Bu hikâye eğlenceli olmasına eğlenceliydi ama biz en çok bizi tanıyan kişilerin buna inanmış olmasına güldük. Ailenin biri, sabahın erken saatlerinde bisikletlerimizle görmüş bizi güya. Bir kadın da gece yarısı askerî bir araca zorla bindirildiğimizden çok eminmiş.
En iyi arkadaşın, Anne21 Ağustos 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Gizlenme yerimiz, şimdi tam anlamıyla bir gizlenme yeri oldu çünkü Bay Kugler saklandığımız yerin girişine bir kitaplık koymanın daha iyi olacağını söyledi. Görünüşe göre, bisikletlere el koyma bahanesiyle çok fazla evi arıyorlarmış. Bu dolap yerinden kımıldatılabilir cinsten, açılabilen kapı işlevi görüyor. Bu kapıyı Bay Voskuijl’in marangoz ellerine bıraktık. Bizim gizlendiğimizi ona söylemişlerdi. O da sağ olsun bize yardım etmeye çalışıyor.
Aşağı inmek istediğimiz zaman önce başımızı eğmemiz, sonra da zıplamamız gerekiyor. Üç gün sonra atlaya zıplaya hepimizin kafası morardı. Hepsi de başını o alçak kısma çarpmış. Bunun üzerine Peter, başımızı çarptığımız kısma, içine pamuk koyduğu bir bez parçası çiviledi. İşe yaracak mı göreceğiz.
Çok ders çalışmıyorum. Eylül’e kadar kendime tatil verdim. Babam bana ders anlatmak istiyor ama önce yeni dönem kitaplarını almamız gerek.
Hayatımızdaki değişiklikler bir elin parmağını geçmiyor. Bugün Peter’ın saçını yıkadılar. Bu da pek önemliydi ya. Bay Daan ve ben sürekli atışıp duruyoruz. Annem bana çocukmuşum gibi davranıyor ama canıma yetti artık. Onun dışında her şey iyi görünüyor. Bana göre Peter hâlâ sevimli değil. Tüm gün yatakta pinekleyen, çekilmez bir çocuk. Yatağa geçmeden önce birkaç ahşap alıyor eline, bir şeyler yapıyor, sonra geri yatağa. Sersem şey!
Bu sabah annem her zamanki gibi öğütler verdi. Her şeyimiz birbirine o kadar zıt ki. Bir de babama bak. Babam çok yumuşak kalplidir. Bana sinirlense bile bu en fazla beş dakika sürer.
Dışarısı çok güzel ve sıcak. Tüm bu olan bitene rağmen, tavan arasındaki açılıp kapanan yatağa uzanıp havanın tadını çıkarmaya çalışıyoruz.
En iyi arkadaşın, Anne21 Eylül 1942 (Not)
Bay van Daan son zamanlarda şaşırtıcı derecede dostane davranıyor. Ben de bunun keyfini sürüyorum.
2 Eylül 1942, Çarşamba
Sevgili Kitty,
Bay ve Bayan van Daan çok kötü kavga etti. Daha önce hiç böyle bir şeye rastlamadım. Annemle babam birbirlerine hiç böyle bağırmazlar. Kavganın nedeni o kadar saçma ki anlatmaya değmez. Neyse, bize söz düşmez.
Arada kalan Peter için çok zor bir durum olsa gerek diyeceğim ama böyle hassas ve tembel bir çocuğu kimse ciddiye almaz zaten. Dün kendinden geçmiş bir şekilde endişeleniyordu. Sebebi de dilinin pembe olması gerekirken mavi olmasıydı. Bu tedirginliği kısa sürdü. Bugün de boynu tutulduğu için kocaman bir bereyle gezinip duruyor. Küçük bey bel ağrısından da yakınıyor. Kalbindeki, böbreklerindeki ve ciğerlerindeki ağrılardan bahsetmiyorum bile. Tam olarak hastalık hastası. (Doğru mu söyledim bilmiyorum. Galiba öyle deniyordu.)
Annem ve Bayan van Daan’ın araları da limoni. Bunun pek çok nedeni var aslında. Birkaç küçük örnek verebilirim. Bayan van Dan, ortak kullandığımız çamaşır dolabındaki her şeyi, kendi eşyaları hariç, çıkardı. Annemin eşyalarının herkes tarafından kullanılabileceğini düşünüyor. Annemin de aynı şeyleri onun için yaptığını görünce fena bir sürprizle karşılaşacak.
Ayrıca, kendi porselen takımımızı kullanmayıp onunkilerden yediğimiz için de çok kızgın. Tabaklarımıza ne yaptığımızı öğrenmeye çalışıyor. Düşündüğünden daha yakındalar. Onları çatı katındaki Opekta reklam kolilerinin arkasındaki kutulara koyduk. Biz burada gizlendiğimiz sürece o tabakları bulamaz. Bu da benim işime gelir çünkü çok sakarım. Dün Bayan van Daan’ın çorba kâselerinden birini kırmıştım mesela.
“Of!” diye bağırdı bunu görünce. “Daha dikkatli olamaz mısın? Bu son kâseydi.”
Unutmadan söyleyeyim, buradaki iki kadının Hollandacası öyle berbat ki… (Beylere bir şey diyemem yoksa onların onurunu kırmış olurum.) Eğer onların bu baştan savma konuşmalarını duysaydın gülmekten kırılırdın. Hatalarını düzeltmek de işe yaramıyor. Annem veya Bayan van Daan’dan bahsederken onların cümlelerini düzgün bir Hollandaca ile aktaracağım.
Sıradan giden hayatımız, geçen hafta ufak bir sekteye uğradı. Buna Peter ve kadınlar hakkında bir kitap neden oldu. Şöyle söyleyeyim, Margot ve Peter’ın, Bay Kleiman’ın verdiği kitapların neredeyse tümünü okumaya izinleri var. Ama büyüklerin okuyabileceği tarzdaki kitapları kendilerine ayırmışlar. Bu da Peter’a cazip geldi tabii. Acaba o kitapta okumamamız gereken neler vardı? Annesi aşağıda laflarken gizlice kitabı aldı ve ganimetini doğruca odaya götürdü. İki gün boyunca her şey normaldi. Bayan van Daan, onun ne iş karıştırdığını biliyordu ama annesine söylememişti. En sonunda babası durumu fark edince tepesi attı. Konunun kapandığını zannederek kitabı geri aldı. Oğlunun nasıl meraklı bir çocuk olduğunu unutmuştu. Babasının tepkilerine rağmen Peter’ın merakı azalmamıştı. Kitabı okuyabilmenin bir yolunu bulmaya çalışıyordu.
Bu sırada Bayan van Daan, anneme kitapla ilgili fikrini sordu. Annem bu kitabın Margot için fazla olduğunu ama onun dışındaki kitapların uygun olduğunu söyledi.
“Senin de gördüğün gibi Peter ile Margot arasında dağlar kadar fark var.” dedi annem. “Bir kere Margot bir kız ve kızlar erkeklerden daha olgundur. Hem o, bu zamana kadar pek çok tarzda kitap okuduğu için yasaklı kitapları araştırma gibi bir merakı yok. Üstelik dört yıl boyunca gittiği lisede öğrendiği bilgiler sayesinde, artık daha sağduyulu ve bilgili.”
Bayan van Daan, anneme katıldığını söyledi ama prensip gereği gençlerle yetişkinlerin aynı kitapları okumaması gerektiğini vurguladı.
Bu zaman zarfında, Peter kimsenin onunla ilgilenmediği bir zamanda kitabı almak için uygun zamanı kolladı. Akşam yedi buçukta, tüm aile özel ofis odasında radyo dinlediği sırada Peter kitabı tekrar yürüttü. Saat sekiz buçukta aşağıda olması gerekirken henüz gelmedi. Kitaba kendini öyle kaptırmıştı ki vaktin farkında değildi. Tam aşağı ineceği sırada babası odaya girdi. Sonrası malum. Önce bir tokat, sonra üstünü başını çekiştirme, en son da uzun soluklu bir nara. Kitap masada kalırken Peter tavan arasını boylamıştı.
Yemek vakti geldiğinde Peter üst kattaydı. Kimse onunla ilgilenmedi. Aç karnına uyumak zorunda kaldı. Biz yemeğimizi keyifle yerken aniden bir uğultu duyduk. Çatallarımızı masaya koyduk ve birbirimize bakakaldık. Nasıl şaşırdığımız suratımızdan belli olmuştur.
Derken, bacanın deliğinden Peter’ın sesi geldi: “Aşağıya inmeyeceğim.”
Bay van Daan bir hışımla yerinden kalktı. Mendili yere düşmüştü. Öfkeli bir suratla bağırdı: “Yeter artık, yeter!”
Daha kötü şeyler olmasından korkan babam, onu kolundan tuttu ve ikisi tavan arasına gitti. Kavgadan ve tepişmeden sonra Peter, odasının kapısını çarparak çıktı. Sonrasında yemeğimize devam ettik.
Bayan van Daan, oğlu için bir parça ekmek ayırmak istediyse de Bay van Daan buna karşı çıkarak şöyle söyledi: “Eğer hemen özür dilemezse geceyi tavan arasında geçirmek zorunda kalacak.”
Bu ceza biraz fazlaydı. Yemeksiz kalması zaten yeterli bir cezaydı bize göre. Ya o çocuk orada soğuktan donsaydı? Bir doktor bile çağıramazdık.
Peter özür dilemedi. Çatı katına geri gönderdiler.
Bay van Daan, her ne kadar Peter’ı umursamıyor gibi yapmış olsa da sabah Peter’ın yatağında uyuduğunu anlamıştı. Saat yedide Peter yatağından kalkıp tavan arasına gitmişti. Babam aralarını bir şekilde düzeltince üç günün ardından tüm sessizlik yerini normalliğe bıraktı.
En iyi arkadaşın, Anne21 Eylül 1942, Pazartesi
Sevgili Kitty,
Bugün, seninle gizli yerimiz hakkındaki bazı genel olayları paylaşacağım. Bir silah sesi duyarsam hızlıca açabileyim diye yatağımın yanına bir lamba koydular. Şu anda bunu kullanamam çünkü gece-gündüz pencereleri açık tutuyoruz.
Van Daan ailesinin erkekleri, çok kullanışlı bir yiyecek dolabını cilalayıp kullanıma hazır hâle getirdiler. Bu zamana kadar dolap, Peter’ın odasındaydı ama oda biraz açılsın diye oradan aldılar. Dolabın yerini şimdi bir raf aldı. Peter’a, üzerine bir örtü atarak oraya masa koyabileceğini, masanın olduğu yerdeki duvara da sevdiği posterleri asabileceğini önerdim. Kesinlikle burada uyumayacağımı bilsem de en azından oda daha rahat ve hoş gözükebilirdi.
Bayan van Daan katlanılamaz biri. Ben üst kattayken durmadan beni azarlıyor. Neymiş, gevezelik etmişim. Tabii onun söyledikleri bir kulağımdan giriyor, ötekinden çıkıyor. Hanımefendi bozuk plak gibi aynı şeyleri tekrarlıyor. Yeni bahanesi de hazır: Kap kacak yıkamaktan kaçıyor. Tencerenin dibinde yemek artığı kalmışsa onu yıkamak ya da başka bir kabın içine koymak yerine öylece orada bırakıp gidiyor. Bir de işler, öğleden sonra Margot’a yıkılınca hanımefendi utanmadan: “Vah Margot, vah. Ne çok iş kalmış sana.” demez mi…
Her iki haftada bir, Bay Kleiman bana okuyabileceğim kitaplar getiriyor. Joop ter Heul serisi çok hoşuma gidiyor. Cissy van Marx-veldt de çok iyi. Bir Yaz Aptallığı kitabını dört kez bitirdim ve içindeki saçma olaylar beni hâlâ güldürüyor.
Şu anda babamla birlikte soyağacımızı çıkarmaya çalışıyoruz. Bu sırada babam adı geçen herkesten kısaca bahsediyor. Ders çalışmaya başladım. Fransızcaya sıkı çalışıyorum ve her gün beş tane düzensiz fiil ezberlemeye çalışıyorum. Okulda öğrendiklerimi unutmaya başladığımı fark ettim.
Peter, İngilizce çalışmaya çok gönülsüz. Birkaç okul kitabım daha yeni geldi. Neyse ki gelirken yanımda bol bol defter, kalem, silgi ve etiket getirdim. Pim (babamın takma ismi) Hollandaca derslerinde ona yardımcı olmamı istiyor. Fransızca ve diğer derslerde seve seve yardımcı olurum ama öyle hatalar yapıyor ki!
Ara sıra Londra’dan yapılan Hollanda yayınlarını dinliyorum. Prens Bernhard, Ocak ayında Prenses Juliana’dan bir çocuğu olacağını duyurdu. Çok güzel bir haber bu. Burada, kraliyet ailesine karşı gösterdiğim ilgiyi asla anlayamıyorlar.
Birkaç gün önce bizimkilerle tartıştık. Hepsi benim cahil olduğum konusunda hemfikirdi. Bunun sonucunda sonraki gün kendimi derslerime daha çok adadım. On dördümde ya da on beşimde sınıfta kalmayı göze alamam. Bir şeyler okumama bile müsaade edilmiyor. Annem şu anda “Baylar, Bayanlar ve Hizmetçiler” kitabını okuyor. Tabii ki bu kitabı okumama izin yok. (Ama Margot okuyabilir.) Yapmam gereken ilk şey, dâhi ablam gibi kendimi geliştirmem. Benim felsefe, psikoloji ve fizyoloji (Bu kelimeleri yazarken sözlük kullandım.) konusunda hiçbir şey bilmediğimi söylediler. Bu doğru, bu konular hakkında hiçbir şey bilmiyorum ama bu gelecek yıl bilmeyeceğim anlamına gelmez!
Şu an, kış için giyecek bir tane uzun kollu kıyafetim ve üç hırkam olduğunu fark ettim. Yünden bir kazak örmek için babamdan izin aldım. İpliği o kadar da hoşuma gitmedi ama beni sıcak tutsa yeter. Elbiselerimizin çoğu tanıdıklarımızın evinde. Savaş sona ermeden alamayız. Tabii o zamana kadar hâlâ onlarda kalırsa.
Sana en son Bayan van Daan ile ilgili şeyler yazarken kendisi bir anda içeri girdi. Defteri nasıl kapattığımı bir bilsen! Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
“Hişt, Anne! Benim de bakmama müsaade var mı?”
“Üzgünüm Bayan van Daan.”
“Sadece son sayfaya baksam da olur.”
“Hayır, o da olmaz Bayan van Daan.”
Neredeyse baygınlık geçirecektim çünkü o sayfada onun hakkında bir şeyler yazmıştım. Çok da hayra alamet şeyler değildi bunlar.
Bu bahsettiğim şeyler sürekli oluyor da ben yorgunluktan ve tembellikten hepsini yazamıyorum.
En iyi arkadaşın, Anne25 Eylül 1942, Cuma
Sevgili Kitty,
Babamın, Bay Dreher adında yetmiş yaşlarının ortasında bir dostu var. Kendisi hasta, fakir ve neredeyse sağır. Yanında, kendisinden yirmi yedi yaş daha genç gösteren karısı var. Kadın da adam gibi fakir ama kollarında ve bacaklarında bazısı gerçek, bazısı sahte pek çok bileklik ve yüzük var. Bu Bay Dreher, zamanında babamın püsküllü belasıydı. Babamın telefonda adamla konuştuğu sırada gösterdiği sabra hayran kalırdım. Kendi evimizde yaşadığımız sırada, annemin babama bir önerisi olmuştu. Annemin dediğine göre, babam ahizenin yanına her üç dakikada bir “Evet, Bay Dreher.” ya da “Hayır, Bay Dreher.” diyen bir ses cihazı koymalıydı. Bu yaşlı adam, zaten babam ne derse desin, tek kelimesini bile anlamıyordu.
Bay Dreher bugün ofisi aradı ve Bay Kugler’in yanına gelip gelemeyeceğini sordu. Bay Kugler pek havasında değildi ve Miep’i oraya göndereceğini söyledi ama Miep bunu iptal etti. Bayan Dreher, ofisi üç kez aradı ama Miep tüm gün Bep’in sesini taklit ederek orada değilmiş gibi yaptı. Alt kattakiler de üst kattakiler de buna epey güldüler. Şimdi her telefon çaldığında Bep: “Bu, Bayan Dreher.” diyor ve Miep kendini tutamayıp kahkahalara boğuluyor. Hattın ucundaki kişiler de hoş olmayan kıkırdamaları işitmek durumunda kalıyor. Kafanda bir canlandırsana! Burası dünyanın en harika ofisi. Patronlar ve çalışanlar hep beraber eğleniyorlar.
Bazı akşamlar, biraz laflamak için van Daanlara uğruyorum. Hep birlikte “naftalinli kurabiyeler” yiyoruz (Güveye dayanıklı bir çeşit dolapta muhafaza etmişler.) ve çok güzel zaman geçiriyoruz. Son zamanlarda Peter’dan konu açılıyordu. Kendisinin sık sık yanağımı sıvazladığını ve bunun hiç hoşuma gitmediğini söyledim. Tipik birer ebeveyn edasıyla, Peter’ı kardeşim gibi sevip sevemeyeceğimi sordular. O beni kardeşi gibi seviyormuş. “Yok, olmaz.” dedim. Düşünebiliyor musun? Hayal bile edemiyorum! Peter’ın biraz gergin bir çocuk olduğunu, bunun utangaçlığından kaynaklanabileceğini söyledim. Kızların etrafında olmayan erkekler daha çekingen oluyor demek.
Gizli Ev’de, erkeklerin oldukça yaratıcı olduğunu söylemem gerekir. Opekta şirketinin satış temsilcisi olan ve aynı zamanda eşyalarımıza göz kulak olan Bay Broks ile iletişime geçmek için şöyle bir şey düşündüler: Güney Zelanda’da oturan Opekta müşterilerinden birine mektup yazacaklar. Bu kişiden mektubun içindeki formu doldurmasını isteyecekler ve bunu geri yollaması için içine bir zarf koyacaklar. Babam zarfta yer alan adresi kendisi yazacak. Mektup Zelanda’dan gönderildiğinde babamın el yazısının olduğu ve içinde hayatta olduğunu beyan eden bir zarf bizi bekliyor olacak. Broks da hiçbir şeyden şüphe etmeden zarfı okuyacak. Özellikle Zelanda’yı seçmelerinin nedeni, oranın Belçika sınırına yakın oluşu (Yani mektup sınırdan rahatlıkla çıkarılabilir.) ve oraya herkesin elini kolunu sallayarak gidememesi. Hele ki Bay Broks gibi sıradan bir adamın… Sıradan bir satış görevlisine izinsiz giriş hakkı verilemez.
Dün akşam babam numaradan bir taklit yaptı. Hâlsiz bir şekilde, yalpalayarak kendini yatağa attı. Ayakları öyle soğuktu ki kendi patiklerimden verdim. Beş dakika sonra patiklerimi yere doğru fırlattı. Sonra da kafasını yorgana gömdü ve ışığın onu rahatsız ettiğini söyledi. Lambayı kapattıktan sonra kafasını yavaşça yorgandan çıkarıp göz ucuyla bana baktı. O kadar komik bir durumdu ki… Ardından Peter’ın, Margot’a “her şeye maydanoz” demesinden bahsettik. Bir anda babam, derin bir nefes alıp şöyle dedi: “Margot da hiç yerinde durmuyor ki!..”
Kedi Mouschi, bana zaman geçtikçe daha da sıcak davranmaya başladı ama ben yine de ondan bir nebze de olsa korkuyorum.
En iyi arkadaşın, Anne27 Eylül 1942, Pazar
Sevgili Kitty,
Bugün annemle sözde tartıştık. Öyle olunca hemencecik ağlayıveriyorum. İstemsizce yaşlar doluyor gözüme. Babam bana karşı daha nazik ve beni çok daha iyi anlıyor. Böyle anlarda anneme katlanamıyorum. Ona karşı yabancı gibi olduğum ortada zaten. Benim en basit şeyler hakkında ne düşündüğümü bile bilmez.
Son zamanlarda, hizmetçilerden bahsederken onlara “yardımcı” dememiz gerektiğinden bahsediyorduk. Savaş bittikten sonra onlara “yardımcı” dememizi isteyebileceklerini söyledi. Bunda pek bir mantık göremedim. Sonra da bana, sanki bir yetişkinmişim gibi “ileride” kelimesini çok kullandığımdan bahsetti. Hâlbuki yetişkin falan değilim ama çok ciddiye almadığım sürece ben de gelecekle ilgili hayaller kurabilirim değil mi ama? Ben ne yaparsam yapayım, babam genelde benim yanımda olur. O olmasa buraya katlanamazdım.
Margot’la da çok iyi anlaştığım söylenemez. Bizimkiler üst kattakiler gibi tartışma içine girmeseler bile çok huzurlu bir ortamımız yok. Margot ve annemin kişilik yapısı bana çok yabancı kalıyor. Kız arkadaşlarımı bile kendi öz annemden daha iyi anlıyorum. Sence de yazık değil mi?
Bayan van Daan çok suratsız. Bir anı bir anını tutmuyor. Şimdi de kendi eşyalarını alıp bir yere kilitliyor. Bayan van Daan’ın kaldırdığı her eşyaya karşılık, annem de bizim bir eşyamızı kaldırarak cevap veriyor.
Van Daan gibi bazı insanlar, kendi çocuklarını geçtim, başkalarının çocuklarını da adam etmeye çalışıyorlar. Margot’ın böyle bir şeye ihtiyacı yok; o zaten doğuştan harika, kibar ve zeki. Fakat ben öyle miyim? Tüm hırgürü tek başıma çıkarıyorum. Van Daanlarla aramızda geçen konuşmalar hep bana verilen nasihatler ve benim onlara yüzsüzce verdiğim yanıtlardan oluşuyor. Babam ve annem hep beni destekler nitelikte arkamda duruyor. Yoksa tartışma esnasında soğukkanlılığımı korumam imkânsız olurdu. Beni, daha az konuşmam, başkalarının işine burnumu sokmamam ve daha mütevazı olmam konusunda uyarıyorlar. Ama sor bakalım becerebiliyor muyum? Eğer babam bu kadar sabırlı olmasaydı, onların ılımlı beklentilerini karşılama umudumu çok öncesinden keserdim.
Eğer sofradaki bir sebzeden hoşlanmamışsam ve onun yerine patates yemek istemişsem, van Daanlar -özellikle de Bayan van Daanbana şımarık damgasını yapıştırıyor. Sonra da: “Biraz daha sebze almaz mısın, Anne?” diyor.
Ben de karşılık veriyorum: “Hayır, teşekkürler. Patates bana yeter de artar bile.”
“Sebze senin sağlığın için çok iyi. Annen hep öyle söyler. Biraz daha al.” diye ısrar ediyor. Ta ki babam, benim sebzeyi sevmediğimi söyleyene kadar…
Bunun üzerine Bayan van Daan’ın şalterleri atıyor: “Siz var ya bizim evde olacaktınız! Çocuk nasıl terbiye edilir görürdünüz o zaman. Buna çocuk yetiştirmek mi diyorsunuz siz? Bu kıza fazla yüz vermişsiniz. Ben olsam asla böyle bir şey yapmam. Yani Anne benim kızım olmuş olsa…”
Bu tartışmaların vazgeçilmez cümlesi, “Anne benim kızım olmuş olsa…” diye başlayıp bitiyor. Aman Allah korusun, iyi ki değilim.
Şu çocuk yetiştirme konusuna dönecek olursak, dün Bayan van Daan konuşmasını bitirdikten sonra büyük bir sessizlik oldu. Ardından babam şöyle söyledi: “Bence Anne gayet iyi yetiştirilmiş bir kız. En azından sizin bitmek bilmeyen vaazlarınıza karşılık vermemeyi öğrendi. Şu sebze olayının da yanıtını vereyim: Dinime küfreden Müslüman olsa!”
Bayan van Daan’ın verecek bir cevabı yoktu. Babamın neyi kastettiğini gayet iyi biliyordu. Kendisi akşamları fasulye ve lahana gibi şeyleri yiyemiyor çünkü onda gaz yapıyor. Ben de aynı şeyi ona söyleyebilirim. Çok budala biri değil mi? Umarım, benimle ilgili daha fazla konuşmaz.
Bayan van Daan’ın yüzünün kızardığını görmek çok komik. Bu durum onu içten içe bayağı bozdu gibi.
En iyi arkadaşın, Anne28 Eylül 1942, Pazartesi
Sevgili Kitty,
Dünkü mektubum bitmek üzereyken yazmayı bırakmak durumunda kaldım. Başka bir tartışmayı anlatmam lazım sana ama önce şunu söylemek istiyorum: Yetişkinlerin böyle basit ve saçma nedenlerden dolayı kavga etmeleri çok garip. Bugüne kadar hep yapılan kavgaların çocuklara özgü olduğunu ve büyüdükçe azalıp ortadan kalkacağına inanırdım. Bazen bu tartışmaların haklı nedenleri olabilir ama burada yaptığımız sözlü kavgalar boş, bir laf dalaşından başka bir şey değil. Bunlar hayatımızın bir parçası hâline geldiği için bu gerçeğe alışmam lazım ama tartışmaya dâhil olduğum sürece bunu yapmam çok zor. (Tartışmayı kavga etmekle eş değer tutuyorlar burada. Almanlar bu ikisi arasındaki farkı hiç bilmiyorlar.) Benim hakkımda her şey eleştiriliyor: davranışlarım, kişiliğim, tavırlarım… Baştan sona her şeyim gözlerine batıyor. Bana söylenen hakaretlere ve bağrışlara seyirci kalamam. Onların dediğine göre, tüm bunları alttan almam ve sessiz kalmam gerekiyormuş. Yok ya! Onlara Anne Frank’ın daha dünkü çocuk olmadığını göstereceğim. Beni düzeltmek yerine önce kendilerine bakmaları gerektiğini onlara söylediğimde kendilerine çekidüzen verecekler. Onlar kim oluyor da bana böyle davranabiliyor! Bu apaçık bir medeniyetsizlik. Şimdiye kadar yapılan tüm terbiyesizlik ve aptallıklar (Bayan van Daan’ı kastediyorum.) burama kadar geldi. Dediğimi yapar yapmaz onların laflarını ağızlarına tıkacağım ve onlar da alttan almayı öğrenecek. Ben gerçekten de van Daan’ın dediği gibi kötü huylu, dikkafalı, inatçı, aceleci, ahmak, tembel falan mıyım? Biliyorum ki çok fazla hatam ve ani çıkışlarım olmuştur ama onlar pireyi deve yapıyor. Ah! Nasıl kışkırtıldığımı bir görsen, Kitty. İçimde bir yerlerde açığa çıkmayı bekleyen, bastırılmış bir öfke var.
Neyse, bu konuyu çok uzatmayalım. Seni bu tartışmalarla sıkmak istemem ama akşam yemeğindeki bir tartışmayı anlatmazsam içim rahat etmez.
Nasıl oldu bilmiyorum ama konu bir şekilde Pim’in ne kadar çekingen olduğuna geldi. Onun alçak gönüllülüğü herkesçe bilinen bir gerçek ki en aptal insan bile bundan şüphe duymaz. Bayan van Daan durduk yere -konuyu kendine getirmekte üstüne yoktur- şöyle söyledi: “Ben de çok alçak gönüllü ve çekingenimdir. Eşimden daha fazla hatta.”
Hayatında böyle komik bir şey duydun mu? Onun ne kadar alçak gönüllü olduğu kurduğu cümleden belli!
Kendini açıklama yapma durumunda hisseden Bay van Daan:
“Demek eşimden bile.” dedi sessizce ve sonra ekledi: “Benim alçak gönüllü ya da çekingen olma gibi bir iddiam yok. Görüyorum ki pişkin olan insanlar daha çok kıymete biniyor. Sakın sen alçak gönüllü ve çekingen olma Anne, yoksa ilerleyemezsin.”
Annem, bu sözleri tamamen onayladı. Fakat Bayan van Daan karşılık vermeden durur mu? Bu kez doğrudan bana değil, anneme ve babama yönelerek şöyle söyledi: “Anne ile ilgili böyle şeyler söyleyebilmeniz için enteresan bir bakış açınız olsa gerek. Benim zamanımda böyle miydi? O zamandan bu zamana çok şey değişti ama sizin modern eviniz yerinde sayıyor!”
Bu son söylediği, annemin çocuk yetiştirme şekline yaptığı bir göndermeydi. Bayan van Daan öyle üzgündü ki suratı al al olmuştu. Kolay kızaran insan, sıcak bastı mı iyice terler ve bu insan rakibi karşısında oyunu kaybetmeye mahkûmdur.
Annemde bir terleme belirtisi yoktu. Konuyu bir an önce kapatmak istiyordu. Bir süre durakladı ve ardından şöyle dedi: “Pekâlâ, Bayan van Daan. Ben de fazla mütevazı olmanın çok iyi bir şey olmadığını düşünenlerdenim. Eşim, Margot ve Peter fazlasıyla mütevazı. Sizin eşiniz, Anne ve ben de bir miktar mütevazıyız ama elimizi kolumuzu bağlayıp bir köşede durmuyoruz.”
Bayan van Daan söze atıldı: “Fakat Bayan Frank, sizi anlayamıyorum! Dürüst olmak gerekirse ben gerçekten aşırı alçak gönüllü ve çekingenim. Benim için tersini söyleyemezsiniz.”
Annem şöyle yanıt verdi: “Ben sizin alçak gönüllü olmadığınızla ilgili bir şey söylemedim. Demek istediğim, kimse öyle olduğunu ısrar ederek söylemez.”
Bayan van Daan şöyle devam etti: “Neden alçak gönüllü olmadığımı öğrenmek isterim. Eğer burada kendi kendime yetinmesem, kimse bana bakmazdı. Ben de açlıktan ölürdüm ki bu, tıpkı eşiniz kadar mütevazı ve çekingen olduğum anlamına geliyor.”
Annem, Bayan van Daan’ın bu saçma savunmasına güldü geçti. Bunun üzerine Bayan van Daan, sözlerine o harika Almanca ve Hollandaca dil bilgisini karıştırarak devam etti. Masadan kalkana kadar konuşmasını sürdürdü. Sonra sandalyeden kalktı ve gözlerini bana dikerek odadan çıktı. Onu görmen lazımdı! Onun şansına, bana baktığı sırada ben de alay edercesine kafamı sallıyordum. Bunu bilerek yapmamıştım, sadece istemsizce tartışmaya kulak kesilmiştim. Bayan van Daan arkasını döndü ve bana Almanca bağırmaya başladı. Bu oldukça kaba ve şiddetliydi. Şişman, sinirden kıpkırmızı kesilmiş bir balık satıcısına benziyordu. Eğer resmedebilme kabiliyetim olsaydı onun o hâlini çizmeyi çok isterdim. Bu küçük, kuş beyinli, aptal kadın çok komik. Olanlardan şöyle bir çıkarımda bulunacağım: Bir insanı en iyi kavga sırasında tanırsın. Karşındakinin gerçek kimliği ancak böyle ortaya çıkıyor.
En iyi arkadaşın, Anne29 Eylül 1942, Salı
Sevgili Kitty, Gizlenen insanların başlarına her geçen gün ilginç şeyler geliyor. Bir küvetimiz olmadığı için çamaşır leğeni kullanıyoruz ve tek sıcak su kaynağı alt kattaki ofiste olduğu için yedi kişi resmen sıraya giriyoruz. Yedimiz de birbirimize benzemediğimiz için hepimiz ofisin farklı yerlerinde, bazımız utana sıkıla yıkanıyoruz. Peter, cam olmasına rağmen mutfak kapısının orada yıkanıyor. Yıkanacağı zaman, tek tek yanımıza gelip yarım saat boyunca mutfağa uğramamamızı tembihliyor. Sadece bunu söylemekle yetiniyor. Bay van Daan üst katta yıkanıyor. Sıcak suyu, kendi rahatını bozmamak için ta üst kata, odasına taşıyor. Bayan van Daan şimdilik yıkanmıyor. Uygun bir yer bulmaya çalışıyormuş hanımefendi. Babam özel ofiste yıkanırken, annem ocak siperinin arka tarafındaki mutfakta yıkanıyor. Margot ve ben de ön taraftaki büroyu kullanıyoruz. Cumartesi öğleden sonraları perdeler kapalı olduğu için karanlıkta rahat rahat temizleniyoruz. O sırada banyo sırası beklemeyenlerden biri, pencereden dışarıyı gözetliyor ve dışarıdaki insanların yaptıkları şeylere hayretle bakıyor.