banner banner banner
Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Оценить:
 Рейтинг: 0

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes, derin siyasi yaklaşımları ile Türkiye’nin geleceğine dönük olarak bir medeniyet perspektifi çizmiş ve felsefi altyapısıyla o gün orada neredeyse hepimizi anaforuna çekmişti. (…) Aydın Menderes babasına gıpta ile bakan, çilesine kısmen şahitlik eden ama babasının şahsında yakın tarihin bütün sırlarına neredeyse vâkıf biri idi. Kendisi izah edilemeyen bir kaza geçiren, babası asılan, ağabeylerinden Mutlu’yu bir trafik kazasında, Yüksel’i aydınlatılamayan intihar süsü verilmiş bir suikastla kaybeden biri olmasına rağmen iddialarından vazgeçmeyen bir yerde duruyordu. Türkiye’de müesses nizamın Menderes ailesine kin gütmediğini söylemek ihtiyatsız bir iyimserlik olur. Kitabın içerisinde var. Ben Kennedy ailesinin ABD’de başına gelenlerle kendi ailesinin başına gelenleri sordum. Kennedy ailesi, içinden başkan seçmeyi başarmış tek Katolik aile. Menderes ailesi de milleti siyasete katarak müesses nizamı zedeleyen bir yerde durmaktadır. Adnan Menderes’e yapılan muamele iki oğlun biri ölümle neticelenen trafik kazasını ve bir oğlunun intiharını elbette şüpheli kılıyor. Darbeler ve faili meçhul cinayet ve olaylarla sabıkası tartışılamayacak olan müesses nizam, bu konuda hiçbir şüphe ve tartışmadan vareste tutulamaz. Daha evvel alicenaplığına ve haza beyefendiliğine şehadet ettiğim Aydın Menderes, bu söyleşi esnasında düşmanlarından söz ederken bile nezaketi elden bırakmıyor ve yaşadığı trajediyle kader inancı tam bir mümin edasıyla, sükûnet limanına yol alıyordu. Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın Son Menderes’in Gözünden İlk Menderes ve Türkiye’de Darbe Geleneği

ÖNSÖZ

Kilis henüz küçük bir kasaba iken ve henüz bir şehir katili belediye başkanı ile tanışmamışken Arasa’da avlulu ve geniş bir evde oturuyorduk. 9 veya 10 yaşlarında olmalıyım. Eve geldiğimde annem ve rahmetli babaannemi büyük bir yeis ve matem içerisinde ağlarken bulmuştum. Sorduğumda “Menderes ölmüş!” dediler. Bir akrabamız veya yakınımız olmalı diye düşünmüş ve ben de üzülmüştüm.

Menderes adını ilk o zaman duymuştum. Babamın MSP kurucularından olması nedeniyle politik konuşmaların çokça yer aldığı bir çocukluk geçirdim. Yıllar sonra Aydın Menderes'le tanıştığımda bu anekdotu hatırlamış ve Menderes ailesinin Türk milletinin bağrındaki yerini bir kere daha müşahade etmiştim.

Aydın Menderes’le Büyük Değişim Partisini kurduğu doksanlı yılların ortalarında, Tunus Caddesi’ndeki ofisinde tanışmış ve ondan sonra zaman zaman görüşmeye devam etmiştim.

Benim, Yeni Demokrasi Hareketi Başkanı Cem Boyner’e danışmanlık yaptığım süreçte Mehmet Bekaroğlu’nun öncülüğünde düzenlenen İslam Düşüncesi Sempozyumu vesilesiyle Aydın Menderes ve Cem Boyner’i Trabzon’da bir araya getirmiştik. Osman Bostan’ın da hazır bulunduğu bir sabah kahvaltısında Mehmet Bekaroğlu muhayyilesinin genişliğiyle iki liderin bir araya gelmesi hâlinde önümüzdeki yıllarda Türk siyasetinde Aydın Menderes’in cumhurbaşkanı, Cem Boyner’in de başbakan olacağını söylemişti. Cem Boyner bu öngörüden o kadar hoşlanmış olmalıydı ki Mehmet Bekaroğlu’ndan yazılı icazet istemiş ve Bekaroğlu peçeteye yazarak Cumhurbaşkanı Aydın Menderes’e ve Başbakan Cem Boyner’e mazbatalarını vermişti!

Menderes, derin siyasi yaklaşımları ile Türkiye’nin geleceğine dönük olarak bir medeniyet perspektifi çizmiş ve felsefi altyapısıyla o gün orada neredeyse hepimizi anaforuna çekmişti.

Aydın Menderes, 1999 yılında Fazilet Partisinden Kilis belediye başkanlığına aday adayı olduğumda da başkanlık divanı üyesi sıfatıyla olağanüstü çaba göstermişti; ama netice alamamıştık.

Menderes’le zaman zaman görüşmeye devam etmiş ve geçirdiği meşum kazadan sonra bu temaslarımı sıklaştırmıştım. Yayıncılığa başladığım 2002 yılından bu yana bir nehir söyleşi fikri her zaman gündeme gelmiş ama hiç mümkün olamamıştı.

2006 yılı sonları, bu projeyi hayata geçirmemize imkân verdi. Aydın Menderes’le yaklaşık olarak on defa Ümitköy’deki evinde bu nehir söyleşi için bir araya gelmiş ve çok mesafe almıştık. Sonraki süreçte Aydın Menderes’in yoğunluğu benim yoğunluğumla çakışınca proje akamete uğradı.

Sonra her fâni gibi Aydın Menderes Rabb’ine döndü.

Geçtiğimiz günlerde bilgisayarımdaki arşivimde Aydın Menderes klasörünü görünce Elips Kitap’ın redaktörlerinden birine metni düzenlemesi için verdim. Sonra şöyle bir göz attığımda Menderes’in söylediklerinin kaybolup gitmesine gönlüm razı olmadı.

Gerçi bunda biraz da 24 Ankara temsilcisi Yaşar Taşkın Koç’un da katkısının olduğunu ifade etmeliyim.

Koç, TRT’ye “Ali Adnan: Bir İnsan Serüveni” belgeselinin senaryosunu yazarken nehir söyleşi yaptığımdan haberdar olduğu için benden ham metinleri istemiş ve daha sonra bunları neden yayımlamadığımı sormuştu.

Sahi neden yayımlamıyordum?

Muhtemelen yarım kaldığı için…

Daha önemlisi metni Aydın Bey görmemişti.

Hem tanıklığım hem de Menderes’in söyledikleri kaybolacaktı.

Redaksiyondan sonra metni yeniden okuyup, Hamdi Kılıç’a gönderdiğimde artık yayımlamaya neredeyse karar vermiştim.

Hatta bu kitabın serüvenini yazma fikri de Hamdi Kılıç’a ait.

Söyleşi esnasında Menderes’le ilgili elbette pek çok hususu öğrendim. Bir kısmını yazmam zaten beklenemez.

Aydın Menderes babasına gıpta ile bakan, çilesine kısmen şahitlik eden ama babasının şahsında yakın tarihin bütün sırlarına neredeyse vâkıf biri idi.

Kendisi izah edilemeyen bir kaza geçiren, babası asılan, ağabeylerinden Mutlu’yu bir trafik kazasında, Yüksel’i aydınlatılamayan intihar süsü verilmiş bir suikastla kaybeden biri olmasına rağmen iddialarından vazgeçmeyen bir yerde duruyordu.

Türkiye’de müesses nizamın Menderes ailesine kin gütmediğini söylemek ihtiyatsız bir iyimserlik olur. Kitabın içerisinde var. Ben Kennedy ailesinin ABD’de başına gelenlerle, kendi ailesinin başına gelenleri sordum.

Kennedy ailesi, içinden başkan seçmeyi başarmış tek Katolik aile.

Menderes ailesi de milleti siyasete katarak müesses nizamı zedeleyen bir yerde durmaktadır. Adnan Menderes’e yapılan muamele iki oğlun biri ölümle neticelenen trafik kazasını ve bir oğlunun intiharını elbette şüpheli kılıyor.

Darbeler ve faili meçhul cinayet ve olaylarla sabıkası tartışılamayacak olan müesses nizam, bu konuda hiçbir şüphe ve tartışmadan vareste tutulamaz.

Daha evvel alicenaplığına ve haza beyefendiliğine şehadet ettiğim Aydın Menderes bu söyleşi esnasında düşmanlarından söz ederken bile nezaketi elden bırakmıyor ve yaşadığı trajediyle kader inancı tam bir mümin edasıyla, sükûnet limanına yol alıyordu.

Aydın Menderes bazı görüşmelerini beni yabancı bulmadığını ifade ile yatak odasında yapıyordu. Onunla her karşılaştığımda yaşadığı acıyı, kederi, sıkıntıyı, ızdırabı, çaresizliği fark ediyor ve her defasında yüzündeki, kadere inancın ve teslimiyetin huzuruna şaşırarak, gıpta ediyordum.

Menderes her hayırlı evlat gibi babasına gıpta ediyordu.

Bu söyleşinin sürdüğü günlerde “Hatırla Sevgili” dizisi vesilesiyle babasının kadınlarla ilişkisi gündeme geliyordu kamuoyunda.

Ben söyleşi dışında isim vererek babasının sevgilisi olduğu söylenen Ayhan Aydan’ı sordum.

Siz ve anneniz nasıl karşılıyordu?

Cevabı bana çok enteresan gelmişti: “Babam her ne yapmışsa helali hoş olsun…”

Bu kitabın yayımlanmasına emeği geçen aziz dostum ve tanışmakla şerefyab olduğum kardeşim Hamdi Kılıç'a medyunu şükranım.

Söyleşiye oğlum Ali Burak da şahitlik yaptı. Onun gönül dünyasından da sorular sordum. Baba oğulluğumuzu biraz da o sohbetler esnasında yeniden keşfettik. Katkılarını teşekkürle anmalıyım.

İyi ki varsınız Hamdi Kılıç kardeşim ve oğlum Ali Burak…

    Yasin Topaloğlu

Aydın Menderes’in Çocukluk, Gençlik Dönemi, Çok Partili Rejime Geçiş Süreci ve Demokrat Parti İktidarı

Sayın Menderes, siz 1946 yılında doğdunuz. 1946 yılı Türkiye’de siyasi hayatımızda 46 ruhu diye tanımlanan bir süreç. Siz bugün çocukluğunuza dair en eski anıları, en eski hadiseleri gözden geçirirseniz ne gibi anekdotlar aktarabilirsiniz? Çocukluk serüveniniz nasıl başladı, nasıl ilerledi?

Bu çok güzel bir soru. İnsan, eski zamanlara, gençliğine, çocukluğunun hatırlayabildiği ilk evrelerine doğru zaman zaman bir yolculuk yapıyor o anıları hatırlamaya çalışıyor. Vaktini, kendi hayatı dâhilindeki bir yolculuğa ayırabiliyor. 1946 yılının Mayıs ayında doğdum. 14 Mayıs 1950’de de seçim, daha doğrusu Türkiye’de ilk defa iktidarın kansız, kavgasız, hilesiz bir şekilde el değiştirdiği ilk hür seçim yapıldı. Bu seçimin ardından Demokrat Parti iktidara geldi, babam da başvekil oldu. Benim 14 Mayıs 1950 öncesine ait ufak tefek hatıralarım olmakla birlikte, zihnimdeki asıl hatıralar önemli ölçüde -tabii âdeta siyasetin içine doğmuş olduğum için- siyasetle ve ülkenin siyasi olayları ile ilgili. İlk anılarım aşağı yukarı 1949 senesine, üç yaşında olduğum yıla kadar gidebiliyor. Onun da şöyle bir özelliği var: Evliliklerinden itibaren annem, babam ve tabii dünyaya gelmişlerse ağabeylerimi, her sene meclis tatile girince önce İstanbul’a, fuar zamanına doğru da İzmir’e gitmişlerdir. Bu durum 1950’ye kadar devam etmiştir. 1949 yılında ilk kez beni de götürdüler. O vakit teyzem ve eniştemlerde kaldığımı hatırlıyorum. Annem ve babam birlikteydiler, ortanca ağabeyim, büyük ağabeyim olmayabilir. O sırada onların nerede kaldıklarını çok fazla anımsamıyorum. Hayal meyal İzmir’deki fuar zamanını hatırlıyorum. 20 Ağustos’a doğru giderlerdi. Tabii o zaman fuar çok canlı bir olay İzmir’de. Hemen hemen Ege Bölgesi’nin her yerinden trenlerle, otobüslerle gelirlerdi. Hele 1950’den sonra otobüslerle insanlar akın akın gelmeye başladılar. 9 Eylül İzmir’in kurtuluşudur, o günlerde otellerde boş oda bulunmazdı. Gelen insanların bir kısmı sokaklarda yatarlardı. Buna rağmen büyük bir coşku ile 9 Eylül kutlanırdı. Aşağı yukarı 1970’li yılların ortasına kadar da böyle bir âdet İzmir’de devam etmiştir. 9 Eylül’de, bugün bizim sivil toplum kuruluşu dediğimiz dernekler ve özellikle de siyasi partiler, yanılmıyorsam; Konak’tan başlayıp Alsancak’a doğru, Efes Otelin -şimdiki Büyük Efesin- önündeki Atatürk heykelinde son bulacak, oraya çelenk koyup dağılacak biçimde yürüyüşe geçerlerdi. O yürüyüşte en kalabalık grup olmak fevkalade önem taşırdı. Bu gelenek 1970’li yılların ortasına kadar düzenli bir şekilde devam etmişti. Ama o süreçte anarşi, sağ sol kavgası derken birçok şey çığırından çıktığı gibi bu gelenek de bozuldu. Kavgaya, gürültüye, çekişmeye sebep olur diye, bana göre fevkalade güzel, canlı bir nitelik taşıyan bu âdet de ortadan kalktı.

İnsan Türk siyasetinin yanı başında yaşayınca sosyal olaylara, şehirlerdeki değişikliklere, inişlere çıkışlara, günlük hayattaki, âdetlerdeki değişikliklere de şahit oluyor. Benim tanıklık ettiğim bir olay da İzmir’in giderek sönükleşmesidir. Bu durum ekonomik yapıyla ilgili.

O zamanlardan itibaren İstanbul’un ekonomik anlamda baskın bir güç oluşu, Ege’yi ve İzmir’i de kuşatan bir sürece mi dönüştü?

Doğrudur. İzmir’de tarım ürünleri ihracatı ön plandaydı. Sanayisi de tarıma dayalıydı. Tütün, pamuk, zeytinyağı hatta krom, ekonomide ağırlıklı bir paya sahipti. İzmir’in ekonomik gücünün, üçüncü büyük şehir oluşunun önemi buradan ileri geliyordu. Ama sanayileşmede İstanbul’un yaptığı atak, Marmara Havzası’nın devreye girişi hatta Anadolu’da kendi başına sanayileşmiş şehirlerin gelişimi ve bir de İzmir’in kendi ekonomik kaderini hem ticaret hem sanayi olarak tarıma bağlamış olması, tarımın da giderek Türkiye’de önemini kaybetmesi, bu sonucu doğurdu. 1950’li yıllarda, Çukurova ağırlıklı olmak üzere “pamuk ağaları”, “beyaz altın” gibi mefhumlar dile getirildi; böyle bir edebiyat, karikatür geleneği oluştu. İzmir’in ekonomisini canlı tutan eğlence yerlerine, lokantalarına, balıkçılarına kadar habire müşteri sunan sektör tarım sektörüydü, pamuk tüccarıydı. Aydın’ından, Manisa’sından, ilçelerden akın akın İzmir’e gelirlerdi. Genel anlamda Ege şehirlerinde ekonomik gelişme yine tarıma bağlıydı. Ancak tarım giderek önem kaybettikçe, Türkiye’nin millî geliri içindeki payı küçüldükçe, İzmir giderek daha az rekabet edebilir hâle geldi. Mesela bir Çukurova, Adana, sanayide çok daha önemli atılımlara şahit oldu. Tabii orada muhakkak Sabancıların da Adanalı olmasının çok büyük bir rolü var. Bu itibarla İzmir’in önemini kaybedişi, tabii İzmir Fuarı’na da bir şekilde yansıdı. Her yıl 20 Ağustos’ta düzenlenen İzmir Fuarı’nı bazen başbakanlar açmıştır. Genelde her yıl ticaret bakanı açardı. Bakan gelip fuarı açar ve ekonominin bir yıllık muhasebesini orada yapardı. O zamanlar tabii böyle borsa falan yoktu ama yine de “piyasa” derdik. Türkiye’nin sanayicisi, çiftçisi can kulağıyla o konuşmayı dinlerdi. Memleketin ekonomisinde neler oluyor, neler olabilir; hükûmet politikalarında değişiklik olacak mı olmayacak mı gibi konular gündeme gelirdi. Bazı yıllarda, fiyat politikalarından ve başka şikâyetlerden dolayı bayağı tepki gördüğü de olurdu gelen ticaret bakanının… Öyle bir durumda, “İşte bak, bu hükûmet de bu iktidar da artık zayıfladı. Bu, siyasetin değişmez bir koşuludur.” deniliyordu, denilebiliyordu. İzmir’in siyasette de bir ağırlığı vardı o zamanlar. Hatta İzmir’i alanın seçimleri de kazanacağı düşünülürdü. Bu kanaat, biraz da Demokrat Partinin o muhitten kopup gelen bir hareket olması nedeniyle ortaya çıkmıştı.

Gerek 20 Ağustos’ta Fuar’ın açılışı sırasında, gerekse 9 Eylül günü halkın katılımı zirveye çıkıyordu. Fuar’ın en önemli özelliklerinden biri de çeşitli ülkeleri kapsaması, enternasyonel olması ve orada farklı ülkelerin sanayi ürünlerinin teşhir edilmesiydi. Fuar bu yönüyle, özellikle traktör, zirai alet gibi alanlarda çok aydınlatıcı, yol gösterici olmuştur. Hatta bir dönem Gümrük Kanunu’nda, getirilen malların, geri götürülmek istenmiyorsa orada satılmalarına imkân veren özel bir madde vardı. Ürünlerin bir kısmı da bu şekilde satılırdı. Müşteriler bazen bu ürünlere hücum ederdi. O vakit Türkiye’de ithalat bir hayli kısıtlıydı. Orada satılan traktör benzeri araçlara çok rağbet olurdu. İnsanlar gelip orayı gezerlerdi ve tabii birinin köyünden kalkıp İzmir’e gelmesi, İzmir’de gezmesi, eğlenmesi, iki üç arkadaşıyla sahilde oturup balık yemesi, rakı içmesi, o zaman için inanılmayacak kadar güzel bir hayaldi, âdeta başlı başına bir büyü gibiydi. Mutlaka sanatçılar da fuara giderler, sahne alırlardı. İzmir Fuarı’na gitmeyen sanatçı olmazdı. Böylece 20 Ağustos – 20 Eylül tarihleri arasında İzmir ve tüm Ege Bölgesi’ne büyük bir canlılık gelirdi. O bölgede illerin kurtuluş günleri birbirlerine yakın tarihlerde hâlâ kutlanır. Mesela 7 Eylül Aydın’ın, 6 Eylül Nazilli’nin kurtuluş günüdür. Bu tarihler, bir iki ilimizin dışında, hayli canlı bir şekilde hâlâ kutlanmaktadır. Ama o vakit bütün bu kutlamalar çok daha ileri derecedeydi ve canlıydı.

Sizin İzmir’le duygusal bir rabıtanız da var. 1950 yılında ailenizle İzmir’e gidişinizle ilgili söz açılır açılmaz, İzmir’in dünyanızda, gönül dilinizde farklı bir karşılığı olduğu anlaşılıyor. Peki yeniden çocukluğunuza döndüğümüzde, örneğin siz, başbakanın oğlu olarak ilkokula başladınız. Nasıl bir duyguydu? Okula gittiğinizde, sınıfa girdiğinizde neler yaşadınız, öğretmeninizle ilişkiniz nasıldı? Anneniz yanınızda mıydı, babanız sizin ilk gününüze iştirak etti mi? Bir başbakan çocuğunun okula başlaması büyük bir seremoniyi beraberinde getirmiştir muhtemelen.

Şimdi bu sorunuz benim hayatım için bir hayli önemli bir soru. Belirli bir hikâyeye dayandığı için uzun bir cevap olacak. Ancak bir yerinden başlamak lazım. Benim ilkokula başlama serüvenimden önce, sorunuzda yer alan bir hususa parantez açıp bir şeyler söylemem lazım. Bu anlatacaklarım, hayat dediğimiz bu koca serüvenin içerisinde benim yerimin, ailemin, ağabeylerimin, genel anlamda soyumuzun anlaşılabilmesi açısından önemlidir. Bunun için üzerinde duracağım. Şımarık olmamak, başbakan, başvekil oğlu gibi davranmamak, bunu kimseye belli etmemek, hiç kimseye bunu hissettirmemek; asla büyüklük taslamamak, “Ben başbakan oğluyum!” diye bunu bir imtiyaza dönüştürmemek, bundan dolayı kimseden bir şey istememek, bunu bir hak olarak görmemek, iltimastan kesin bir şekilde uzak durmak, yapılırsa da direnmek ve kabullenmemek… Bize hep bunlar telkin edilmiştir. Benim büyük ağabeyim, benden on altı yaş, ortanca ağabeyim de dokuz yaş büyüktü. Allah ikisine de rahmet eylesin… Tabii çocukluğum babamın başvekilliğine rastladığı için belki de bu telkinler en fazla bana yapılmıştır.

Bir anlamda da sırtınızda küfe taşıyorsunuz, yumurta küfesi gibi bir şey bu, onu yapma, bunu yapma gibi…