Книга Deliliğe Övgü - читать онлайн бесплатно, автор Desiderius Erasmus
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Deliliğe Övgü
Deliliğe Övgü
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Deliliğe Övgü

Desiderius Erasmus

Deliliğe Övgü

ERASMUS ÜZERİNE

Erasmus 1466 yılında Rotterdam’da doğmuştur. Asıl adı Erasmus değil, Gerhard’tı; babasının adı da Gerhard’tı. İşin garibi şu ki babası keşişti, genç yaşta ölmüştü. On dört, on beş yaşlarında bir Thesaurus’u açacak kadar Yunanca öğrenince Erasmus kendine yakışır bir ad bulmak için harıl harıl sayfaları karıştıracaktır. Zaten bu, Rönesans’ın bir bilgin modasıydı, böylelikle barbar geçmişle olan bağlar koparılıyordu. Erasmus kelimesi; sevilen, arzulanan anlamına gelir. Erasmus, sonraları Yunancayı daha iyi öğrenince adında, kendisinin üniversiteli zihniyetine üzüntü veren bir barbarlık bulacaktır. Adını Herasmus veya Erasmius yapmak istiyor ama çok geç. Bununla beraber, eserini Bâle’de yayımlayan kitapçı Froben, Erasmius şeklini kullanıyor.

XV.yüzyılın sonlarına doğru, Rotterdam Limanı, Flaman ressamlarının tablolarında görülen kayıklarla doludur. Güney denizlerine işleyen, karavela dediğimiz küçük ticaret gemileri de sık sık görülür. Gemicilerin denizaşırı memleketlere doğru olan sergüzeşt dolu seferleri de bu sıralarda başlamıştır. Bugün birer Hollanda sömürgesi olan Cava’ya, Sumatra’ya ilk yanaşan Portekizliler olmuştur. Avrupa’nın kuzeyinde sömürge avına çıkmak için hareket noktası Rotterdam değil, Anvers’tir. Erasmus’un doğduğu devirde Anvers Limanı altı milyon liralık ihracat yaptığı hâlde, Pays-Bas’ın geri kalan bölüğü ancak iki milyon liralık ihracat yapabilmekte idi; ticaret en çok Portekiz’le yapılıyordu. Böyle olmakla beraber, bütün batı limanları gibi Rotterdam da okyanus rüzgârlarının yeni esintisini duymaktadır.

O zamanlar on dört yaşında olan Erasmus, II. Philippe Portekiz’i İspanya topraklarına kattığında Deventer’de ruhban okulundaydı. Hindistan baharatı ile mahsullerini Lizbon’dan alan Hollanda karavelaları, bundan böyle bunları kendileri Coromandel’e gidip getirmek zorunda kalacaklardır.

Demek oluyor ki, Erasmus’un gençliği; dünün hatıralarını silkip atarak birdenbire genişlemeye çalışan bir âlemde gelişiyor. Şüphe yok ki bu tam anlamıyla hümanist, XVI. yüzyılın eşiğinde, gözü önünde olup giden büyük ayrılmayı göremedi. Ütopya Adası’nda tasvir edilen bakir toprakların keşfine, uluslararası ticaretin gelişmesine karşı dostu Thomas Morus kadar hassas değildi. Erasmus’un kalbini bütün ömrünce Vergilius ile Ermiş Hieronymus dolduracaktır. Ona göre Rönesans Alpler ötesindedir, okyanusta değil. Onun için Michelet, Erasmus’u kısa bir formülle vasıflandırıyor: “İtalyan ruhlu, hiçbir zaman Hollandalı değil.” Bununla beraber Rotterdam, Erasmus’un üzerine sanki tarihin bir önsezişi gibi, sembolik bir ışık serpiyor. Geniş yeryüzünün her yeriyle münasebette bulunan Rotterdam, hümanistin gönlüne göre bir şehir ve bir temaşa idi. İnsanoğlunun bütün görüntülerinin ve evrenin bütün mahsullerinin karşı karşıya geldiği ve bütün dünyaya açılmış bu göz alıcı dört yol ağzını o izah edebilirdi. Hümanist, Rotterdam’ı bilhassa bir insan şehri olarak görmüştür.

***

Fikir Rönesans’ı, denizciliğin ve ticaretin yayılmasıyla birliktir. Hollandalının yanında İtalyan vardır. Gerçekten, Doğu Hindistan, Hollanda Kumpanyası gemilerini “adalar”a doğru göndermeye hazırlanıyor; ama “adalar” bakir ve yeni adalar gemicilerin özel bir imtiyazı değildir. XV. yüzyılın sonu ile XVI. yüzyılın başını sarsan büyük keşifler rüzgârı aynı zamanda kitapsaraylardan ve manastırlardan geçmekte, ders salonlarında esmektedir. Orta Çağ skolastiği sendeliyor. İstanbul’dan Yunanca ve Latince birtakım el yazma kitaplar getirilmiştir. Edebiyat cumhuriyetinin üzerine doğru kuvvetli bir dalga geliyor. Bu dalganın küçük bir parçası, Deventer’in bir manastırındaki Erasmus’u gelip bulmuştur.

Gerçekten, vasileri 1475’te onu bu şehrin Windesheimiens veya Hiéronymiens de denilen Frères de la vie Commune’e yerleştirmişlerdi. Bu Frères de la vie Commune Gérard de Groot tarafından kurulmuştu. Bu birliğe bağlı papazlardan biri olan Thomas Kempis, XIV.yüzyılda Hristiyanların en güzel kitabını, L’Imitation de Jésus Christ’i yazmıştı. Bu kitabın Windesheimiens müesseselerinde elde dolaşan dua ve tefahhus kitaplarından biri olması ihtimali çoktur. Edebiyat incelemelerinde ürkek olmakla beraber, papazların kültür anlayışları vardı. Hristiyanlığın bünyesinde bir ıslahat yapmak zorunluluğunu ilk kavrayanlar onlar olmuştur.

İtaatsiz, itirazcı, fertçi olan Erasmus kötü kişi oldu. Ukulâ vasileri, on dört yaşında, gayet zarif bir üslup kullandığından ötürü onu yerdiler. Örneğin; Gouda’daki okul öğretmeni Peter Winckel, öğrencisine “Yine böyle zarif bir şekilde yazmak istiyorsanız rica ederim buna bir de açıklama katın.” demişti.

Erasmus, on sekiz yaşında, Deventer Manastırı’nda neşesizlik içinde dolaşıyor ve Deliliğe Övgü’deki paylamaları hazırlıyor. İtalya dönüşünde kıvırcık saçlı hümanist Rudolf Agricola’yı iki üç kere kendinden geçerek dinlediği hâlde, teologlara öfkelenmektedir. Bunlar kendilerinden önce gelenlerin yaratıcı zekâsını yitirmişlerdir; münasebetlerle, formalitelerle, quidditelerle, ecceitelerle oynuyorlar; birbirlerinden realist, nominalist, Thomasçı, Albertusçu, Occamcı, Scotusçu diye ayrılıyorlar. Erasmus’un mizacı saygı göstermez ve hicivci hâle geliyor. Groote Kerk adlı güzel, gotik bir kilisesi olan Deventer Meydanı’na çıkınca dönüp kiliseye bakmıyor ve Parthenon’un sütunları arkasından içini çekiyor. Aradan yirmi dört yıl geçtiği hâlde öfkesinden hiçbir şey yitirmemiştir ve melaike gibi bir doktor olan Duns Scotus’a yukarıdan bakıyor.

***

Bu sıralarda, Stein Manastırı’na, Chanoineların yanına giriyor. 1488’de, yirmi iki yaşında iken orada adağını adıyor. Odasına girilince masanın üstünde hazırlamakta olduğu bir kitabın planı görülüyor. Kitabın adı bir programdır. Barbarlara karşı kitabını Erasmus, barbarların gözü önünde yazıyor.

Şunu da söyleyelim ki Erasmus barbarlar arasında ince bir Latince ile yazmasını bilen kişilere rastlıyor. Bunlar kendisinin dostları olan Servatius, William Hermans, Cornelius Aurelius’tur. Öfkesi yatıştığı zamanlarda, onlarla mektuplaşıyor. Şiirde Vergilius, Horatius, Ovidius, Stacius, Martial’i, nesirde de Cicero’yu, Quintilianus’u ve Salluste’u taklit etmektedir. Hem başrahibi Melaike Mikail üzerine ondan bir ilahi istiyor. Erasmus hemen işe koyuluyor, Saphovari bir şarkı yazıyor. Haklı olarak köpüren Hem Kilisesi’nin orgcuları, Eski Çağ çapkınlığının ritmine uydurarak yazılmış Melaike Mikail şarkısını söylemek istemiyorlar.

Bu “barbarlar”dan kaçmak! Erasmus, Saphovari şarkıları ve Melibe biçimi mısraları insanın serbestçe yazacağı bir yer arıyor. Talihi yaver gidiyor, Cambrai Piskoposu Henry de Bergen’in sekreteri oluyor. Bu görev ona ancak bir tek sevinç sağlayacaktır. Bir akşam, piskoposla birlikte Gronendael Manastırı ziyaretlerinde kitapsarayın raflarından birinde Ermiş Augustinus’u keşfediyor. Augustinus’un akıcı ve nüanslı dilinin Ermiş Thomas’ın skolastik Latincesinden üstün tutulması karşısında hayrete düşen kitapsaray muhafızı papazın gözü önünde Augustinus’un bütün kitaplarını odasına taşıyor.

Piskopostan ayrıldıktan sonra Erasmus 1495’te Paris’e geliyor. Paris’te fakirlik, zaruret içinde kendini kaybediyor; şaşkına dönüyor. Onu Montaigu Kolejine misafir ediyorlar. Alaycı Erasmus, Teolog-ya Fakültesinin münazaralarını takip ediyor. Sonraları münakaşaları bazen nükteli ve öç alıcı bazen de haksız ve kötü bir kalemle özetleyecektir. Jacques Lefèvre d’Etaple Kardinal Lemoine Kolejinde Mar-sile Ficin ile Pic de la Mirandole’ün İtalya’da sarf ettiklerine benzer bir gayret gösteriyor. Bu hümanistler birleşik bir sentez içinde Eski Çağ felsefesiyle, Hristiyan mistisizmini uzlaştırmak istiyorlardı. Küskün ve hoşnutsuz Erasmus şimdilik kenarda duruyor. Geçirdiği biricik hoş vakitler, Montaigu Kolejinde Latince şiirler yazmaya ayırdığı zamanlardır. “Favorinius’un nefesiyle, ılık ilkbahar gülleri açıyor.” Ama para ile ders peşinde koşan ve Teologya Fakültesinin derslerinde sıkıntıdan patlayan Erasmus, Horatius’un bir Mesena’sı olduğunu düşünüyor.

Mesena, ansızın karşısına çıkıyor. Bu, kendisinin talebesi genç beyzade William Blount Lord Mountjoy’dur. Beyzade memleketine dönerken hümanistini de alıp götürüyor. Erasmus müsveddelerini bir bavula tıkıyor. Montaigu Koleji paydos! Ama Paris’e kızıyor. Biraz sonra, bir dostuna yazdığı mektupta Musalardan daha güzel olan Britanya su perilerinin övgüsünü yapıyor. İngiltere’de her şey Paris’tekinden daha iyidir. Yunanca orada daha saf, kadınlar da daha güzeldir.

Oxford, Erasmus’un gözlerini kamaştırıyor. Sonra İngiltere’de insanı hayrete düşüren iki adama John Colet ile Thomas Morus’a rastlıyor. John Colet matematik bilen ve İngiliz şairlerini tanıyan bir dilci teologdur. Bu adamın Katolikliği, Thomas Morus’unki gibi, kişisel dualara dış merasimlerden daha fazla önem veriyor. Yemeklerde, Magdalen Kolejinin büyük salonlarında Kardinal Wosley ile birlikte toplanıyorlar. Erasmus, bazen kutsal kitabın zararına nükteler yapıyor ve Habil ile Kabil hikâyesini Prometheus efsanesiyle karıştırarak anlatıyor. Bütün hayatınca, büyük kolejin rahat salonunda, ne barbar ne de müsamahasız olan sevimli insanlarla beraber yenilen bu Britanya yemeklerinin sihirli etkisi altında kalacaktır. Aynı zamanda orada, birçok bakımdan “Deliliğe Övgü”ye yakın “Ütopya” üzerinde derin düşüncelere dalan Thomas Morus’a, bu sevimli zekâya rastlıyor.

Oxford’ta altı ay kalan Erasmus kıtaya dönüyor. Paris’te Eski Çağ bilgeliğinin el kitabı olan Adages’ı (Atalar sözü) yayınlıyor. Kitap ilgi ile karşılanıyor. Erasmus’a kadar hümanistler Yunan-Latin kültürünün hazinesini büyük bir kıskançlıkla kendilerine saklamışlardı. Erasmus bu hazineyi birdenbire büyük okuyucu kitlesinin eline veriyor. Sanatlarının sırrının ifşa edilmesine karşı itiraz eden doktorlar çıkıyor, ama okuyucular sabırsızlanıyorlar ve Adages birbiri ardına birçok defa basılıyor.

Sonra Erasmus, içinde üç yakıcı hisle Hollanda’ya doğru yollanıyor: Yunancayı iyice öğrenmek, teologyayı sağlam tenkitçi temeller üzerinde ihya etmek, Ermiş Hieronymus’u yayınlamak. Kendine alçak gönüllülükle “Yunanca öğrencisi” diyor, ama dostu Augustin Caminade’ın kendisine, geri verilmek üzere verdiği Homeros’u istediği zaman canı sıkılıyor, kendisine mühlet vermesini rica ediyor. Yunanca öğrencisi olduğu hâlde, iyi Latinceci zor bulunur Saint-Omer’de, üzerinde iyi bir etki yapan Fransiscain Keşişi Jean Vitrier’ye rastlıyor, artık Eski Çağ bilgeliği üzerine değil, Hristiyan bilgeliği üzerine Latince bir başka el kitabı yazmaya karar veriyor. Bu, 1504’te çıkan “Enchiridion Militis Christiani”dir.

Bu Hristiyan el kitabında yeni bir nefes vardır. Erasmus’un dini, bu kitapta bilhassa bir mürüvvet dini olarak kendini belli eder. İncil’e daha sadık bir Katolikliğe dönmek gerektiğini söyler. Törenler aslında hiçbir şey değildir. Bir mürüvvet işlemi, Roma’ya on defa hacca gitmekten daha değerlidir. Bu öğütler arasında, hicvin yer yer parladığı görülür. Öyle ise Roma’ya on defa hacca giden kimdir? Öyle ise, ilk Hristiyanların aşk ve coşkunluk dini yerine adap ve erkâna sıkı sıkıya bağlı Yahudiliği koyan kimdir?

Pastor’un Geschichte der Papste’da (Papalığın Tarihi) portresini çizdiği, çoğu zaman cahil ve kokmuş o ruhban değil de kimdir? Birçok iyi zekâ, Erasmus gibi, bir ıslahat ve İncil’e dönme zorunluluğunu görüyorlar. Böyleleri için, Enchiridion Militis Christiani daima baş ucunda bulundurulan bir kitap olacaktır. Gerçekten, Erasmus gerçek bir Hristiyanlığa kutsal kitabın ve Eski Çağ’ın canlandırılmış bilgisinin eklenebileceğini söylüyor. Klasikleri İsa’nın askerleri arasına katıyor. Platon’la Vergilius, kutsal metinlerin anlaşılmasında Ermiş Hieronymus kadar yararlıdır. Böylelikle Erasmus Enchiridion’da birkaç yıl önce ölen Pie de la Mirándole ile Marsile Ficin’in ruhuna tarziye vermiş oluyor. Paris’e ilk gidişinde, Erasmus, Jacques Lefévre d’Etaple’in bu iki büyük zekânın deneyini Fransa’ya sokma gayretlerini yermişti. Mirándole kontu ve İtalya’nın büyük beyzadesi bu sevimli Pie’de kuvvetli ve orijinal ne varsa geliştirmemiş, ihmal etmişti. Sonraları Thomas Morus bu hümanistin hayatını İngilizce’ye çevirecektir. Platon, Homeros ve Musa’yı uzlaştırmayı ilk deneyen Pie de la Mirándole olmuş ve insanı her şeyin mikrokosmosu yapmak suretiyle Hristiyan hümanistin evrenini tarif eden o olmuştur. Sanki Erasmus’un hoşuna gitsin diye söylenmiş sözler! “İnsan…” diyor Pic. “Küçülmüş bir evrendir; bu evrende yeryüzü unsurlarıyla gök nefesinden yapılma bir vücut, bitkilerin ruhu gibi bir bitki ruhu, aşağı hayvanların duygularını, meleklerin zekâsını ve tanrısal benzerliği seçebiliriz.”

İtiraf etmeli ki Erasmus’ta meleklerin zekâsı, angelica mens, tanrısal benzerliğe üstün gelmektedir.

***

Yine gezgincilik ve güçlük yılları…

Cambrai Piskoposu Henry de Bergen 1502 Ekim’inde ölüyor. Erasmus üç tane Latince, bir tane de Yunanca mezar taşı kitabesi gönderiyor. Buna karşılık kendisine altı florin veriyorlar. Bu parayı az buluyor, çünkü mısralar güzeldir. Kısa bir zaman kaldığı Louvain’de Libanius’u ve Euripides’i çeviriyor. Paris’e uğradıktan sonra, tekrar İngiltere’ye gidiyor. Londra’da Lukianos’u çeviriyor. Bu yazarın alaycı zekâsı neşesini yerine getiriyor ve pek yakında Deliliğe Övgü’ye girecek bazı düşünceleri ilham ediyor. Cambridge’de yeni dostlar ediniyor. İngiltere’nin güzellikleri ona Cicero ve Vergilius’un memleketini unutturamıyor. VIII. Henry’nin tekliflerine rağmen hümanist, bir balayı seyahatine gider gibi İtalya’ya gidiyor.

1506 Eylül’ünde Torino’da, “Teologya Doktoru” adını alıyor. Kâğıdı bir pasaport gibi kabul ediyor. Hepsi o kadar. Onu çeken Hristiyan Roma, teologya kürsüleri değil, Aldus Magnus denilen Matbaacı Alde’nin yerleştiği Venedik’tir. O zamanlar matbaanın itibarı oderece büyüktü. Alde güzel baskı işleri ile ün salmıştı. Erasmus, Bologna’dan ona mektup yazıp isteklerini iyice anlatmıştı: Alde’nin hazırladığı Euripides baskısındaki “o harika harfleri, bilhassa küçük harfleri” kullanması gerek. Vasıtaları hazırladıktan sonra Venedik’e koşuyor, matbaacının evine yerleşiyor ve sekiz ay, hararetle ve durmadan kopya ediyor. Baskı makinelerinin patırtısı, Alde’nin işçileri arasında Erasmus sabahtan akşama kadar durmadan yazıyor. Kâğıtlar biter bitmez dizmek üzere alınıyor. Bu cazip çalışmaya ilk sayfaları düzeltmek için ancak ara veriyor. Matbaanın mürekkep kokusu, makinelerin harıltısı… Bütün bunlar zekâsını açıyor. Adages’ın üçüncü baskısı ortaya çıkıyor. Tecimsel başarı büyüktür.

Ama bu çalışma ziyafeti biter bitmez, laik haçların hacısı Venedik’ten ayrılıyor. Onda bir gazeteci ruhu kadar uluslararası bir anketçi çabukluğu da var. Roma’da onu zafer kazanmış bir kimse olarak karşılıyorlar. Türlü şerefler, etrafında geleceğin Papası X. Léon gibi dostlar olduğu hâlde, isterse orada kalabilir. Ama hayır! İngiltere’de VIII. Henry tahta çıkmıştır; Erasmus’u çağırıyor. Erasmus, 1509 Temmuz’unda İtalya’dan ayrılıyor. Bir daha hiç oraya dönmeyecektir.

***

Roma ile Londra arasındaki yol uzundur. Talih yıldızı parlayan ve Lukianos çevirisini bitiren Erasmus’un Alpler’i geçerken neşesi gelmiştir. Dağlar güzeldir, biraz soğuk olan hava, dimağı kamçılamaktadır. Kırk yaşındaki bu sevimli adama hayatın yüzü gülmektedir. Sonucu şeref yoluna girmiştir. Bir kral, onu kardinallerin elinden çekip alıyor, adı Avrupa’nın her yanında çınlıyor. Bu, onu eski felaketlerine gülümseyecek kadar optimist kılıyorsa da eski öfkelerini unutmayacak kadar da hafızası vardır. Erasmus, Savoie boğazlarını at üstünde geçerken, içinden neşeli bir hicvin, barbarların sırtına bir değnek vurur gibi vurulacak iyi bir hezelin yükseldiğini duyuyor. Gouda bilgiçleri, Paris ukalaları, Deventer’in kirli sofuları, takkeli doktorlar, ince zekâlı teologlar, hepsi, hatta cahil keşişler, Cordeliers’ler, Récolletler, Minimeler, Bullisteler, Mineurlar, Bénédictinler, Bernardinler, Brigittinler, Augustinler, Guilhelmiteler, Jacobiteler sıradan geçiyor. “Bu yeni Yahudi soyu da nereden geliyor?” diye İsa haykırıyor. “Vaktiyle ben babamın mirasını kukuletalara değil, inanç ve mürüvvet eserlerine söz verdim.” Homurdanan güceniklik komedi ile karışıyor. Keyifle öfkenin, edebî alayla surat asmanın, şaka ile öç almanın, gülümseme ile ısırmanın bu karışmasından Deliliğe Övgü doğmuştur.

Zaten bu eserde meslekten ayrılmış bir papazın veya ruhban aleyhtarı bir din adamının hicviyesini görenler çok aldanırlar; Erasmus bu derece basit değildir. Dini gevşek olsa bile, sağlamdır. O, ıslahatın zorunluluğunu haykırıyor. Şüphe yok ki davet artık missasını söylemeyen bu rahipten gelince kuvvetini yitiriyor, ama çağdaşları bir bilginin edebî şakası ile aşırılıkları ilan eden Hristiyan’ın samimi daveti arasındaki ayrıntıyı biliyorlar. Deliliğe Övgü’de birbirinden ayrı iki bölüm ve iki türlü delilik vardır. Erasmus’un övgüsünü yaptığı delilik, istihzalarına karşı çıkarılan delilik. Söylevin ortalarına doğru eda tamamıyla değişiyor. Sevimli bir adamın mizahı bir ıslahatçının sert istihzaları hâline geliyor. Hiciv patlak veriyor; ruhbanın zaaflarına karşı dinî hiciv, beyzadeliğin faydasızlıklarına karşı sosyal hiciv. Gerçekten acayip bir eser. Bunda türlü unsurlar birbirine karışıyor.

Deliliğe Övgü’nün Hristiyanlıkta buhranın başladığı, Papa II. Jules’i indirmekten bahsedildiği, kilise müesseselerini ıslah etmek üzere XV. Louis’nin Pisa’da bir meclis toplamayı istediği bir zamanda, 1509 yılında ortaya çıktığını düşünürsek Erasmus’un tam zamanı seçtiğini anlarız. Bu noktada da olağanüstü bir gazeteci olduğu görülüyor. Eski bir öcün, daha saf bir Hristiyanlığa doğru hamlenin, Alpler’de yapılan iyi bir yolculuğun verisi olan Deliliğe Övgü kısa zamanda bütün Avrupa’yı dolaştı. Roma’da, Vatikan bürolarında okundu. Küçük bir keşiş olan Martin Luther bu kitabı -acı yerleri bir yana- hoşlanmadan okuyor. Biraz ileride bu keşişin yine sözünü edeceğiz.

***

Erasmus, Thomas Morus’u bulmak için Londra’ya geliyor. Deliliğe Övgü’yü ona armağan etmiştir. Önce, Thomas Morus’u kendisine çok yakın, modern zihniyette, müşfik ve cömert kalpli, edip bir mizahçı, olağanüstü bir Latinceci, beden ve zihin rahatlığının bir amatörü olduğu için seviyor.

Britanya su perileri diyarına bu üçüncü gelişinde Erasmus çok çalışıyor. Cambridge’te Yunanca ve “divinité” dersleri veriyor. 1511 Ağustos’undan 1514 Ocak’ına kadar Yeni Ahit’i, Ermiş Hieronymos’u, Seneca’yı, Plutarkhos’u, Platon’u çeviriyor. Aldington Rektörlüğü Kent’te kendisine gelir ayırıyor ve bununla birlikte orada oturmamak emrini alıyor.

Bu emir Erasmus’un çok işine yarıyor, çünkü o Cambridge’ten bıkmıştır. Pek parlak olmayan müzakereler sonunda, matbaacı Alde ve Badius’la ilişiğini kesip Bâle’de kitapçı Froben’le anlaşmıştır. Yeni yayıncısının çalışmasını yakından görmek üzere Bâle’e gidiyor. Kısa zamanda Ermiş Hieronymos dokuz cilt olarak yayınlanıyor. 1516 yılının başında Yeni Ahit çıkıyor. Yunanca metin tashih edilmiştir. Yunanca çeviri Vulgate’tan yer yer hissedilecek derecede uzaklaşıyor. Bununla beraber papa eserin kendisine armağan edilmesini kabul ediyor. Erasmus gibi, papa için de bu armağan ediş ve bu kabul siyasidir.

Zaten fikir bakımından Avrupa’da saltanat süren hümanisti hiçbir şey korkutmuyor. Bazı tarihçiler Erasmus’a Hollanda’nın Voltaire’i demişlerdir. Parlak olduğu kadar doğru olmayan bir söz! Bununla beraber, Ferney’de hüküm süren Voltaire’le, Bâle’de hüküm süren Erasmus arasında birçok benzerlik vardır. Her yerden davetler yağıyor. Bâle, Erasmus için Avrupa’da Anvers’te, Brüksel, Gent, Louvain gibi yerlerde turneler yaparak dönüp geldiği karargâhtır. O, gezginci bir hükümdardır.

İşte bu sıralarda Hans Holbein onun resmini yapıyor. Louvre Müzesi’ndeki tabloya bakınca onda fikrî egemenliğin sırrını buluyoruz. Biraz uzun, biraz sivri burnu hareketli ve araştırıcıdır; Vulgate’taki ters anlamların kokusunu almış gibidir. Yarı alaylı, yarı acı dudakları sanki bir kurnazlık etmek için büzülmüş gibidir. Yüzü bir bilginin gerçek ifadesini taşır. Çabuk yazar. İşine güveni vardır. Yunancayı bilmeyen bir skolastik şerhçiye çivisini çakmıştı. Zeki elleri ve kalkık kaşları bunun keyfiyle ürpermektedir. Hans Holbein’ın fırçası, yaratmanın hâkim olduğu o uçucu anlardan birini hareketsiz hâle getirmiştir. Bu tabloda Erasmus zekânın bir kralıdır. Hem de bir kurnaz…

***

Onun gibi kurnaz olmak, insanların bir edibin istihzasını tadacak kadar sükûnet içinde bulundukları huzur devirlerinde ancak egemenlik sağlar. Erasmus barış için yaratılmıştır. Bu, onda hem bir doktrin hem de bir mizaç meselesidir. Avrupa’yı çok dolaşmıştır; millîlik duygusunu elde etmekte Fransa ve Almanya’nın önemini unutmamakla beraber Hollanda’ya, İtalya’ya, İngiltere’ye çok şey borçludur. Beri taraftan, Avrupalı Alain’in “iktidarlara karşı gelen vatandaş” dediği şeyi en çok temsil eden insan Erasmus’tur, yani zekânın ezelî değerleriyle uğraşan; papa için az yumuşak, krallar için ise düşman bir dini veya laik kazayı kuran rahiptir. Tekrarlanan baskılar ile kendini propaganda eden Adagia’ya Eski Çağ atasözü, Dulce bellum inexpcrtls’i (Şavaş, uzaktan seyredenlere tatlı gelir.) örnek almış ve açıklamıştır. Bir başka atasözü kartalın niçin kralları sembolik bir şekilde tasvir ettiğini izah eder: çünkü bu kuş ne güzeldir, ne sesi tatlıdır, ne de eti yenir, ama kendisi et yer, oburdur, ondan herkes iğrenir. Sonucu, 1516-1517 yılları arasında Erasmus, Querela Paris’i yayınlıyor. Bu, parlak, heyecanlı bir barışçılık demecidir. Ne yazık ki fırtına yaklaşmaktadır.

1520 yılındayız. Martin Luther, Wittemberg Kilisesi’nin duvarına indulgences (af pusulası) üzerine doksan beş tezini asalı üç yıl oluyor. Augustinusçu keşiş Roma Kilisesi’ne ve papaya “savaş açalı” iki yıl oluyor. Papa, Luther’e karşı Exsurge Domine Emirnamesi’ni çıkarmıştır. Buna karşılık olarak keşiş 10 Aralık 1520’de Wittemberg’te bir odun yığını yaktırıyor. Emirnameyi bunun içine attırıyor, papa için de aynı sonucu diliyor. Almanya’nın üniversite şehirlerinde dövüşmeler oluyor. Luther sövmelerini arttırıyor ve kötü söz hazinesinin bütün zenginliğini beddualarında kullanıyor.

Yeise kapılan Erasmus susuyor, ama etraftan hücumlar artıyor. Onu işe karışmaya zorluyor, iki taraftan da sıkıştırıyorlar. Luther’e cemile gösteriyor; arzusu dışında yayınlanan Ekim 1518 tarihli bir mektubunda Wittemberg tezlerinden sempati ile bahsetmiştir. Düşmanları olan keşişler ve teologlar yükleniyorlar: “Luther’in ısıttığı yumurtayı Erasmus’un yumurtladığını” avaz avaz bağırıyorlar. Katolik dostları, VIII. Henry, Papa X. Léon ve Papa VI. Adrien kendisinden ıslahatçıya karşı cephe almasını istiyorlar. Beri taraftan, ıslahatın Alman başları ile Luther’in kendisi, Erasmus’un kendi çıkarlarına konuşacağını umuyorlar. Erasmus bocalıyor. Bu barışçı adamın biricik derdi, gittikçe yayılan yangını söndürmektir. İşleri kızıştıran 1520 Emirnamesi’ni yeriyor. İki taraf arasında ara bulucu olmak istiyor. Aslına bakılırsa sınırı aşmıştır.

Tarihin garip bir cilvesi olarak Erasmus’la Luther kısa bir zaman için birleşebildiler; onların, skolastiğe karşı besledikleri tiksintiden başka, hemen hemen hiçbir ortak yanları yoktu. Ortak bir düşmanın varlığı ilkin onları birleştirdi. 1517’den beri Luther, onları birbirinden ayıran ayrıntıları sezmişti. 1519’daki bir mektuplaşma, karşılıklı durumlarını belirtiyor. O zamandan beri kendilerini birbirlerine düşman hissediyorlar.

Erasmus hayata gülümseyerek bakıyor. Luther tabiatta bulaşıcı bir hastalık görüyor. Luther’in “karanlık kargaşalık” saydığı aklı Erasmus seviyor. Erasmus, Holbein’in esprili figürlerinden hoşlanıyor, Luther ise ölüm dansının motifini üstün tutuyor. Erasmus insanın hürriyetine inanıyor, Luther ise insanda şifa bulmaz bir bozulma görüyor. Erasmus’un “Ermiş Sokrates” demesini Luther bir rezalet sayıyor. Ermiş Sokrates ve Ermiş Platon’dan başka, Erasmus’un seçkin ermişi Ermiş Hieronymos’tur. Luther bilhassa Ermiş Augustinus’u seviyor. Erasmus hasımlarını mizahla iğnelediği hâlde, Luther onları kötü söz yağmuruna tutuyor. Erasmus etin fenalığa sürüklenmesine hiçbir zaman inanmaz, Luther ise bununla taciz edilmektedir. Erasmus, Yunan tragedyalarının korolarını biraz fazla ihtiraslı bulur. Luther İncil’de en sert yerleri arar. Erasmus zayıftır, yemek yemez, yalnız güzel şaraplara değer verir, nükteli ve edebî sofra söyleşilerini sever. İri yarı olan Luther ise bira ile çakırkeyif olur ve sofra söyleşileri açık saçık sözlerle süslüdür. Her ikisi de insanın hatasına inanırlar; ama Luther bunu ilk günah şeklinde görür, Erasmus ise ahlaki hatanın düzeltilmemiş şekli olarak değerlendirir. Erasmus’un sofuluğu iyimserdir; her zaman Tanrı’ya doğru, yolunu bulan bir kalbin coşkunluğundadır. Luther’in sofuluğu ise trajik, kötümser, bazen sanki kapalı bir kapıya çarpar. Erasmus tamamıyla mistik olan şeyle asla ilgilenmez. Luther ise Erasmus için son derece aşırı olan şu sözleri söyler: “Onda insanoğlu ile ilgili olan şey ilahi olan şeye galebe çalar.” Erasmus bir pelagien olduğu hâlde, Luther bir Manicheen’dir. Erasmus yarım renklidir, Luther’in ise rengi kıpkırmızıdır. Erasmus konuşur, Luther gürler. Erasmus’un gözünde kadınlar birer Musa’dır. Luther’in gözünde ise kadınlar şişman Katerina’nın özelliklerini taşırlar. Erasmus bir hümanisttir. Luther bir peygamberdir. Sonucu, Erasmus’un aklı fikri su perilerinde, Luther’inse hep şeytandadır.