10. Artık aslımı, neslimi, aldığım terbiyeyi, maiyetimi öğrendiniz. Kimsenin, kendime tanrıça1 adını vermekle hafiflik ettiğimi sanmaması için, şimdi de size tanrılara, insanlara sağladığım faydaların neler olduğunu anlatayım; devletimin bütün genişliğini göstereyim. Bütün dikkatinizle beni dinleyin.
İnsanlara iyilik etmek, tanrı olmaktır, sözü haklı bir söz de buğdayı, şarabı icat edenler veya benzerlerine bu soydan başka faydalar sağlayanlar haklı olarak ölümsüzler sırasına konmuş da, ölümlülere bütün faydaları, bütün nimetleri bir arada saçan ben, bütün tanrıların en büyüğü sayılmayacak mıyım?
11. Önce, hayattan daha tatlı, daha değerli bir şey var mı? Bu nimetin kaynağı ben değil miyim? İnsanları meydana getiren, çoğaltan, ne kendini beğenmiş Pallas’ın mızrağı ne de güçlü kuvvetli Jüpiter’in kalkanıdır. Jüpiter’in kendisi, bir bakışıyla bütün Olympos’u titreten bu yerin göğün kralı bile, canı ara sıra yaptığı şeyi, yani baba olmayı istediği zaman, korkunç yıldırımını bir kenara koymak, bütün tanrıları dilediği gibi korkutan o tavrını bırakmak, zavallı bir oyuncu gibi kılık değiştirmek zorunda kalır.
Tanrılardan sonra, bütün varlıkların en üstünleri hiç değilse kendilerine göre stoisyenlerdir. Pekâlâ! Siz bana bütün stoisyenlerin hepsinden üç defa, dört defa, bin defa daha stoisyen olan bir stoisyen verin; bilgeliğin belirtisi saydığı sakalını -ki bu belirti tekelerde de vardır- kestirmesem bile, hiç olmazsa onu asık suratlı tavrını bırakmaya zorlar, alnındaki kırışıklıkları giderir, sert prensiplerinden vazgeçiririm. O da bir müddet kendini neşeye, acayipliğe, deliliğe verir. Bir kelime ile, ne kadar bilge olursa olsun doğurtmanın zevklerini tatmak istiyorsa bana, yalnız bana başvuracaktır.
Ama neden her şeyi, alışık olduğum gibi size gayet tabii olarak söylemeyeyim? Söyleyin bana, rica ederim; baş, yüz, göğüs, eller, kulaklar mı, bu şerefli uzuvlardan biri mi tanrıları, insanları yaratır? Hiçbir zaman. İnsanoğlunun yayılmasına hizmet eden bölüm o kadar tuhaf, o kadar gülünçtür ki, gülmeden onun adını anamayız. Böyle olmakla beraber, bütün varlıkların hayatı, Pythagoras’ın sayılarından daha çok, bu kutsal kaynaktan gelir.
Hem açık konuşalım, akıllı bir insan olarak evliliğin sıkıntılarını önceden göz önünde tutmuş olsa hangi ölümlü başını evliliğin boyunduruğuna sokmak isterdi? Gebeliğin rahatsızlıkları, doğum sancıları, tehlikeleri, terbiyenin bıktırıp usandıran dertleri üzerinde ciddi olarak düşünmüş olsa hangi kadın erkeğin sevdalı ısrarlarına kendini kaptırırdı? Mademki hayatınızı evlenmeye borçlusunuz, evlenmeler de cariyelerimden biri olan “Bunaklık” tarafından kurulmuştur; o hâlde bana ne nimetler borçlu olduğunuzu varın düşünün! Bundan başka, bir kadın bütün bu sıkıntıları çektikten sonra, dostum “Unutma Tanrıçası” onun üzerinde etki yapmasa, tekrar bu sıkıntılara katlanmayı göze alabilir mi? Şair Lucretius istediğini söyleyin! Benim yardımım olmadıkça, bütün kuvvetinin kudretsiz, sönük ve etkisiz kalacağını Venüs’ün kendisi bile inkâr edemez.
İşte, halkın keşiş diye andığı kimseler tarafından yerleri alınan şu kendini beğenmiş filozoflar, benim başkanlık ettiğim o acayip, gülünç oyunda peyda olmuşlardır; erguvanlar giymiş krallar, Tanrı’nın rahipleri, pek ermiş babalarımız papalar bu oyunda peyda olmuşlardır. Sonucu; Olympos’un, ne kadar büyük olursa olsun, ancak barındırabileceği o sayısız şairce tanrıların hepsi de yine bu oyunda peyda olmuşlardır.
12. Ama hayatın kökünü, başlangıcını bana borçlu olduğunuzu ispat etmek fazla bir şey ifade etmez; şimdi size göstereceğim ki bu hayatın bütün faydaları, bütün hoşlukları da iyilikseverliğime borçlu olduğunuz bağışlardır.
Doğrusu ya, hayatın bütün zevklerini çıkarıp atarsanız, hayatın nesi kalır? Böyle bir hayata hayat demeye değer mi? Dostlarım, beni alkışlıyorsunuz! Benimle aynı düşüncede olamayacak kadar deli, yani bilge olduğunuzu, ah, pek iyi biliyorum… Stoisyenler bile zevki severler; ondan tiksinmek ellerinden gelmezdi. Şehveti istedikleri kadar gizlemeye, en çirkin sövgülerle onu halkın gözünden düşürmeye savaşsınlar, hepsi gösteriş! Bütün yaptıkları, şehvetten daha çok faydalanmak için başkalarını uzaklaştırmaktan ibarettir. Ama bütün tanrılar aşkına söylesinler bana; zevkle, yani delilikle tatlılaştırılmamışsa hayatın hangi bir anı tasalı, sıkıcı, tatsız, çekilmez, yavan değildir? Burada yalnız Sophokles’i tanık tutmakla yetineceğim; bu büyük şairi ne kadar övsek yine azdır; “En keyifli hayat, hiçbir bilgelik olmadan sürüp giden hayattır.” demekle o beni ne güzel övmüştür. Böyle olmakla beraber, bu meseleyi biraz daha inceden inceye değerlendirelim.
13. İlk önce, insanın ilk çağı olan çocukluğun, çağların en neşelisi, en hoşu olduğu doğru değil midir? Çocukları sever, öper, bağrımıza basar, okşar, onlara bakarız; bir düşman bile onlara yardım etmemezlik edemez. Bu nereden geliyor? Çünkü daha doğar doğmaz, uzgören tabiat ana onların etrafında, kendilerini büyütenleri büyüleyen, zahmetlerini unutturan ve bu küçük varlıklara muhtaç oldukları iyilikseverliği ve kanat germeyi çeken bir delilik havası yaratmıştır.
Ya çocukluktan sonraki çağın herkesin gözündeki cazibeleri? Bu çağı desteklemek, ona yardım etmek, onun imdadına koşmak için az mı çırpınırız? Peki, bu çağı yürekten sevdirecek latiflikleri ona bağışlayan ben değilim de kimdir? Gençlerden usandırıcı bilgeliği uzaklaştırıp üstlerine zevklerin göz alıcı cazibesini yayıyorum. Hem burada size havadan masallar uyduruyorum sanmamanız için, insanların büyütüp yetiştirdikleri, deneyle derslerin onları bilge kılmaya başladığı zamanı gözünüzün önüne getirin; derhâl güzellik solmaya başlar, neşe söner, kuvvet azalır, cazibe uçup gider; benden uzaklaştıkça, hayat onları yüzüstü bırakır. Sonucu, kendilerine de başkalarına da yük olan o kasvetli ihtiyarlığa ulaşırlar.
İnsanoğlunun çektiği sefaletler beni bir kere daha onun yardımına koşmaya sürüklemezse, şüphe yok ki ihtiyarlığa katlanacak hiçbir ölümlü kişi bulunamaz. Ölümlüler hayatı yitirmek üzere iken, bir şekilden başka bir şekle girme ile onları avutan şairlerin tanrıları gibi, ben de mezarın eşiğindeki ihtiyarları değiştirir, elimden geldiği kadar onları yine çocukluğun o mesut çağına doğru geri götürmeye çalışırım.
Bu değişikliği hangi araçlarla yaptığımı öğrenmek isteyenden hiçbir şeyi gizleyecek değilim. İhtiyarları Lethe Nehri’nin Saadet Adaları’ndaki (çünkü ahirette bu nehrin ancak pek küçük bir kolu akar) kaynağına götürür, bu hayatın bütün sefaletlerini unutmayı orada onlara kana kana içiririm; kuruntuları, tasaları azar azar dağılıp gider; gençleşirler.
Ama ihtiyarlar saçmalarlar, abuk sabuk söylenirler, diyeceksiniz. Bakın, bunda haklısınız. Çocukluğa dönmek de zaten budur. Saçmalamak, abuk sabuk söylenmek, çocuklaşmak demek değil midir? Bu çağın hoşumuza gitmesi, bizi eğlendirmesi de bilhassa akıl eksikliğinden ötürü değil mi? Gerçekten, yetişmiş bir insan kadar bilge bir çocuktan herkes tiksinmeyecek mi, her yerde ona bir yaratılış azmanı olarak bakmayacaklar mı? Çocuktaki vakitsiz bilgelikten iğrenirim, demek ki atasözü haklıdır.
Muhakeme ile deney kadar, çabuk anlama kabiliyeti de olan bir ihtiyarın söyleşisini ve meclisini kim çekebilir? İhtiyarı saçma sapan söyleten, sayıklamayı ona veren işte benim; ihtiyardan bütün o kuruntuları, bilgeyi üzen bütün o tasaları kovan da yine bu sayıklamadır. İhtiyar, hoş bir sofra arkadaşı olarak, elde kadeh, dostlarına akıl vermesini bilir. Neşe içinde yaşar, en güçlü kuvvetli kimselerin bile taşımakta zorluk çektikleri hayat yükünün ağırlığını pek duymaz. Hatta bazen, Plautus’un iyi ihtiyarının yaptığını yapar; o güzelim “seni seviyorum” sözünü de söylemesini öğrenir. Oysaki bütün aklını kullansaydı ne acınacak hâli olurdu!
Ama benim iyiliklerimle mesut ihtiyar dostları tarafından sevilmektedir, neşeli bir söyleşiye de pekâlâ katılabilir. Çünkü o Homeros’un sözlerine bakılırsa, ihtiyar Nestor’un ağzından baldan daha tatlı sözler dökülürken öfkeli, kızgın Akhilleus acı sözler püskürüyormuş. Yine aynı şaire göre, ihtiyarlar, duvarları gerisinde emniyette, şen ve şakacı söyleşiler ederlermiş. Bu bakımdan, ihtiyarlık çocukluğa da üstün gelir. Çünkü ne kadar hoş olursa olsun çocukluk, hayatın pek tatlı zevklerinden biri olan dedikodu zevkinden yoksundur.
Hem sonra, ihtiyarlar çocukların meclisinden pek hoşlanırlar; çocuklar da ihtiyarların meclisinden; çünkü tanrılar benzerleri bir araya getirmeyi severler. İhtiyarlığın özelliği olan yüzdeki buruşuklarla yılların sayısı bir yana bırakılırsa gerçekten, ihtiyarla çocuktan daha çok birbirine benzeyen iki şey var mıdır? Her ikisinin de ak saçları, dişsiz bir ağzı, çelimsiz bir vücudu vardır; her ikisi de sütü sever, kekeler, durmadan çene çalar; budalalık, unutma, boşboğazlık, hasılı her şey bu iki çağ arasında tam bir benzerlik vücuda getirmeye yardım eder. İnsanlar ihtiyarladıkça, çocuklara daha çok benzerler; ta ki gerçek çocuklar gibi, hayattan iğrenmeden ve ölümü görmeden bu dünyadan göçüp gidene kadar…
14. İnsanlara dağıttığım bu iyiliği, isterlerse şimdi öteki tanrıların bir şekilden başka bir şekle sokmalarıyla kıyaslasınlar. Burada kızgınlık anlarındaki o bir şekilden başka bir şekle sokmaların hiç lafını etmeyeceğim; teveccühlerinin en büyük belgesi sayılanları inceleyelim. Ölüm döşeğindeki dostları için ne yapıyorlar? Onları ağaç, kuş, ağustos böceği, hatta yılan şekline sokuyorlar. Ama böyle tabiat değiştirmek de ölmek değil midir? Bense bozmadan, insanı hayatının en mesut ve tatlı çağına doğru geri götürüyorum. Ah, insanlar bilgelikten büsbütün yüz çevirip bütün ömürlerini benimle beraber geçirselerdi, kasvetli ihtiyarlığın tatsızlıklarını bilmezler, sürekli bir gençliğin büyüsü onlara her an sevinç ve saadet saçardı.
Felsefe veya güç ve ciddi başka bir şeyin incelemesine kendini veren şu kuru, kederli ve tasalı kimselere bakın; türlü türlü düşüncelerle durmadan çalkalanan ruhları, mizaçları üzerinde etki yapar; vücutlarındaki ruhların çoğu uçar gider, nemli kökleri kurur ve genel olarak, gençliği görmeden ihtiyarlarlar. Hep semiz ve tombul olan benim delilerimse, tersine, yüzlerinde sağlığın ve gürbüzlüğün parlak hayalini taşırlar; görünce Arcania domuzu dersiniz. Bilgelerin illeti bunlara hiç bulaşmamış olsaydı elbette ki ihtiyarlığın sakatlıklarından hiçbirini duymayacaklardı. Ama insanoğlu yeryüzünde tamamıyla mesut olsun diye yaratılmamıştır ki…
Eski bir atasözü de ileri sürdüğümüz fikri ispata yarar: “Gençliğin hızlı gidişini…” der. “Delilik yavaşlatır, can sıkıcı ihtiyarlığı da bizden ouzaklaştırır.” Onun için, genel olarak, yaşlandıkça daha temkinli olan öteki insanların zıddına, Brabantlıların ihtiyarladıkça, daha deli olduklarını söylerler ki doğrudur. Bununla beraber, sözü sohbeti tatlı ve ihtiyarlığın sıkıcılıklarını daha az duyan bundan başka bir millet yoktur. Ahlaklarıyla olduğu kadar, yaşadıkları iklimle Brabantlılara benzeyen bir halk da benim iyi dostlarım Hollandalılardır. Neden onlara iyi dostlarım demeyeyim? Mademki bu kadar yürekten bana saygı gösteriyor ve hizmet ediyorlar. Mademki, deli lakabına hak kazanmışlardır; hem bu şerefli addan utanç duymak şöyle dursun, mademki onunla övünüyor, onu en güzel adlarından biri sayıyorlar…
Haydi bakalım, zirzop ölümlüler, şimdi gidin Medeialara, Kirkelere, Venuslara, Auroralara yalvarın! Sizi gençleştirecek o bilmem hangi hayali çeşmeyi her yerde arayın! Bunca arzulanan gençliği geri verecek yalnız benim, onu gerçekten bütün insanlara geri veren benim! Atası Tithonos’un gençliğini uzatmakta, Memnon’un kızı tarafından kullanılan o olağanüstü ilaç bendedir. Phaon’a bütün dilberliklerini ve gençliğin kuvvetini geri vermek başarısını göstermiş ki bunlar Sapho’nun Phaon’a çıldırasıya âşık olmasına sebep olmuştur. O Venüs benim. Gençliği geri çağırmak veya daha iyisi, gençliği her zaman elde tutmak erdemi olan bazı sihirli otlar, bazı büyüler, herhangi bir pınar varsa, bunları bende aramak gerek. Gençlikten daha sevimli, ihtiyarlıktan daha iğrenç bir şey olmadığında hepiniz birleşiyorsanız, o hâlde, büyük bir nimeti elde tutmasını ve büyük bir afeti uzaklaştırmasını bilen bana ne kadar minnet borçlu olduğunuzu da anlayacaksınız.
15. Ama ölümlülerin pek fazla lafını ettik. Şimdi, Olympos’un geniş alanını birlikte dolaşalım; sırasıyla bütün tanrıları inceleyelim; birazcık sevimli ve düşüncelerinde birazcık rabıtalı olup da, şan ve şöhretinin en büyük payını bana borçlu olmayan bir teki çıkarsa içlerinde eğer, adımın bir hakaret olarak yüzüme vurulmasına razıyım. Bakkhos’un yüzünde o güzelim gençliğin durmadan parlayışı neden? O delikanlı saçlarının omuzlarına öyle zarif bir şekilde dökülüşü neden? Her zaman deli, her zaman sarhoş olan bu tanrı bütün ömrünü oyunlar, çengiler ve ziyafetlerle geçirir; Pallas ile her türlü münasebetten sakınır da ondan. Bilge geçinmek şöyle dursun, tersine, ona göre makbule geçecek bir tarzda, deliliğin oyunlarıyla, zevkleriyle yapılabilir. Atalar sözünün kendisine taktığı deli lakabına hiç kızmaz. Tapınağın kapısı önünde otururken, çoğu zaman rençberler onun suratını tatlı şarap ve taze incirle buladıklarından ötürü kendisine bu ad takılmıştır. Eski komedya her zaman bir deli olarak gösterilmemiş midir? “Oh! İnsanların ve tanrıların doğdukları yerde doğmaya bile yakışmayan şakacı tanrı!” dermiş eskiler. Karanlık ve asık suratı yeri göğü titreten şu Jüpiter, sebep olduğu boş korkularla her şeyi zehirleyen şu Pan, hep kül ve kömürle kaplı, hep kıvılcımlarla çevrili, hep ocağının dumanıyla kararmış şu Vulcanus veya size yan gözle bakan, sizi mızrağıyla ve korkunç kalkanıyla titreten şu Pallas olmaktansa, o acayip ve gülünç tanrıya benzemek, onun gibi her zaman şen, her zaman genç, her zaman eğlenceli olmak ve her yere sevinç ve zevk taşımak istemeyecek kim vardır?
Neden Cupido her zaman çocuktur? Neden? Hep şen ve şakacı, yalnız delilikler söyler, eder de ondan. Gençliğin baharı neden her zaman Venüs’ün cazibelerini sürdürür? O biraz benim ailemdendir de ondan. Saçlarının rengini babasından almasaydı belki de bu kadar sarışın olmayacaktı. Zaten şairlerin ve rakipleri heykelcilerin sözlerine bakılırsa, dilber yüzünde her zaman şen bir gülüş dolaşmıyor mu? Flora, bunca zevkleri doğuran o şehvetli tanrıça, Romalıların en yürekten saygı gösterdikleri tanrıça değil miydi?
Ama Homeros’ta ve başka şairlerde en kasvetli ve asık suratlı sayılan tanrıların hayatlarını da gözden geçirseydik onların her an deliliğin tatlı hükmüne boyun eğdiklerini görürdük. Çünkü dehşet saçan Jüpiter’in kahramanlıkları bir yana, onun âşıkdaşlıklarını ve yeryüzünde oynadığı güzel oyunları biliyorsunuz. Dişiliğini unutup durmadan ormanlarda avlanan, sonunda güzel Endymion’un aşkıyla yanan ya o pek kendini beğenmiş Diana? Bununla beraber, evvelce yaptığı gibi, Momus bu tanrıların bütün acayipliklerini yine de yüzlerine vursun, pek isterdim. Ama ikide birde gelip bilgeliğiyle zevklerini bulandırdığından ötürü, geçenlerde tanrılar ona öyle öfkelendiler ki “Ara Bozma” ile birlikte onu göğün tepsinden aşağıya attılar. O gün bugün yeryüzünde avare avare dolaşır durur. Henüz hiçbir ölümlü ona başını sokacak bir yer vermek tenezzülünde bulunmamıştır. Hele saraylara kabul edilmek umudunu büsbütün kesmiştir. Çünkü cariyelerimden biri olan “Yüze Gülme” bu saraylarda bir hükümdar gibi fermanını yürütür. Hem, kurtlarla kuzular nasıl birbirleriyle uyuşamazlarsa “Yüze Gülme”de Momus ile öyle uyuşamaz.
Bu sıkıcı tenkitçiden kurtulan tanrılar, şimdi büyük bir zevkle ve serbestçe kendilerini her türlü havai eğlencelere verebilirler. Gülünç Priapos ne iphamlar, ne şakalar yapar! Şu Mercurius köftehorunun yaptığı hileleri, hokkabazlıkları durmadan seyretmek tanrılar için ne zevk! Tanrılar sofrada iken, hatta Vulcanus’a varıncaya kadar, maskaralıklarıyla onları eğlendirmeye kalkışmayanı yok. Vulcanus kâh gülünç yürüyüşü ile onları güldürür, kâh cinaslarıyla ve şakalarıyla neşelendirip içmek arzularını kamçılar. Silenos, o ihtiyar hâliyle hâlâ çapkınlık ederek, Polyphemos ve perilerle maskara dansları ve gülünç danslar ederek gönlünü eğlendirir. Keçi ayaklı Satyrler şehveti uyandıran açık saçık türlü biçimlere girerler. Pan kaba köy türküleriyle bütün tanrıları güldürür; bunlar, bilhassa, abıhayatla çakırkeyif olmaya başlayınca, Pan’ın musikisini Musalarınkinden üstün tutarlar. Yemekten sonra, iyice sarhoş oldukları zaman ettikleri çılgınlıkları, ah, bir söylesem! Doğrusu, bu kadar deli olan ben bile, bazen kendimi tutamayıp gülüyorum… Ama şşşt! Herhangi bir tanrı konuştuklarımızı duyabilir. Momus’un akıbetine uğramaktan korkarım.
16. Yerden göğe, gökten yere gidip gelen Homeros gibi, artık ben de insanlar arasına karışmak üzere, Olympos’tan ayrılıyorum. Hayır, yeryüzünde benden gelmeyen ne sevinç, ne saadet, ne de zevk var. Önce bir bakın, insanoğlunun o şefkatli anası tabiat her yere deliliğin tuzunu biberini nasıl bir uzgörüşle saçmasını bilmiş! Stoisyenlere göre bilge olmak, aklını kendine kılavuz edinmektir; deli olmaksa ihtiraslarının keyfine kendini kapıp koyvermektir. Onun için değil midir ki Jüpiter hayatın acılarını, tasalarını biraz yumuşatayım diye insanlara akıldan çok ihtiras vermiştir. Birinin ötekine oranı, bir tohum tanesinin bir dragmaya oranı gibidir. Hem aklı kafanın bir köşeciğine attığı hâlde, vücudun geri kalanını ihtirasların sürekli çırpınışlarına bırakmıştır. Sonra, yapayalnız kalan bu zavallı aklın karşısına pek haşin ve gazaplı iki zalimi çıkarmıştır; üst bölümde, yani hayatın kaynağı olan yürekte “Öfke”yi, vücudun en aşağı yerlerine kadar hükmü geçen “Şehvet”i. İnsanların hareket tarzı, bu iki kuvvetli düşmana karşı akim elinden ne geldiğini her gün yeteri kadar göstermektedir. Namusluluğun kanunlarını emrediyor, bunları saydırtacağım diye sesi kısılıncaya kadar bağırıyor. Elinden gelen bu kadar… Düşmanları bu sözüm ona tanrıça ile alay ediyorlar, ona hakaret ediyorlar, hem de ondan fazla gürültü patırdı ediyorlar. O kadar ki sonunda bu faydasız dayatmadan yorgun düşen akıl boyun eğiyor, onların bütün isteklerine razı oluyor.
17. Ama kendini işlere vermesi alın yazısı olan insana, kendini yönetmede bir akıl taneciği yetmediğinden, ne edeceğini bilemeyen Jüpiter, akıl danışmak için, her zaman yaptığı gibi beni çağırdı. Ona hemen bana layık bir öğüt verdim, dedim ki: “Bir kadın yaratın, onu erkeğe eş olarak verin. Kadının çılgın ve uçarı bir hayvan olduğu doğrudur, ama hoş ve eğlendiricidir de. Erkekle birlikte yaşarken, çılgınlıklarıyla onun kasvetli ve asık suratlı huyunu hafifletip yumuşatmasını bilecektir.”
Platon, kadını akıllı hayvanlar sınıfına mı, idraksiz hayvanlar sınıfına mı sokmakta kararsız göründüğü zaman, sadece bu dilber cinsin aşırı çılgınlığına işaret etmek ister. Gerçekten, bir kadın bilge geçinmeyi aklına koyacak olursa eski deliliğine yeni bir delilik katmaktan başka bir şey yapmış olmaz. Çünkü insan tabiattan herhangi bir kötü eğilim kapmışsa, ona karşı gelmek veya onu erdemin maskesi altında gizlemek, bu kötü eğilimi arttırmak demektir. Eski bir Yunan atasözü der ki; “Erguvana da bürünse, maymun yine maymundur.” Onun gibi, kendini ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, kadın yine kadındır, yani her zaman delidir.
Burada söylediklerime kızacak kadar kadınların deli olduklarını sanmıyorum. Ben onların soyundanım, “Delilik”im. Onların deli olduklarını ispat etmek, onlar hakkında yapabileceğim en büyük övgü değil midir? Çünkü işin doğrusu, erkeklerden daha çok mesut olmalarını “Delilik”e borçlu değiller mi? Her şeyden üstün tutmakta haklı oldukları, en kendini beğenmiş zalimleri bağlamakta işlerine yarayan odilberlikleri, o cazibeleri, ilk önce “Delilik”ten almış değiller mi?
Erkeklerdeki o hoşa gitmeyen vahşi dış görünüş, o kıllı deri, o orman gibi sakal, her yaştaki o ihtiyarlık hâli nereden geliyor? Kötü huyların en büyüğü olan temkinden! Kadınların ise tersine, yanakları düz, sesleri tatlı, tenleri naziktir; her şeyleri, sürekli bir gençliğin dilber hayalini sunar. Şu dünyada erkeklerin hoşuna gitmekten başka bir arzuları var mı zaten? Bütün o süslerin, düzgünlerin, hamamların, saç kıvırmaların, parfümlerin, kokuların ve sonucu, yüzü, gözleri ve teni güzelleştirmeye, boyamaya veya gizlemeye yarayan bütün o kozmetik ilaçların amacı nedir? Ee, bunca arzulanan o amaca deliliğin aracılığı ile erişmiyorlar mı? Hem erkekler kadınların her şeyine katlanıyorlarsa, bunu salt onlardan umdukları zevki düşünerek yapmıyorlar mı? Peki, bu zevk neye bağlı? “Delilik”. Bir kadının lütuflarından faydalanmak arzusunu her duyuşunda, erkeğin söylediği saçma sapan sözlere, kadınla yaptığı bütün çılgınlıklara bakınca, bu gerçeğe inanırız. Demek ki şimdi hayatın en büyük zevk kaynağı hangisidir, biliyorsunuz.
18. Ama birçok kimseler, bilhassa ihtiyarlar Bakkhos’un lütuflarını aşkınkinden üstün tutarak, en büyük şehveti sofranın zevklerinden ibaret sayarlar. Kadınsız yemeğin tadı çıkar mı, çıkmaz mı, hiç bunun üstünde duracak değilim. Muhakkak olan şu ki, delilikle neşelenmedikçe her yemek tatsız ve kasvetli olur. Öyle ki bir yemekte gerçekten deli olan veya öyle görünmek isteyen biri yoksa şakalarıyla, hoş sözleriyle, yani delilikleriyle suskunluğu, kasveti dağıtsın ve konukları güldürsün diye bir soytarı tutarlar veya neşeli bir asalağı getirirler. Gerçekten, gözlerle kulaklar şenliğe katılmamış, oyunlar, gülüşler ve zevklerle zihin neşelenmemişse etlerle, lezzetli yemeklerle karnını tıka basa doldurmak neye yarar? İşte, o oyunları, ogülüşleri, o zevkleri yaratan yalnız benim. Şölene kura ile başkan seçmek, çepeçevre oturup türkü söylemek, dans etmek, sıçramak, hoplamak gibi, yemeklerde âdet olmuş o neşeli törenleri kuran kimdir sanıyorsunuz? Yunanistan’ın yedi bilgesi mi? Hiç de değil. İnsanoğlunun selameti için bunları icat eden benim. Bu türlü eğlentilerde ne kadar çok delilik edilirse insanların tasalı olunca hayat demeye yakışmayan ömürleri de o kadar uzar. Oysaki hiç peşini bırakmayan can sıkıntısını bütün bu zevkler kovmadıkça, hayat her zaman kasvetli olacaktır.
19. Bütün bu zevkleri duyamayıp saadeti ancak söyleşide bulan birtakım insanlar da var belki. Onlarca dostluk, nimetlerin en büyüğüdür; hayat için su, ateş ve hava kadar gereklidir; tabiat için güneş neyse insan için de dostluk odur. Sonuç olarak, dostluk o kadar hoş, okadar namusludur ki (bu sözün bu işle hiçbir ilgisi yoktur) filozoflar bile onu en büyük nimetler arasına koymuşlardır. Ya ben ispat edersem ki bütün bu dostluklara da can veren yine benim. Bundan kolay ne var! Şimdi bunu size gün gibi aydın kılacağım. Ama bunu yapmak için, ince mantıkçıların kullanmaya alıştıkları ne o çelişkilere ne o zincirli kaziyelere ne de daha başka muhakemelere başvuracağım; sağduyunun ışıkları peşinden gitmekle yetineceğim. Öyleyse başlıyorum.
Dostlarının hovardalıklarına göz yummak, kusurları üzerine hayale kapılmak, onları taklit etmek, en büyük kötü huylarını beğenmek, birer erdemmiş gibi bunlara hayran olmak, deliliğe sapmak denen şey değil midir? Metresinin teni üzerinde gördüğü bir beni aşk ve şevkle öpen şu âşık, Agnes’inin ahtapotunu şehvetle koklayan şu beriki âşık, şaşı oğlunun bakışını dokunaklı bulan şu baba… Bütün bunlar salt delilik değil mi? Evet, bunların delilik, hatta deliliğin daniskası olduğunu istediğiniz kadar söyleyin. Ama kabul edin ki, dostlukları kuran, besleyen yine de bu deliliklerdir. Burada, yalnız birtakım kusurlarla doğan, içlerinde en iyisi, kusuru en az olan ölümlülerin lafını ediyorum. Kendilerini birer küçük tanrı sanan o bilgelere gelince; dostluk hemen hemen hiç onları birbirlerine bağlamaz veya bazen bağladığı olsa bile bu, hep kasvetli ve hoşa gitmeyen, pek az kimse arasında yayılmış bir dostluktur. Bu bilgelerin hiçbir zaman kimseyi sevmediklerine dair teminat vermekten sakınırım. İnsanların çoğu delidir, hatta denebilir ki deliliğin birkaç türlüsünü kendinde toplamamış olanı bile yoktur. Oysaki bütün dostluklar benzerlik üzerine kurulmuştur.
Şu hâlde, bu asık suratlı filozoflar bazen birbirlerine karşılıklı iyi niyet bağlarıyla bağlansalar da bu pek sağlam olmayan bağlılık; dostlarının kusurlarını görmekte vaşak kadar keskin gözlü, kendilerine karşı gözleri kör, her zaman kasvetli ve keyifsiz, sanki heybe masalı üzerlerine söylenmiş bu insanlar arasında uzun sürmez. Gerçekten, tabiat tarafından bütün insanların bazı esaslı kusurların sahibi olmaya mahkûm edildikleri düşünüldüğünde; türlü yaş, karakter ve eğilimdeki insanlar arasında yarattığı çok büyük fark göz önünde tutulduğunda; ölümlü hayatlarının sürekli şekilde tabi olacağı bütün ozaaflar, o hatalar, o kazalar üzerinde derin derin düşünüldüğünde, delilik -isterseniz gönül alma deyiniz- gelip de onların mizaçlarındaki sertliği yumuşatmadığı takdirde, bu kadar keskin bakışlı insanlar arasında tatlı dostluğun bir saat bile sürebileceğini nasıl aklımızdan geçirebiliriz? Ya, bütün hoşa giden bağlılıkların yaratıcısı, babası olan Cupido kör bir tanrı değil mi? Çoğu zaman çirkinliği güzellik sanmıyor mu? Onun sayesindedir ki bütün insanlar sevdiklerinden hoşnutturlar; yine onun sayesindedir ki ihtiyar adam ihtiyar dostunu, bir delikanlının genç metresini sevişi gibi sever. İşte her yerde görülen şey, işte her zaman gülünç sayılan şey! Ama yine öyle iken bütün dostluk bağlarını kuran, sıklaştıran işte bu gülünç şeydir.