banner banner banner
Sherlock Holmes'un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9
Sherlock Holmes'un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9
Оценить:
 Рейтинг: 0

Sherlock Holmes'un Vaka Kitabı Bütün Maceraları 9


Yanımdan geçip gitmişti ama dönüp arkasından baktığımda bahçenin en sonunda bulunan defne ağaçlarının arasından gizlenerek bana baktığını fark etmiştim.

Yanından geçerken eve dikkatle bakmıştım; ama pencereleri kalın perdelerle örtülmüştü. Gördüğüm kadarıyla da boş gözüküyordu. Fazla cesur davransaydım mutlaka her şeyi berbat ederdim; hatta beni oradan kovabilirlerdi bile; çünkü hâlâ izlendiğimin farkındaydım. Bu yüzden eve döndüm ve araştırmalarıma devam etmek için akşam olmasını bekledim. Hava kararınca ve her yer sessizleşince penceremden gizlice çıkıp dikkatle o esrarengiz eve doğru gittim.

Pencerelerin kalın perdelerle örtülü olduğunu size daha önce söylemiştim, bu sefer panjurları da kapatmışlardı. Ancak birinin arasından ışık sızıyordu, tüm dikkatimi bunun üzerine yoğunlaştırdım. Şanslı sayılırdım çünkü perdeleri tamamen kapatmamışlardı ve panjurda ufak bir yarık vardı. Oradan odanın içini görebiliyordum. Hoş bir yere benziyordu, pırıl pırıl bir lamba, alev alev yanan bir şömine gözüküyordu. Tam karşımda o sabah gördüğüm adam oturuyordu. Pipo içiyor, gazete okuyordu.”

“Hangi gazeteyi okuyordu?” diye sormuştum.

Hikâyesini böldüğüm için müşterim biraz bozulmuştu.

“Ne önemi var ki?” diye sormuştu.

“Sandığınızdan da önemli olabilir.”

“Pek dikkat etmedim.”

“Geniş sayfalı bir gazete miydi yoksa şu haftalık dergiler gibi küçük müydü? Bunu hatırlıyor musunuz?”

“Aslında şimdi düşünüyorum da geniş sayfalı sayılmazdı. Belki ‘The Spectator’ idi. Ancak böyle ufak tefek ayrıntılar üzerinde duracak hâlde değildim; çünkü sırtı pencereye dönük bir adam daha vardı içeride. Yemin edebilirim ki o kişi Godfrey idi. Yüzünü göremiyordum ama geniş omuzlarının kıvrımı bana tanıdık gelmişti. Şömineye doğru dönmüş, dirseklerini masaya dayamıştı. Büyük bir üzüntü içindeymiş gibiydi. Ne yapacağımı düşünürken birdenbire biri omzuma sert bir şekilde dokunmuştu. Yanımda Albay Ems-worth duruyordu.

‘Bu taraftan, bayım!’ demişti alçak bir sesle. Eve girene kadar sessizce yürümüştük. Onu odama kadar takip ederken koridor masasının üzerinde duran tarifeyi de hemen kapıvermişti.

‘Sekiz buçukta Londra’ya bir tren varmış.’ dedi, ‘Sekizde sizi kapıda bir araba bekliyor olacak.’

Öfkeden bembeyaz kesilmişti ve gerçekten kendimi o kadar kötü hissetmiştim ki ancak birkaç tutarsız özür sözü kekeleyebilmiştim. Mazeret olarak arkadaşıma duyduğum endişeden söz etmiştim.

‘Bu konuyu konuşmamıza gerek yok.’ demişti sözümü bölerek, ‘Ailemizin özel hayatına zorla girdiniz. Buraya bir misafir olarak geldiniz, şimdi de bir casus olarak çıkıyorsunuz. Size söyleyecek bir şey bulamıyorum bayım. Ama sizi bir daha asla etrafımda görmek istemediğimi söyleyebilirim.’

Artık ben de çileden çıkmıştım Bay Holmes ve birkaç öfkeli söz sarf etmiştim:

‘Oğlunuzu gördüm; bir nedenden dolayı onu bütün dünyadan saklıyorsunuz. Ona bu şekilde davranmaktaki amacınızın ne olduğunu bilmiyorum ama emin olduğum bir şey var: O artık özgür bir insan değil. Sizi ikaz ediyorum Albay Emsworth: Arkadaşımın güvenliğinden ve sağlığının yerinde olduğundan emin olana kadar, bu gizemli olayı çözmek için elimden gelen her şeyi yapacağım. Ayrıca söyleyeceğiniz veya yapacağınız hiç bir şey gözümü korkutmayacak.’

Yaşlı adam bir an için şeytanın etkisi altına girmiş gibi oldu, gerçekten de bana saldıracağını düşünmüştüm. Acımasız, ihtiyar bir dev olduğunu söylemiştim size. Ben de pek güçsüz sayılmadığım hâlde kendimi ondan koruyabileceğimden pek emin değildim. Neyse ki bana uzun süre öfke içinde baktıktan sonra arkasını dönüp odadan çıkmıştı. Bana gelince… Kararlaştırılan trene sabah bindim, tek amacım doğruca size gelip yardımlarınızı ve tavsiyelerinizi istemekti. Bu yüzden sizden randevu talep ettim.”

Ziyaretçimin bana sunduğu problem bundan ibaretti. Keskin zekâlı okuyucularımın da anlayacağı gibi, üstesinden gelmem gereken sadece birkaç zorluk vardı. Elimdeki birkaç alternatif metot sayesinde olayın köküne inmem an meselesiydi. Yine de her ne kadar basit gözükse bile tuhaf olaylar dönüyordu. Bu nedenle her şeyi kaleme alamayacağım için beni mazur göreceğinizi umuyorum. Artık ihtimal dâhilindeki çözümleri sınırlamak için mantık analizinde her zaman kullandığım metotlara başvurmalıydım.

“Evde kaç hizmetkâr var?” diye sormuştum.

“Anladığım kadarıyla yaşlı uşak ve eşinden başka kimse yok. O ailenin çok sade bir yaşantısı var.”

“Bu durumda, o ek binada hizmetkâr yok?”

“Hayır, yok. Eğer o ufak tefek, sakallı adam hizmetkâr değilse tabii. Ama onda amirane bir hava var.”

“Bu çok ilginç… Bir evden diğerine yiyecek götürüldüğünü gördünüz mü?”

“Aslına bakarsanız, yaşlı Ralph’in bahçe patikasından o eve bir sepet götürdüğünü görmüştüm. O an onun yiyecek olabileceği aklıma gelmemişti.”

“Etrafta hiç araştırma yaptınız mı?”

“Evet, yaptım. İstasyon şefi ve han sahibiyle konuştum. Eski arkadaşım Godfrey Emsworth hakkında bir şey bilip bilmediklerini sordum doğrudan doğruya. Her ikisi de onun bir dünya turuna çıktığına inanıyor. Eve gelir gelmez tekrar yola koyulduğunu söylediler. Belli ki bu yalanı herkes kabullenmiş.”

“Şüphelerinizden söz ettiniz mi?”

“Hayır.”

“Çok akıllıca davranmışsınız. Bu meseleyi gerçekten araştırmamız gerekiyor. Sizinle Tuxbury Old Park’a geleceğim.”

“Bugün mü?”

Ancak o sıralarda, arkadaşım Watson’ın “Manastır Okulu” olarak adlandırdığı ve Greyminster dükünün de bulaştığı bir davayla ilgileniyordum. Bunun yanı sıra, Osmanlı padişahı tarafından görevlendirilmiştim. Bu konuda acilen harekete geçmeliydim; ihmal edildiği takdirde çok ciddi politik sonuçlar doğurabilirdi. Dolayısıyla ancak bir sonraki haftanın başında, Bay James M. Dodd ile Bedfordshire’deki yeni görev yerime gidebilmiştim. Euston’a doğru arabayla giderken yolda -daha önceden gerekli ayarlamaları da yaparak- esmer, ciddi ve sessiz bir beyefendiyi de yanımıza almayı ihmal etmedik.

“Eski bir arkadaşım.” demiştim Dodd’a, “Onun varlığı çok önemli olabilir. Ama diğer taraftan da olmayabilir de… Bu aşamada size daha fazla bilgi vermem gereksiz gibi gözüküyor.”

Bir dava üzerinde çalışırken boş yere konuşmayışıma veya düşüncelerimi pek açığa vurmayışıma şüphesiz Watson’ın hikâyelerinden alışıktır okuyucular. Bu nedenle Dodd biraz şaşırmıştı. Ama tek bir söz dahi etmemişti ve üçümüz de yolculuğumuzu sürdürmüştük. Trendeyken arkadaşımın da cevabını duymasını istediğim bir soru daha sormuştum Dodd’a.

“Penceredeyken arkadaşınızın yüzünü çok iyi gördüğünüzü söylüyorsunuz, hatta onu o kadar net görmüşsünüz ki o olduğuna eminsiniz, değil mi?”

“Hiç şüphem yok. Burnunu pencereye iyice yapıştırmıştı. Lambanın ışığı da yüzünü iyice aydınlatıyordu.”

“Ona benzeyen biri olamaz mıydı?”

“Hayır, hayır… Kesinlikle oydu.”

“Ama değişmiş olduğunu söylüyorsunuz.”

“Sadece rengi. Yüzü… Nasıl tarif etsem?.. Bembeyazdı. Çok solgundu.”

“Her tarafı eşit beyazlıkta mıydı?”

“Sanmıyorum. Ama yine de pencereye iyice yaklaştığından çehresini çok net görebildim.”

“Ona seslendiniz mi?”

“O an fazlasıyla şaşkınlık ve dehşet içindeydim. Sonra size de söylediğim gibi onu takip ettim ama çabam boşunaydı.”

Davam neredeyse tamamlanmak üzereydi, sadece ufak bir kısmını açıklığa kavuşturmam gerekiyordu. Uzun bir araba yolculuğundan sonra müşterimin tarif ettiği o tuhaf ve biçimsiz eve ulaşabilmiştik. Kapıyı bize yaşlı uşakları Ralph açmıştı. Arabayı bir günlüğüne tutmuştum, yaşlı arkadaşıma onu çağırmadığımız sürece arabada beklemesini söyledim. Yüzü buruş buruş olmuş yaşlı uşak Ralph, siyah paltosu ve siyah beyaz kırçıllı pantolonuyla bilindik uşak elbiseleri içindeydi. Ancak bir şey göze çarpıyordu. Ellerinde kahverengi deri eldivenler vardı ve bizi görür görmez onları hemen çıkararak koridordaki masanın üzerine bırakıvermişti. Arkadaşım Watson’ın da daha önce söylediği gibi benim olağanüstü keskin duyularım vardır. İçeri girerken hafif ama belirgin bir koku almıştım. O kokunun kaynağı sanki koridordaki masaydı. O tarafa yöneldim, şapkamı masanın üzerine bıraktım, sonra yere düşürdüm ve almak için eğildim. Böylece burnumu o eldivenlerin bir fit kadar yakınına getirmeyi başarmıştım. Evet, o ilginç katran kokusu kesinlikle onlardan geliyordu. Böylelikle davamı sonuçlandırmış bir hâlde çalışma odasına geçmiştim. Hikâyemi anlatırken bazı şeyleri saklı tutamamam ne kadar da üzücü! Zincirdeki bu halkaları gizli tuttuğum için Watson oldukça cafcaflı sonlar üretebiliyordu.

Albay Emsworth odasında değildi ama Ralph ile gönderdiğimiz mesajı alır almaz bir hışım yanımıza gelmişti. Hızlı ve şiddetli adımlarını koridorda duymuştuk. Kapıyı sonuna kadar açan, sakallı ve çarpık yüz hatlarına sahip adam içeri dalmıştı. Böylesine korkunç bir adamı pek az görmüşümdür. Elinde kartvizitim vardı. Onu hemen yırtarak yere fırlatmış, sonra da üstünde tepinmişti.

“Seni melun, işgüzar adam! Daha önce sana, buraya bir daha gelmemeni söylememiş miydim? Şu lanet olası yüzünü bir daha görmek istemiyorum! Eğer buraya bir daha iznim olmadan girersen şiddet uygulayacağım ve hukuken haklı sayılacağımı biliyorsun. Sana ateş etmekten çekinmem bayım! Tanrı biliyor ya yaparım!”

“Size gelince…” diyerek bana dönmüştü, “Aynı şeyler sizin için de geçerli. Sizin o rezil mesleğinizi biliyorum. Ama alın o meşhur hünerlerinizi de başka kapıyı çalın. Burada onları kullanmanıza izin vermeyeceğim!”

“Buradan hiçbir yere gitmeyeceğim.” demişti müşterim sertçe, “Zorla alıkoyulmadığını Godfrey’nin kendi ağzından duymak istiyorum.”

Gönülsüz ev sahibimiz zili çaldı.

“Ralph!” dedi, “Hemen polise telefon et ve müfettiş beyden iki memur göndermesini söyle. Evde hırsız olduğunu eklemeyi de ihmal etme!”