Книга Anne Frank'ın Hatıra Defteri - читать онлайн бесплатно, автор Анна Франк. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Anne Frank'ın Hatıra Defteri
Anne Frank'ın Hatıra Defteri
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Anne Frank'ın Hatıra Defteri

“Büyükannem, Ursula ile birlikte olmamı istiyor ama ben istemiyorum ve olmayacağım da. Bazen yaşlı insanlar bağnazca düşünüyor. Bu, onların dediklerini yapacağım anlamına gelmiyor. Biliyorum ki benim onlara ihtiyacım olduğu kadar, onların da bana ihtiyacı var. Bundan sonra çarşamba akşamları bir işim yok çünkü ağaç oymacılığı kursuna artık gitmiyorum. Aslında bu, siyonist bir parti grubu. Büyükannem ve büyükbabam siyonist karşıtı oldukları için gitmemi istemiyorlar zaten. Ben de fanatik bir siyonist sayılmam. Sadece ilgimi çeken bir konu. Her neyse, son zamanlarda çok karışık şeyler döndüğü için oradan ayrılacağım. Yani, haftaya çarşamba oraya son gidişim olacak. Bu da çarşamba akşamı, cumartesi öğleden sonra ve akşam, pazar öğleden sonra, belki daha da uzun görüşebileceğimiz anlamına geliyor.”

“Ama büyükannen ve büyükbaban istemiyorsa onların arkasından iş çevirmen yanlış olmaz mı?”

“Aşkta ve savaşta her şey mübahtır.”

Bu arada, yürüye yürüye Blankevoort Kitabevinin önüne kadar geldik. Kitabevinin önünde iki çocuk ile birlikte Peter Schiff’i gördük. Uzun zamandan sonra bana selam verdi ve buna mutlu oldum.

Hello, pazartesi akşamı annem ve babamla tanışmak için bize geldi. Bir tane pasta, biraz da şeker almıştım. Yanında çay ve kurabiye de vardı. Hello da ben de öylece evde pineklemek istemedik ve yürüyüşe çıktık. Saat sekizi on geçeye kadar dışarıda dolandık. Eve geldiğimde babam çok sinirliydi çünkü zamanında eve gelmemiştim. Onlara, bundan böyle sekize on kala evde olacağıma söz vermek durumunda kaldım. Önümüzdeki cumartesi Helloların evine davetliyim.

Wilma’nın dediğine göre, Hello bir akşam onlara gitmiş. Wilma da ona “Ursula mı yoksa Anne mi daha çok hoşuna gidiyor?” diye sormuş.

Hello: “Bu seni alakadar etmez.” diye yanıtlamış.

Bunun üzerine, Hello gidene kadar hiç konuşmamışlar. Gitmeden önce de “Anne daha çok hoşuma gidiyor ama kimseye söyleme. Görüşürüz.” demiş ve vınnn! Oradan tüymüş.

Şu zamana kadar olan şeylerden anladığım kadarıyla, Hello’nun bana abayı yaktığını söyleyebilirim. Bu değişiklik bana iyi geldi. Eminim Margot, Hello’nun bana oldukça yakıştığını söylerdi. Ben de öyle düşünüyorum, belki de daha da fazlasıdır… Annem de onu övüp duruyor: “Ne hoş çocuk, hem de nazik.” Her yerde ondan bu kadar söz edilmesi hoşuma gidiyor. Tabii, kız arkadaşlarımın konuşması haricinde. Hello, kız arkadaşlarımı çocuksu buluyor ve bunda haklılık payı var. Jacque bana takılıp duruyor ama ben ona âşık değilim. Yani aşırı değil. Erkek arkadaşlarımın olması gayet normal. Kimse bunu takmaz zaten.

Annem sürekli büyüyünce kiminle evleneceğimi soruyor. Her iddiasına varım ki o kişinin Peter olduğu aklının ucundan dahi geçmiyordur çünkü hiç istifimi bozmadan Peter’ın bana göre olmadığına onu ikna ettim. Daha önce hiç kimseye duymadığım sevgiyi Peter’a karşı duyuyorum. Umarım başka kızlarla takılmasının sebebi, bana olan sevgisini gizlemeye çalışmasıdır. Belki de Hello ve benim birbirimize âşık olduğumuzu zannediyordur ki alakası yok. O benim için sadece bir arkadaş ya da annemin deyimiyle bir kavalye.

En iyi arkadaşın, Anne

5 Temmuz 1942, Pazar

Sevgili Kitty,

Cuma günü, Yahudi Tiyatrosu’nda yapılan mezuniyet töreni beklediğimiz gibiydi. Karnem ortalama geldi. Bir tane D, bir tane de C- notum var; cebir sağ olsun. Geri kalan B+ ve B- dışında hep B. Ailem notlarımdan memnundu. Bizimkiler notlar konusunda diğer velilerden farklı çünkü notlarımın iyi ya da kötü gelmesini pek umursamıyorlar. Sağlıklı, mutlu olduğum ve her şeye karşılık vermediğim sürece gerisi önemli değil onlar için. Eğer bu üçü tamamsa her şey tamam demekti.

Ne var ki ben tam tersini düşünüyorum. Tembel bir öğrenci olmak istemiyorum. Yahudi Lisesine şartlı olarak kabul edildim. Montessori Okulu’na yedinci sınıfa kadar devam edeceğimi sanmıştım ama Yahudiler için çıkan kanunla okulu bırakmak zorunda kaldım. Bay Elte, Lies Goslar ve beni uzun uğraşlar sonucu bu okula kabul etti. Lies, geometri dersini tekrar almak zorunda kalacak ama sınıfı geçti.

Zavallı Lies. Evde ders çalışmak onun için o kadar zor ki… El bebek gül bebek büyütülen iki yaşındaki kız kardeşi, tüm gün Lies’in odasında oynuyor. Eğer Gabi, istediğini yapmazsa kardeşi deli gibi bağırıyor. Lies onunla ilgilenmediğinde ise bu sefer Bayan Goslar bağırmaya başlıyor. Demem o ki Lies zar zor ödevini yapabiliyor. Aldığı özel dersler de boşa gitmiş oluyor. Goslarlar bana biraz değişik geliyor. Bayan Goslar’ın annesi ve babası hemen yanlarında yaşıyorlar ama Lieslerde yemek yiyorlar. Evde bir yardımcı, bir bebek, dalgın bir baba olan Bay Goslar ve her zaman gergin ve uyuz bir anne olan Bayan Goslar var ki yine hamile! Aşırı sakar olan Lies, kendini bir kargaşanın içinde buluyor.

Ablam Margot da karnesini aldı.

Her zamanki gibi harika. Eğer bizim okulda “şeref derecesi” olmuş olsaydı, onur belgesiyle bitirirdi çünkü çok zeki.

Bu sıralar babam evde takılıyor. İş yerinde yapacağı bir şey yokmuş. Kendine ihtiyaç duyulmadığını bilmek kötü bir his olsa gerek. Bay Kleiman, Opekta şirketini; Bayan Kugler de 1941 senesinde kurulan, baharat ve yan sanayi şirketi olan Gies&Co.’yu devraldı.

Birkaç gün sonra çevredeki mahallelerde gezinirken babam saklanmaktan söz etti. Dünyanın geri kalanından kendimizi soyutlayarak yaşamamızın zorluklarından bahsetti. Ona, neden bu konuyu açtığını sordum.

“Anne” dedi. “Sen de biliyorsun ki giysilerimizi, yiyeceklerimizi, eşyalarımızı başkalarına veriyoruz. Eşyalarımızın daha fazla Almanların eline geçmesini istemiyoruz. Hele onların pençesine düşmeyi hiç istemiyoruz. Kendi isteğimizle gideceğiz ve onların bizi götürmesini beklemeyeceğiz.”

Beni ürperten ciddi tavrından sonra: “İyi de baba, ne zaman?” diye sordum.

“Sen şimdi bunu düşünme. Biz hallederiz. Hazır hâlâ yapabiliyorken hayatın tadını çıkar.” dedi.

Tüm konuşmamız bu kadardı. Lütfen bu hüzünlü konuşmalar gerçek olmasın.

Kapı çalıyor. Gelen Hello. Şimdilik benden bu kadar.

En iyi arkadaşın, Anne

8 Temmuz 1942, Çarşamba

Sevgili Kitty,

Cuma sabahından bu yana sanki yıllar geçti. O kadar çok şey oldu ki… Sanki dünya başıma yıkıldı. Ama gördüğün gibi hâlâ hayattayım, Kitty. Babama göre bu da bir şey. Yaşıyorum yaşamasına da sakın nerede ve nasıl diye sorma. Şimdi sen muhtemelen bu söylediklerimden hiçbir şey anlamadın. Pazar öğleden sonra başıma gelenleri anlatarak başlıyorum.

Hello sonra tekrar uğramak için gittikten sonra, saat üçte kapı çaldı. Balkonda, güneşin alnında miskin miskin kitap okuduğum için kapıyı duymamışım. Bir süre sonra Margot, oldukça kaygılı bir şekilde mutfak kapısına geldi. “Babam… S.S.’lerden bir çağrı geldi!.. Annem, Bay van Daan’ı görmeye gitti.” dedi fısıldayarak. Bay van Daan, babamın iş arkadaşı ve dostudur.

Buz kesildim. Bu çağrının ne anlama geldiğini bilmeyen yoktur. Toplama kamplarının ve tek kişilik hücrelerin görüntüleri zihnimde belirdi. Babamın göz göre göre oraya gitmesine nasıl göz yumacaktık? Salonda annemizin gelmesini beklerken Margot: “Tabii ki de gitmez.” dedi. “Annem, van Daan’ın yanına, yarın saklanıp saklanamayacağımızı sormaya gitti. Van Daanlar da bizimle gelecek. Saklanmaya yedi kişi gideceğiz.” Bir sessizlik bürüdü etrafı. Tek kelime edemedik. Babamın olanlardan habersiz, Yahudi Hastanesinde bir ziyarete gitmiş olması düşüncesi, annemin uzun bekleyişleri, havanın rehaveti, kararsızlık… Bunların hepsi bizi susturmaya yetiyordu.

Sonra birden kapı çaldı. “Hello’dur gelen.” dedim.

Margot: “Sakın kapıyı açma!” diyerek bana engel olmaya çalıştı ama bu çok gereksizdi çünkü annemin ve Bay van Daan’ın alt katta Hello’yla konuştuğunu duymuştuk. Sonra ikisi de içeri gelip kapıyı arkalarından kapattı. Her zil çalışında, ya Margot ya da ben aşağı inip gelen kişinin babam olup olmadığını kontrol edecektik ve başka kimsenin içeri girmesine müsaade etmeyecektik. Bay van Daan, annemle yalnız konuşmak istediği için odadan çıkmak durumunda kaldık.

Yatak odamızda otururken gelen çağrının, babama değil de Margot’a geldiğini öğrendim ve bu ikinci şokla ağlamaya başladım. Margot yalnızca on altı yaşında. Anlaşılan genç yaştaki kızları da kamplarına götürmek istiyorlar. Ama çok şükür Margot gitmeyecek, annem öyle söyledi. Galiba babam da saklanma mevzusunu açtığında bunu kastetmişti. Saklanmak… Nereye saklanacağız ki? Şehirde bir yerde mi? Yoksa kasabada mı, ya da bir barakada, belki de bir kulübede? Ne zaman, nerede, nasıl? Sorgulamamam gereken o kadar çok soru vardı ki hepsi kafamı kurcalıyordu.

Margot’la beraber en önemli eşyalarımızı okul çantalarımıza sığdırmaya çalıştık. Aklıma ilk gelen şey, bu günlük olmuştu. Sonra bigudiler, mendiller, okul kitaplarım, tarağım ve birkaç eski mektup… Kafamda saklanmak düşüncesi yer etmişken çok değişik şeyler atmışım çantama. Ama pişman da değilim çünkü anılar kıyafetlerimden daha fazla yer kaplıyor üstümde.

Sonunda babam saat beş gibi eve geldi. Hemen Bay Kleiman’ı arayıp bu akşam bize gelip gelemeyeceğini sorduk. Bay van Daan, Miep’i almak için evden çıktı. Miep eve geldi ve içinde ayakkabıların, kıyafetlerin, hırkaların, iç çamaşırların ve çorapların olduğu bir torbayı alarak gece geleceğine söz verip geri gitti. Evde bir sessizlik oluştu. Hiçbirimiz aç değildik. Hava hâlâ sıcaktı ve her şey gitgide tuhaflaşıyordu.

Üst katımızdaki geniş odayı, otuzlarında dul kalan Bay Goldschmidt’e vermiştik. Üstü kapalı sözlerimize rağmen akşamın onuna kadar yanımızdan ayrılmadığına göre yapacak pek bir işi yoktu.

Saat on birde Miep ve Jan Gies geldi. 1933 yılından bu yana babamın şirketinde çalışan Miep, yakın bir aile dostumuz. Eşi Jan da öyle… Tekrar ayakkabılar, çoraplar, kitaplar ve çamaşırlar Miep’in çantasına ve Jan’ın geniş ceplerine dolduruldu. Saat on bir buçukta evden çıktılar.

Kolumu kaldıracak hâlim yoktu. Bu gecenin yatağımda uyuyacağım son gece olduğunu bilmeme rağmen başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum. Annem sabah beş buçukta beni çağırınca kalktım. Neyse ki hava pazar günkü gibi sıcak değildi. Gün boyu yağmur çiseledi.

Dördümüz de geceyi buzdolabında geçirmişçesine sıkı sıkı giyindik ki yanımıza daha fazla kıyafet alabilelim. Bu koşulda hiçbir Yahudi, kıyafet dolu bir torbayla dışarı çıkmaya cesaret edemezdi. Üzerime iki fanila, üç çift içlik, bir elbise, üstüne bir etek, bir hırka, bir yağmurluk, iki çift çorap, bir çift postal, bir bere, bir atkı ve daha pek çok şey giymiştim. Evden ayrılmadan önce fenalık geçirecektim ama kimse bu durumu düşünecek hâlde değildi.

Margot okul çantasına kitaplarını tıkıştırdı, sonra da bisikletini almaya gitti. Miep’in arkasından bilmediğim bir yola girdi. Nereye saklanacağımız konusunda hâlâ bihaberdim.

Saat yedi buçukta kapıyı çektik çıktık. Veda ettiğim tek kişi, kedim Moortje’ydi. Bay Goldschmidt’e bıraktığımız bir mektupta yazdığımız gibi, Moortje’nin yeni yuvası komşumuzun evi olacaktı.

Dağınık yataklar, masadaki yemek artıkları, mutfağa kedi için bırakılan yarım kilo et bizim orayı ne kadar alelacele terk ettiğimizi gösteriyordu. Ancak neyin nasıl görüneceğini düşünecek bir durumda değildik. Yalnızca orayı terk etmek, uzaklara, güvenli bölgelere gitmek istiyorduk. Başka hiçbir şeyi önemsemiyorduk.

Kalan şeyleri yarın anlatacağım.

En iyi arkadaşın, Anne

9 Temmuz 1942, Perşembe

Sevgili Kitty,

Nerede kalmıştık? Babam, annem ve ben, omzumuzda okul çantaları ve elimizde içi tıka basa gerekli şeylerle doldurulmuş market poşetleriyle, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yürüyorduk. Sabahın köründe işe giden insanlar, bize acıyarak bakıyordu. Yüzlerine baktığında bize ulaşım aracına binmeyi teklif edemedikleri için üzüldükleri belli oluyordu. Kolayca görünen sarı yıldız bizim yerimize durumumuzu anlatıyordu.

Annemle babam planın ne olduğunu sokağa çıkana kadar anlatmadı. Taşınmadan aylar önce eşyalarımızın çoğunu odalardan çıkarmıştık zaten. Temmuzun on altısında da nereye saklanacağımız kararlaştırılmıştı. Margot’un aldığı haber yüzünden planımızdan on gün erken yola çıkmak zorunda kaldık ki henüz hazırlayamadığımız şeyler vardı.

Gizleneceğimiz yer, babamın çalıştığı iş yerinde bir yerdi. Oradan bakınca anlaması biraz zor olduğu için açıklayayım: Babamın iş yerinde çok fazla çalışan yoktu. Sadece Bay Kugler, Bay Kleiman, Miep ve Bep Voskuijl isminde yirmi üç yaşındaki bir sekreter vardı. Oraya geleceğimizi hepsi de biliyordu. Bep’in babası olan Bay Voskuijl, hiçbir şeyden haberleri olmayan iki asistanıyla birlikte depoda çalışıyor.

Bina şu şekilde tasarlanmış: Büyük depo zemin kata kurulmuş.

Çalışma odası ve ardiye olarak kullanılıyor, çeşitli kısımlara ayrılmış.

Tarçın, sarımsak dişi ve biber gibi şeyleri öğütmek için bölümler var.

Depo kapısının yan tarafında, ofisle giriş katı birbirinden ayıran ve dışarıya açılan bir kapı var. Ofisin içinde ikinci bir kapı var ve buradan merdivenlere geçiş var. Merdivenin tepesinde, üzerinde siyah harflerle “Ofis” yazan bir başka kapı var. Buz camlı bir kapı bu. Burası oldukça geniş, aydınlık ve epeyce dolu olan bir ön ofis. Bep, Miep ve Bay Kleiman gün boyu orada çalışıyorlar. İçinde bir giysi dolabı ve büyük bir kiler bulunan odadan geçince küçük, karanlık, bunaltıcı bir odaya varıyorsun. Önceden orası Bay Kugler ve Bay van Daan’ın yeriymiş ama şimdi sadece Bay Kugler orada çalışıyor. Bay Kugler’in ofisine koridor tarafından da bir geçiş var ama o zaman dışarıdan açılması zor, içeriden açılması daha kolay olan cam bir kapı kullanmak zorundasın. Bay Kugler’in odasından çıkıp, uzun ve dar koridordan yürüyüp kömürlükten geçtikten sonra dört basamak çıkarsan kendini tüm iş yerinin görülmeye değer kısmı olan özel ofiste bulacaksın. Şık, kızıla çalan kahverengi mobilyalar, yere döşenmiş muşamba ve halılar, bir radyo, güzel bir lamba… Her şey birinci kalite… Yan odada sıcak su ısıtıcısı olan ferah bir mutfak, arka tarafında da bir banyo… İşte bunlar da ikinci katta.

Ahşap merdivenden çıktığında üçüncü katın koridoruna varıyorsun. Merdivenin başında, her iki tarafında da odalar var. Soldaki kapı binanın ön cephesindeki baharatların olduğu depo alanına, çatı kısmına çıkıyor. Tipik bir Hollanda işi ve oldukça dik olan iki kat arasındaki merdivenler de sokağa açılan diğer bir kapının olduğu ön cepheye çıkıyor.

Merdiven sahanlığının sağ tarafındaki kapı, binanın arka tarafındaki “Gizli Ev”e açılıyor. Kimse bu basit gri kapının bu kadar çok odaya açılacağını tahmin bile edemez. Kapının eşiğinden bir adım atıyorsun ve içeridesin. Kapının karşı tarafında dik bir merdiven var. Solunda Frankların oturma odası ve yatak odası olarak kullanacağı odaya giden dar bir koridor var. Yanında ise Frankların iki genç kızının çalışma ve yatak odası olan daha küçük bir oda… Merdivenlerin sağ tarafında birbiriyle bağlantısı olan penceresiz bir çamaşır odası ve köşede bir lavabo var. Diğer oda ise Margot ve benim odam. Merdivenden çıkıp ilk kapıyı açtığında eski kanalın yanında bulunan büyük, aydınlık ve havadar odayı gördüğünde şaşkınlığına engel olamıyor insan. Odanın içinde Bay Kugler’in laboratuvarı sağ olsun, bir soba ve bir de lavabo tezgâhı var. Buranın hepimizin oturduğu, yemek yediği, çalıştığı yer olması dışında Bay ve Bayan van Daan’ın mutfağı ve yatak odası olarak kullanılacak. Aradaki minik oda ise Peter van Daan’ın yatak odası olması gerek. Ardından binanın ön kısmında olduğu gibi bir çatı ve bir tavan arası geliyor. İşte bizim gizli yerimizi tamamen sana anlattım.

Sevgiler, Anne

10 Temmuz 1942, Cuma

Sevgili Kitty,

Galiba evimizi uzun uzadıya anlatarak seni sıktım ama hâlâ nerede olduğumu bilmen gerektiğini düşünüyorum. Nasıl buraya düştüğümü de ilerleyen yazılarımda öğreneceksin.

İzninle, önce hikâyemi tamamlayayım çünkü bildiğin üzere daha bitirmedim. Prinsengracht 263 adresine geldikten sonra Miep bizi uzunca bir koridordan yürüttü. Ahşap merdivenlerin olduğu kısımdan gizli odaya geçirdi. Bizi yalnız bırakarak kapıyı arkamızdan kapattı. Margot çoktan bisikletiyle gelmişti ve bizi bekliyordu.

Oturma odamız ve diğer odalar o kadar doluydu ki sana anlatamam. Geçtiğimiz aylarda ofise gönderilen kutular yerleri ve yatakları kaplıyordu. Küçük oda tavana kadar çamaşırlarla doldurulmuştu. O gün düzgün yapılmış yataklarda uyumak istiyorsak elimizi çabuk tutup dağınıklığı temizlememiz gerekiyordu. Annem ve Margot parmaklarını kımıldatacak hâlde değillerdi. Bitkin bir hâlde döşeklerin üzerine uzanmışlardı. Ama babam ve ben, iki çekidüzen verici olarak geri kalan işleri yaptık.

Tüm gün kutuların içini boşaltıp dolaplara yerleştirdik. Temiz yataklarımıza girebilmek için canımız çıkana kadar çivi çaktık ve ortalığı topladık. Bütün gün sıcak bir yemeğe hasret kaldık ama bu o kadar önemli değildi. Annem ve Margot yemek yiyemeyecek kadar bitkindiler. Babamla ben de çok meşguldük.

Salı sabahı, önceki gün yarım kalan işleri yapmaya başladık. Bep ve Miep erzak karnelerimizle bir şeyler almaya alışverişe gittiler. Babam aydınlatmayı tamir etti. Mutfak zeminini ovalayarak temizledik. Hava kararana kadar hiç durmadan bir şeyler yaptık. Çarşambaya kadar hayatımdaki bu büyük değişikliği düşünecek bir zamanım olmamıştı. O zaman, Gizli Ev’e geldiğimizden beri ilk kez tüm bu olanları, başıma gelenleri ve gelecekleri anlatmak için bir fırsat buldum.

En iyi arkadaşın, Anne

11 Temmuz 1942, Cumartesi

Sevgili Kitty,

Babam, annem ve Margot hâlâ her on beş dakikada bir çalan ve saati haber veren Westertoren çanının sesine alışamadı. Ben alıştım ve başından beri hoşuma gidiyor. Sesi, özellikle geceleri çok rahatlatıcı geliyor. Bu şekilde saklanışın bende uyandırdığı hisleri bilmek istediğinden hiç şüphem yok. Burada evimde gibi hissetmeyeceğim aşikâr ama burayı sevmediğimi de söyleyemem. Garip bir pansiyonda konaklıyormuş gibi hissediyorum. Saklandığımı söylemenin değişik bir yolu bu ama başka türlü tarif edemem. Bu Gizli Ev saklanmak için en mantıklı yer. Biraz rutubetli ve orantısız bir yer olsa da muhtemelen tüm Amsterdam’da ya da hayır tüm Hollanda’da bundan daha konforlu bir sığınak olamaz.

Geçiş yerleri olmayan duvarlarımızın arasındaki odalar çok boş gözüküyordu. Neyse ki babam, tüm kartpostalları ve film afişlerini yanına almıştı. Biraz tutkal ve bir fırçayla hepsini duvara yapıştırdım ve onlara duvarda asılı duran resim havası verdim. Çok iyi görünüyor artık. Van Daanlar geldiğinde dolaplar ve tavan arasındaki ahşap kazıklardan daha başka şeyler yapabileceğiz.

Margot ve annem biraz olsun kendilerine geldiler. Annem dün ilk kez bezelye çorbası yapmak için kendini toparlanmış hissetmişti ama aşağıda laflarken tüm yemeği unuttu. Bezelyeler kömür gibiydi ve tencereden çıkarması çok zor oldu.

Dün gece dördümüz özel ofise indik ve bir İngiliz radyosu açtık. Bizi birilerinin duymasından öyle korktum ki babama kelimenin tam anlamıyla yukarı çıkmak için yalvardım. Annem endişemi anlamış olacak ki benimle geldi. Ne yaparsak yapalım, komşuların bizi görmesinden ya da duymasından korkuyoruz. Geldiğimiz ilk gün hızlıca perde dikmeye başladık. Aslında perde demeye bin şahit ister çünkü bunlar, babamla birlikte diktiğimiz, birbirine uymayan boyutlarda acemice yapılmış, bölük pörçük kumaşlardan başka bir şey değiller. Yaptığımız sanat eseri perdeler biz gizlenirken düşmesinler diye pencerelerin üst kısmına çivilendi.

Sağımızda Zaandam firmasına ait Keg şirketinin bir kolu var. Solumuzda ise bir mobilya atölyesi… Burada çalışanlar mesai saatleri bitince gitmelerine rağmen sesimizi duyabilirler. Çok kötü üşütmüş olmasına rağmen Margot’a geceleri öksürmeyi yasakladık. Ona yüksek dozda kodein veriyoruz.

Salı günleri van Daanların geliş günü olduğu için o günü iple çekiyorum. Onlar gelince ortam daha neşeli ve biraz daha gürültülü oluyor. Buradan da anlayacağın gibi akşamları ve geceleri sessizliği hiç sevmiyorum, beni çok geriyor. Yardımcılarımızdan birinin burada, bizimle kalması için nelerimi vermezdim.

Burası pek de fena sayılmaz. Kendi yemeğimizi yapabiliyoruz ve babacığımın ofisinde radyo dinleyebiliyoruz.

Bay Kleiman, Miep ve Bep Voskuijl’in de çok yardımları dokundu. Burada ışkın, çilek ve kiraz bile yedik. Şu an canımızın sıkılabileceğini sanmıyorum. Bir şeyler okuyabileceğimiz kitaplarımız var ve bir sürü oyun almaya da gideceğiz. Tabii dışarı çıkmayı bırak, pencereden bile bakamıyoruz orası ayrı. Alt kattakilerin bizi duymaması için sessiz olmamız gerekiyor.

Dün çok yoğunduk. Bay Kugler’in konserve yapabilmesi için kirazların çekirdeklerini ayıklamamız gerekti. Boş kiraz kasalarından kitap rafı yapacağız.

Biri bana sesleniyor.

Sevgilerimle, Anne

28 Eylül 1942 (Not)

Dışarı çıkamıyor olmama o kadar üzülüyorum ki… Birilerinin saklandığımız yeri bulup bizi öldürmesinden korkuyorum. Bu, iç karartıcı bir olasılık tabii.

12 Temmuz 1942, Pazar

Doğum günüm olduğu için bu ay herkes bana karşı çok nazikti ama her geçen gün annemden ve Margot’tan uzaklaştığımı hissediyorum. Bugün çok çalıştım ve herkes beni tebrik etti. Beş dakika sonrasında üstüme gelmeye başladılar.

Margot’a karşı gösterdikleri ilgi ile bana gösterilen ilgi arasındaki farkı bariz bir şekilde görebilirsin. Bir keresinde Margot elektrik süpürgesini bozmuştu ve onun yüzünden tüm gün elektriksiz kalmıştık. Annem “Pekâlâ Margot. Ev işlerine alışkın olmadığını görmek çok da zor olmadı. Yoksa süpürgenin orta yerinden çekilmeyeceğini bilirdin.” dedi. Margot bir şeyler söyledi ve konu orada kapandı.

Bense, bu öğleden sonra annemin alışveriş listesini tekrar yazmak istedim çünkü el yazısı çok okunaksız. Yazmama izin vermediği gibi bir de herkesin önünde beni yüksek sesle azarladı.

Onlara uyum sağlayamıyorum ve bu durumu son birkaç haftadır net bir şekilde hissediyorum. Birlikteyken çok hassaslar ama ben o duygu yoğunluğunu tek başıma yaşamayı tercih ediyorum. Sürekli dördümüzün ne kadar iyi olduğunu, birlikte çok iyi anlaştığımızı söylüyorlar ama akıllarına benim aynı şeyleri hissetmediğim hiç gelmiyor.

Annem ve Margot’tan yana, beni anladığını düşündüğüm tek kişi babam. O da ara sıra. Tahammül edemediğim bir diğer şey de yabancıların yanında benim nasıl ağladığımdan ya da nasıl duyarlı bir şekilde hareket ettiğimden bahsetmeleri. Bu rezil bir durum. Bazen Moortje ile ilgili konuşuyorlar ve işte orada artık dayanamıyorum çünkü Moortje benim zayıf noktam. Günün her dakikası onu özlemekle geçiyor. Hiç kimse onu ne kadar düşündüğümü bilemez. Ne zaman aklıma gelse gözyaşlarıma engel olamıyorum. Moortje çok sevimlidir. Onu öyle çok seviyorum ki bizim yanımıza geleceğinin hayalini kurup duruyorum.

Çok fazla düş kuruyorum ama gerçek olan bir şey varsa o da savaş bitene kadar buradan çıkamayacağımız. Dışarıya asla çıkamayız. Ziyaretçilerimiz yalnızca Miep, kocası Jan, Bep Voskuijl, Bay Voskuijl, Bay Kugler, Bay Kleiman ve Bayan Kleiman. Bayan Kleiman’ı saymıyorum bile çünkü kendisi buraya gelmenin çok tehlikeli olduğunu düşünüyor.

Eylül 1942 (Not)

Babam her zaman çok iyi. Bana karşı çok anlayışlı. Keşke bir an için gözyaşlarına boğulmadan babamla samimi bir şekilde konuşabilsek. Görünüşe göre bunu yapmak için küçüğüm. Tüm zamanımı yazarak geçirmek isterdim ama muhtemelen bir süre sonra sıkıcı bir hâl alırdı.

Şimdiye kadar günlüğüme düşüncelerimi not ettim. Daha, sonrasında başkalarına okuyabileceğim zevkli hikâyelere gelmedim. Gelecekte duygusal olmaya daha az zaman ayıracağım ve kendimi gerçekçi olmaya adayacağım.

14 Ağustos 1942, Cuma

Sevgili Kitty,

Tüm ay seni yalnız bıraktım ama burada da anlatmaya değer bir şey bulamıyorum ki. Van Daanlar 13 Temmuz’da buraya taşındı. Biz onları Temmuz’un on dördünde bekliyorduk ama on üçünden on altısına kadar Almanlar sağda solda huzursuzluk çıkardıkları için, geç gitmektense erken gelmenin daha güvenli olduğuna karar vermişler.

Biz daha kahvaltımızı bitirmeden sabah dokuz buçukta Peter van Daan bize geldi. Peter on altı yaşında, utangaç, çok fazla arkadaşlık kuramayan değişik bir çocuk. Bay ve Bayan van Daan, Peter’dan yarım saat sonra geldi.

Şapka kutusunda bir lazımlık taşıyan Bayan van Daan bizi epey bir eğlendirdi. “Oturağım olmadan kendimi evimde gibi hissetmiyorum.” dedi. Sedirin altına konulan eşyalardan ilki, bu portatif lazımlık oldu. Onun haricinde, Bay van Daan koltuğunun altından katlanabilen bir çay sehpası çıkardı.

İlk kez toplu bir şekilde yemek yedik ve üçüncü günün sonunda yedi kişi, kocaman bir aileymişiz hissine kapıldık. Bizden bir hafta sonra gelen van Daanların, doğal olarak anlatacak çok şeyleri vardı. En çok da biz gittikten sonra evimize ve Bay Goldschmidt’e ne olduğunu merak ettik.

Bay van Daan: “Pazartesi sabahı saat dokuzda Bay Goldschmidt aradı ve müsait olup olmadığımı sordu. Hızla yanına gittiğimde Bay Goldschmidt’in endişeli olduğunu gördüm.” diye başladı sözlerine. “Frankların bıraktığı notu gösterdi. Yazılana göre, kedinin komşuya bırakılması uygun bulunmuş ki bence de doğru bir karar bu. Evinin aranması düşüncesi onu tedirgin etmişti. Biz de tüm odalara tek tek baktık. Masada kalan yemek artıklarını temizledik. Derken, birden Bayan Frank’ın masasına bıraktığı, üzerinde Maastricht adresi yazılı bir kâğıt gördüm. Notun bilerek bırakıldığını bilmeme karşın, sanki bilmiyormuş gibi şaşırmış numarası yaptım ve Bay Goldschmidt’e, bu kâğıdı yakması için ısrar ettim. Sizin orayı terk ettiğinizi bilmiyormuş gibi yapmaya devam ederken aklıma bir fikir geldi. ‘Bay Goldschmidt!’ dedim. ‘Düşündüm de galiba ben bu adresi biliyorum. Yaklaşık altı ay önce ofise hatırı sayılır, rütbeli biri gelmişti. Sanırım Bay Frank’ın çocukluk arkadaşıydı. Gerekli olduğu durumda Bay Frank için elinden geleni yapabileceği sözünü vermişti. Hatırladığım kadarıyla Maastricht’te ikamet ediyor. Bence bu kişi bir şekilde verdiği sözü yerine getirdi ve onları önce Belçika’ya, oradan da İsviçre’ye götürecek. Eğer Frankları ziyarete gelenler olursa bunları söylersiniz. Tabii, Maastricht’ten bahsetmenize gerek yok.’ Bunları söyledikten sonra oradan ayrıldım. Sizi tanıyan kişilere anlatılan hikâye bu. Pek çok kişiye bundan bahsedildiğini kendi kulaklarımla duydum.”