banner banner banner
Goethe'nin Hayatı
Goethe'nin Hayatı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Goethe'nin Hayatı


1767’de Goethe Schönkopf’ları, Kanne adında Sakson bir avukat arkadaşıyla tanıştırdı. Kanne’nın, Annette’nin cazibesine kapıldığını fark eden Goethe, Annette’nin de onun bu tavrına kayıtsız kalmadığını görünce büyük bir kederin içine düştü. Teselli aramak için doğaya kaçarak ve genç kadınların güvenilmez oluşları üzerine iğneleyici dizeler yazarak öfkesini bastırmaya çalışsa da bunların tümü boşunaydı. Bütünüyle acınası bir halde olan Goethe’nin çeşitli diğer nedenlerin de yol açtığı mutsuzluğu, sonraları yaşamının düzenini bozup onu ağır biçimde hasta etti. Nihayetinde 1768’in bir haziran akşamı şiddetli kanaması olunca aceleyle bir doktor çağırıldı. Bir müddet ciğerleriyle ilgili bir hastalıktan mustarip olduğundan endişe edildi. Hastalığı süresince dostları tarafından şefkatle bakılan Goethe, iyileşme evresinde dostu Frederika Oeser’yla ettiği canlı ve coşkulu sohbetlerle neşelendi. Frederika, zamanında kırsalda kendisini ziyarete gelen bu genç dostunun veremden öleceğine yönelik saçma düşüncelere kapılmasına gülerdi. Bunun birlikte iyileşme süreci yavaş olduğundan en sonunda Frankfurt’a geri dönmeye karar verdi ve önemli işlerin başlangıcına vesile olduğuna inandığı doğum gününde yola çıktı. 26 Ağustos gününde Schönkopf’lara uğrayıp kendisine ayda bir defa yazmasına izin veren Annette’ye veda etti. Belki bunun onu son görüşü olduğu düşüncesinden duyduğu üzüntüyle yola çıkmadan önceki son günün akşamı Annette’nin evine bir defa daha gitme dürtüsüne karşı koyamadı. Işıkların yanık olduğunu görüp evin kapısının önündeki basamaklarda dolansa da, içeri girmeye cesaret edemedi.

Frankfurt’a vardığında, hasta genç adamı annesi ve kız kardeşi sonsuz şefkatle karşılarken onu solgun ve zayıf gören babası, büyük bir heyecanla beslediği umutların suya düşmesi karşısında hissettiği acıyı sakladı. Yeniden evinde olduğu için mutlu olan Goethe, günlerini çizim ve gravür yaparak geçiriyordu. Annette’ye küçük armağanlar gönderiyor, Oeser ve Leipzig’teki diğer dostlarına neşeyle mektuplar yazıyordu. Ancak yıl sonuna varmadan yeniden güçsüz düşen Goethe, bu kez farklı bir hastalıktan mustaripti. Oğlunun çektiği bu korkunç ıstırap karşısında ümitsizliğe sürüklenen annesi, İncil’i eline alıp gözünün takılacağı ilk cümleyi kendisine kılavuz kabul etmeye kararlıydı. Neyse ki Yeremya’nın, “Samiriye dağlarında yine bağ dikeceksin. Bağ dikenler üzümünü yiyecekler,” sözleriyle karşılaşan annesini birden rahatlama hissi sardı. Sonraları da bu söz onun en gözde “vaadi” olarak kaldı. Goethe çabucak toparlansa da 1769 yılının başlarında bir ay boyunca odasına kapanmak zorunda kaldığı bir başka hastalığa yakalandı. Böylece şiddetli biçimde sarsılan bünyesinin eski durumuna geri dönebilmesi için zamana ve ihtiyata ihtiyaç olduğu açıklık kazandı.

Annesinin en yakın dostları arasında, Moravya kilisesine bağlı ve güvenilir bir insan olan Fräulein von Klettenberg de vardı. Soylu, saf ve onurlu karakteriyle derin ölçüde mistik bir dindarlığı bünyesinde birleştirmişti. Hastayken ona çok büyük bir nezaket gösteren Fräulein von Klettenberg, Goethe’nin zihninde çok güçlü bir etki bıraktı. Bu dönemde Goethe büyük bir ciddiyetle sık sık insan yaşamı ve kaderine ilişkin en derin sorunlar üzerine düşündü. Hatta Teslis, Şeytan, Tanrı, İnsan, Düşüş ve Kurtuluş öğelerinin yer aldığı detaylı bir teolojik sistem bile kurdu. Kurumsal düşünme denemeleri, Fräulein von Klettenberg gibi Moravya kilisesine bağlı biri olan doktoru tarafından yönlendirildiği simya çalışmalarıyla bağlantılıydı. Goethe, simya yasalarıyla paralel birçok deney yürütmekle yetinmeyip bu konuyla alakalı yazılmış eline geçen tüm eski kitapları da okudu.

1769 yılı sonbaharında Breitkopf tarafından bestelenen melodileriyle birlikte yazdığı şarkı sözlerinin birkaçından oluşan bir cilt kitap Leipzig’ten ona gönderildi. Goethe artık başka işlerle meşgul olduğundan dolayı gönderilen bu kitap ona pek bir haz vermedi. İngiltere’ye giderken Frankfurt’tan geçen General Paoli’yle göz göze gelişi onu çok daha derinden etkilemişti. Paoli’nin soylu ve romantik kariyeri Boswell’in, Boswell vasıtasıyla Johnson’ın ve Korksikalı kahramanın yakında Londra’da bir araya geleceği parlak edebi topluluğun tüm diğer üyelerinin olduğu gibi Goethe’nin de şevkini alevlendirmişti.

O sıralarda Annette’nin, arkadaşı Kanne’yle nişanlandığını öğrendi. Bu haber üzerine umutsuzlukla sarsılan Goethe, son anda onların birliklerini bozacak bir şey olmasını ve arkadaşının yerini kendisinin almasını umuyordu. Öte yandan Annette onunla aynı hisleri paylaşmıyordu. Ona duyduğu aşkın neden olduğu neşe ve eziyet, evliliğiyle birlikte çok geçmeden sonsuza dek ortadan kalkacaktı.

Babası, Goethe’nin hukuk çalışmalarına mümkün olduğunca kısa bir sürede geri dönmesini çok istiyordu. Dolayısıyla evinde geçirdiği bir buçuk yıllık aradan sonra 1770 yılının Nisan ayında Strazburg’a doğru yola çıktı (çeşitli sebeplerden ötürü diplomasını burada alması gerektiğinde karar kılınmıştı). Goethe artık 21 yaşındaydı. Sağlığına tam kavuşmuş olmamasına karşın, yapması gereken işleri bitirmek için yeterince gücü olan Goethe’nin artık ölümcül bir hastalıktan mustarip olma korkusu da kalmamıştı.

Fransız Krallığı’na ait bir vilayet olsa da Alsace özünde hâlâ Almandı. Bu durum devrim zamanı insanlar, kendilerini birer Alman olarak görmeye son verip Fransa’yla bağlarından gurur duymaya başladıklarında sona erecekti. Goethe Strazburg’a vardığında yabancı bir şehre gelmiş gibi hissetmedi. Şehir gerçekten de Fransız öğelerini bünyesinde barındırsa da kendisiyle aynı dili konuşan halk, Cermen atalarının gelenek ve göreneklerini sürdürüyordu. Frankfurt’ta olduğu gibi Strazburg’da da geçmiş dönemlerden esintiler mevcuttu ve tüm bunlar Goethe’nin dikkatini hemencecik çekmişti. Özellikle de o güne dek gördüğü en görkemli yapı olan katedralden (Notre-Dame) çok etkilendi. Bu yapının hem içini hem dışını iyice inceleyen Goethe, her zaman kötülenen gotik mimarinin sıkı bir hayranına dönüştü. Özellikle günbatımında sık sık kuleye çıkıp tepeden görünen geniş ve tuhaf manzaranın keyfini çıkarıyordu.

Eski balık pazarında takıldığı hoş mekânlardan birinde, sevdiği birçok öğrenciyle buluşup akşam yemeği yediği bir masası vardı. Bu masanın başında Salzmann isminde, zevkli ve kültürlü bir adam olan orta yaşlı bir kâtip otururdu. Goethe’yi daha ilk bakıştan gözüne kestiren Salzmann, onunla felsefe üzerine tartışmalar yürütmesinin yanı sıra lisans dönemindeki çalışmalarına ilişkin ona işe yarar ipuçları da verdi. Bu masada tanıştığı bir başka kişiyse, otuz yaşında Strazburg’a tıp okumaya gelen ve geçim konusunda tanrıya bel bağlayan Jung Stilling’di. Stilling, Goethe’yle ilk karşılaşma anını hiçbir zaman unutmadı. O ve arkadaşı Herr Troost daha kimse gelmemişken masadaki yerlerini almışlardı. Çok geçmeden gelen konuklar arasında içeri canlı bir havayla giren, “büyük parlak gözlü, geniş alınlı ve güzel fizikli” genç bir adam vardı. Bu, Goethe’ydi. Stilling’in arkadaşı, “Mükemmel bir adam olmalı,” diye fısıldamıştı. Stilling de arkadaşıyla aynı görüşte olmasına karşın, Goethe’nin (sonraları hatalı bir izlenim olduğu anlaşılan) “çılgın bir genç” gibi gözükmesinden dolayı başlarını belaya sokabileceğini düşünmüştü. Sonraları bir başka akşam yemeğinde bu önyargısından ötürü konuklardan biri Stilling’e gülmüştü. Başlarda sitem ettiği Stilling’in dostluğunu kazanmaya çalışan Goethe, ona samimi bir tavırla bağlanmıştı.

Salzmann’ın vesilesiyle Goethe, Strazburg’taki birçok hanede ağırlandı. Hastalığı döneminde onu güçlü bir şekilde ele geçiren mistik fikirlerin hâlâ bir nebze etkisi altında olsa da bunlar etrafındaki sosyal hayata katılmasının önüne geçmedi. Dans partileri Frankfurt ve Leipzig’te o zamanlar yaygın değildi. Onun için büyük bir yenilik olan dansa, Goethe hiçbir zaman yeterince doyamıyordu.

Paris’e dönüş yolunda Strazburg’dan geçen genç prenses Marie Antoinette’i görme zevkini yaşadı. Haziran ayında öğrenci arkadaşı Weyland’la, Vosges dağları üzerinden Saarbrücken’e bir at gezisi yaptılar. Geri dönerken Niederbronn’da karşısına çıkan antik sütunlar, üzerine yazılar kazınmış sunaklar ve diğer Roma kalıntıları onu hayrete düşürdü. Çiftlik alanları boyunca yayılmış bu nesneler, büyük Roma uygarlığının canlı bir resmini gözünün önüne getirdi.

Strazburg’a diplomasını almak için gelmiş olduğunu unutmayan Goethe, yirmi birinci yaş gününden hemen sonra üniversitedeki derslere düzenli biçimde katılıp sınavlarını geçti. Ardından, “Tüm yurttaşların uymakla yükümlü olduğu bir dini kavrayış biçimi oluşturmak devletin görevidir,” doktrini üzerine yazacağı bitirme tezini hazırlamaya başladı. Üniversitede geçirdiği süre boyunca kimya, anatomi ve diğer bilimlerle de ilgilendi. Ayrıca Niederbronn’da karşılaştığı değerli nesnelerden esinlendiği, Alsace’ın antik yapıları üzerine yaptığı çalışmaya da bir hayli zamanını adadı.

1770 yılının Eylül ayında bir gün Goethe “Zum Geist” adlı hanın girişinde tesadüfen genç bir papazla tanıştı. Herder’in Strazburg’a henüz vardığını duyduğundan, bu kişinin onun ta kendisi olduğuna hiç şüphesi yoktu. Goethe onu saygıyla selamlayınca, herkes gibi Herder de bu genç öğrencinin yiğit duruşu ve samimi tavırlarından etkilenip onu hoş bir şekilde karşıladı ve onunla sohbet etmeye başladı. İkisi arasında yakın bir dostluğa yol açan bu durumun Goethe’ye önemli getirileri oldu. O zamanlar 26 yaşında olmasına rağmen sıkı bir disiplinden dolayı olgun bir karakteri olan Herder, canlı ve taze fikirlerle dolu iki makale derlemesinin yazarı olarak daha o zamandan iyi bir ün kazanmıştı. Dünyanın büyük yaratıcı ruhlarından biri olmasa da canlı ve sıradışı bir kavrayış yetisiyle donatılmış bir zekâsı vardı. Karakterinde de zihninin dünyaya uzanan kısmına ait fikirlere ilham olacak bir şevk ve soyluluk vardı.

Riga’daki vaizlik ve öğretmenlik işini bıraktıktan sonra bir süre Fransa’da kalan Herder, yakın bir zaman önce Strazburg’a kadar eşlik ettiği genç Holstein-Eutin Prensi’ne özel öğretmenlik yapma görevini kabul etmişti. Darmstadt’ta nişanlandığı Caroline Flachsland’a evlenme teklifi ettiği Bückeburg’dan (çok geçmeden yerine getirilen) baş-papazlık sözü alınca, artık bu özel öğretmenlik görevini bıraktı. Ancak, başını bir hayli belaya sokan bir göz hastalığından mustaripti ve tedavi olma şansı olduğu için altı aydan fazla bir süre daha Strazburg’ta kaldı. Ağrılı bir ameliyat gerçekleştirildi ve iyileşme süreci de beklenenden daha yavaştı. Sürekli ziyaretine gelenlerden biri olan Goethe, bu zorlu süreçte ona yardım etme fırsatını hiçbir zaman kaçırmadı. Karakterine ait tüm mükemmel niteliklerine rağmen çabuk sinirlenmeye ve biraz kibirli davranmaya eğilimli olduğundan, sağlıklı olduğunda bile Herder’le anlaşmak arkadaşları için bir hayli güçtü ve üstelik hastalığında bu huyu biraz bile düzelmemişti. Öte yandan karakterinin özündeki mükemmelliği gören Goethe onun bu duruma özgü kabalığına aldırış etmediğinden, bu yeni arkadaşına yönelik vefalı tavırlarının mükâfatını aldı.

Bu dönemde, Avrupa düşünce yapısı dünyanın görebileceği en büyük devrimlerden birine tanık oluyordu. Hiç şüphe yok ki hareketin öncüsü Rousseau’ydu. Rousseau bir edebiyatçı olarak Voltaire’in yanına bile yaklaşamazdı. Ne de Diderot’dan daha kapsamlı ya da onunla aynı ölçüde bir bilgi dağarcığına sahipti. Ancak onun fikirleri çağın en temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Rousseau halkın dikkatini insanlığa yönlendiren, peygamberlere has bir şevk ve heyecana sahipti. Fransız uygarlığını köklerinden sarstı, Almanya üzerinde de çok derin bir etki bıraktı. Kaliteli zihinler, her yerde dünyanın mevcut durumundan büyük bir hoşnutsuzluk duyuyordu. Rousseau’ya göre adaletten yoksun kurumlar tarafından bozulmadığı müddetçe daima saf ve soylu kalacak özsel insani niteliklerin, özgürce gelişimi ve dışavurumu adına norm ve geleneklere karşı çıkıp “doğa”ya dönüş için haykırıyordu her biri.

Rousseau hakkında ciddi çalışmalar yapan Herder, öğretisindeki tüm temel tezleri benimseyip onun bu doktrinlerini sadece yaşamın eleştirisinde değil, aynı zamanda edebiyata dair yargılarına da uygulamıştı ve ayrıca o andan itibaren Goethe’yi kendi entelektüel zenginliğinin bir paydaşı olarak kabul etti. Halihazırda Rousseau’nun bir okuru olan Goethe’nin zihni artık, erken dönem yazılarının karakterinden aşina olduğumuz gibi La Nouvelle Héloïse ve Emile[4 - Emile, J. J. Rousseau, çev. Yaşar Avunç, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009 (e.n.)] ruhunun derinden etkisi altındaydı. Daha da önemlisi Shakespeare’in dehasının ihtişamını tamamen kavramış olmasının getirdiği faydaydı. Tüm şairler içerisinde Shakespeare, Herder’in öğrettiği biçimiyle doğanın en doğru yorumuna kavuştuğu kişiydi. Onun oyunları üzerine büyük bir hevesle çalışmaya dönen Goethe, onların güç ve güzelliklerinden daha önce hiç olmadığı kadar etkilenerek onlarda yatan anlamı tüketmenin mümkün olmadığını daha da güçlü bir şekilde hissetti. Herder’in; Swift, Richardson, Fielding, Sterne ve Goldsmith hakkında da söyleyeceği çok şeyi vardı. Goethe’nin de aralarında bulunduğu bir arkadaş çevresine neşeli, acıklı ve huzurlu cazibesiyle her birinin zevkle dinlediği Wakefield Papazı’nı[5 - Wakefield Papazı, Oliver Goldsmith, çev. Arzu Tontu Özgen, Doruk Yayınları, 1996 (e.n.)] okuyordu. Herder’in etkisiyle Homeros okumaya başlayan Goethe, Hamlet’ten[6 - Hamlet, William Shakespeare, çev. Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008 (e.n.)] bile alamadığı güçlü ilhamı İlyada[7 - İlyada, Homeros, çev. Azra Erhat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014 (e.n.)] ve Odyssey’den[8 - Odysseia, Homeros, çev. Azra Erhat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014 (e.n.)] almıştı. Macpherson’ın çevirdiği Ossian, Herder’in hayal gücü üzerinde büyük bir etki bıraktı. Aldığı bu hazzı Goethe’yle de paylaştı. Goethe de Fingal ve The Songs of Selma’da (Selma Şarkıları) ilkel edebiyatın görkemli ve büyüleyici birçok izine rastladı. Yine Percy’nin Reliques’ini (Eski Eserler) iyi bilen Herder’in etkisiyle, Goethe ilk defa şiirsel dürtünün en güzel dışavurumunun herkesçe bilinen şarkı ve baladlarda bulunduğunu öğrendi. Bunu öğrenmesi ona çok büyük bir haz verdi. Böylece elindeki derleme halk şarkılarını, kendi sözlerini kullanarak yeni bir tarzda ve ancak ince bir zekânın üstesinden gelebileceği bir zarafet ve basitlikle yeniden yaratma işine girişti.

Herder’in üzerinde bıraktığı etki sayesinde Goethe, Strazburg döneminde büyük bir entelektüel uyanış yaşadı. Hiçbir doktrinel yapıyı hakikatin tam ve nihai dışavurumu olarak görmüyordu. Bunun aksine Herder’den zihnini başkalarına bağımlı olmadan kullanabilmeyi öğrendi. Artık bizzat kendi gözleriyle baktığı dünyayı yargılayarak fikirlerini özgürce test edebilmeye başlamıştı. Herder’le tam da ondan daha ileri düzeyde özgün bir zihne ihtiyaç duyduğu ve onun da buna ayak uydurabileceği bir gelişim evresindeyken tanıştı. Öğretmeniyle yolları ayrıldığında, artık bir ustanın dizinin dibinde oturmasına ihtiyacı yoktu. Tıpkı sırlarını çözdüğü şairlerin yaptığı gibi dünya gerçekleriyle dolaysız biçimde temas edip, doğasının ona bir armağanı olan dürtüleriyle kendi kavrayış ve yaratıcılığının izini sürerek büyük başarılar elde etmenin mümkün olduğunu öğrenmişti artık.

Herder’le birlikte geçirdiği dönemde uyanan taptaze dürtüler Goethe’nin, derinlerdeki capcanlı ve ahenkli dünyanın zevkine varmasına olanak sağlamıştı. 1770 yılının sonbahar mevsiminde Weyland’la birlikte şirin bir Alsace köyü olan Sesenheim’a yolculuk ettiler. Weyland orada üvey kız kardeşlerinden birinin karısıyla akraba olduğu Papaz Brion’u ziyaret etmek istiyordu. Ağaçlarla kaplı bir kırda bulunan bahçesinin yanında dikilen bu eski moda ihtiyara yaklaşırken, Goethe’nin kıpır kıpır olan ruhu bile güzellik ve dinginliği ilk bakışta göze çarpan bu manzaranın sakinleştirici etkisini hissetmişti. Gerçekten sıcakkanlı ve konuksever biri olan Papaz Brion’un biri evli dört kızıyla sekiz yaşında bir oğlu vardı. Böylesine sade ve mutlu bir ailenin hiç var olmadığını düşünen Goethe (Oliver Goldsmith’in kim olduğunu henüz bilmediğinden bu düşüncesi sonradan ortaya çıkmıştı) bazen onları Wakefield Papazı’ndaki aileyle karşılaştırırdı. Bir anlık hevesle kendini olmadığı biri olarak tanıtsa da çok geçmeden karakterini belli etti. Bu durum üzerine hoş karşılanınca birdenbire rahatladı. Papazın en küçük kızı Goethe’nin ilgisini çekecek yaşta değildi. Diğerleriyse onunla aynı yaşta olan Salomca ile on dokuz yahut yirmi yaşlarında olan Frederika’ydı. Nazik ve minyon bir kadın olan Frederika’nın gür açık renk saçları, koyu mavi gözleriyle güzel biçimli bir çehresi vardı. Oldukça hassas karakterine karşın, kırsalın tatlı ve şifalı havasından dolayı canlı bir görünüşe sahipti. Nazlı genç kız tavırlarının ardında derin bir tutkuyla bağlanabilecek bir kadın yatıyordu. Çetin ve dobra biri olan ablası Salomca’ya kıyasla çok daha çekiciydi.

Goethe otobiyografisinde bu sevimli kızla ilişkisini eşsiz biçimde betimler. Birçoğunun doğru olmadığı bilinen bu betimlemenin ayrıntılarına güvenmek imkânsız olsa da şüphe yok ki gerçekten olup biten her şeyi dürüst bir tavırla, ana hatlarıyla göstermektedir. Ancak şu kesindir ki Goethe Frederika’ya karşı, Gretchen ve Annette’ye duyduğundan daha derin ve kalpten bir aşkla doluydu. Onlarla ilişkisinin hiçbir zaman yüzeyden öteye geçmemesine karşın Frederika’ya duyduğu aşk, romantizm ve giderek alevlenen bir tutkuyla bezenmişti. Öte yandan Frederika’nın da bu genç şairin yaptığı kurlara direnmesi mümkün müydü? Bilinmeyen bir dünyadan yayılan göz kamaştırıcı ışık gibi birden yoluna çıkan bu genç adamın sıcaklığı karşısında onun da kalbi aşk, sevinç ve zevkle atıyordu.

Goethe ilk ziyaretinin hemen ardından Frederika’ya Strazburg’un ona daha önce hiç bu kadar boş görünmediğini yazdığı bir mektup gönderdi. Bunu daha başka mektuplar da izledi ancak tüm bu mektupları daha sonra Frederika’nın ablası yaktı. Goethe onu görmek için Sesenheim’ı sık sık ziyaret etti. 1771 yılında Paskalya bayramının hemen ardından, Frederika annesi ve kardeşiyle Strazburg’a geldi. Orada kaldığı süre boyunca birlikte geçirdikleri zaman mutlu olsalar da nedense Frederika kendini tamamıyla rahat hissetmiyordu. Bunun ardından Goethe onunla yalnızca, mutluluklarını yansıtan doğa onları çevrelerken baş başa kalabildikleri kırsalda mükemmel bir duygudaşlık yakaladıklarının farkına vardı.

Goethe, Hamsin Yortusu’nda tekrar onun evine gidip kısa bir ziyaretin ardından çalışmalarına dönmek niyetindeydi. Ancak Frederika pek iyi değildi. Günler, hatta haftalar geçmesine rağmen Goethe hâlâ Sesenheim’dan ayrılmamıştı. Ziyareti sırasında köyde oldukça ünlenen Goethe; hasır işini öğrenmek, papazın at arabasını boyamak ve papaz evinin yeniden inşasının planını çizmek gibi çeşitli uğraşlar ediniyordu. Homeros çalışmasına devam edip Frederika’ya The Songs of Selma’dan yaptığı çeviriyi okuyordu. Bu sırada, âşıkların tutkusu durmadan büyüyerek kalplerinin derinlerine kök salıyordu.

Nihayet haziran ayının ilerleyen zamanlarında çoktandır bekleyen diplomasını almak için oradan gönülsüzce ayrıldı. Üniversite yönetimi, tezinde öne çıkan fikirlerin bazılarından hiç memnun kalmasa da yeteneğini kabul edip onu bir kamu münazarasında yer almaya yönlendirdi. Buyruk yerine getirildikten sonra lisans diplomasını aldı.

Goethe birkaç arkadaşıyla Yukarı Alsace’ta çıktığı kısa turun keyfini çıkarıyordu. Dönüşte Sesenheim’a bir veda ziyaretinde bulunup ağustosta bir kez daha Frankfurt’taki evine döndü.

Frederika’yla son konuşmasında ona bunun onu son görüşü olduğuna yönelik hiçbir imada bulunmadı. Yine de Goethe öyle olduğunu biliyordu. Bir sonraki karşılaşmaları sekiz yıl sonraydı ve birbirlerine yalnızca eski dostlar gibi davrandılar. Frederika ve ailesi, Goethe’nin ona evlilik teklif edeceğinden hiç şüphe duymamıştı. İlk başlarda evlilik düşüncesi Goethe’nin aklında hiç yoktu. Yalnızca Frederika’nın varlığı, tatlılığı, zarafeti ve güzelliğinin verdiği sevinç hissinin keyfini çıkarıyordu. İşin sonunda bu genç kızın kalbini kazanmanın getirdiği sonuçları engelleyemediği vakit, zihninde uzun süren şiddetli bir mücadele belirdi. Evlenme hazırlığı yapsalardı, Frederika onu gerçekten mutlu edebilirdi. Üstelik o da Frederika’yı zihninde bu mücadeleyi verecek kadar çok seviyordu. Hatta babasının bile onu gelini olarak kolayca kabul edeceğinden hiç şüphe duymuyordu. Öte yandan evlilik düşüncesi onu tiksindiriyordu. Tam da kaderinin bilincine varmaya başladığı bu dönemde evlenerek dehasını ortaya çıkarması için gerekli olan özgürlüğünü kısıtlamak istemiyordu. Frederika’yı derinden sevdiği kadar ona karşı güçlü bir yükümlülük de hissediyordu ama bedeli ne olursa olsun özgür olması gerektiğine karar verdi.

Frederika’ya yönelik bu davranışını asla meşrulaştırmaya çalışmadı. Günlerce yaralı vicdanının sancısını çekti. Mutlu bir evliliğin mümkün olduğu aşamaya ulaşmadığı için son kararında haklıydı. Ancak şunu da iyi biliyordu ki böylesi önemli bir meselede, durumun doğası gereği hayal kırıklığıyla sonuçlanabilecek bir beklenti yaratmamalıydı. Heyecanlı mizaca sahip bir şair için onu büyüleyen bu güç tümüyle karşı konulamazdı. Frederika aşkıyla birlikte sahip olduğu her şeyi kaybetmiş olsa da onları birbiriyle birleştiren bağın kopmasına kalıcı bir kırgınlık duymadı. Büyük olasılıkla, ayrılıklarına yol açan şeyin daha derin sebeplerden kaynaklandığını düşündü. Kısa bir süre için birlikte dolaştıkları bu güzel ve romantik dünyanın hatırasını tüm hayatı boyunca canlı tuttu. Hatta kendisine talip olan başka insanlara, “Goethe’nin sevdiği bu kalp başkasına ait olamaz,” yanıtını verdiği söylenir.

Frederika’ya duyduğu aşk da onu en az Herder’le ilişkisi kadar güçlü, fakat başka bir yönden etkilemişti. Onunla tanıştığında da, ondan ayrılığında da zevk ve acının en derinlerine dalıp birbiriyle karşı karşıya gelen en kuvvetli hislerin çatışması arasında kalmıştı. Aşkla temas etmesi onun dehasını özgürce kullanmasına vesile oldu. Eski bir halk şarkısı olan Heidenröslein’ı yeni bir biçimde sunduğu dönemde kendi tutkusuna ses veren çeşitli şarkı sözleri yazdı. Her ne kadar kısa olsalar da bu mükemmel şarkı sözleri, onun şiirsel niteliklerinin karakterini ciddi biçimde bulabileceğimiz en erken dönem eserleridir. Şarkı sözleri, ilk gayretlerinin aksine geleneksel kalıpların izlerini taşımaz, ancak onun kendi içsel dünyasının dolaysız dışavurumuydular. Beş yüz yıldır (Walther von der Vogelweide’ın muhteşem dizelerini ortaçağ saraylarında krallara okuduğu dönemden beri) şiirde güç ve tatlılığın böylesine iç içe geçtiği bir örnek Almanya’da kök salmamıştı. Bu erken dönem şiirlerinde, yeni bir ilkbahar döneminin başlangıcının heyecan verici gücünü hissederiz. Onlar yer ve gökyüzünün güzelliğine duyulan tutkulu bir hazla doludur; aşkı konu alan her dizede samimiyet izleri taşır. Asil ve kusursuz melodiye sahip dörtlüklerde, hislerine en doğal çıkışı bulan bir zihinden kolaylıkla aktığı izlenimini yaratırlar.

Üçüncü Bölüm

Goethe eve vardıktan bir gün sonraki yirmi ikinci yaş gününde (28 Ağustos 1771) Frankfurt’ta avukatlık yapabilmek için başvuruda bulundu. Birkaç gün sonra avukatlık ve vatandaşlık yeminini ederek işe başlayan Goethe, çok geçmeden ilk davasını aldı (epey sıradışı bir davaydı, babasına dava açan bir çocuğu savunması gerekiyordu). Dava, müvekkilinin lehine sonuçlansa da hem Goethe hem de karşı tarafın avukatı dava sırasında kullandıkları sert ifadelerden dolayı birbirlerine sitem ettiler. Kış boyunca yalnızca bir dava daha üstlendi. Hukuk, Goethe’nin ilgisini çok az çekiyor olsa da bu işi profesyonel olarak yapmasının tek sebebi oğlunun seçkin bir avukat olduğunu görmeye kararlı olan babasını memnun etmekti.

Bu dönemde yürüttüğü tüm çalışmalar içerisinde onu en çok etkileyeni Shakespeare okumasıydı. Nihayetinde, taparcasına sevdiği bu şair vesilesiyle içinde uyanan duygu ve düşünceleri ifade etmenin bir yolunu bulması gerektiğini hissetti. Bunun ardından, 14 Ekim’de babasının evinde bir Shakespeare festivalinin düzenlenmesine karar verdi. Koordineli olarak Strazburg’da da benzer bir festival olacak şekilde bir düzenleme yapılmalıydı. Plan gerçekleştirildi ve Goethe -kendi deyimiyle- “dünya tarihinin gözlerimizin önünde, görünmez bir zaman ipliğinde hızla ilerlediği” oyunlara yönelik hayranlığını coşkulu bir dille ifade etti.

On altıncı yüzyılda Büyük Köylü İsyanı’nda önemli bir rol oynayan demir elli şövalye Goetz von Berlichingen’in otobiyografisiyle Strazburg’da karşılaşmıştı. 1480 yılında doğan Goetz, ortaçağı modern dünyaya bağlayan dönemde adalet ve özgürlüğe hizmet ettiğini düşündüğü amaçlar uğruna kahramanca çarpışan savaşçılar arasında en yiğit olanıydı. Kendinden sonrakilerin onu yanlış anlamalarını engellemek amacıyla kaleme aldığı otobiyografisi, maceralarının içten ve yalın bir kaydıydı. Goethe onu okurken, görünüşteki farklılıklara rağmen Goetz’ün mücadele ettiği baskılarla kendi döneminde düşüncenin ve yapmacıklıktan uzak duyguların yeşerişine ket vuranlar arasında aslında oldukça büyük bir benzerlik olduğunu fark etmişti. Goetz dönemindeki tiran güçlerin, ruhunu zayıflatmasına asla müsaade etmeyip bireyselliğini ortaya koyarak kendi yüksek amaçlarına sadık kalmıştır. Goethe’nin karşısında arzularına ifade aracı olabilecek bir figür durmaktaydı. Bunun ardından Goetz’ü, ilk oyununun kahramanı yapmaya karar verdi.

Taslağa başlaması biraz gecikse de tüm düşünce ve dileklerini paylaştığı kız kardeşi Cornelia’nın da desteğini alarak 1771 yılı kışının başlangıcında işe koyulup yıl sonu gelmeden orijinal biçimiyle oyunu tamamladı. Bu biçimiyle eserin başlığı Geschichte Gottfriedens von Berlichingen mit der eisernen Hand, dramatisirt’di (Demir elli Gottfried von Berlichingen’in tarihi, dramatize edilmiş hali). Yazma sürecinde yazdığı her kısmı günün sonunda kız kardeşine okuyan Goethe, onun gösterdiği içten ilgiyle daha da cesaretlendi. Oyunun kopyalarını elyazması halinde Salzmann ve Herder’e gönderdi. Salzmann arkadaşını tebrik etmekte hiç vakit kaybetmezken, Goethe’nin dört gözle beklediği Herder’in cevabı epey uzun bir süre gelmedi.

Hemen hemen aynı dönemde Goethe dostluğuna büyük önem verdiği biriyle tanıştı. Bu kişi, ondan sekiz yaş büyük olan Darmstadt kuvvetlerinin veznedarı Merck’ti. Uzun, cılız ve hantal görünüşlü bir adam olan Merck, arkadaşlarına mükemmel biçimde sadık bir edebiyat düşkünüydü. 1771’in sonuna doğru Frankfurt’taki bir kitapçı, 1772’nin başlarında yayına başlayacak Frankfurter Gelehrten Anzeigen (Frankfurt dergisi veya Frankfurt âlimden bilgiler) isimli dergiyi Merck’in yayına hazırlamasını istedi. Merck teklifi kabul edip yazarlarla sözleşme yapmak için Frankfurt’a geldi. Goethe onunla bu ziyareti sırasında tanıştı. İkili hemen arkadaş oldular. Goethe de Gelehrten Anzeigen’ın kadrosuna katılıp iki sene boyunca çeşitli türden kitaplarla ilgili birçok eleştiri kaleme aldı. Bu eleştiri yazılarından Goethe’nin fikirlerinde, yargılarında ve onları ortaya koyuş biçimindeki bağımsızlık, canlılık, tazelik, keskinlik ve renklilik açıkça anlaşılıyordu. Güvenle söylenebilir ki tüm büyük şairler aynı zamanda büyük eleştirmendir de. Goethe de bu ilk eleştiri uğraşlarında, kabiliyetlerinin olgunlaştığı dönemde bu kurala istisna olmayacağının izlerini yeterince açık bir biçimde vermişti.

Goethe, Merck’i Darmstadt’ta birçok kez ziyaret etti. Orada Herder’in nişanlısıyla da yakın arkadaş oldular. Kadın, Bückeburg’daki nişanlısına sık sık Goethe’yi anlatan mektuplar yazdı. Bir seferinde Goethe, Frankfurt’tan Darmstadt’a yürürken şiddetli bir rüzgâra yakalanıp bir kulübeye sığınmak zorunda kaldı. Burada ağzından Wanderers Sturmlied’e (Gezginin fırtına şarkısı) ait olan dizeler döküldü. Bu mısralar, Jupiter Pluvius’un gücünü kutlamasıyla başlıyor, şairin kendi ruhunu zaman ve mekânda vuku bulan olumsuz durumlardan bağımsız kılmasına olanak veren dehayı öne çıkardığı çılgın ve düzensiz bir dizi mısrayla da devam ediyordu. Ayrıca bir şairin, sıradan genç bir anneyle (hiç kuşkusuz Niederbronn’daki deneyimlerini akla getiren) antik tapınak kalıntılarından alınan taşlardan yapılmış bir kulübede sohbet ettiği Wanderer (Gezgin) ismindeki hoş şiiri de bu döneme aittir.

Babasının ve kendi akranı olan birçok genç avukatın geleneksel olarak yaptığı gibi Goethe’nin de Wetzlar’da bulunan imparatorluk mahkemesindeki işlerle ilgilenip deneyim kazanarak bu alandaki yeteneklerini kusursuz hale getirmesi bekleniyordu. Bu nedenle Goethe, Mayıs 1772’de Wetzlar’da bir daire kiraladı. İmparatorluk mahkemesindeki her avukat kendi uğraşını kendi seçiyordu ve Goethe de basit bir uğraş seçmekle yetindi. Wetzlar, Lahn nehrinin sol kıyısındaki büyüleyici kırsal alanda bulunan küçük bir şehirdi. Aydınlık yaz günlerinde, Goethe eski hukuk kitaplarına gömülmektense kimsenin olmadığı sakin vadilerde gezintiye çıkıp eskiz defterini manzara resimleriyle dolduruyordu. Ayrıca Yunan şairlerini okumaya da oldukça fazla bir zaman ayırıyor, özellikle de Pindaros’u okumaktan büyük haz alıyordu.

Ancak doğadan ve hatta Pindaros’tan aldığı haz bile çok geçmeden daha büyük bir tutkunun etkisi altına girmesiyle ikinci plana atıldı. Frederika’yla ayrılığı ona hâlâ üzüntü veriyor olsa da yaşadığı ayrılığın şokunu yeni bir tutkunun etkisi altına girebilecek ölçüde atlatmıştı. Hatta bu durum çok geçmeden gerçeğe dönüştü. Bir akşam Wetzlar’daki akrabalarıyla birlikte komşu kasabada gerçekleşecek bir baloya katılmak için yola çıktılar. Akrabalarının bir arkadaşı da onlara eşlik edecekti ve onu almak için arabayı durdurdular. Bu kişi, Wetzlar’daki bir devlet memurunun kızı olan Charlotte Buff’tu. On iki çocuklu bir ailenin en büyük ikinci çocuğu olduğundan dolayı annesinin yakın zamandaki vefatından sonra ev işlerini Charlotte devralmıştı. On dokuz yaşında, sarı saçlı ve mavi gözlü güzel bir kızdı, kıvrak zekâsını ortaya çıkaran bir beceriyle en zor işleri hallederken bile canlılığını ve neşesini korurdu. Ona ilk bakışta âşık olan Goethe’nin karakterine özgü taşkınlığı yüzünden bu durumu gizlemesi mümkün değildi. Her gün öğleden sonra onu ziyaret ediyor, çocuklar onların etrafında oynarken çimlerde bu genç kadının ayaklarının dibinde yatmaktan büyük bir zevk alıyordu. Hatta karşı koyamadığı bir güçle oraya çekildiğinden dolayı akşam vakitlerini de sık sık onların evinde geçiriyordu. Charlotte de (ya da herkesin ona hitap ettiği gibi Lotte) tanıştığı tüm erkeklerden çok farklı olan bu genç adama ilgi duyuyordu. Ancak onu arkadaştan öte görmüyordu, gösterdiği yakınlığı ve sevgisi de bir arkadaşa gösterdiğinden fazla değildi. Ne Lotte ona beklediği sevgiyi verdi ne de Goethe ondan bunu bekledi, çünkü genç kadın zaten bir başkasıyla nişanlıydı. Sevgilisi Kestner, Brunswick Elçiliği’nde kâtiplik yapıyordu. Goethe’den aşağı yukarı sekiz yaş büyük olan Kestner; katı disiplinli, hünerli, sözünden dönmeyen ve görevine sadık bir adamdı. Bunun yanında edebiyat konusunda da epey bilgiliydi. Goethe, Lotte’yle tanışmadan önce Kestner’i az çok tanıyordu. Çok geçmeden de Kestner’le ciddi bir yakınlık kuran Goethe, ondaki yiğitlik ve cömertliğe hayran kaldı. Kestner hiç kuşku yok ki Goethe’nin kalbinde kopan fırtınanın farkındaydı, ancak ne sözleri ne de bakışlarıyla ufacık dahi olsa bir kıskançlık gösterip de Lotte’nin özgürlüğünü kısıtlamak istemiyordu.

Bu ilişki Goethe için çok zorluydu, onu huzursuz ve mutsuz ediyordu. Nihayet dayanılmaz bir hal alan bu durumdan kaçarak kurtulmaya karar verdi. 10 Eylül’de Kestner’le bir parkta akşam yemeği yedikten sonra geceyi çiftle birlikte Lotte’nin evinde geçirdi. Konuşma hiç olmadığı biçimde karamsar bir hal almaya başlayınca Lotte görünmez bir dünyaya gönderme yaparak sohbetin yönünü ciddiyetle çevirdi. Odasına döndüğünde her ikisine de veda mektubu yazdı. Sabah kalktığında yalnızca Lotte’nin mektubuna ayrı bir satır daha ekledi: “Her daim neşeli kal, sevgili Lotte, hep mutlu ol ve bunu hiç kaybetme! Ve ben, sevgili Lotte, senin gözlerinde değişmeyeceğime yönelik inancı gördüğüme öyle mutluyum ki… Elveda, binlerce kez elveda!”

Goethe, Lotte’yi her ne kadar aklından çıkaramasa da kendi mezarından hatta eli kulağında bir tehlikeden kaçtığı hissiyle aynı günün sabahı Wetzlar’ı terk etti. Henüz yayımlanan Die Geschichte des Fraulein von Sternheim


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 1260 форматов)