banner banner banner
Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Оценить:
 Рейтинг: 0

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın


Şimdi bu anlattığınız hususu çok işittik. “İsmet Paşa paradan Atatürk’ün resmini kaldırdı.” diye. Bu bizim evde de söylenirdi. Annemden işitirdim. Ben, Türkiye’de tanıdığım insanlar içerisinde Atatürk’e en kayıtsız şartsız bağlı insan olarak Celal Bayar’ı gördüm. İhlaslı bir Atatürkçü, Kemalist aranacaksa bu Celal Bayar’ın kendisidir. Demokrat Parti, Menderes, Atatürk, Bayar… Bu konulara sohbetin akışı içerisinde tekrar dönebiliriz. Ben şimdi sözü dağıtmak istemiyorum, ancak karşımıza bir söylem çıktı. O da şudur: İsmet Paşa; Atatürk’ün, Atatürkçülüğün 1950’den sonra kayıtsız şartsız temsilcisi hâline geldi. İsmet Paşa, Atatürk ile ilgili ne derse o doğrudur, İsmet Paşa bir şey söylemişse sanki Atatürk hayattaymış, o söylemiş kabilinden değerlendirilirdi. Tabii ortaya böyle bir iddia çıkınca ister istemez bütün insanların dikkatleri 1938 öncesine, 1919’dan 1938’e kadar geçen döneme ve bu dönem içinde Atatürk, İsmet Paşa, Bayar ilişkilerine yöneldi. Bunun üzerinde düşünmeye, kafa yormaya başladılar. Bu günümüzde de zaten devam eden bir husustur. Bu, resmî söylemin, resmî tarihin, resmî ideolojinin irdelenmesidir. Güya karşımıza şöyle bir tarihî olay çıkıyor: Atatürk’ün son başvekili Celal Bayar’dı, İsmet İnönü değildi. İsmet İnönü’yü başbakanlık görevinden Atatürk uzaklaştırmıştı. O günlerde halk arasında -tabii CHP’li olmayanlar tarafından- konuşulan konulardan biri de Atatürk’ün İsmet İnönü’yü öldürteceğiydi. İsmet Paşa’ya kol kanat germek isteyenler, “Atatürk vasiyetinde İsmet Paşa’nın çocuklarına para bıraktı.” derlerdi. Bunlar halkın içinde dolaşan sözlerdi.

Şehir efsaneleri seslendiriliyor halk arasında.

Aynen efsane gibi. Birçok kişi; İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’ye geç katıldığını, önemli bir dönemde Ankara’da olmadığını; Garp Cephesi komutanı olmakla birlikte Millî Mücadele’nin askerî boyutunda önemli bir rol üstlenmediğini hatta Kütahya Altıntaş’ta ordunun bozulmasına İsmet Paşa’nın sebep olduğunu, meclisin buna isyan ettiğini; Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak’ın orduyu hızla Sakarya’nın gerisine çektiklerini, aksi taktirde İsmet Paşa’nın Altıntaş bozgunu ve Eskişehir’in düşmesinden sonra çok büyük bir lojistik probleme sebebiyet vereceğini; Sakarya Savaşı’ndan sonra ise Garp Cephesi’nin önemli bir işlevinin kalmadığını, Mustafa Kemal’in başkomutan olarak ordunun idaresini devraldığını, 26 Ağustos’taki Büyük Taarruz’un hazırlık ve planlarının en ince detaylarına kadar Fevzi Paşa’nın Genelkurmay başkanlığı sırasında hazırlandığını, bunun icracısının da doğrudan doğruya Atatürk’ün kendisinde olduğunu; İsmet Paşa’nın Millî Mücadele’de bir asker olarak büyük bir faydasının söz konusu olmadığını; Atatürk’ün inkılaplarının zaten onun eşsiz dehasının ürünü olduğunu ve bu konuda İsmet Paşa’ya ayrıca bir hisse çıkarmanın söz konusu olamayacağını söylüyordu. 1937’de Bayar başbakan yapıldı. Çünkü özellikle ülkenin ekonomik durumu ile ilgili Atatürk’ün şikâyetleri söz konusuydu, gidişattan muzdaripti. Bayar’ın böyle bir isyanla iş başına getirildiği düşünülüyordu. İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanlığına seçilmesinde Bayar çok büyük bir rol oynamıştır.

Olumlu anlamda bir rol mü bu?

Evet, çok olumlu. İsmet İnönü 10 ay sonra Bayar’ı başbakanlıktan aldı. Ayrıca Şükrü Kaya gibi, Tevfik Rüştü gibi Atatürk’e son derece yakın bakanların, Bayar’ın kurduğu kabineye girmesini engelledi. Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya gibi bazı isimlerin, “Bayar bizi almadı, 10 ay sonra da aynı akıbet kendi başına geldi.” dedikleri iddia edilmiştir. Bu şekilde İsmet İnönü cumhurbaşkanı olur olmaz sadece paradan Atatürk’ün resmini kaldırmakla kalmadı, Atatürk’ün ne kadar yakını varsa bakan seviyesinde olsun, milletvekili seviyesinde olsun, bunlar tam anlamıyla tasfiye etti. İsmet Paşa, “İsmet” isminin masumiyet anlamına geldiğini vurgulamıştır. Önceki dönem masum değilmiş gibi kendi devrini “İsmet Devri” olarak tanımlamıştır.

Halk nezdinde bunun karşılık bulacağını mı düşünüyordu acaba?

Halk, “Geldi İsmet, kesildi kısmet!” diye, özellikle 1960’tan sonra böyle bir mukabelede bulunmuştur. Hâlâ üzerinde tartışılması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Tarihî gerçekler böyleyken nasıl oldu da 1950’li yıllarda Bayar âdeta Atatürk düşmanı, İsmet Paşa ise Atatürkçü, Atatürkçülüğün, Kemalizmin temsilcisi hâline geldi? Bu soru önem taşımaktadır. Burada bir iki cümle ile tamamlayacağım. Tekrar 1938 öncesine dönüş lüzumunu hissediyorum. Esasen Mustafa Kemal Atatürk, İsmet Paşa ilişkileri pürüzsüz değildir. Özellikle aradaki anlaşmazlıklar giderek artmıştır ve Atatürk son yıllarında, devrim demokrasisi ile İsmet Paşa ittifakının arasında bir izolasyon içerisine alınmak istenmiştir. Bunları bu sohbet içerisinde sırası geldiğinde tartışabiliriz. Türkiye de bunları görecek, tartışacaktır. Birincisi budur. İkinci konu da fevkalade önemlidir. Gerçi gerekçelerine ve içeriğine tam olarak katılmamakla birlikte, merhum Attila İlhan’ın son derece önemli bir tespitini de burada ifade ederek bu konuyu şimdilik, hiç olmazsa noktalı virgülle bitirebiliriz. Attila İlhan, bilindiği gibi Kemalizmden hazzetmez. “Kemalizm aslında İnönizmdir ve gerçek Mustafa Kemal’le, gerçek Atatürk’le bir irtibatı yoktur.” demiştir. Bana göre de bu fevkalade doğrudur. Hemen şu hususu buna ekleyelim: Aslında Türkiye’de uzun yıllar İsmet İnönü ile Atatürk’ün bir bütünlük içerisinde görülmüş olmasının sebebi, 1930’lu yılların ortalarında bugünkü devletin zirvesinde, demokrasinin içerisinde ortaya çıkan Atatürksüz Atatürkçülük çerçevesinde “Atatürk’ü çok büyütelim” anlayışıdır.

Muhtevasını boşaltarak tabii…

“Muhtevasını da boşaltalım ve o muhtevayı biz yeniden kendimiz dizayn edelim, kendimiz yazalım.” diye düşünülmüştür. Bu düşünce o dönemin egemen bürokrasisine hâkimdi. Egemen kesimler kendi tercihlerini, kendi ideolojilerini Atatürkçülük kisvesi altında söyleme alışkanlığına sahiptir. İsmet Paşa’nın 1938’deki seçimde çok büyük bir ekseriyetle hemen cumhurbaşkanı olması ve 1950’den sonra da bahsettiğim şekilde Bayar’ın neredeyse Atatürk düşmanı, İsmet Paşa’nın ise Atatürk’ün tek temsilcisi hâline gelişi, bana göre Türkiye’de Atatürkçülüğün devamını değil, Atatürkçülükten kopuşu simgeleyen bir gelişmedir. Bu durum adı Atatürkçülük olarak konan bir sürü askerî müdahaleye gerekçe teşkil etmiştir. Hâlâ da günümüzde devam eden, Mustafa Kemal Atatürk’ü yansıtmayan bir İnönizm söz konusudur. Hâlbuki aralarında ciddi bir ayrılık vardır. Cumhuriyet’in kuruluşu, İstiklal Savaşı, Atatürk’ün 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkışı gibi olayları alalım, bunların hiçbirinde İnönü’nün önemli bir rolü yoktur. Özellikle de Hatay konusundaki ihtilaf, Atatürk ile İsmet İnönü anlaşmazlığını derinleştirmiş ve İnönü’nün başbakanlıktan alınmasına kadar varmıştır. Bu son derece ilgi çekicidir. Mutlaka bunun üzerinde durulması gereklidir. Buna arkeolojik bir çalışma denilebilir. Biz İnönizm kalıntılarını temizleyerek, onu Mustafa Kemal Atatürk’ün üzerinden sıyırarak Atatürk gerçeğine varmak mecburiyetindeyiz. Bu sevilir sevilmez, benimsenir benimsenmez, ayrı bir mesele. Ama sürekli Atatürk diye, Mustafa Kemal diye, Kemalizm diye, Atatürkçülük diye vurgu yapılıyor ama ortada Atatürk yok, sadece İnönizm var. Bu çarpıklığın artık kökünden çözülmesi gerekiyor. Herkes buradan istediği neticeyi çıkartabilir hatta ve hatta “İsmet Paşa, Atatürk’ten daha büyük bir devlet adamıydı.” diye düşünenler vardır. Türkiye’de böyle, dışarı duyurulmamış düşünceler de söz konusudur. Bunlar da gayet rahatlıkla ifade edilebilir. 1967’de İsmet İnönü’nün, Milliyet’ten Abdi İpekçi’ye verdiği ve kitap olarak da basılan bir röportajı vardı. Orada İsmet Paşa’nın, “Özellikle son dönemde Atatürk akşam genellikle içki masasındaydı, gündüz gittiğim vakit bazen küvete girmiş olurdu ve beni o vaziyette kabul ederdi. Âdeta Mustafa Kemal akşam içkili, sarhoş, gündüz de mahmurdu, devleti o dönemde ben idare ettim.” gibi düşünceleri de vardı.

Bir ima söz konusu. İmanın ötesinde de açıkça buna benzer yaklaşımları ortaya koyan sözleri de var. Yeniden ilkokul yıllarına dönmeden önce şunu sormak istiyorum: Mustafa Kemal’in gerek 1923 öncesinde, Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı süreçte ve gerekse 1923’ten sonra Cumhuriyet’in kurulması aşamasında birlikte olduğu insanların büyük bir bölümü, ya Mustafa Kemal tarafından ya da yakın çevresinin politikaları, yaklaşımları, siyaset etme biçimleri sebebiyle tasfiyeye uğruyor. Kurtuluş Savaşı başlarken veya Cumhuriyet kurulurken yanında bulunan aktörler sonrasında Mustafa Kemal’in etrafında durmuyorlar. Mustafa Kemal Atatürk ile İsmet İnönü arasında yine bu süreçten önce ve sonra psikolojik çekişmelerin yoğunluğu çok dikkat çekiyor. Her ne kadar resmî tarih reddetse de bir tarafta 1. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ve 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile başlayan bir silsile var, diğer tarafta ise birilerini tasfiye etmekten çekinmeyen bir Atatürk fotoğrafı var. Mustafa Kemal ile İsmet İnönü ilişkisi niye bu kadar mütereddit, çelişkili, çatışmalı, tenakuz hâlinde bir ilişkiye dönüşüyor?

İsmet Bozdağ, İsmet Paşa’nın başbakanlıktan alınışını ve Bayar’ın başbakan oluşunu; Atatürk’ün fedaisi, çok yakını olan Salih Bozok üzerinden anlatmıştır. Atatürk önemli bir devlet adamıdır. Yakınında, ona canını verecek kadar bağlı olan birçok insan vardı. Onlarla beraber olmaktan, onlarla sohbet etmekten, belki geçmiş günleri anmaktan çok mutlu olduğunu biliyoruz. Hatta bu insanların varlığından Latife Hanım’ın rahatsız olduğunu da biliyoruz. Ama bu kesimin büyük bir çoğunluğunu bakan yapmamıştır, önemli devlet görevlerine getirmemiştir. Böyle bir yanlışa düşmemiştir.

Duyarlı davranarak, rakı sofrasındaki dostlarını iktidar erkininin içine sokmamıştır.

Atatürk’ün rakı sofraları son derecede ciddi sohbetlere de zemin olmuştur. Mustafa Kemal, belki rakı sofrası dediğiniz yere gitmeden önce veya onu erken dağıtarak ciddi insanlarla beraber olmuştur diye düşünüyorum. Bu kişileri rakı sofralarına Atatürk’ün davet edip etmediğini de araştırmak gerekir. Ayrıca oraya dönemin şairi, âlimi de geldi hatta orada bir kara tahta bulunurdu. Orada çeşitli konuları tartıştıklarını da biliyoruz.

Bu kadar kolay tasfiye eden veya çevresini dönüştüren bir lider niye İsmet İnönü karşısında bir anlamda edilgin kalmıştır?

Çok doğru, bunun üzerinde durmalıyız. Şimdi bir kere şu kombinasyona burada girmemiz gerekiyor. Baştan beri Mustafa Kemal’in İsmet Paşa tercihi, İsmet Paşa’nın çok üstün vasıflarından kaynaklanmaz. İsmet Paşa’nın bir asker olarak hiçbir önemli başarısını bilmiyoruz. Hâlbuki Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu fevkalade başarılı komutanlar, paşalar çıkardı. Hatta 1918 yılı itibarıyla savaştaki ünleri Mustafa Kemal’inkinden bile fazla olan paşalar bulunduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İstiklal Savaşı’nda da biz aşağı yukarı bunu gördük. Mustafa Kemal, yaşadığı devrin her alandaki vasıflı insanlarıyla çalışmak istemiştir, vasıflı insanlar seçmiştir. Ama diğer taraftan da bizim bin yıllık merkeziyetçi geleneğimizin bir tezahürü olarak, o dönemin şartları içerisinde belki yadırgamayacağımız bir şekilde, kendi başına şöhreti olan ve kendisine karşı çıktığı takdirde problem yaratabilecek insanları da uzağında tutmaya çalışmış, bunları siyaset dışı bırakmaya gayret etmiştir. Bunu biliyoruz. Kâzım Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ile başlayan süreci de biliyoruz. Ayrıca ikinci bir grubun tasfiyesi de söz konusu. Bunların arasında fevkalade faziletli ve aynı zamanda dirayetli insanlar olduğunu da biliyoruz. Bunlar da bir şekilde tasfiyeye uğradılar. Mustafa Kemal’in İsmet Paşa’yı tercih etmesi, doğrudan doğruya bu dişli kişilerle kendi arasına bir mesafe koyma, kendi sözünden hiçbir zaman dışarı çıkmayacak olan bir zatı önemli görevlerin başına getirme düşüncesidir. Bu suretle kendi tercihlerini çok daha kolay uygulatmayı, o kişiyi önemli görevlerde tutarken başkalarının o görevleri üstlenme ihtimalini ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. İsmet Paşa’yı, diğerlerini dengelemek, önemli görevlerden uzakta tutmak için tercih etmiştir. Bir bakıma İsmet İnönü’nün mistifikasyonunu başlatan kişinin Mustafa Kemal olduğunu da söylememiz gerekir.

İsmet İnönü, kendi gücü veya kabiliyetinden ziyade, Mustafa Kemal’in hedeflerine ulaşmasını destekleyen bir aktör olarak mı anlaşılmalı?

İsmet Paşa’dan fevkalade farklı bir mizaca, geçmişe, dirayete, beceriye sahip olan Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Genelkurmay başkanlığında tutulmuş olmasının da aynı sebebe bağlı olduğunu söylemekte çok fazla mahsur görmüyorum. Arada önemli farklılıklar olsa bile.

Atatürk açısından bir fark yok ama.

Yok, sebep aynı. Genelkurmay başkanı olacak asker o anda vardı, yoktu tartışmasına girmiyorum ama başvekil olacak insan çok daha farklı olabilirdi. Devrimlerin yapıldığı süreç İsmet İnönü’nün Başvekalette olduğu döneme rastladığı için, İsmet Paşa ile Atatürk arasındaki idari simetri bozulmaya başlamıştır. İsmet Paşa, bir şekilde, Atatürk’e “Ya ben ya diğerleri!” diyebilecek bir konuma kendiliğinden gelmiştir. Böylece İsmet Paşa’ya rakip olabilecek Rauf Orbay’ından Kâzım Paşa’sına kadar birçok kişiyi Atatürk karşısına almıştır. Mustafa Kemal, bazı sivil kökenli devlet adamlarına güvense de onların başbakanlık görevini yürütebileceklerinden şüpheye düşmüştür. İsmet Paşa’yı kullanırken, daha sonra onu dengeleyebileceği kişileri, unsurları da bu süreçte kendi eliyle tasfiye etmiştir. Onlardan birisi de Kâzım Paşa’dır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa ona iade-i itibarda bulunmuştur. Şimdi burada bir Serbest Fırka olayı var. Atatürk’ün, İsmet Paşa’dan kurtulmak için yakın arkadaşı Fethi Okyar’a bu partiyi kurdurduğu düşünülür. Fakat millet bu partiyi çok ciddiye almıştır. Fethi Okyar, İsmet Paşa’ya dönüp, “İstediğiniz tercihi yapabilirsiniz ama benim gitmemle kalmam Nisan’a kadar da uzar, devrimlere kadar da uzar.” diyebilecek bir güce erişmiştir. Ayrıca şöyle bir anekdot anlatılır: Mustafa Kemal, aralarında İsmet İnönü ve Fethi Okyar’ın da olduğu arkadaşlarıyla briç oynamaktadır. O sırada Mustafa Kemal’in bardağının altına yerleştirilmiş şekilde bir telgraf metni gelir. Bu yazı şifreli bir telgrafın çözülmüş şeklidir ve Şeyh Sait İsyanı’nı haber vermektedir. O tarihte, 1924-25 civarında, Fethi Okyar başvekildir. Mustafa Kemal etrafındakilere “Şimdi iki insanın, iki devlet adamının, İsmet İnönü ile Fethi Okyar’ın farkını size göstereceğim.” der. Telgrafı alır, Fethi Bey’e gönderir. Fethi Bey okur, cebine koyar, briç oynamaya devam eder. Hemen bir kopyasını da İsmet Paşa’ya gönderir, İsmet Paşa onu okur, telaşla ayağa kalkar; hemen bir sigara yakar, masanın etrafında dolaşmaya başlar. Ertesi gün Fethi Bey başvekillikten alınır, yerine İsmet Paşa gelir ve böylece Mustafa Kemal’in kaderi İsmet Paşa ile bütünleşmeye başlar. İsmet Paşa da bunu yavaş yavaş Mustafa Kemal’e karşı kullanır. İsmet Bozdağ’ın anlattığına göre Atatürk, 1933’te Yalova’da bir olaydan dolayı İsmet Paşa’yı azarlar. Görevden alınacağı bellidir. İsmet İnönü, odasına çekilirken Salih Bozok’u bulur ve “Aman, sabaha kalırsam bu iş biter, ne yapıp edip beni yanına sok!” der. Böylece Atatürk’ün yanına girer, orada ne olursa olur, ertesi gün görevine devam eder.

1937’ye gelindiği vakit artık İsmet İnönü bürokrasi içerisinde Atatürk’ten güçlüdür. Atatürk misyonunu tamamlamıştır hatta Atatürk ne yapacağı önceden kestirilemeyecek, devleti birtakım maceralara sokabilecek bir insan olarak gözükmeye başlamıştır. “Evet, Türkiye her şeyini Atatürk’e borçludur ama Atatürk’ün eserinin devam etmesi ancak İsmet Paşa ile mümkün olacaktır.” yönünde bir anlayış vardır. Dolayısıyla o tarihlerden itibaren Türkiye’nin İsmet Paşa’ya olan ihtiyacı Atatürk’e olan ihtiyacının önüne geçmiştir. Böyle bir düşünce yavaş yavaş uyanmaya ve benim biraz önce söylediğim bir izolasyon olayı kendisini hissettirmeye başlamıştır. Hem de o ana kadar hiçbir şeye itiraz etmemiş olan İsmet Paşa, Hatay gibi bir konuda Atatürk’e itiraz edince fikir ayrılığı büyür. Bu olay şöyle gelişmiştir: Atatürk’ün sofrasına İsmet Paşa geç gelir, uzakta bir yere oturur; Ulus gazetesini çıkartıp okur. Tamamen aldırmaz bir havadadır. Hatay meselesini Atatürk açınca İsmet Paşa da Atatürk’e dönüp, “Ne vakte kadar memleket meseleleri içki masasında konuşulacak!” diyerek kendisinden hiç beklenilmeyecek bir ifade kullanır. Atatürk önce şaşırır, “Cumhuriyet’i bile işte, hep beraber bu masada ilan etmedik mi önemli kararları hep burada almadık mı?” dese de keyfi kaçar. Bir süre sonra da yemeği dağıtır. Yine İsmet Bozdağ’ın yazdıklarına göre, bu olaydan sonra Atatürk Fevzi Paşa’yı çağırır. Bir soru işareti Atatürk’ün zihnine ve beynine yerleşmiştir: “İsmet Paşa’nın güvendiği bir şey olmasa bana bu şekilde hitap edemez, bu şekilde kafa tutamaz. Ben onu kendimden iyi tanıyorum, her şeyini bildiğim bir adam. Buna rağmen böyle davranıyorsa kendisinin bildiği, benim bilmediğim bir güç var İsmet Paşa’nın arkasında.” İşte böyle tereddütte düşer. Eğer hatırlanacak olursa daha sonra hem Celal Bayar’ı hem İsmet İnönü’yü trene alır, birlikte İstanbul’a giderler. Başbakanlığın değişimini de Atatürk trende yapar. Böylece bu değişiklik esnasında İsmet İnönü’nün başka hiçbir yerde bulunmamasını, orada olmasını sağlar. İsmet Paşa başbakanlık görevi bittikten kısa bir süre sonra maça gider. Maçta da siyasi hayatında ilk defa çok içten, coşkun bir alkışla karşılaşır. Bu, mağdurun yanında yer alan halkın hem tek parti dönemi başlatmış bir insana duyduğu yakınlığın hem de tek parti dönemine karşı gösterdiği tepkinin işaretidir. Ertesi günlerde Salih Bozok, İsmet İnönü’ye karşı çok ağır bir konuşma yapar ve “Sen ne istiyorsun, ne demek istiyorsun, amacın nedir?” diye sorar. Buna karşılık İsmet Paşa da çıkar, “Atatürk benim her şeyimdir, velinimetimdir. Sadece Türkiye’nin varlığı değil, benim varlığımdır. Her şeyimi ona borçluyum, kendisine sadakatten başka ne düşünebilirim.” gibi yatıştırıcı, gayet diplomatik bir konuşma yapar.

1938’de Atatürk’ün rahatsızlığı ilerler. Dolmabahçe’dedir ve hafta sonlarını İstanbul’da geçiren Başvekil Bayar, İsmet Paşa’ya der ki; “Doktorlar, Atatürk’ün ümitsiz, çok ağır hasta olduğunu söylüyorlar, akıbet belli. Bu kadar yakın arkadaşlığınız var, insani bir şeydir, görmek, vedalaşmak istemez misin? Nasıl arzu ediyorsan hükûmet her şeyi hazırlar.” İsmet Paşa tereddüt eder ama sonra Ankara Garı’ndan değil de Atatürk Orman Çiftliği’nden trene binip Atatürk’ü ziyaret etme fikrini kabul eder. O vakit muhtemelen sağlık bakanı olarak görev yapan, İsmet Paşa’nın hâkim olduğu o günkü bürokrasiyi ve aynı zamanda anonim iktidarı temsil eden bir kişi olan Refik Saydam, bu ziyareti öğrenir öğrenmez, telaşla İnönü’nün yanına gider. Kendisine “Bunlar size kötülük yapacaklar, başınıza bir şey gelebilir, suikast olabilir. Ankara’da nispeten emniyet altındasınız. Asla İstanbul’a gidemezsiniz. Buna tek başınıza karar veremezsiniz, eğer gidecek olursanız, lokomotifin önüne yatacağım. Tren çiğnesin de öyle gidin!” der. Refik Saydam’ın bu aşırı baskısı karşısında İsmet Paşa İstanbul’a gitmekten vazgeçer. Zaten birkaç ay içerisinde de Atatürk vefat eder. Bunun üzerine de İsmet Paşa, cumhurbaşkanı seçilir.

O süreci üç evreye ayıralım: Atatürk ile İsmet Paşa ilişkileri çerçevesinde ilk dönemde, birtakım güçlü kişilere karşı Atatürk, İsmet Paşa’yı kullanmıştır. İkinci evrede Atatürk, İsmet Paşa’yı kullanırken ve diğerlerini de tasfiye ederken, giderek çevresinde İsmet Paşa’ya rakip olacak hiç kimseyi bırakmamış, siyasi olarak kendisi de İsmet Paşa’ya bağımlı hâle gelmeye başlamıştır. Serbest Fırka hadisesi bunun bir örneğidir. Üçüncü evrede ise İsmet Paşa elinin yeteri kadar güçlendiğini gördüğü için olacak, Atatürk ile arasının açılmasından ve hatta başvekillikten alınmasından dolayı fazla bir tedirginlik duymamıştır. Belki ilerisi için bunu kendisi istemiş dahi olabilir. Hatay gibi bir konuda Atatürk’e direnmesi önemlidir. Sonuçta Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü’nün bir hayli güçlendiğini ve bu karşı çıkışının mutlaka bir güce istinat etmesi gerektiğini düşünmüş ama onu başbakanlıktan almanın dışında yapacak bir şeyi olmadığını da görmüştü. Bayar’ı başbakanlığa getirmek suretiyle, Türkiye’de hem gündemi değiştirmiş hem halkı rahatlatmak için ekonomiyi ve kalkınmayı ön plana almış, yeni bir sanayileşme planı hazırlatmıştır. Bu sanayileşme planının içerisinde yer alan birtakım tesisler 1950’den sonra Demokrat Parti döneminde açılmıştır. Çok ilginçtir, 1938’de İsmet Paşa gelince, devlet arşivinden bu sanayileşme planını sildirtmiş, bütün hazırlıkları ortadan kaldırtmıştır.

Mustafa Kemal’in Celal Bayar’ı 1937’de başbakan yapması, onda devlet adamlığı vasfını gördüğünü, ayrıca kendisine yakınlığından ve sadakatinden hiç şüphe etmediğini gösterir. Fakat ben diğer bir hususa da çok büyük önem veriyorum. Mustafa Kemal, ömrü olsaydı, Bayar’ın başbakanlığında ekonomiyi ön plana çıkartarak, kalkınma hamlesi başlatarak, bir bakıma İsmet Paşa’nın devlet kademelerindeki, bürokrasi üzerindeki etkisini de kırmak istiyordu. 1937’de Atatürk’ün Bayar’ı başvekil yapmış olması, 1924 İzmir İktisat Kongresi ile başlatılan liberal ekonomi sürecinin, 1930 sonrasında yaşanan Amerika’daki Büyük Bunalım’a bağlı olarak yeniden canlandırılmasıyla da ilgilidir. Bu yöndeki çabalarında devletçiler de Bayar’ı onaylamıştır. Tabii ki Atatürk çok yönlü bir devlet adamıdır. Atatürk’ün bazı özelliklerini, bazı yönlerini, bazı isteklerini, arzularını Bayar çok yakından hissetmiştir, anlamıştır. Bunları yaparken İsmet Paşa’yı Mustafa Kemal’den soğutmayı da asla düşünmemiştir. Belki Bayar’ı sağ Kemalizmin, İsmet İnönü’yü de devletçilik anlamında sol Kemalizmin içinde görebiliriz. Bayar’ı liberalizmin ve demokrasi çizgisinin, halk çizgisinin demokrasiye girişinin içinde görebiliriz. Atatürk de bir halk çocuğuydu, alçak gönüllü bir tabiata sahipti. Hatta Söğütözü’ndeki Atatürk Orman Çiftliği yapılırken Rumeli şivesi ile “Hiç olmazsa şurada, bana da bir kulübe yaparlar.” demişti. Böyle mütevazı, halka yakın bir insan olduğunu da biliyoruz. Ama bu yönünü, devrimleri, Cumhuriyet’i, yeni devleti hayata geçirme sürecinde çok fazla gösterememiş olabilir.

1923-1938 boyunca 15 yıllık süreçte, en önemli olaylardan bir tanesi Atatürk’ün yurt içi gezileridir. Bu, Anadolu’nun devreye girişidir, devletin bir açılımıdır ama tamamlanamamıştır, İsmet Paşa önünü kesmiştir. En son şunu anlatarak bu konuyu kapatayım: 1933 yazında Atatürk oturuyor, yanında da “çocuk” dediği Falih Rıfkı da var. O sırada İsmet Paşa’ya Schacht’ı örnek gösterir. Schacht, “Sihirbaz Maliyeci” denilen, Hitler’in ünlü maliye bakanıdır. 1933’te başbakan olunca Hitler, otoyol yapımına girişmiş ve Almanya’da işsizliği hızla kırarak, altyapı hizmetleri ile işe başlamıştır. Schacht da hakikaten mucizevi bir şekilde kaynak bulmuştur. “Bak, Schacht’ın Hitler’e nasıl para bulduğu anlatılıyor.” denilince İsmet Paşa gayet umursamazca, “O şekilde giderse enflasyon olur.” diyerek kestirip atmıştır. İsmet Paşa kıpırdayan yapraktan dahi tehdit algılayan bir yapıya sahiptir. “Yatırım yaparsan enflasyon olur”, “Hatay’ı almaya kalkışırsan yabancı güçler Türkiye’yi bir kez daha istila ederler.”, “Biraz demokrasi dersen, biraz manevi inanç dersen arkasından irtica gelir, devrimler elden gider.” gibi düşüncelere kapılmıştır Atatürk yaradılış olarak tutucu bir kişilik değildir ama İsmet Paşa tam anlamıyla bir tutucudur, statükocudur.

Gerici midir?

Evet, mizaç olarak hiçbir şey yapmama ve yaptırmama taraftarıdır. Ben biraz önce Türkiye’nin durumunu anlattım. Ankara’nın elektriğinin iki üç tane dizel motordan üretildiği ve halkın fakir olduğunu söyledim. Demokrat Parti iktidara gelinceye kadar İsmet Paşa’nın, CHP’nin değişen Türkiye ve dünya ile ilgili hiçbir hazırlığının olmadığı da kesindir. Benim bu söylediklerimin bir kısmı somut vakalara, delillere dayanıyor olmakla birlikte, bir kısmı da elbette yorumdur. Ama tarihin kendisi zaten yorumdur. Tarih bizim dışımızda var olan bir şey değil, bizim inşa ettiğimiz bir şeydir. Onun için rahatlıkla söylüyorum. Bayar’ın tercih edilmesi, yeni bir ekonomi, yeni gündem ve yeni sanayileşme dönemi açmak içindi. Ama Atatürk’ün ömrü bunu tamamlamaya vefa etmedi. Ömrü vefa etseydi Türkiye bir vites değişikliği yaşayacaktı. Zaten 1939’da harp başlayacak ve araya başka olaylar girecekti. İsmet İnönü’ye kıyasla Atatürk’ün laiklik gibi konularda aydın bir tavır sergilediğini ve özellikle ekonomik meselelere, dış politikaya kesinlikle çok daha yenilikçi, ilerici baktığını biliyoruz. İsmet İnönü, Atatürk’ü bir taraftan âdeta putlaştırırken, bir taraftan da onu öldürmüş, o ruhu öldürmüş ve dış politikadan ekonomiye kadar Atatürk’ün geçici olarak doğru bulduklarını, Türkiye için ebedî ve siyasi bir hayat tarzına dönüştürmüştür. Aralarında önemli bir mizaç farklılığı, sizin ifadenizle psikolojik uyumsuzluklar olduğunu da teyit etmemiz ve açıkça belirtmemiz gerekiyor.

İlkokul döneminizi, o dönemdeki serüveninizi konuşuyorduk. Hâlihazırda ilkokul arkadaşlarınızdan görüştüğünüz, zaman zaman bir araya geldiğiniz, sohbet ettiğiniz isimler var mı?

Evet bir kişi var. Bir gün Japonya’da bulunan bir ilkokul arkadaşımdan e-posta aldım. “Beni hatırladın mı?” diyordu. Bir ara dört kişilik sıralarda oturuyorduk. Onu hatırlattı, “Beraberdik.” dedi. En son 1979’da Bulvar Palas’ta görüşmüştük. Japonya’ya gideceğini söylüyordu, uzun zaman ondan haber alamamıştım. Çok sevindim. Sınıfın en çalışkanlarındandı. Orta Doğu Teknik Üniversitesinde elektronik mühendisliği eğitimi almıştı. Bir süre Türkiye’de görev yaptıktan sonra Japonya’ya gidip orada evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Sohbet ettik uzun uzadıya telefonla. Daha sonra e-posta ve telefonla görüşmeye devam ettik, Türkiye’ye geleceğini yazıyordu. Geldi, burada da görüştük. Ayrıca Çankaya İlkokulu civarında oturan öğrenciler vardı. Onların bir kısmı yerlerini değiştirmediler. Görüştüklerim var fakat onlarla aynı sınıfta değildik, aynı dönemde okuduk, bir sınıf aşağı, bir sınıf yukarı idik. Onlarla ilişkilerim var, devam ediyor.

İlkokul hatıralarınızı yâd ederken; sanki okul hayatını hiç sevmemişsiniz, daha çok siyasi bir iklimin neşet ettiği evde büyümeniz sebebiyle, siyaset mektebi sizin için çocukluktan itibaren okulun önüne geçmiş gibi bir izlenim uyandırıyor?

Şöyle söyleyeyim. Okulu hem sevdim hem sevmedim. Sevdim; arkadaşlar, arkadaşlıklar güzel bir şeydir. Hayatı paylaşmak güzel bir şeydir. Bu yönüyle okul güzeldi. Fakat okullara beni uzak kılan iki sebep var. Bunların da üzerinde durmak isterim hatta birisi üzerinde biraz daha uzun durmak istiyorum. Bu, İstanbul’daki okulun yatılı olmasıydı. Yatılı okulu sevmedim.

Yatılı okumak sizde yalnızlık duygusuna mı yol açtı?

Öyle de denilebilir. Bir de yatılı okul, kendi kurallarına göre sadece yemek yiyeceğiniz, ders çalışacağınız, yatacağınız vakti belirleyerek hürriyetlerinizi elinizden almakla kalmaz, ne yapacağınıza da karar verir. O gün genel geçer konular neyse boş zamanda o konuşulur, o aktiviteler gösterilir, o sporlar yapılır.

İstanbul’daki yatılı okul gayet uyumlu anılarla geçmiş olmasına rağmen egemen siyasi düşünce o gün için muhalefetti. Rock’n Roll, Elvis Presley, arkasından twist, diskotek, bu tür şeyler beni hiç açmamıştır. Ben farklı şeyleri merak ediyordum. Farklı şeyler öğrenmek istiyordum.

Bu dönemde kitaplarla tanıştınız mı?

Kitaplarla tanıştım. Şimdi asıl o konuya girmek istiyorum. Benimle okul arasına giren bir boşluğu burada anlatmam mümkün olacak. Ben daha okula gitmiyordum. 1951’de, daha doğrusu 1952 başında büyük ağabeyim Türkiye’den ayrıldı. Hukuk fakültesinden mezun olup, ikinci bir üniversiteyi bitirmek üzere İsviçre’ye gitmişti. Dört yaşındaydım. Ağabeyim İsviçre’ye gitmeden önce beni karşısına alıp; insan organları ne küçük dolaşım ne, büyük dolaşım ne, karıncık, kulakçık, kalp, karaciğer ne yapar; sindirim nasıl olur; beyin nedir; bir taraftan bunları anlatır, diğer taraftan da bana tarihten örnekler verirdi. Ortanca ağabeyim de aşağı yukarı bunları bana tekrarlardı. Ben dört beş yaşındayken “Kutadgu Bilig”i, Bilge Kağan’ı, Alparslan’ı öğrenmiştim. III. Mehmet’ten I. Ahmet’e, IV. Murat’a kadar tüm Osmanlı padişahları; arkasından Millî Mücadele, İstiklal Savaşı, bunları öğrenmiştim. Rahmetli anneannem vardı. O, İzmir’deydi, edibeydi, yazardı. Servet-i Fünun’da dahi yazısının çıktığı söylenir. Özellikle iki büyük ağabeyim için edebiyat, tarih derslerinde canlı bir ansiklopedi ve sözlük gibiydi. Ondan da birçok şey öğrenirdim. Mesela birçok Osmanlıca kelimeyi daha küçük yaşta öğrendim. Ortaokulda, Türkçe derslerinde kelimelerin manasını sorarlardı Bu bilgileri evde edindikleri için ağabeylerim hiç çalışma lüzumu hissetmezdi. Sadece bu tarihî şahsiyetleri değil, Fuzuli, Nabi gibi şairlerin isimlerini, özelliklerini de o evin içinde var olan havada öğrenirdik. Osmanlı tarihinin devamı, duraklama, gerileme, sonra Karlofça, onlar benim o çocuk yüreğime gelir, yutamadığım ham elma gibi boğazıma takılırdı. Ve işte babam vesilesiyle siyasete yeni yeni uyanan ilgi… O gün evdeki, Türkiye’deki heyecan, sanki bir yeni dirilişin Türkiye’de yaşanmaya başladığı gibi bir duygu verirdi bana. Sadece bunlardan da ibaret değildi. O vakit okuma yazma bilmiyorum ama bazı şeyleri okutacak birileri de bulunuyordu bir şekilde. Mesela 1950’de çıkan “Pekos Bill”, ilk kovboy-kızılderili dergisiydi. Pekos Bill kement atardı, silahı yoktu. Perşembe veya cuma günleri çıkardı. Derginin iki sayfası siyah beyaz, iki sayfası renkliydi. Pekos Bill’in sevgilisi Calamity Jane vardı. David Crockett, takunya gibi bir şey giyerdi ayağına, elinde tüfeği olan, omzunda tavası asılı bulunan, şişman bir tipti. Tabii çok ileriki yıllarda bunların o dönemde yaşamış şöhretli Amerikalı kovboyları olduğunu öğrendik. O işe de merakım vardı. Diğer taraftan Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Kolsuz Kahraman”, “Kızıl Tüy” gibi romanlarını da kendim okuyamadığımdan okuturdum. Şahit olduğum konuşmaları hemen hafızama alırdım. Buna teşvik de görüyordum.

Size okunan o kitapları babanıza da okutur muydunuz?

Ağabeylerimin ve annemin öğrettiklerini babama anlatırdım, çok hoşuna giderdi. Eve çalışmaya gelen misafirler olurdu. Ara verdikleri vakit beni çağırırlar, onlar da anlattırırlardı. Ben anlatırken, “Soru da sorabilirsiniz, anlattıklarından yetinmemiz gerekmiyor.” diye de eklerdi rahmetli babam. Bundan çok büyük bir keyif alırdım, bildiklerimi iddialı bir şekilde anlatırdım. Onun için hayatta hiç konuşmakta, bölüşmekte ve insanlarla bu manada ilişki kurmakta sıkıntım olmadı. Şimdi düşününce tatlı bir mahcubiyet duyarım. Çünkü benim o tarih bilgimle anlattıklarımı dinleyenler arasında rahmetli Fuat Köprülü de vardı. İlkokula gitmeyen bir çocuğun, Fuat Köprülü gibi hâlâ Türk tarihçiliğinde yeri dolmamış bir âlimin yanında bunları anlatmış olması, benim için hâlâ bir tatlı mahcubiyettir. Onlar da beni teşvik ederlerdi. Oradan oraya taşına taşına, o dergileri muhafaza edemedim. Okuma yazma öğrendiğim dönemde de bu şekilde devam etti. Ali Naci Karacan, rahmetli babamın büyük ilgisi ve yardımı ile Milliyet’i çıkarabilir hâle gelmişti. Bana imzasıyla, yanılmıyorsam Claude Cohen’in bir kitabını hediye etmişti. Buna benzer daha ilginç bir olay ise rahmetli anneannem ile Dr. Tevfik Rüştü Aras’ın ileri bir hukukları olmasıydı. Atatürk’ün dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, rahmetli anneannemin küçük kız kardeşinin kocası, yani eniştesiydi. Ağırlıklı olarak İstanbul’daydı ama Ankara’ya geldiği vakit bize uğrardı. Rahmetli anneannem ile konuşur, annem rahmetli de “Enişte, enişte!” diye kendisini çok severdi. Gayet entelektüel bir kişiliği vardı. Doğal olarak rahmetli babamla da görüşürlerdi. Ben daha okula gitmiyordum ama haritanın ne olduğunu, hangi şehrin, hangi memleketin nerede olduğunu bana rahmetli anneannem gösteriyordu. Bana öğlen yemekte bir soru sordu Tevfik Rüştü Aras, dedi ki: “Dünyanın en küçük denizi hangisidir?” Ben, “Marmara Denizi.” dedim. O da “Yok, Azak Denizi’dir.” dedi. Ben o anda fark edemedim tabii. “Yok, hayır, Marmara çok daha küçük, ben biliyorum.” dedim. “Peki.” dedi, “Ama yine de bak, Azak Denizi! Gel seninle bir iddiaya girelim. Şimdi benim senden bir şey istemem yersiz olur ama sen haklı çıkarsan ben sana bir tane dünya maketi hediye edeceğim. Değilse sen bundan sonra daha dikkat edersin.” diye devam etti. Tabii ben yüzde bir milyon eminim. Yemek odası aşağı kattaydı. Yukarıdan, yazıhane odasından büyük atlas, Larousse vs. geldi, görüldü, gerçek çıktı ortaya. Tabii daha sonra anladım ki bu bir mizansen. Yoksa okula gitmeyen bir çocukla ne diye iddiaya girsin. Erken yaşta onun hayatına bir iddia, böyle bir hediye sokarak, bir çocuğun o alandaki merakını iyice kökleştirmek istemiş.

Yıl 1960, 27 Mayıs İhtilali oldu. Benim kendime göre okuma ve öğrenme merakım devam etti. O zaman bazı arkadaşlarımızla bunu paylaşırdık. Lisede sosyal bilgiler diye okutulan dersler, Türk edebiyatı dâhil, bana basit geliyordu. Tabii şimdi hocaların bilgisiyle kendi bilgimizi kıyaslamak gibi bir münasebetsizliğin içine girmek istemem ama en azından o gün okutulanlardan o günkü müfredattan çok daha ileri düzeyde bilgi sahibiydim. Özellikle edebiyat, sosyal bilimler gibi konularda okul bizden geri bir duruma düşmüş oluyordu. “Okul bir an önce bitse de başladığımız şu kitabı bitirsek ve birtakım arkadaşlarla bunu konuşsak.” diye düşünüyordum.

Hayat, ders kitaplarının içinde değil de okuduğunuz diğer kitaplarda mı karşınıza çıkıyordu?

Hem teorik hem pratik kitaplarda diyelim. Hayat orada karşımıza çıkıyordu. Ben 1961-63 arası dönemde Çehov’u, Dostoyevski’yi, Steinbeck’i okuyordum. Kant’a kadar, Batı felsefesi hakkında bilgi, kültür sahibiydim. Lise yıllarında ve sonrasında da Auguste Comte gibi yazarları okuyorduk.

Genelde Batı ağırlıklı eserler mi okuyordunuz?

Aynı zamanda da divan edebiyatını, Fuzuli, Bâki, Nesimi, Nabi, Nedim, Taşlıcalı Yahya’ya kadar okuduğumu söyleyebilirim. Daha yenilere gelince Ahmet Haşim, özellikle de Yahya Kemal… Yahya Kemal’in birçok şiiri ve birçok nesri bana hâlâ bir şeyler öğretir. Onu hem en büyük tarihçilerimizden hem de en büyük mütefekkirlerimizden sayarım. Yahya Kemal bugün dahi -çok iddialı söylüyorum- tam anlaşılamamış, büyük bir şahsiyettir. Elini öpmek de nasip oldu. Aynı katta, Park Otelde kalıyorduk. Yahya Kemal ile münasebetim veya hoca-öğrenci ilişkilerimiz hâlâ kitapları üzerinden de devam ediyor. XIX. ve XX. yüzyıl şairleri, düşünür arasında -sağcı, solcu ayırmadan söylüyorum- en büyük yakınlığı ona duyarım. Benim bir merakım da Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşı, İstiklal Savaşı ile Cumhuriyet’in ilk dönemleridir. Bunları; hem okuyarak, yazarak ve yaşayarak bilenlerden hem de o dönemi yaşamış şoför, esnaf, halk kesiminden veya onlara aktaran daha yaşlı kişilerden, aslına uygun olarak öğrendim. Aydın’da ayakta kalan zeybeklerden, efelerden; Çanakkale’ye, Kut’ül Ammare’ye, Galiçya’ya gitmiş, İstiklal Savaşı’na katılmış, madalya kazanmış insanlardan o anıları dinlemek, benim resmî ideoloji, resmî tarih karşıtı olma yönümün önemli bir kaynağıdır. Bu dinlediklerim, bir bakıma halkın yakın tarih yorumudur. Feridun Kandemirlerden tutun, Kemal Tahirlere kadar hatta bugüne kadar gelen eleştiriler, yazılar, diziler, hepsi de benim için önemlidir.

Siz o günlerde resmî tarihin gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymadığının da farkındasınız tabii…

Elbette! Şimdi bir de şöyle bir duygu yaşıyorduk. XX. yüzyılın başında yaşamış, İtalyanların meşhur bir roman ve tiyatro yazarı vardır, Luigi Pirandello. Onun bir kitabının adı “Size Nasıl Geliyorsa Öyledir” idi. Ben şahsen kendi hayatımda gerçeğin ne kadar namert, indi ve hatta doğrudan doğruya bir düzmece, yalan olduğunu yaşadım. Çok küçük yaşlarda benim kafama şu düşünce yerleşti: Mutlak bilgi, bizim bu dünyaya ait bilgilerimiz değildi. Sadece vahiy yoluyla bize bildirilmiş ve gayba ait bilgiler kesindi. Onların doğruluk ve yanlışlığını akla başvurarak çözmek mümkün değildi. Din, vahiy yoluyla bildirilen bilgi, gayb, inancın üzerine, imanın üzerine oturuyordu. O, akla tabi olamazdı. Ancak akıl ona tabi olabilirdi. Böylece gayba inanmada, kitaba, sünnete inanmada, kendi payıma bir itikat ve iman içindeyken, bu dünyaya ait olan bilgilerimizin ne kadar değişken olabileceğini, akılla mantığın insanlar arasında güçlü ihtilafları çözecek ortak bir dil olmayacağını kabul eden, böyle bir felsefi, eskatolojik bir düşünce gelişti bende. Bunun günlük hayata dokunan bir tabanı, bir karşılığı da var. Muhalefetin 1950-60 arasında söyledikleriyle, 1960’tan sonra gazetelerin yazdıklarıyla hatta o zaman okul kitaplarına girenlerle, en az iki Demokrat Parti, en az iki Adnan Menderes profili çizildi. Her inançta olanlar kendi inançlarında kavidir. Hiçbir akli delil, o batılı, o yanlış düşünceyi ortadan kaldırmıyor. İnsanın düşünceleri ve fikirleri, bir taraftan onun mizaç özelliklerine, bir taraftan da -Marks’ın dediği gibi-mensup olduğu sınıfa, birtakım toplumsal nedenlere bağlı olarak gelişiyordu. O zamanlar, tarihin, gerçek dediğimizin tek bir doğrudan ibaret olmadığını, bu bakımdan modernizme de aydınlanmaya da kuşkulu yaklaşmak gerektiğini, mesafeli olmak gerektiğini düşünüyordum. O günlerde yaşadıklarım ve o yaşadıklarımla paralel giden kendi okumalarım, beni böyle bir anlayışın içine yerleştirmişti.

Bugün okuduğunuz gazetelerin birinci sayfalarına ve manşetlerine, oluşturulan gündemlere de kuşkulu mu bakıyorsunuz?

Evet. Hatta ben diyorum ki bizim gördüklerimiz, olanlar değildir, bize gösterilenlerdir.

Bir nevi tiyatro diye nitelendiriyorsunuz?

Tiyatro olabilir, senaryo olabilir. Maksat budur. Tek merkezliymiş veya çok merkezliymiş; ben çözemem, kimse de çözemiyor. Ama bir kuşatılmışlık içinde olduğumuzu, etkilendiğimizi ve de giderek bunun çok daha arttığını, bugünkü entelektüel hayat söylüyor. Ama ben bunu, dediğim gibi 1960’lı yıllarda gördüm, yaşadım. Bunun birçok faydası oldu. Bana hayatta en haz aldığım şeyin ne olduğu sorulursa “Öğrenmektir.” derim. Merak ve öğrenmek… İşin güzel tarafı, öğrendiğinizin de yanlış çıktığını görebilmek veya “Bildim, biliyorum.” dediğinizin de yanlış çıktığını görüyor olabilmek… Anlatacağım şu kısa anekdot beni hoşgörülü olmaya itti. Yıllar sonra Kâtip Çelebi’nin “Nizamü’l-Hakk Fi-ihtiyari’l-Ahakk” adlı kitabını okudum. Ben, Türkiye’deki liberallerin, liberalistlerin, liberalizm yanlılarının bunu okuduklarını hiç zannetmiyorum. Hâlbuki bu eser 1650 yılına ait bir hoşgörü abidesidir. Orada, “Halkın inandıklarıyla uğraşmayın, değiştiremezsiniz.” der. O kitapta tütünün haramlığına helalliğine, kabir ziyaretlerine kadar birçok konu ele alınıyor. Bunları hâlâ biz tartışma programlarında yeni bir şeymiş gibi konuşmaya devam ediyoruz. Bu, bir bakıma bazı konuların da ne kadar öğretici olduğunu gösterir.

Bir vesileyle yazmıştım ama sırası geldi anlatmak da istiyorum. Malum İmam Birgivi, taassup ehlinin temsilcisi diyeceğimiz bir kişi. Şeyh-ül İslam Ebu Suud Efendi’ye bile karşı çıkmış bir zat. Balıkesir’de doğmuş, Ödemiş Birgi’de -Aydınoğulları’nın kurulduğu ilk yerde- bulunmuştur. Bu din âlimi derdi ki, “Kabirlere gitmeyin, türbe olarak onların üstünü örtmeyin, orada kurban kesmeyin, çaput bağlamayın, bunları yapmayın, zinhar dinden çıkarsınız.” Böyle bir yönü vardı. Türk siyasetini inceleyenlerin hatta Türk toplumunu inceleyenlerin mutlaka bir prototip olarak çok iyi bilmeleri gereken bir kişi idi. Otuz sene önce ilk defa gittim Birgi’ye. Önce Aydınoğlu Camisi’ne, Aydınoğlu’nun türbesine, oradan da İmam Birgivi’nin mezarına. Birgi şimdi bir belde, Ödemiş’in bir beldesi, mezar da orada. Orada ne göreyim, bir iki kilometreden başlamışlar, yol boyunca çaput bağlamışlar ve orada kurban kesiyorlar. Ege Bölgesi’nde, Orta Anadolu gibi, Güneydoğu Anadolu gibi, Doğu Anadolu gibi çok fazla yatır, evliya, türbe geleneği olduğunu da söyleyemem. Ama hemen hemen bütün Batı Anadolu halkı yüzyıllar içerisinde İmam Birgivi’yi yeniden bir evliya, bir ermiş olarak üretmiş, böyle inşa etmiş. Kâtip Çelebi’yi de yeni okumuştum o vakit. Millî Eğitim veya Kültür Bakanlığından çıkmış bir eserdi. En çok tavsiye ettiğim kitaplardan birisi olmuştur eşe dosta. Sonra bir yirmi küsur sene geçti. Yine Ödemiş’e yolumuz düştü ve yine İmam Birgivi’nin, muhterem zatın mezarına bir uğrayalım, Fatiha’mızı okuyalım diye gittim. Çaput bağlama kalkmış fakat Belediye Başkanı oraya çok güzel, aynı anda bir iki büyük veya küçükbaş hayvanın kesilebileceği, üstü kapalı, küçük, modern bir mezbaha yapmış. Dedi ki, “Aydın Bey buraya insanlar geliyor, ortalıkta güzel gözükmüyordu, onun için yaptık.” Biraz ileride de İmam Birgivi’nin mezarı var. Mezarın üzerine büyük, lahit gibi bir granit taş koymuşlar ama türbe gibi üstü kapalı değil. Rahmetlinin bir tek o isteği yerine gelmiş. Belediye başkanı, “Nasıl, iyi olmuş mu?” diye sordu. Şöyle bir başımı çevirdim, ne de olsa İmam Birgivi Hazretleri’nin manevi makamındayız. Şimdi bunu düşünsem, demem gerekecek ki, “Bu zatın ruhu burada kesilen her hayvanla birlikte ızdırap çekecek. Keşke bunun aksini savunmuş, aksini istemiş olsaydınız, keşke bunu yapmasaydınız…” Ama o belediye başkanı bunu büyük bir ihlasla yapmış, halk için yapmış, millet için yapmış. Belediye başkanı kendi kendine herhangi birisini ermiş, evliya tayin edebilecek durumda değil. O da halk ve tarih böyle addettiği için yapmış. Ben de ortadan sözlerle, asla onun gönlünü kırmayacak şekilde düşüncelerimi ifade ettim. Oradan o şekilde ayrıldık.

Tabii iki yüz sene, üç yüz sene sonra ne olur, yirmi otuz sene sonra ne olur onu da bilemeyiz. Şu noktaya varmak istiyorum. Bu düşünceler, insanın, ister istemez olaylara biraz daha tepeden, kuşbakışı ve daha hoşgörülü bakabilmesini de sağlıyor. 1960’lı yılların başından 1965’e kadar toplum daha tam açılmamıştı. Bu konularla ilgilenenler ise daha çok din nedir, var mı, yok mu, Tanrı var mı, yok mu, Darwin’in teorileri nedir, kaba manada determinizm nedir, bunları sorguluyorlar. Ama bunlar da bazı gerçekleri irdelemek için değil, onları kaldırıp kendilerini hâkim kılmak için yapıyorlar. Hatta ruh var mı yok mu diye tartışılırdı. Çok ilginçtir, 1950’li yılların ortalarında böyle “Ruh ve Madde” diye dergiler çıkıyor, ruh çağırma, spiritizma seansları yapılıyordu. O zaman bunlar millî maneviyatçılık ve mukaddesatçılık sayılıyordu. Ruhun varlığını, onu maddeleştirerek ispata kalkmak gibi gariplikler oluyordu. Böyle bir hoşgörünün, böyle bir eleştirel yaklaşımın, zaman içerisinde sadece Kâtip Çelebi ile sınırlı kalmadığını, Ahmet Cevdet Paşa gibi kişilerin de benzer bir hoşgörüsü, düşüncesi, meselelere daha geniş ufukla bakma tavrı olduğunu gördük.