banner banner banner
Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın
Оценить:
 Рейтинг: 0

Aydın Menderes Anlatıyor: Gölgede Bir Şey Kalmasın


Evet, bunları duyunca ciddi bir sorumluluk hissi başlıyor. Şöyle ifade edeyim; bunları bir günden bir güne babam bize söylememiştir. Bunları hep annem telkin etmiştir.

Bu sizi tedirgin edecek bir noktaya geldi mi? Bu kadar çok telkin karşısında hata yapabileceğinizi düşündünüz mü?

Hayır hiç öyle olmadı. Bundan çok büyük bir haz duydum. Çünkü ortada bir örnek vardı. Başbakan olan kişi gözünüzün önünde. Kendisi “Ben başbakanım!” diye büyüklük göstermiyorsa, tafra satmıyorsa; insanlarla çok sıcak, alçak gönüllü ilişkiler içerisindeyse; o zaman önünüzdeki örnekle, babanız ile size anlatılanlar arasında bir kopukluk yok, bir bütünlük var.

Örnek model, baba…

Örnek model, hep iyi bir baba… Bir şekilde babanız gibi davranmanız öğütlenmiş oluyor. Bunun sıkıcı bir yanı yok. Çocukluk, gençlik yılları insanların daha idealist olduğu dönemlerdir. Haksız bir şeye sahip olmama duygusu hâkimdi, hayatı bir dürüstlük şeklinde -fair play diyorlar ya- kabul etmek. “Ben falanım” veya “şuyum buyum” gibi tavırlar söz konusu olamaz. Babamın geçmişiyle ilgili olayları, onun neler yaptığını, kayırılmaktan nasıl kaçındığını, iltimas yoluyla bir yerlere varmak istemediğini, imkânı olsa da bunlardan uzak durduğunu işittik hep.

Siz buna rağmen bir kaçamak yapmadınız mı? Sınıfta bir gün bile efelenmediniz mi? “Ben başbakanın oğluyum!” demediniz mi?

Bunu hiç söylemedim. Kendim söylemediğim gibi söyleyenden de tiksinmişimdir. Bu bakış açısı bizim evimize kadar girmiştir. Bu anlayışla yetiştirildik. O vakit özel okullar yeni yeni kuruluyor. Bu okullarda erkenden lisan öğreniliyor. O sırada Ankara’da Ayşe Abla Koleji açılıyor. Meclis’in biraz daha aşağısında, Odalar Birliği binasının biraz aşağısında diye hatırlıyorum. Benim iki ağabeyim Çankaya İlkokulunu bitirmişlerdi. O dönemde Ayşe Abla Koleji yoktu. Çankaya İlkokulu da o zaman çok meşhur olmuştu. Bu okulun, Allah rahmet eylesin, Rasim Akın adında bir başöğretmeni vardı. Bazı yaz akşamları annemle Ankara Tenis Kulübüne, 19 Mayıs Stadyumu civarına giderdik. Tenis oynayanlara bakar, orada yemek yerdik. Rasim Hoca da tenis kulübünün müdavimlerindendi. Orada beni gördükçe “Seni de ben okutacağım!” diye takılırdı. Ama beni Ayşe Abla Kolejine yazdırdılar.

O dönemlerde evde bir mürebbiyeniz, bir dadınız, sizinle kişisel olarak ilgilenen biri var mıydı?

O vakit Aydınlı -o da vefat edeli çok oldu- Pakize isminde hem ev işlerine bakan hem de benimle meşgul olan bir kızcağız vardı. Fakat o 1950 yılında evlendi. Ondan sonra özel olarak bana bakan biri olmadı.

Hep anneniz mi ilgilendi sizinle?

Annem ilgilendi. Ailede hepimiz onu çok sever, kendisine hürmet ederdik. Dedemin kalbi sağ taraftaydı. Evlenmezse daha sağlıklı yaşar demişler. Onun bakımını anneannemden ziyade annem üzerine almış. 1955’te vefat edene kadar hep bizimle beraberdi. O tabii benim dönemimde yaşlıydı, gözleri de görmemeye başlamıştı. Fakat iki ağabeyimin yetişmesinde onun da çok katkısı olmuştu. Bununla birlikte bizlerle yakından meşgul olan tabii ki annemdi. Bize ilk öğütleri veren, yöneten, yönlendiren o olmakla birlikte, iki ağabeyim de benimle çok yakından ilgilenirlerdi. Onlardan okula gitmeden evvel birçok şey öğrenmiştim. Bu şekilde beni Ayşe Abla Kolejine yazdırdılar. Fakat kararsızdım. Ağabeylerimin gittiği okula gitmemekten kaynaklanan bir kararsızlık duygusuydu bu. Bu duygu benim bir parçam olmuş gibiydi. Ayşe Abla Kolejini benimsemememin sebeplerinden birisi bu muydu, yoksa böyle bir duygu Çankaya İlkokuluna gidince mi ortaya çıktı, tam olarak kestiremiyorum. Ayşe Abla Kolejindeki talebeler daha çok o günün Ankara’sının varlıklı, orta sınıf veya üstü diyebileceğimiz ailelerinin çocuklarıydı. Fakat ben bu okuldan hiç memnun kalmadım, bir sıcaklık duymadım ve rahatsızlık geçirdim. Salgın çocuk hastalıklarından birine yakalandım, sonra iyileştim. Tekrar oraya götürdüler, okula devam ettim fakat tutturdum “Ben bu okula gitmeyeceğim!” diye. Hiç istemiyordum. Aklım, ne yapıp edip Çankaya İlkokuluna gitmekteydi.

Ne kadar sürdü bu durum?

Araya hastalık girdi, bir ay sürdü diyebiliriz. Süreyi tam bilmiyorum. Annem de babama demiş ki “Bu çocuk gitmeyeceğim diyor.” Babam da sabah demiş ki “Siz onu okula göndermeyin, ben kendim götüreyim.” Annem, “Oğlum…” dedi, “Seni yarın baban götürecek.”

Endişelendiniz mi bunun üzerine?

Hayır, hiç endişelenmedim.

Babanızdan korkar mıydınız?

Büyük bir saygımız, büyük bir sevgimiz vardı. Şimdi tabii bizim eve devlet işleri vesaire girmişti. Ev iki katlıydı, büyüktü. Ama babamın işlerinden dolayı sürekli kalabalık oluyordu. Mümkün olduğu kadar onun evde olduğu vakitler gürültü etmemek, misafirler varsa ona göre davranmak gerekiyordu. Tabii bunlara dikkat ediyorduk. Buna mukabil o da bizimle yeterince meşgul oluyordu.

Oyun oynar mıydı sizinle?

Hayır. Diğer ağabeylerimle yüzmüşler, balık tutmuşlar. Ama benim bir oyun oynama anım yok. Ertesi sabah ben bindim rahmetli babamın arabasına. Okulun önüne geldik. Atatürk Bulvarı’nın üzerinde araba durdu. Ben indim, hiç arkama bakmadan yürüyorum. Fakat bir his bana arabanın oradan ayrılmadığını ve babamın da benim girip girmediğime baktığını, takip ettiğini söylüyor. Ben bu hisse kapıldıkça adımlarım giderek ağırlaşıyor. Tam okula yaklaştığım vakit döndüm baktım. Evet, yanılmamışım, babam oradaydı. Bu sefer ben yüz seksen derecede döndüm. Okulun kapısını arkamda bıraktım, doğrudan doğruya arabaya geldim. Kapıyı açıp babamın yanına oturdum. Hâlâ bunu nasıl yaptığıma aklım ermez ama yaptım. O günkü arabalarda şoför bölmesi ile yolcu bölmesi arasında cam olurdu. Babam düğmeye basıp camı indirdi. “Beni Başvekalete bırakın, sonra da Aydın’ı eve bırakırsınız.” dedi. Bana “Oğlum niye gitmedin, burası okuldur…” gibi hiçbir şey demedi. Babamı Başvekalete bıraktılar. O vakit Başvekalet binası Ulus’tan Kızılay’a taşınmıştı. Babam orada indikten sonra muhtemelen hemen telefonla anneme de haber vermiştir. O sırada ben de eve döndüm. Olacak bu ya o gün ben ikinci bir hastalığa yakalandım, ateşim çıktı.

Küçükken zayıf bir bünyeye mi sahiptiniz?

Evet, ilkokulu bitirene kadar bademciklerim habire şişerdi. Pek kilolu değildim. Tabii eve dönünce babam ne olduğunu sormuş anneme. Annem de eve gelip rahatsızlandığımı söylemiş. “Okula da gitmemiş, bilmem ne yapacağız? Çankaya’yı istiyor.” demiş. Babam da “Ne var bunda? O da oraya gitsin. Öbürleri gitti de bir eksikliğini mi gördük? Varsın o da oraya gitsin, gönderin.” demiş. Sabah ben kalktım. Hiçbir şey bilmiyorum, sonra müjdeli haberi aldım. Çankaya İlkokuluna gideyim diye başöğretmeni aramış annem. Durumu anlatınca öğretmen memnun olmuş. “Yalnız şu anda kayıt almaya alırız da intibakta zorluk olur. Bu sene ben eve gelir giderim onu birinci sınıfa iyi bir şekilde hazırlarız. Gelecek sene başında okulda da bir imtihan yaparız. Birinci sınıf bilgilerine sahip olduğuna kanaat edilirse -ki zaten beni o yetişecekti- ikinci sınıftan itibaren okula devam eder.” demiş.

Çankaya İlkokulunda başvekilin oğluna iltimas yok mu? Sınava mı tabi tutuldunuz?

Yok, hayır, iltimas kesinlikle yok. Ben Çankaya İlkokulu için o kış evde hazırlandım. Zaten o öğretmen iki ağabeyime de zaman zaman özel ders verirmiş. Çankaya İlkokulunun şöyle de bir özelliği var: O bölgedeki devlet büyüklerinin çocuklarının birçoğu, mesela İsmet Paşa’nın çocukları orada okumuşlar. Hatta Özlem Hanım’ın büyük ağabeyimle belki aynı sınıfta veya bir alt ya da üst sınıfta olduğunu da söyleyebilirim. Çankaya İlkokulunda o civardan gelen talebelerin yanı sıra başka muhitlerden gelenler de vardı. O vakit Ankara’da Mimar Kemal ve Namık Kemal ilkokullarını bir çizgi olarak düşünürsek Kızılay’da, oradan ta Dikmen’e kadar başka hiç okul yoktu. Lastik çizmeli birçok arkadaş vardı. Dikmen’in köylerinden bile gelenler olurdu. Onun için Çankaya İlkokulu, Ayşe Abla’ya göre prestijliydi ama daha ziyade düşük gelirli halk çocuklarının bulunduğu bir okuldu. Ayşe Abla kaymak kesimin okuluysa Çankaya halk okulu idi. Benim gibi başbakan oğlu, o civarda oturan varlıklı ailelerin veya önemli bürokratların çocukları da vardı ama bunların oranı yüzde onu bulmazdı. Yüzde doksanı gecekondulardan, uzak köylerden, civardan gelen çocuklardı. Ben kendimi ömrüm boyunca hep o kesimden insanlarla bir aradayken daha rahat hissettim, mutluluk duydum. Arkadaşlarımla ilişkilerim aşağı yukarı bir ömür boyu böyle olmuştur. Böyle bir eşitlik düşüncemizin olduğunu bu okul değişikliklerinden itibaren anladık. Belki de Ayşe Abla Koleji yerine Çankaya İlkokulunu tercih etmemin nedeni, ömür boyu aralarında olduğum, yanlarında rahat ettiğim kişilerle beraber olma isteğiydi. Tabii bu düşünce ilerledikçe bu işin içerisine siyasi bir yön de girdi.

1952 yılında ilkokula başladım, 1953’te Çankaya İlkokuluna geçtim. Daha Demokrat Partinin ilk yıllarıydı. Ortada fazla çatışma olan yıllar değildi. Bu kesimlerin arasına girdikçe Demokrat Partiliye rastlama oranı çoğalıyordu. Ben bunun sıkıntısını ilkokulu bitirdikten sonra, 1957’de İstanbul’da Robert Koleje gidince yaşadım. Oraya gidişim de ilginçtir. Oraya babamın hatırı için gittim. İlkokula babama rağmen gitmemiştim ama 1957’de tam tersini yaptım. Orada bunun sıkıntısını çektim.

Siz 1946’da milletvekili çocuğu olarak dünyaya geliyorsunuz. 1950’de babanız başbakan ama siz elitlerin okulu yerine Dikmen’in köylerinden gelen çocukların okuduğu bir okulu tercih ediyorsunuz…

Mesela bakanlar yakınımızdı. Onların çocukları ile bir araya gelmek de beni fazla mesut etmezdi. Mahalledeki arkadaşlarımdı, yakın komşularımızdı onlar. Bizim kapı komşumuz, emekli memur olduğu söylenen Ali Rıza Bey’di. İncir ağaçları vardı. Biz de incirlerini aşırıp onu kızdırırdık. Onun alt katında da Rum bir aile yaşardı. Mesafe çok yakındı. Bu komşumuzun çocuklarından olan bir abla benden iki üç yaş büyüktü. Onun küçüğü erkek kardeş benim yaşıtımdı. Babalarının iş yeri de hemen Güvenevler’in altında, yüz metre ilerideki Yugoslavya Büyükelçiliği civarındaydı.

Siz herhangi bir çocuk gibi korumasız bir yaşam sürüyordunuz…

Evet. Yazın bizim evin önündeki bahçede veya yan bahçede, mahalledeki çocuklar ile bir araya gelip bir güzel oynardık kendi aramızda. Başımızda kimse olmazdı.

Evde de sıkı güvenlik önlemleri yok muydu?

Hayır. Sıkı güvenlik önlemleri evde de yoktu, serbestçe oynardık. Ben bunları bir dönemin hâletiruhiyesini, terbiyesini, âdet ve alışkanlıklarını aksettirmesi bakımından da anlatıyorum. Yabancı çocuklarla oynarken “Aman ha bunlara gâvur demeyin, kâfir demeyin; aman ha başka dinden olduklarını hissettirmeyin! Sünnetli, sünnetsiz gibi lafları bilir bilmez açmayın ve kesinlikle bunlara eziyet etmeyin. Büyüklük taslamayın. Mutlaka arkadaşınız, çok yakınınız gibi muamele edin. Farklılıkları onlara hissettirmeyin.” denirdi. Şimdi düşünüyorum da bunları bize öğretenlere bir kere daha rahmet okuyorum. Bu çok önemli bir şey. Bu bir imparatorluk kültürüdür her şeyden önce. Osmanlı kültürüdür. Farklılıklarla birlikte yaşama alışkanlığıdır. Bu özellik bu topraklarda yüzlerce yıl boyunca var olmuştur.

Bu hâkim bir duruşa sahip olmanın verdiği estetik bir rahatlık değil mi?

“İmtiyazlısın ama bunu belli etme! Üstünlük taslama çünkü bu küçüklüktür.” diye yardımsever olmamız öğütlenirdi. Mesela ben cebime yabancı bir çikolata, şeker falan koyup okula gitmedim. Böyle bir şeyi düşünmedim. Biri yap dese de yapmazdım, direnirdim. Arkadaşlarım bize geldiği vakitlerde onlara ikram ederdim. O zaman okul kafeteryası pandispanya, şeker satardı. Simit bile oralarda zor bulunan bir şeydi. Bir şey alacağım sırada yanımda arkadaşım varsa mutlaka birini de ona alırdım, iki arkadaşım varsa ikisine de alırdım. Bunlar bize hep öğretilirdi, telkin edilirdi. “Kendin için bir şey istemeyeceksin. Kendi adına bir şey yapmayacaksın. Her şeyi bölüşeceksin, büyüklük taslamayacaksın.” denilirdi. Bunlar benim hiç zoruma gitmedi. Hatta bunların benden istenmiş olmasını, bu öğütleri yerine getireceğime dair bana gösterilmiş olan bir güvenin işareti olarak görüyordum. Bu öğütleri çok sevdim hem de çok… Ben bu şekilde yaşadım. Hatta şöyle de bir anı anlatabilirim: Biz 1953’e kadar Güvenevler’deydik, ev küçük geliyordu. Sonra Çankaya’da bir köşke taşındık. Şimdi orada yabancı konukların bir kısmını ağırlıyorlar.

Fevzi Çakmak’a ait köşk mü?

Onun üst tarafında. Kuvvet komutanları ve genelkurmay başkanlarının kaldıkları evler var, oranın üstünde. Orayı Atatürk, kardeşi Makbule Hanım için yaptırtmış ama o da orada oturmamış. Böyle bir köşktü. 1953’te oraya taşındık. Henüz yeni taşınmıştık. O sırada Haziran ayıydı zannedersem. Ben sürekli su isterdim. Oranın eski görevlilerinden biri su olmadığını söyledi. Ben de dedim ki “Çeşmeden su akmıyor mu, akıyor; çeşmeden içeyim, bana çeşmeyi gösterin.” deyince adamcağız çok hayret etmişti. Sonra anneme demiş ki “Biz hiç böyle bir şeye alışık değiliz. Buradan gelip geçen büyükler, çocuklar pek çeşmeden su içmezdi ama Aydın Bey içti.” Bunlar artık doğal bir şey hâline gelmişti. Ortanca ağabeyim hatta büyük ağabeyim de aynı özellikleri taşımıştır. Bir de tabii demokrasi ile birlikte Türkiye’de birçok şey değişiyordu.

Toplum demokratikleşme sürecine ayak uyduruyor muydu?

Evet. 1950 senesiydi, demokrasinin ne olduğunu henüz bilmiyordum. Güvenevler’in karşı tarafı, bizim evin öbür tarafı çarşıydı. Orada kasap, kolacı, temizleyici vardı. Gömlekler ütülenir, yakalarda, elbiselerde leke olursa kuru temizleme yapılırdı. Berber, manav, bakkal tabii bir de kıraathane vardı. Doğal bir süpermarket gibi, her şeyin bir arada olduğu bir manav da vardı. Genellikle de oradan alışveriş yapılırdı. Bir gün evde öğlen temizlik yapmışlar, camlar açıktı. Biri yüksek sesle bağırıyordu, “Bu memlekette artık demokrasi var, bana kimse karışamaz!” diye. Muhtemelen öğlen vakti, kafayı çekmiş biriydi. Bir şey oldu mu, “Bana karışamazsın kardeşim, memlekette demokrasi var.” denirdi. Bu sözü o yıllarda çok işitirdik. Tabii bu yerinde de kullanıldı, yersiz de. İhlal edilmemesi gereken kuralları ihlal edince, “Yaparım kardeşim, demokrasi var!” şeklinde de kullanılsa, bunun büyük bir aşama olduğunu söyleyebilirim. Bu dönemde Ankara’nın, Türkiye’nin lehçesi hızla değişmiştir. Ben hatırlarım, böyle motosikletli eskortlarla o zamanın cumhurbaşkanının, başbakanının güvenliği sağlanırdı. Halkın tabiriyle “patapatalarla” gelip giderlerdi. Güvenlik için gibi gözükse de aslında devlet, “İşte ben buradayım, ayağını denk al!” der gibiydi. 15 Mayıs sabahı bunlar kalkıyor. Beyaz tren kalkıyor. İnsanlar vilayet binasından içeri girebiliyor. Çünkü Demokrat Parti iktidar olmuş. Başvekalete geliyorlar, başvekilin elini sıkıyorlar; bakanların elini sıkıyorlar. Milletvekiline gidip iş isteğinde bulunuyorlar. Bunlar kendiliğinden oluyor. Bu tek başına bir devrimdir, gerçek bir devrimdir. O döneme özgü, tipik bir durumdur. Göz önüne bir fotoğraf getirmek için herhâlde bu anlattıklarım yeterlidir. Bayar, Köşk’e çıkınca iki şey yaptırdı: Birisi, daha önce Köşk’ün girişinde olan sonra depoya konulan Mustafa Kemal Atatürk’ün beyaz bir heykeli vardı, onu eski yerine yerleştirtti. İkincisi, cumartesi ve pazar günleri Çankaya Köşkü’nü halka açtı. Celal Bayar’ın ikametgâhının dışında her yer gezilirdi. Atatürk’ün ilk oturduğu, bir Ermeni’nin yaptırdığı söylenen iki katlı bir köşk vardı, şimdi Atatürk Müzesidir orası. İnsanlar orada, o genişçe bahçede gezip dolaşırlardı. 30 Ağustos, 29 Ekim, 19 Mayıs gibi günlerde orada havai fişekler atılırdı, akşam da insanlar gezerdi. Sadece Köşk’ün içine girmezlerdi, orası mahrem alandı. Tabii bakanlar geliyor, yabancı devlet adamları geliyor. Orası sadece bir ikametgâh değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Köşkü, cumhurbaşkanının çalışma yeri, bir devlet dairesiydi.

Bu durumda Çankaya Köşkü, merhum Özal’dan önce halka açılmış oluyor.

Evet, merhum Özal o geleneği ihya etti. 6-7 Eylül Olayları nedeniyle bir dönem sıkıyönetim vardı. O dönemde devam edip etmediğini hatırlamıyorum. 28-29 Nisan 1960 olaylarına kadar cumartesi günü öğleden sonra ve pazar günü Köşk ziyarete açılırdı.

Bir müze gibi…

Oraya insanlar akın akın gelirler, yaz günü gayet güzel kıyafetleriyle gezerler, o Atatürk Müzesini ziyaret ederlerdi. Kapılar açıktı. Hüviyetini falan verme gibi bir durum yoktu. Özellikle yazın, şimdi başbakanın çalışma ofisi olarak kullanılan bir yer var, eski Hariciye Köşkü. Onun altında da şimdi yeni Dışişleri Bakanlığı Köşkü yapıldı, ikametgâh orasıydı; dışişleri bakanı orada otururdu. Orada, şimdi Atakule’ye çıktığımız yol yoktu. Şimdiki Cinnah Caddesi, Nene Hatun Caddesi yoktu. Bunlar 1950-60 arasında Menderes ile Demokrat Partinin açtırdığı yollardır. Bir tek Müdafaa-i Hukuk Caddesi dediğimiz güzergâh vardı. Oranın şimdiki adı Şehit Ersan Caddesi’dir. Pembe Köşk, İsmet Paşa’nın köşkünün bulunduğu yerleri dolanarak, İngiliz Sefareti’nin yanından Çankaya’ya çıkan bir yol, bir de dimdik çıkan Atatürk Bulvarı… Başka bir yol yoktu. Zaten Gazi Osman Paşa Mahallesi’nin adı da 14 Mayıs’tı. Onun da inşaatı 1950’de başlamıştı. Çankaya’ya doğru giden taraflar çayırlıktı, bostanlıktı. O bölge, Camlı Köşk’ün altıyla, şimdi Genelkurmay başkanının, kuvvet komutanlarının oturdukları yerleri kapsıyordu. Rahmetli Fevzi Çakmak’ın oturduğu köşk ile o vakit Hariciye Köşkü dediğimiz, şimdi başbakanın çalışma ofisi olarak kullanılan yerin arasına seyyar dondurmacılar gelirdi; camekânlarda helva, susamlı helva, kâğıt helva satarlardı. Simitçiler, kazanla mısır kaynatanlar oraya gelirdi. O zaman otobüs seferleri vardı, otobüs orada dururdu ve insanlar orada inerdi. İsteyen dondurma, kâğıt helva, mısır yerdi. Oradan yürüyerek gelip köşkü gezer, giderlerdi.

Bu yaşananlar gerçekten büyük bir devrimdir. Devletle halk kaynaşmıştır bir anda. Bu neye benzer derseniz, Berlin Duvarı’nın 1990’da yıkılması gibi bir şey… Ortada cisim olarak duvar yoktur ama zihinlerde vardır. Meşhur Vali Nevzat Tandoğan zamanından 1950’ye kadar yamalı elbiseli, çarıklı insanlar, manzarayı bozarlar diye Ankara sokaklarına sokulmamıştır. Sadece 1946 seçimlerinden sonra meclis açılırken, eski meclisin önünde halk kalabalık bir şekilde meydana gelmiş, buluşmuştur. O vakit Recep Peker ve birtakım insanlar da o kalabalığı “baldırı çıplaklar” diye tanımlamışlardır. “Baldırı çıplak” kelimesi bize Fransızcadan tercümedir. Fransız İhtilali’nde de aristokratlar, Fransızlara, halka aynı şekilde hitap ediyormuş. Bu bir zihniyeti anlatır.

Muhataralı bir dönemden söz ediyorsunuz. Şimdilerde bakıldığı zaman bir tarih anekdotu gibi görünüyor. Sizin bu anlattıklarınızın çoğu yeni jenerasyona bin yıl evvel yaşanmış gibi geliyor.

Hâlbuki 56 yıl öncesinden bahsediyorum.

Çok yakın bir dönem. Siz, Millî Şeflik döneminin -en azından babanızın ve annenizin anlattığı kadarıyla- emarelerine, belirtilerine, uygulamalarına vâkıf olmuşsunuzdur. Bu konu 1950-60 arası dönemde evinizde konuşulmuştur, kıyaslamalar yapılmıştır. Millî Şef dönemine, İsmet İnönü dönemine ait en dramatik olay sizce neydi?

Ben, bizim evde çalışan insanların yanına giderdim. Sonra, 1960’larda Ankara’ya geldik, o zaman inşaat zamanı idi. O inşaatta çalışan işçilerle, amelelerle konuşurdum. Köylülerle sohbet ederdim. O dönemde, ağabeylerimden 1950 öncesine dair bazı şeyler duydum ama bunları bizzat yaşamadım. Yine de tecrübe ettiğim bazı ayrıntıları anlatayım: Dört beş kişi bir paket sigara alır, bölüşerek içerlerdi. Bu 1950 öncesindeki Türkiye… Sigarayı alıp ikiye bölerlerdi, buna “takım” derlerdi, söğüt ağacından ağızlık yaparlardı. O sigaradan içtiniz mi nikotinini çekerdiniz. Ucuza satılırdı. Ben hâlâ o alışkanlığı devam ettiren insanlar gördüm. Yerden izmarit toplanırdı. En revaçta olan İngiliz, Amerikan gazetelerinin ince kâğıdının üzerine o toplanan izmaritler açılacak, sigara tütünü kurutulacak ve bulunursa yine o gazete kâğıtlarına sarılıp içilecek. Sigara, tütün bu kadar büyük bir kıymet… Çiftçi bir kilo buğday satarsa bir kibrit ya alacak ya alamayacak. O günün şartlarında durum böyle. 1950 öncesindeki Türkiye bu. Millet çarık yerine lastik ayakkabı giyebildi. İşte 60’lı yıllara doğru iyi kötü iskarpine geçilmiştir. O lastik bile büyük bir şeydi. Şöyle bir hikâye anlatılır Aydın’da: Çeşme köyü gibi yerler çok fakirdi. Biri beş altı saatte Aydın’a kadar gelmiş. Genellikle çıplak ayakla yürünürdü. Şehirden çıktı mıydı iyi kötü bir pabucu olan ayağına giyerdi. Köylülerden biri pabucunu koltuk altına almış, diğeri ayağına giymiş. Yürürken ayağına çivi batmış. Bu kişi çivinin ayağına batmasına değil, yeni ayakkabısının delinmesine üzülmüş. 1950 öncesi işte böyledir. Sıtma her yerde hâkimdir. Üç dört sene devam etmiş sıtmayla mücadele. Bataklıklar kurutulmuş, araziler açılmış ve sıtmanın kökü kazınmış. Örneğin Hatay’daki Amik Ovası, bataklıkken önemli bir bölümü bu şekilde kurutularak çiftçiye dağıtılmış bir yerdir.

Maltepe Camisi’nin sol tarafı Havagazı Fabrikasıydı. Tabii doğalgaz falan yoktu. Caminin öbür tarafında da Ankara’nın elektriğini 1956-57’ye kadar üreten iki üç adet dizel motor vardı. İkisi çalışır, biri yedekte beklerdi. Türkiye’de bir tane bile hidroelektrik santral yoktu. Termik santral ve yüksek gerilim hattı da yoktu. Elektrik fabrikası denen, dizel motorların çalıştığı yerler vardı şehirlerde. Onlar da en fazla, gece saat 22:00-23:00’e kadar elektrik verirdi. Ondan sonra elektrikler kesilirdi Ankara’da. Bir başka şey anlatayım size: Herhâlde yeni başbakan olduğu sıralarda, rahmetli babamla Güneş Sokak’tayız. Yıl 1950. Fransız Sefaretine varmadan, Güvenevler’in önünden biraz ileriye kadar 200-250 metrelik yerin asfaltlanması bir yaz boyu devam etti. Benim çocukluğumun ilk anılarından birisi de budur. O gün kullanılan araçlar, makineler günümüze göre çok ilginçtir. Yolu asfaltlayan belediyenin silindiriydi. Silindir günümüzde de var fakat o vakit orada çalışan silindir buharla çalışıyordu. Aynı lokomotifler gibi odun, kömür yakıyordu. Bir de kocaman, uzun bacası vardı. O çalışmaya başladığında dört beş yaşındaki çocuklar için bulunmaz bir eğlence hâline gelirdi. Ve gerçekten de o kadarcık yolun, 200-250 metrelik yolun asfaltı bir yaz boyu devam etti. O buharlı silindir hâlâ gözümün önünde canlanır. Hoş bir aletti. Ondan sonra da hiç görmedim.

O dönemde valiler, kaymakamlar, memurlar ile vatandaş arasında büyük bir uçurum vardı. Bakanlar, başbakanlar ulaşılmaz insanlardı. Büyük bir ekonomik yenilik söz konusuydu. Biz 1951 yılında, otomobille, kara yolunu kullanarak İstanbul’a gittik. Benzinimizi beraberimizde götürdük, çünkü yol üzerinde bir tane bile benzinlik yoktu. 1951 yılından bahsediyorum. Tabii Ankara’da, İstanbul’da, çok dar bir alanda kaloriferi yanan, sıcak suyu akan evler de mevcuttu. Ama bunun yanında kış günü bile, bit sebebiyle, karda başı kabak gezen çocuklar da vardı. Bu durumlar 1950’den sonra düzelmiştir. Özellikle köylerde çocuklar yine sıfır numara tıraşlı, yalın ayak gezerdi. Kar bastırınca “Gazete, gazete!” diyerek, Atatürk Orman Çiftliği İstasyonu’na gelip de trenle gidenlerden gazete istediklerini duyardık. Biz de fazlaca gazete alırdık, okusak da okumasak da orada yola çıkan çocuklara veririz diye. Türkiye’nin merkezi Ankara’nın durumu böyleydi. Tabii harp yıllarıydı, ekmek karneyle veriliyordu.

Siz biraz önce Celal Bayar’ın cumhurbaşkanı olduğu zaman Çankaya Köşkü ile ilgili iki icraatından bahsettiniz: Birincisi köşkü halka açmak, ikincisi de Atatürk’ün heykelini kaidesine yerleştirmek. Resmî tarih bunlarla yüzleşmekten imtina eden bir yerde duruyor. O dönemin bu denli dramatik geçmesi, Mustafa Kemal Atatürk’le İsmet İnönü arasındaki -resmî olmayan kaynaklarda yer alan- rekabetten kaynaklanmış olabilir mi? Çünkü İsmet İnönü’nün, paranın üzerine resmini basmak gibi icraatları da söz konusuydu. Para basmak, biliyorsunuz ki tarihte sikke basmakla kıyaslanan, devlet egemenliğiyle ilgili bir durum. Bu yönden bakıldığında böylesi yıkıcı bir tutumun, Türk milletinin 1950’ye kadarki fukaralığına etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Şimdi tabii burada önemli bir parantez açmış olduk.

Çünkü biz hâlâ sizin ilkokul yıllarınızdayız ve 1938’den 1960’a kadarki süreci anlama adına; sizin çocukluğunuzdaki, belleğinizdeki izler açısından bu mühim bir geçmişe bakış.