Havaya kaldırdığı bardağından bir yudum aldı.
“Kardeşin ne yapıyor?” diye sordu merakla eski arkadaşı.
“Evlendi.” dedi Muktim. “Üç çocuğu var, iki kız bir oğlan.”
“Çabuk işini bitirmiş; çalışkan bir öğrenciydi, oysa okumaya da hevesliydi değil mi?”
“Doğru biliyorsun.” dedi Muktim gülerek. “Hem de çok istekliydi. Fakat insanın hevesi kursağında kalmadıkça çıkmazdı yaşamın tadı. Kendi kendisi ile alay eder gibiydi. Hem sonra hangimizin isteği yoktu ki yarını daha iyi kurmak için; yığınla idealimiz vardı, daha bulutsuz, daha güneşli bir gün bulabilmek için. Ne oldu bütün bunlara şimdi? Sert esen rüzgârların karşısında ince bir dal gibi kırıldılar birer birer. Şimdi çamurlu sulara gömülmemek için küçük bir ayak yeri arıyoruz. Üstünde durup canımızı kurtarabilmek için. Ne çare ki o da ele geçmiyor.”
Sigarasından derin bir nefes alarak devam etti:
“Ele geçiren de yerinin rahatlığından değil, bir başkasının ele geçiremeyişinden dolayı mutlu. Böylesi bir mutluluğun içine tüküreyim!” dedi hırsla. Sonra da, “Belki biz bu kadarını becerebildik.” dedi.
“Seni çok karamsar buluyorum.” dedi eski arkadaşı.
“Hayır hayır.” diye atıldı Muktim. “Ben hayatın bizi sıkıştırdığı köşedeki yaşamımızı anlamaya çalışıyorum. İyimser veya kötümser olmak için değil bu. Koca bir kentte küçük bir ayak yeri bulamamak. Sonra etrafımızın bir çöplük yuvasına dönmesi gerçeğini değiştirir mi iyimser olmak? Ayrıca, iyimser olmak, gözün gördüklerinden kaçmanın, reddetmenin öteki yolu mu? Her gün binlerce insan birbirini öldürüyor yorgun dünyamızda. Binlerce insan açlıktan kırılıyor. Çocuklar içecek süt bulamazken kederli dünyamızda, milyonlarca dolar para silaha akıyor. Ne yazık ki insanoğlu binlerce yılın birikimi olan bu noktada insan gibi yaşamasını becerebilmiş değil. Çocuklar hariç, gülen insana pek rastlayamıyorum çevremde. Neden? Ne eksik? Neyi beceremiyoruz? Zaman zaman daralıp sıkıştığım doğru. İçimizde yıllardır özenle yetiştirdiğimiz gülün solduğunu hissediyorum, hem de binbir emekle yetiştirdiğimiz.”
Sigarasından derin bir nefes alarak tekrar devam etti:
“İnsanlar birbirine karşı vahşileşip acımasızlaştığı için, yaşamak uğruna bazı sorumluluklardan ötürü yığınla sorumsuzluğa katlandığı için tedirginim. Yıllar önce önümüzdeki yürüdüğümüz yol genişti sanki. Bunun böyle olmadığını şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdi bu yolun gittikçe daraldığını görüyorum. Daralıp incelen bu sarp yolda biraz daha rahat yürüyebilmek için, yoldan gelip geçenleri veya yol arkadaşlarını kenarlara, oradan da aşağılara, dibi delik uçurumlara itmeyi bir yaşama gayreti gibi görmekten tiksiniyorum. Ve bunun gün geçtikçe azalmayıp arttığını ne yazık ki biliyorum.” Eski arkadaşının gözleri bulanmış ve kanlanmıştı. Kötü bir haber almış gibi yüzü karışıktı. Başını gövdesinin üstünde sağa sola düşmesin diye dik tutmaya çalışıyordu. Bunu fark eden Muktim sözlerini noktaladı. Fakat ardından daha coşkulu bir sesle arkadaşını canlandırıp neşelendirmeye çalıştı:
“Yaşamak, ağaçların yeniden sürgün vermesidir. Haydi yeni sürgünlerin şerefine!” dedi derinden gelen zoraki bir sesle.
“Şerefine!” dedi eski arkadaşı.
Artık gecenin soğuğu kendini iyiden iyiye hissettiriyordu, ama onlar konuşmanın ve alkolün tesiriyle pek farkına varmamışlardı. Fakat biraz sonra eski arkadaşı, “Üşüyorum, kalkalım.” dedi. Muktim hemen kısa boylu sevimli garsonu çağırdı, hesabı istedi. Kısa boylu sevimli garson, bunu sabırsızlıkla bekliyormuş gibi hemen hesabı getirdi. Bulanık, kanlanmış gözleri, titreyen parmakları ile küçük bir tabağın içinde kürdanların üstünde gelen ikiye katlanmış küçük kâğıt parçasına uzandı eski arkadaşı. Fakat Muktim daha atik davranıp aldı kâğıdı ve:
“Misafirin para verdiği nerede görülmüş?” dedi.
İlerideki masada yemeklerini yiyip bitirmiş biri yaşlı biri genç olan iki kişi onlara bakıyordu. Kalktılar.
“İyi geceler.” dedi Muktim adamlara. Karşılık aldı, sevindi.
Eski arkadaşının koluna girmişti. Üşüyorlardı, daha sokuldular birbirlerine, bedenlerindeki sıcaklığı hissettiler. Bir bozkır gecesinin soğuğunda küçücük, minnacık bir sıcaklıktı bu. Kısa boylu sevimli garson onları uğurlamış, arkalarından da bağırmıştı:
“Yine beklerim abi.”
“İnşallah.” dedi Muktim. “Ölmezsek yine geliriz.”
Küçük ve eski arabaya bindiler. Asfalt yola çıkıp yavaş yavaş uzaklaştılar. Kısa boylu sevimli garson ve ön bahçesiyle küçücük lokanta arkada kaldı. Son iki müşteri de kalkmıştı, giderek küçülüyorlardı. Uzaklaştıkça lokantanın baygın ışıkları daha da cılızlaştı. Yol altlarında kayıyor, arabanın yaşlı karnına doluyordu. Uzaktan görünen şehrin ışıkları, akşamki canlılığını yitirmekle beraber yine çekimli, ışıl ışıl titreyip duruyordu. Yaşlı ve yorgun araba, sırtındaki iki yolcusu ile beraber ışıklarını şehrin ışıklarına katarak gecenin içinde kayboldu.
II
Eylül ayının kıpırtısız ve sıradan son cumartesi günüydü. Gökyüzünde pürüzsüz bir mavilik vardı. Kuşlar bundan alabildiğine hoşnut, gezinip duruyorlardı.
Mutfağa yöneldi Muktim. İnce yapılıydı, zayıf bile sayılabilirdi. Yüz çizgileri kendisini yaşından daha olgun ve kederli gösteriyordu. Yüzüne bakan birinin göreceği ilk ifade buydu. Kendisi bunu daha çocuk yaşlarında fark etmiş, çok da şaşırmıştı.
Bir gün şaşkın gözleri ile tuvalet aynasında yüzüne bakmış ve dakikalarca gülmüştü, yüzündeki keder yok olsun diye. Tuvalet kapısının yumruklanması ile kendine gelmişti. Annesi:
“Delirdin mi oğlum? Niye gülüyorsun?” diye endişe içinde sormuştu.
İçine çektiği serin sabah rüzgârı iyi gelmişti. Teri soğumuş, vücudu kurumuştu. İçi yanıyordu. Açık pencereden içeri dolan hava, sırtında oynuyordu. Mutfağa girdi. Eski buzdolabının kapısını açtı, en alt raftaki yan yana dizili su şişelerinden birini aldı. Buzdolabının içinden, birbirine karışmış yemek ve meyve kokuları geliyordu. Yüzünü buruşturarak aceleyle kapattı. Elindeki şişenin kapağını açtı, soğuk suyu olduğu gibi midesine boşalttı. Başı dönüyordu. Alışık değildi içkiye. Başının derinlerinde geceden kalma ağrıdan canı yanıyordu. Midesi de bulanıyordu şimdi. Mutfağın içi loştu, penceresi yan taraftaki apartmana bakıyordu. İnce tülden bir perde vardı pencerede. Beyaz rengi bozulmuş kirlenmişti. Tahtadan yapılmış küçük ve eski bir masa buzdolabının yanında duruyordu. Masanın üstünü örten naylon, yer yer yırtılmıştı. Masanın üstünde, içinde kalmış yemek artığıyla küçük bir bakır sahan, kurumuş, bayatlamış birkaç parça ekmek ve su sürahisi vardı. Bakır sahana baktı, “Anamdan kalan, ona da anasından kalan.”diye düşündü. “Ne çok yemekler yenmiştir içinde.” Lavabo kirli tabaklarla doluydu. Oldukça biriktiği için kendi kendisine sinirlendi.
Mutfak penceresinin önünde güvercinler oynaşıp duruyordu. Masanın üstündeki ekmek kırıntılarını avucuna doldurdu. Yavaşça pencereyi açtı. Vereceği bir iki kırıntı için korkutmak istemiyordu bu sevimli hayvanları. Bütün sessizliğine ve dikkatine rağmen, güvercinler korkup önce havalandılar; Muktim’in elindekileri pencerenin kenarına bırakıp hızla geri çekilmesinden sonra tekrar gelip kondular. Ardından ipince gagaları ile küçük ekmek parçalarına vurmaya başladılar. Muktim, bir süre sevgiyle seyretti onları. Küçük bir güvercin olup aralarına karışmak istedi. Çocukken rüyalarında hep kuş olur uçardı. Üstüne üstüne gelen baş edemediği kötülüklerden ancak havalanarak, uçarak, gökyüzüne çekilerek kurtulurdu. Ve oradan da büyük bir neşe içinde üstüne gelenlerin başına tükürürdü. Mutfak tezgâhının üstünde üst üste konmuş birkaç temiz tabak duruyordu. Kız kardeşinin küçük ince parmakları vardı sanki bu temiz tabaklarda. Her hafta sonu gelip dururdu, yanında küçük oğlu ile kapısının önünde. Etrafa çekidüzen verir, ortalığı temizler, tekrar giderdi. Muktim elinden geldiği kadar ona fazla iş çıkarmamaya çalışır, yormak istemezdi. Çoğunlukla kendisi yıkar, kendisi temizler, fakat her şeye rağmen kız kardeşi yapılacak, temizlenecek bir şey bulurdu. Şişenin dibinde kalan suyu da içti, midesindeki bulantı geçsin diye. Ama suyla birlikte bulantı daha da arttı, başı ağırlaştı. Yere düşmüş eski bir gazete parçasına takıldı gözü, eğildi aldı yerden. İçinde sarılı bir şeylerle eve gelen gazete parçalarıyla doluydu buzdolabının üstü. Oradan düşmüştü. Sayfanın tam ortasında büyükçe bir resim göze çarpıyordu, bakılamayacak kadar çirkin bir şeydi. Yatak odasına benziyordu. Etraf pis, yatak darmadağınıktı. Yatağın önünde yerde, üstü örtülü iki ceset duruyordu. Çıplak oldukları, üstlerinin aceleyle kapatılmış olmasından, ayaklarının dize kadar görünen kısmının giyinik olmamasından anlaşılıyordu. Cesetlerdeki kanı canına çekmiş çarşaf, kırmızı lekelerle doluydu. Cesetlerin başında iki polis ve şaşkın birkaç kişi vardı, Büyük ve çirkin resmin altında, saçı sakalı birbirine karışmış, yüzü ölesiye kederli genç birinin resmi duruyordu. Katil olmalıydı. Gazetenin isminin üstünde birinci haber: “Başbakan: Memurumuzu, işçimizi enflasyona ezdirmeyeceğiz, enflasyonun üstünde gelir artışı sağlayacağız.” Daha alt köşede: “… Grevi üçüncü ayında.” “Çatışmada 3 terörist öldürüldü.” Sayfayı çevirdi, gazetenin kendi adına başlattığı reklam kampanyasının resimleri vardı. Bütün bir sayfayı kaplamıştı. Lüks döşenmiş bir dairenin odalarından, banyosundan, mutfağından, balkonundan görüntülerle doluydu tüm sayfa. Renk renk tüm bu görüntülerin üstünde birbirine sarılmış mutlu genç bir kadınla bir erkek, pırıl pırıl gözleriyle okuyucuya sesleniyorlardı: “Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir, fırsatı kaçırmayın.”
Muktim’in başı dönüyordu; yazılar, resimler bir bir sayfadan aşağıya dökülmeye başladılar. Yalnız otuz kupona bu şahane daire sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane şahane talihli sizin olabilir. Yalnız otuz kupona bu şahane cesetler cesetler cesetler sizin olabilir sizin sizin… Midesi, kabaran dalgalar gibi üstüne üstüne geliyordu. Zor zapt ediyordu gövdesindeki fırtınayı. Resimdeki cesetlerden akan kanlar gazetenin her yanını sarmıştı. Evler, odalar, her şey bu kan gölünün içinde eriyip gitmişti. Elinden atmak istedi kanlı kâğıt parçasını. Olmadı, yapışmıştı eline. Diğer eliyle çekti aldı, parçaladı avucunun içinde yok etmek istediği kanlı kâğıt parçasını. Fakat yok olmuyordu, sadece şekil değiştirmişti. Son bir gayretle yuvarlak bir top hâline getirdiği parçayı içindekilerle birlikte çöp kovasına savurdu. Mutfaktan hızla çıktı. Tuvalete girdi. Cesetlerden akan kanlar eline bulaşmış gibiydi.
Bol suyla yıkadı ellerini, sonra da yüzünü. Göz göze geldiği tuvalet aynasının içinde boğulur gibi hissetti kendisini, tekrar yüzüne baktı. Aynanın içinde dönüp duran bir baş gördü, hareketli çekilmiş resimlerdeki gibi bulanık ve hızlı. Sımsıkı kapadı gözlerini, düşmemek için lavabonun kenarına tutundu. Musluğu yakaladı diğer eliyle. Dizleri titriyordu. Uzunca bekledi öylece. Sonra avucunu çukurlaştırarak su doldurdu, yüzüne çarptı çarptı. Birden midesi yerinden fırladı. Ağız dolusunca acı bir su boşaldı lavaboya. İnce vücudu tekrar kasıldı. Midesi yerinden sökülüyor gibiydi. Kan beynine saldırmış, yüzü mosmor olmuştu. Ağzındaki acılığı tükürdü önüne. Yüzüne tekrar su çarptı. Midesinin içinde şimşekler çakıyordu ardı ardına. Gözlerini açtı yavaşça, beyazı kanlanmıştı. Yüzü şişti ve şimdi daha yaşlı ve çökmüş gibi görünüyordu. Musluğu kapattı. Tam kapanmadı. Küçük damlalar düşüyordu tıp tıp tıp diye lavabonun içine. Titrek adımlarla döndü odasına, ışığı açık unutmuştu. Yüzünden süzülen sular damlalar hâlinde ayaklarının dibine düşüyordu. Ayakta duramıyordu. Çöktü yatağının kenarına, alnı ateş gibi yanıyordu. Masanın kenarında duran kurdele çiçeğine baktı. Yemyeşil ve incecik yapraklarını üstünde durduğu masadan aşağı bırakmıştı. Zorla kalktı yerinden, çiçeğin yanına gitti. Kendinden başka evde yaşayan ikinci canlıydı o. Parmağı ile toprağını kontrol etti, kupkuruydu. Su istiyordu çatlamış toprağıyla. Dikkatli bakınca yapraklarının yeşil renginin uçtuğunu gördü. Mutfağa gitti, bir bardak suyla geri döndü. Çatlamış toprağın üstüne döktü. Açık ve silik rengi, koyu kahveye döndü. Birden çatlaklar da kayboldu. Tozlanmış yapraklarını sildi, tek tek.
Açık duran pencerenin önündeki beyaz tül perde rüzgârın yumuşak itişleriyle oynayıp duruyordu. Muktim de gelip durdu rüzgârın önünde. Rüzgâr, serin nefesi ile yüzünü, gözünü, vücudunun her yanını okşuyordu. Masanın üstündeki saksıdan hoş bir toprak kokusu yayılıyordu etrafa. Havayla birlikte bu hoş kokuyu da çekti ciğerlerine. Gözleri, apartmanların arka yüzlerinin çevirdiği boşluktaydı. Penceresinde her sabah karşılaştığı manzaraydı bu. Sokaktan sesler geliyordu. Gelen bu sesler odanın sessizliğine karışıp kayboluyordu. Yaşlı bir satıcı bağırıyordu. Yaşlı olduğunu, sesinden anlıyordu. Yüzler, gözler gibi sesler de eskiyip yaşlanıyordu. Sesiyle ulaşıyordu satıcı, genç adama:
“Demir alıyoruuuum, bakır alıyoruuuum, alüminyuuum alıyorum.”
Şehirde yeni günün hazırlıkları çoktan yapılmıştı bile. Yaşlı satıcı da güne hazırdı. Sabaha rağmen, yorgun sesiyle müşteriyle beraber kaybolan yıllarını da arar gibiydi. Hızla geçen bir arabanın gürültüsü, yaşlı sesi bastırdı birden. Sonra tekrar sessizlik ve gittikçe solgunlaşan yaşlı satıcının sesi. İnsan gözünün derinliklerinde kaybolduğu uçuk mavilikte kuşlar aşağıda gün ve gece yorgunu insanları kıskandırırcasına süzülüp süzülüp duruyorlardı. Sınırsız mekânlarının, doyumsuz özgürlüklerinin baygınlığı içinde hâllerinden memnun kanat vurup uçuyorlardı. Ya sınırsız uçuk maviliğin altında insanlar neden bu kadar bitkin ve umarsızdılar? Ne istiyorlardı günden, geceden, akıp giden zamandan? Sınırsızlığı ile insan gözünü doyuran boşluğun altındaki bu küçük şehir, ne kadar çelimsiz, eski püskü, takır tukur dar sokakları, içe burukluk veren yüzü ile zavallı ise, içinde yaşayan insanlar da öyleydi. İnce uzun bir cadde ve bu caddeye açılan dar sokaklar, üstünde sessizce yürüyen kadın ve erkekleri gün boyu oradan oraya ulaştırırdı. Gün boyu bu dar ve çelimsiz yolların birbirine bağladığı evlere dert ve keder taşınırdı. Kadınlar çoğunlukla evde, erkekler dışarıda tüketirlerdi günlerini. Hep bir şeyleri eksik bırakmanın veya yapmamanın telaşı bastırırdı yüreklerini.
Muktim’in durduğu pencereden görünen apartmanların arka yüzleri çirkin ve sefildi. Balkonlar içlerine her şeyin atıldığı hurdalıkları andırıyordu. Tıkış tıkış ayakkabılar, paslı boş tenekeler, iri bidonlar, plastik leğenler, odun ve tahta parçaları; her şey, ama her şey vardı içlerinde. Yalnız bir balkon vardı ki diğerlerinden ayrı, özenli ve temizdi. Kutu kutu üst üste duran evlerin arka yüzleri içinde, o hemen bu durumuyla göze çarpıyordu. Penceresindeki perdeler kar beyazı ve tertemizdi.
Muktim, içi daha yumuşak ve seçerek bakıyordu o tarafa. Balkon ve pencere kenarı çeşit çeşit çiçeklerle doluydu ve Muktim’e uzak sayılmayacak bir yerdeydiler. Boş peynir ve yağ tenekeleri, çiçeklere saksı görevi görüyordu. Çiçekler, içinden çıkılması zor bir karışıklığın ve çirkinliğin ortasında hayat bulmuş ve bir köşeyi cennete çevirmişlerdi.
Çiçekli balkonun kapısı beklenmedik bir şekilde hızla açıldı. Elinde su kovası ile genç bir kadın çıktı dışarı. Penceresinden dışarıyı seyrederken zaman zaman gördüğü ve görmenin de ötesinde önüne geçilemez bir merak ve istekle seyrettiği, gösterişsiz, suskun, hatta çoğunlukla üzgün, fakat kendinden emin, pervasız ve korkusuz tavırları ile ondan habersiz çekimine kapıldığı kadındı bu. Yirmi beş yaşlarında gösteriyordu, belki de daha gençti. Gösterişsiz, ama sıradan olmayan anlamlı bir yüzü vardı. Şimdi bu yüzün ardına takılmış, âdeta donmuştu Muktim’in beyazı kanlanmış gözleri. Başının içinde kaynayıp duran ağrıyı unutmuş gibiydi. Kendisini daha iyi hissediyordu. Canlanmış, vücudu gerilip dikleşmişti. Genç kadın küçük bir serçe gibi çiçeklerinin arasında gezip duruyordu.
Muktim, tül perdeden biraz geri çekildi. Çiçekli balkonu ve kadını seyrettiğini, tuhaf bir hisle, birilerinin görmesini istemiyordu. Fakat kadın, karşı penceredeki kıpırdanmayı görmüş ve Muktim’i fark etmişti.
Zaman zaman pencerede gördüğü, yorgun duruşuyla dışarıyı solgun bakışlarla seyrettiğini bildiği genç adamın kendisine dikkatlice bakmasından rengi diğerlerinden oldukça farklı, bastırılması imkânsız bir heyecana kapılmış ve vücudunun her yerinde ama her yerinde, patlayan rüzgârı ve ayaklanmayı bir serçenin titremesini izler gibi biraz da tedirgin bir şekilde dinleyip izlemişti.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов