşmuş. Yanılmıyorsam uzun süre çok azap çekmiş.
Yaşlı hanım soludu ama bunun arkasından bir söz çıkmadı.
Quilp, gözlerinde yine o eski kötü ifadeyle, dilinde o eski alaycı kibarlıkla:
– Hasta gibi duruyorsun, Bayan Jiniwin, dedi. Kendini pek heyecana kaptırdın, biliyorum. Belki de konuşmaktan olmuştur, çünkü bu senin en zayıf tarafındır. Git yatağına yat. Hadi, git yatağına yat.
– Canım ne zaman isterse o zaman giderim, Quilp, daha önce gitmem.
Cüce:
– Ama rica ederim şimdi git. Hadi, lütfen şimdi git, dedi.
Yaşlı hanım öfkeyle cüceye baktı ama adam ilerleyince o geriledi, damadının önünden geri geri gidip arkasından kapıyı kapatmak, onu öbür konukların arasında dışarıda bırakıp üstüne kapıyı sürgülemek zorunda bıraktı. Öbür konuklar ise o sırada merdivenlerden inmekteydiler. Küçük adam, odada bir köşeye çekilmiş, önüne bakarak titremekte olan karısıyla baş başa kalınca genç kadının karşısında durdu, kollarını kavuşturup uzun bir süre hiç konuşmadan dikkatle onu süzdü.