Emin Göncüoğlu
Kâğıttan Kayıklar
I
Bu küçük sınır şehri, gece bulaşığı uykusunu yeni yeni bırakıyordu. Üstündeki silik karanlık az önce kaybolmuş, yerini usulca koyu gri bir renge bırakmıştı. Şimdi bu yüzüyle, üstünde ot bitmeyen siyah renkli kayadan tepeciklerin yarım ay biçimindeki eteklerine ürkekçe yayılmış, birazdan, önünde uzayıp duran uçsuz bucaksız ovanın ötesinden kıpkırmızı ışığı ile doğacak güneşi bekliyordu. Doğacak güneşle birlikte, solgun ve dumanlı yüzü şirin bir renge boyanacaktı. Dar ve çelimsiz sokakları ile pürdikkat kesilmiş, bu anı bekliyordu. Gecenin karanlığından ve sessizliğinden sıkılmıştı. Dar ve çelimsiz sokaklarının, artık hepsini ayrı ayrı bilip tanıdığı insanlarla dolup taşmasını istiyor, buna can atıyordu. Yaşadığını ve yalnızlığını o zaman unutuyordu. Eski püskü tozlu damlarının üzerinde, daracık sokaklarında, çocuklarla bir olup güneşi kovalamaya ve oynamaya başlıyordu. Zaten onlardan başka oynayıp avunacağı kimse de yoktu! Aslında bunu başka kimseden beklemiyordu. Üzerinde yorgun adımlarla dolaşıp duran büyüklerin derdini ve kederini yüzlerinden anlıyordu.
Tek veya çok katlı evlerin güne bakan sıvalı sıvasız, boyalı boyasız, taştan veya briketten yüzleri daha bir aydınlandı ve kıpkırmızı oldu. Kırık dökük camları ile yanıp duran sokak lambaları güneşin doğuşunu fark etmemiş gibi, cılızlaşan ışıklarını yerlere döküp duruyorlardı.
Muktim uyanmak üzereydi. Uyurken karnını dayadığı küçük yastıktan ayrıldı. Günlerden cumartesiydi.
Avuçlarının içi, boynu, her tarafı su içindeydi. Sıkıntılı bir gece geçirdiği her hâlinden belliydi. Sırtüstü döndü; nedense sırtüstü uyuyamadığını düşündü. Buna yarı uykulu hâliyle bir neden bulmaya çalıştı. Fakat herhangi bir sebep bulamayınca vazgeçti. İnce uzun sayılabilecek gövdesini topuklarının yardımı ile geriye itti. Bu hareketi ona bir nebze rahatlık kazandırmıştı. Boynunu kaydırarak yastığı sırtına yerleştirdi.
Odanın içinde ince bir karanlık vardı. Köşedeki küçük masanın önünde eski bir sandalye, yanda küçük bir yatak ve onun yanında duvara dayalı kitaplık, kapının ardında çivilere asılı cepleri çökmüş eski bir ceket, pantolonlar, yakaları kirli gömlekler üst üsteydi. Masanın üstü darmadağınıktı, içi sigara izmaritleri ile dolu kül tablası, ince yeşil yapraklarını masanın kenarından aşağılara sarkıtıp duran kurdele çiçeği, üst üste kitaplar, sigara paketleri, boş bir su bardağı, kibrit ve bir çift çorap; hepsi bu masanın üstündeydi.
Muktim kitaplığın önündeki dar yatakta yatıyordu. Göz kapaklarını araladı. Pencerenin önünden güvercin sesleri geliyordu. Kalın perdenin kenarından sızan ışıklar, odayı ince ve parlak bir çizgiyle ikiye bölmüştü. Yatağından yavaş yavaş doğruldu. Vücudu gerçek ağırlığının iki veya üç katına çıkmıştı sanki. Başı ağrıdan çatlayacak gibiydi. Ayaklarını, çarşafı boyuna çizgili yataktan aşağı bıraktı. Uykunun sersemliği ve geceden kalma sarhoşluk onu bakmıyordu. Havayı yutarcasına derin derin esnedi. Ayağa kalktı, sendeleyerek perdenin önüne geldi. Perdenin arasından sızan ışıklar yüzünü ve bedenini ikiye böldü. Yüzü acayip bir şekil almıştı. Perdeyi ışığın sızdığı yerden tutup hızla yana çekti. Gün, olduğu gibi içeri doldu. Saldırıya uğramış gibi geri çekildi.
Pencerenin önünde, içlerinden bazıları etrafı süzüp duran, bazıları da kendilerince sesler çıkararak sağa sola gidip gelen güvercinler, genç adamın bu hareketi ile neye uğradıklarını anlayamamanın şaşkınlığı içinde birbirleriyle çarpışarak gökyüzüne uçtular. Küçücük yürekleri göğüs kafeslerinden fırlayacak gibiydi. İçlerinden bazıları bu olayın şaşkınlığından hemen kurtulup karşı apartmanın dam duvarlarına kondu. Diğerleri de büyük bir hızla gözden kayboldular.
Güvercinlerin birbirinin üstünden atlarcasına gökyüzüne çekilmesinden Muktim de ürkmüş, yüzü sapsarı kesilmişti. Titriyordu. Uykusu dağılmıştı. Yüreğindeki patırtıyı dinledi. Pencereyi açtı, dışarıdan gelen temiz ve serin sabah rüzgârını derin derin içine çekti. Biraz yatışır gibi oldu. Sanki şimdi kendinden daha emindi. “Zavallılar nasıl da korktular!” diye içinden söylendi. Bir suç işlemiş gibi huzursuzlanmıştı.
Karşıdaki uzak balkonlardan birinde bir kadın vardı. Yaşlı veya genç olduğu pek seçilemiyordu. Etraf sessizdi. Dışarı baktığı pencerenin sol tarafına düşen ilerideki evin pencere ve balkon kenarları sıra sıra dizilmiş çiçeklerle doluydu. Kendilerine su verip sonra da küçük yapraklarındaki tozları yumuşacık parmakları ile temizleyecek, evin ve onların sahibi genç ve güzel kadını bekliyorlardı. Vaktin erken olduğu, etrafın sükûnetinden belliydi.
Apartmanların arka yüzlerinde gözlerini başıboş dolaştırdı. Başındaki ağrının bitmesini bekledi sabırsızlıkla. Dün gece geç uyumuştu. Bunu gözlerinden anlamak mümkündü. Olduğundan yaşlı görünen yüzü yorgundu.
Dün, iş çıkışında, çoktandır görmediği eski bir arkadaşına rastlamış, sarılıp öpüşmüşlerdi. Senelerdir görüşmüyorlardı. Arkadaşı:
“Neredesin? Bizimkine haber verdikten sonra gelip alayım seni.”
Muktim, eski arkadaşının söylediklerini düşünüyordu. “Bizimki” dediği annesi miydi? Yoksa evlenmiş miydi? Belki karısıydı! Eski arkadaşının kara gözlerinde çocukluğunu görmüştü. Konuşurken sözcükleri ardı ardına sıralıyor, nefes nefese kalıyordu. Neşeliydi, yerinde duramıyordu. Kendi durgunluğundan sıkılmıştı.
“Evde beklerim, akşam yedi senin için uygunsa!”
“Tamam anlaştık!” diye onayladı eski arkadaşı.
Muktim oturduğu adresi söyledi.
“Bizim pederin külüstürü ile gelip alırım seni.”
“Sen yukarı çıkıp yorulma, ben aşağı inerim.” dedi Muktim. Sonra da:
“Yukarı gelseydin bir çay demlerdim sana, hem de kaçak!”
Fakat anlamsız buldu bu davetini.
“Sen boş ver çayı!” diye gülerek konuştu eski arkadaşı. Gider dışarıda bir yerde oturur hasret gideririz.”
Muktim, esmer alnını kırıştırarak konuşan eski arkadaşına sevgi dolu bir bakışla baktı.
“Özlemişim yahu, ne kadar çok oldu değil mi görüşmeyeli?” dedi.
“Öyle ya, ben de özlemişim.”
“Eskiden daha şişmandın, epeyce zayıflamışsın. Sen iyisin, yani değişmemişsin.”
Esmer, uzun boylu eski arkadaşı ellerinden yakaladı Muktim, yumuşakça sıktı avuçlarını, sonra da gülerek sarıldı, yanaklarından öptü ve yumuşak bir sesle:
“Akşam yediye fazla bir şey kalmadı. Daha çok geç kalmayalım, yoksa günü burada bitireceğiz.”
Ayrıldılar, eski arkadaşı arkasından seslendi:
“Yedide yanındayım, unutma.” Ardından ekledi. “İyi bir yer düşün de oraya gidelim.”
Dönüp ona bakan Muktim’in sanki bu sözü onaylarmış gibi önce kısık duran gözleri parladı, sonra eski arkadaşını yıllar sonra görmüş olmaktan dolayı içinde duyduğu heyecan yüzüne yayıldı, ona bakarken gülüyordu.
Akşamın yedisi şıp diye geldi. Şehrin dışında, daha ziyade tırların ve kamyonların uğradığı küçük bir lokantaya gelmişlerdi. Lokantanın uzaklığından eski arkadaşı sıkılmış, fakat bunu gizlemeye çalışan zorlama bir sesle:
“Keşke şehirde bir yere gitseydik, oldukça uzakmış.”
“Dur hele.” diye söze girdi Muktim. “Acele etme, boşuna getirmedim seni buraya. Yıllardan sonra temiz kır havası iyi gelir bilirsin.” derken göz ucuyla eski arkadaşını izledi.
“Yoksa unuttun mu?”
“Neyi?” dedi eski arkadaşı.
“Deli bozkır rüzgârlarının ciğerimize taşıdığı buğdayla karışık toprak kokusunu, gökyüzünün koyu karanlığını, tepemizde elini uzattığında tutacakmışsın gibi ışıl ışıl yanıp duran yıldızları.”
Muktim’in bu sözlerine güldü eski arkadaşı.
“Bu dediklerinin uzağına, hem de çok uzağına düştüm yıllardır. Sen bırak yıldızları, gökyüzüne bakmıyorum ki.” Sonra da, “Hayır hayır…” diye sözünü değiştirdi. “Doğrusu bakmıyorum değil, bakamıyorum.”
Gözleri esmer yüzlü arkadaşında, “Doğru.” dedi Muktim.
“Büyük kentte insan doğayla olan arkadaşlığını kaybediyor galiba. Şimdi kötü mü yaptım yani, niye sitemkârsın? Biraz da onun için getirdim ya buraya, eski dostunla hasret gideresin diye. Hem sonra gelenler de tanımadık kimselerdir, daha rahat ederiz.”
Geniş bir tebessüm yayıldı eski arkadaşının yüzüne.
“Zaman insanın yalnız dışını mı değiştiriyor, çocukken de kenarda kıyıda nerede bir yer varsa oraya giderdin.”
“Bunda haksız sayılmazsın, sevdiğim alışkanlıklarımı pek bırakamıyorum.”
Arabalarını dev irisi tırların arasına bir yere park edip indiler. Heybetli araçların arasında minnacık kalmışlardı. Eski arkadaşı:
“Sık sık gelir misin bu tır mezarlığına?”
Önce bu sözü duymazlıktan geldi Muktim. Fakat sonra eski arkadaşının biraz da alay dolu bu sözlerine bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti, sıcaklığı azalmış bir sesle: “Hayır.” dedi. “Pek gelmem, çok eskiden gelmiştim. Oradan aklımda kalmış, hem de hoş bir iz bırakarak.”
Elinde kirli ve ıslak bir bezi çevirip duran kısa boylu garsonun ince sesiyle kendilerine geldiler. Kıvırcık siyah saçlarının kapattığı alnının altındaki zeytin siyahı gözleri yorgun fakat içtendi.
“Buyruuuun, hoş geldiniz abi.” dedi kısa boylu küçük garson.
“Hoş bulduk.” dedi Muktim. “Şöyle kenarda bir yer ayarla bize.”
Bunu söylerken eski arkadaşının biraz önce kendisi için söyledikleri aklına geldi. Ne düşündüğünü eski arkadaşı da bilmişti sanki. Birbirlerine bakarak güldüler. Şoföre benzemedikleri için daha bir saygılıydı garson. Kimse onların geldiğini fark etmemişti bile. Kısa boylu küçük garsonun önlerinde koşup gösterdiği kenardaki masaya oturdular. Havada rahatsız etmeyen bir serinlik vardı. Dışarıda oturmuşlardı.
Fakat saatler ilerledikçe dışarıdaki bu serin bozkır havası bir buz parçası kesilir, yapışırdı insanın canına.
Lokanta uçsuz bucaksız bir karanlığın içinde yüzer gibiydi. Etrafta ışık yoktu. Sadece, çok uzaklarda şehrin titreyip duran ışıkları vardı. Onlar da gökyüzündeki yıldızların yere döküldüğü hissini veriyordu. O noktada yerle gök birbirine karışmıştı sanki. Kendilerini lokantayla birlikte gecenin karanlığında kaybolmuş zannediyorlardı. Masalar genellikle doluydu ve masalarda yemek yiyen insanlar yorgundular. Arada bir hızla gelip geçen araçların gürültüleri onları rahatsız edip ilgilendirmiyordu. Onlar için, bütün bir gün boyu dinleyip alışık oldukları seslerdi bunlar. Pek konuşmuyorlardı. Yemeklerini yedikten sonra biraz dinlenecek, sonra da geldikleri gibi kocaman araçları ile karanlığın içinde kaybolup gideceklerdi. Ama çok sürmeden yerlerine yenileri gelecekti. Bıkıp usanmadan tekrar edilen bir oyun gibi. Evlerinden belki yüzlerce, belki de binlerce kilometre uzakta olmanın garip kederi vardı yüzlerinde. Yorgun ve kederli gözlerini katran karası yolların üstüne sererek dev irisi araçları ile yükleri ve yüreklerini de taşıyorlardı, o sınırdan bu sınıra, o şehirden bu şehre.
Muktim’in gözleri, avurtları yediği yemekten patlayacak gibi şişmiş ilerideki masalardan birindeki genç ve zayıf yüzü tozdan kararmış şofördeydi.
“Keşke üstümüze bir şeyler alsaydık, geceye doğru soğuk olur.”
Uzun boylu eski arkadaşı sanki bu sözü beklermiş gibi:
“İyi ya, biz de kalkar başka bir yere gideriz.”
Fakat biraz da ağzından zıplayarak çıkan sözlerin ne anlama geldiğini hemen kavradı ve Muktim’in alınmış olmasından çekinen bir sesle sözünü değiştirmeye çalıştı.
“Yani, üşürsek daha sıcak bir yere gideriz.” dedi.
Ama hoşlanmamıştı buradan. Muktim, arkadaşındaki huzursuzluğu hissetmişti. Fakat kıvırcık saçlı, kısa boylu garsonun masalarına gelmesi ile üstünde durmadı bunun. Ne yiyeceklerini söylediler, birkaç tane de bira. Önce küçük bir kova içindeki biralarla geldi, sonra da sırayla bir tabak ezme salata, bardaklar ve yemeklerle masadaki işini bitirdi kıvırcık saçlı küçük garson. Yeni gelen müşterilerinin değişik olmasından memnundu. Muktim biraları bardaklara doldururken sordu, sesi yumuşak ve sıcaktı.
“Bugüne kadar neler yaptın?”
Doldurduğu bardaklardan birini uzattı arkadaşına.
“Önce fakülte bitti, ardından evlilik, sonra askerlik bitti. Şimdi de sıra ömrü bitirmeye geldi.” dedi eski arkadaşı.
Muktim’in uzattığı bardağı aldı. Son sözlerini söylerken sesi titremişti. Taşmak üzere olan bardağından bir yudum alarak söze girdi Muktim.
“Hele dur bakalım, sen şu ömrü bitirmeden önce biz bu biraları bitirelim.” Gülerek bardağını eski arkadaşına doğru kaldırdı.
“Yıllar sonra hoş geldin!”
“Hoş bulduk!”
“Çocuk falan var mı?” diye sordu merakla.
“Var. Bir oğlum var, üç yaşında, adı Barış.” dedi eski arkadaşı, gözleri önündeki tabakta devam etti. “O da dünyaya geldikten sonra bu işin şaka olmadığını anladım.” Bardağından iri bir yudum alıp sustu.
Muktim eski arkadaşının yıllar sonrasındaki dünyasına sokulup orada ne olup bittiğini içindeki garip bir duygu ile merak edip öğrenmek istiyordu. Bir süre birbirlerini incelediler.
“Eczacılık okuyordun değil mi?” dedi Muktim.
“Evet!”
Bardakları boşalmıştı tekrar doldurdu Muktim.
“Tekrar hoş geldin yuvana, ayrıca Barış’ın şerefine!”
“Şerefine!” dedi eski arkadaşı.
“Ne kadar oldu evleneli?”
“Dört yıl kadar oldu, evet evet o kadar oldu, zaman ne kadar da çabuk geçmiş.” diye güldü kendi kendine. Sustu bir an, düşüncelerini kafasında toparlayıp tekrar devam etti.
“Hanım iktisat mezunu.” dedi. Sesi buğulanır gibi olmuştu. “Bilmiyorum alışabilecekler mi buralara? Saatlerce, günlerce diller döktüm ikna edip getirebilmek için. Uzun yıllar oralarda kalmış, orada doğmuş, orada büyümüş. Bakalım ne yapacağız, ben de tam olarak bilemiyorum. Bir yola girdik işte. İnşallah büyük çukurlarla karşılaşmayız.”
Arkadaşını sessizce dinleyen Muktim, cebinden sigarasını çıkarıp uzattı ona. Sigarasını yakarken eski arkadaşının esmer yüzüne iyice baktı. Kararmış gibiydi şimdi. Kendisi de yaktı bir tane.
“Aslında…” dedi Muktim. “Ardına düşüp bu küçük kente gelmesi küçümsenecek bir şey değil, hatta biraz şaşılacak şey.”
Sigarasından derin bir nefes çekerek devam etti:
“Büyük kentin hareketli ritmine alışmış, orada doğmuş, orada büyümüş, otobüse inip binme hızı bile farklı. Yürüyüşü bile çabuk olan bir insanın küçük kentte durgunlaşıp hantallaşması kaçınılmaz gibi bir şey. Durgun ve küçük göllerde yaşam kendi yasalarını, ta yüreğinin derinliklerinden çıkarır. Bunlara alışıp ayak uydurmak pek kolay olmasa gerek.”
Eski arkadaşı birasından bir yudum alırken gözlerini karanlığa dikti ve ağır ağır konuşmaya başladı.
“Alışmak zorunda, dahası alışmak zorundayız. Bırakıp da geldiğimiz kentte yaşayıp ayakta durmanın bedeli çok ağırdı ve bu ağırlığı kaldıracak gücümüz kalmadı. Yorulduk, tükendik artık.”
Sesi öfkeliydi, gözleri ile gözlerini yakaladı Muktim’in.
“Bu bedelin geldiğimiz yerden daha ağır olacağını zannetmiyorum. Yoksa gelmezdim.” dedi kararlı bir şekilde.
Muktim eski arkadaşını yatıştırmak istercesine söze girdi.
“Dur bakalım hele, sen neler diyorsun? Tükendik falan ne demek yani?”
Muktim’in kendisini anlamak istememesine daha da sinirlendi. Sesinin tonunu değiştirerek:
“Yoruldum. Dahası, oradan oraya koşup durmaktan bıktım. Bir türlü yetişemediğimiz zamanı yakalayamamaktan, o otobüsten bu otobüse dolup boşalmaktan bıktım. Hayatın devri o kadar hızlı ki, o didişip boğuşmanın içinde özlemini çektiğin bir dostuna bile ulaşamıyorsun. Koşmaktan, durup etrafına bakmayı, patlayan bir tomurcuğu seyretmeyi unutuyor, bilmiyorsun. Anlamsız bir koşudan yoruldum. Durup dinlenmek, çevreme bakmak istiyorum. Bu sükûnet, bu durgunluk, senin deyişinle, bu durgun göl hoşuma gidiyor. Onun için buradayım.”
Muktim bardağındaki son damlayı da içti.
“Baş edemediğin dalgalar yormuş seni. Sakin ve güvenli sularda deneyeceksin. Evet.” dedi eski arkadaşı. “Başka da seçeneğim yok zaten, denemek zorundayız.”
“Ne garip!” dedi Muktim. “Sen aşırı hareketlilikten yorulmuşsun, oysa ben de tam tersi, aşırı hareketsizlikten. Aslında bir yanıyla durumumuz çok farklı değil birbirinden; ikisinin de sonucu aynı yorgunluk. Bunun ortası yok mu sence?”
“Bilmem.” diye geçiştirdi arkadaşı.
“Pek canını sıkmak istemem ama buraların da kaçıp geldiğin büyük kenti aratmayacak hâle geldiğini, belki de kötü bir aslın daha kötü bir taklidi olmaya başladığını pek bilmiyorsun. Yani anlayacağın, buraların da cennete benzer bir hâli yok. Belki bir iki şey dışında burada da her şey pahalı; tiyatro yok, sinema yok, üzerinde rahatça gezip dolaşacağın bir yer yok, kitap yok kitapçı yok. Eskiden beri var olanlardan biri işkembeci, biri kasetçi oldu. Sessizlik var, hantallık var. Büyük kentlerden küçük kentimize gelen ve yaşam yerine ölümü anlatan, insan gözü ne görüyorsa onu anlatmak yerine, ulaşılması imkânsız ve olmayan bir sürü zırva şeye ağıtlar düzen büyük şarkıcılar var. Artık bu küçük kentin küçük insanları, küçük salonlara sığmadıkları için stadyumlara doluyorlar. Ama oraya da sığmayıp sokaklara taşıyorlar. Bu küçük kentin insanları dinledikleri bu şarkıcılara ağlıyorlar; ağlarken de üşenmeyip birbirlerini dövüyorlar. Zaten bu akşam seni buraya belki de onun için getirdim. Belki de buraya kaçtım, seni de kaçırdım.”
Bir tebessüm dolandı Muktim’in yüzünde. Eski arkadaşı da ortak oldu bu tebessüme. Bardakları boşalmıştı. Muktim onları tekrar doldurdu.
“Şehirdeki lokantalardan birine, seni bunun için götürmedim. Günden güne daha bir çirkinleşip bozulan bu kenti gelir gelmez hemen görüp üzülmeyesin diye.”
“Yoo!” diye itiraz etti eski arkadaşı. “Üzüntü, yabancısı olmadığım bir şey. Ayrıca unutma, senin kadar ben de buralıyım.”
“Uzunca bir süre ayrı kalmakla birlikte.” diye tamamladı eski arkadaşının sözünü Muktim.
Susmuşlardı. Geceyi ve onun derinliklerinde havlayıp duran köpeği dinlediler. Lokanta denilen bol pencereli, büyükçe bir odanın önündeki asfalt yola yakın bahçede oturuyorlardı. Bahçenin içi, eski tahtadan yapılmış masa ve sandalyelerle ve yorgun insanlarla doluydu. Gecenin görünmez karanlığında havlayıp duran köpeğin kendilerine yaklaştığını, kulaklarına daha kuvvetli gelen sesinden anlıyorlardı. Gökyüzünde yıldızlar ışıl ışıldı. Elini uzatsan tutacakmış gibi yere yakın. Serin akşam, yerini biraz sonra soğuyacak olan geceye bırakacaktı. Havlayan köpek susmuştu, etraf sessizdi. Yalnız bu sessizliği arada bir bozan, kısa boylu garsonun ince sesi ve karanlığın içinden alev saçan gözleriyle gelen gürültülü araçlardı. Ve ardından derin bir suskunluk.
Esmer yüzlü eski arkadaşı:
“Her şeye rağmen yoruldum oralarda.” dedi. “Fakat sen de buralarda sıkılmışsın.”
Muktim, “Evet.” dercesine başını salladı.
“Doğru.” dedi. “Ama insan sıkıldığı yerden bir başka yere gitmekle, buna kaçmak da diyebilirsin, problemlerinin çözüleceğini zannediyor. Fakat koyu gri bulutların her yanı sardığı bir günde mahalle değiştirerek aydınlık bir güne çıkmak mümkün değil işte.” Yüzü karıştı eski arkadaşının, değerli bir şeyini yitirmiş gibiydi. Muktim’in söylediği bu son sözleri kendisine mal etmişti.
“Buralarda gri bulutlar varsa, demek istediğin buysa, oralarda kömür rengi sisler var ve ben gözün gözü görmediği bu sislerin içinden geliyorum. Esasında bir noktadan sonra yaşamın zorlaştığını kabul etmek zorundayız. Bu zorluğa etki eden sebepler ne olursa olsun. Buna, hayatı daha derinden kavramamız gösterilebilir, ekonomik sıkıntılarımız gösterilebilir… Sorumluluklarımızın artması gösterilebilir. Bunları çoğaltmak mümkün. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de büyük kentin, küçük boyumuzu aşan büyük sorunları… Yeter, usandım artık, huzur istiyorum, başımı dinlemek istiyorum. Söylediklerini fazla önemsemiyorum. Bu sessizliği istiyorum, bu hantallığa alışacağız. Şimdiden hoşuma bile gidiyor, bu sorunlarla baş edebileceğimi sanıyorum. Benim için önemli olan da bu, gerisi boş.”
Muktim eski arkadaşının dolu dolu olması üzerine:
“Beni yanlış anlama, amacım seni umutsuzluğa düşürmek değil. Tam tersi. Hem senin buralarda olman erişilmesi çok zor bir kazanç benim için.”
Muktim’in daha fazla devam etmesine fırsat vermeden söze girdi eski arkadaşı.
“Bak!” dedi. “Bizler varlıklı insanlar değiliz. Büyük kentler bizler için değil artık, nefes alamıyoruz oralarda. Ekonomik olarak günden güne daha geriye gidiyoruz. Hanım iş bulup çalışabilirse aylık geliri ev kirasını ya karşılar, ya karşılamaz. Benim özel bir yer açmam büyük bir servet artık. Evle iş arası saatler süren bir ölüm yolu. Burada en azından bu son söylediğimle karşılaşmayacağız, bu umutlarla buradayım.”
Önündeki bardağı kafasına dikti. Biraz sarhoş olmaya başlamıştı. Kafasını kurcalayan sorunların etkisiyle bu durum biraz daha artmıştı.
“Şimdi sen boş ver bunları, asıl sen ne yapıyorsun?” dedi Muktim’e, kendi sorunlarından uzaklaşmak istercesine.
Muktim eski arkadaşının bu sözlerini yoldan geçen bir aracın gürültüsünden duymamıştı, belki de duymazlıktan gelmişti, dalgındı. Eski arkadaşının boşalan bardağını doldurdu. Şişe boşalmıştı. Dibindeki son damlalar da düşsünler diye, gözleri şişenin ucunda sabırla bekledi. Son damla da düşünce rahatlamış gibi oldu.
“Birer yağmur damlası gibi düşüyoruz eski topraklarımıza.” dedi Muktim.
Elindeki boş şişeyi yan tarafa koyarken gözleri masanın üstündeki şeylerde dolanıp duruyordu. Ağır ağır devam etti konuşmasına:
“Hatırlar mısın, eskiden kaçıp kurtulmak istediğin yerler buralardı. Şimdi ise senin için bir umut olmuş. Oysa eskiden, şimdi kaçıp kurtulmak istediğin yerler bir umuttu. Zamanla her şey nasıl da değişiyor. Çocuk sayılabilecek yaşlarımızda, şimdi kaçmak istediğin yerler nasıl da süslerdi günlerimizi, gecelerimizi, düşlerimizi. O zamanlar erişilmesi uzak büyük bir denizdi orası. Kalabalık caddeler, neon lambalar, ışıklı yüksek binalar, yeşil ağaçlarla kaplı iki tepenin arasındaki mavi suda akıp duran pırıl pırıl gemiler, onlara eşlik eden beyaz martı kuşları, sevgililer, aşklar. Ne garip, şimdi bir çocukluk düşünden canını kurtarmaya çalışıyorsun. Bir gün evden kaçıp oralara gitmeyi bile planlamıştık. Hatırlar mısın bilmem.” diye yüzüne baktı.
“Hatırlamaz olur muyum?” dedi eski arkadaşı, yüzünde ince bir tebessüm dolanırken. Muktim bu tebessümden memnun, devam etti:
“Fakat o gün evden kaçamasak bile okuldan kaçmıştık.”
Karşılıklı gülüyorlardı. Yemekleri bitmiş, boş tabaklar masanın üstünde duruyordu. Kısa boylu küçük garson unutmuştu onları. Muktim’in yaptığı işaretle, biraz da mahcup elindeki kirli, ıslak bezi masanın üstünde gezdirerek küçük kırıntıları aldı en üstteki tabağa. Tam gidecekken hatırına geldi, dönüp sordu:
“Başka bir emriniz var mı abi?”
“Bize son olarak iki bira daha getir.” dedi Muktim arkadaşına bakarak. Bir itiraz gelmeyince kısa boylu garsona döndü tekrar:
“Tamam.” dedi. “Bize hemen iki tane getir.”
Kısa boylu küçük garsonun gidip elinde biralarla dönmesi bir oldu.
Gece ilerlemiş masalar boşalmıştı. Sadece, onlardan üç masa ileride biri yaşlı, biri genç iki kişi vardı. Onlar da biraz önce iri gövdeli araçları ile gelmişlerdi. Küçük lokantanın yan tarafında, araçların park ettiği büyük toprak düzlük, onların eski püskü otomobilleri ve yeni gelen araç sayılmazsa bomboştu. İlerleyen geceyle birlikte, karanlığın içinden iki kırmızı nokta gibi önce küçük, sonra da büyüyerek gelen alev gözlü araçlar da azalmaya başlamıştı. Başı kel, şişman yaşlı lokantacı kısa boyuyla içeride, masada arkası dışarıya dönük oturmuş, günün hesabını çıkarıyordu. Kısa boylu küçük garsonun yüzünde gece ve uyku vardı. Muktim bir sigara uzattı eski arkadaşına. Kendisi de yaktı; derin bir nefes çekti, sonra da ciğerlerindeki dumanı savurdu gecenin yüzüne.
“Bu küçük havuzda dolanıp duruyorum yıllardır.” dedi Muktim, biliyorsun. “Fakat (kendi kendine güldü) nereden bileceksin yahu, o kadar zamandan sonra.” Durdu. O da sarhoş olmuş gibiydi.
“Okulu yarıda bıraktım, yani fakülteyi, biliyor musun?”
“Yo.” dedi. “Bilmiyorum.”
Eski arkadaşı, yüzüne şaşkın bir ifade verdi. Sigarasından tekrar derin bir nefes çeken Muktim:
“Olmadı işte, ardından askerlikti derken ben de döndüm. Biraz da zorunluydum.” diye kendi kendini onayladı. Sonra da:
“Yok yok, tamamen zorunluydum.” dedi. “Beni bekleyen yaşlı bir anam ve bir kız kardeşim vardı.”
Eski arkadaşının gözleri parladı birden.
“Gülbahar teyze nasıl, iyi mi?” diye sordu.
“Hayır.” dedi Muktim. “İyi değil (üzgün bir sesle) geçen yaz öldü, ihtiyar ve zayıf bacakları daha fazla taşımadı kendisini.”
Gözleri üzgün ve kısık durdu bir süre, sonra tekrar devam etti.
“Acılı bir tebessüm gibi birdenbire gitti.”
“Üzüldüm.” dedi eski arkadaşı, hem kendini hem de Muktim’i teselli etmeye çalışan bir sesle. “Genç değildi, yaşlıydı.” dedi Muktim. “Yaşlı olunca ölüm daha mı normal karşılanıyor ne? Oysa insan ömrü sonsuz zaman rüzgârında küçük bir fısıltıdan başka nedir ki? Bıkıp usanmadan bu küçük zamana, yüzlerce acı, keder ve umut sığdırır, sonra da geldiği bilinmezliğe doğru savrulur gider. Etraftaki çoğu kimse bunu fark etmez bile. Çünkü herkes kendi küçük dünyasının irili ufaklı sızıları ile meşguldür. Her şeye karşın şu an var, gerçek olan bu işte, bardağımı sana doğru kaldırışım.”