– Ana… Nine… Ne oldu, hasta mıyım, dedi ve yaşaran gözleriyle annelerine doğru kaykıldı. Uljan:
– Evet, ateşin var. Ağrıyan yerin var mı, diye sordu. Kaykılarak annelerine doğru yakınlaşırken iki şakağı çok sancılanmış, sıkışıp ağrır gibi olmuştu. Bunu söyledi.
Uljan az önce Abay uyurken annesine bir şeyler söylemişti.
İkisi de:
– Çok korkmuş ya! Midesi ondan bulanmış, diye değerlendirmede bulundular. Zere, Jiyrenşe’ye de büyüklere de çok kızdı, yere tükürür gibi yaptı…
Abay gündüz vakti olan olayları annelerinin öğrendiğini anladı:
– Babam… Babam, dedi ve babasını hatırlayarak iç çekti. Annelerine gizli bir sırrı açar gibi göğsüne vurarak “ne kadar acımasız, ne kadar katı idi” dedi. Babası hakkında içinde yaşayan müphem, karmakarışık, ağır duyguları bugüne kadar dışa vurmamıştı. Duygularını bir insan evladına ilk söyleyişiydi bu. Ninesi yarım işitti. Uljan bir şey demedi, Abay’a da cevap vermedi. Fakat Zere gözlerini ona dikip dizinden dürterek “ne dediğini söyle” der gibi işaret edince dudaklarını onun kulağına yaklaştırarak:
– Babasını söylüyor. Gaddarmış, “niye acımadı” diyor, dedi.
Ninesi anladı, göğüs geçirdikten sonra Abay’ın yüzüne doğru döndü, uzanarak uzun uzun alnından kokladı:
– Kurban olduğum, göz bebeğim, gösterişsiz kuzum! Acımaz, acımaz o, diyerek gözlerini kıstı, başını yukarı kaldırdı. “Ey Allah’ım! Şu vakitsiz duam muhtaçlık dileğim olsun. Bu göz bebeğime, babasının it mizacını verme!.. Acımasızlığını verme!.. Ey Yaradan” diye dua etti, gökyüzüne doğru kaldırdığı buz gibi mecalsiz elleriyle kırışmış nurlu yüzünü sıvazladı. Uljan da sessizce “âmin” dedi, duasına katıldı.
İki ana arasında canı acıyan bir evlat… Üçünün vakitsizce dile getirdiği gizli dileği, büyük içtenlikle üzerine titreyerek dua ettiği dileği, bu idi.
Abay da bu dileğe bütün içtenliğiyle katıldı, “âmin” dedi, yattığı yerden göğe doğru açtığı elleriyle yüzünü sıvazladı…
Hayatını ve çocukluğunu yeniden bulmuşa benziyordu. İçine büyük bir nur ve iyi duygular girmiş gibiydi. Fakat içi böyle olsa da, bedeni hastaydı. Gönlü canlanmak istiyordu, ama vücudundaki ateş ve başındaki sancı yeniden artmıştı. Artık üçü de sessiz, çıt çıkarmadan duruyordu. Dışarıdaki koyun kuzunun gürültüsü de uzaklaştıkça sönmeye başlamıştı. Evin içi gibi dışarısı da bugün alışılagelmişin dışında çok sessizdi.
O anda Abay ve annesinin kulağına farklı, yabancı, soğuk bir ses geldi. Dışarıdaki birisi:
– Oy vay, kardeşim! Vay vay buğram, diye figan ederek geliyordu. Bu halk içindeki erkeklerin yakınlarından bir kişi ölünce uzaktan adını haykırarak at koşturmak şeklinde bir âdetleri vardı. O zaman bu biçimde “vay vay kardeşim” diyerek at kamçılarlardı. Yaşlı nine bu sesi işitmemişti. Sesi duyan evdeki iki kişinin yüreklerine korku düştü.
Uljan’ın gönlüne düşen korku ile aklına gelen ilk düşünce; “bu obadan biri mi öldü, yoksa Kunanbay mı öldü?” şeklinde oldu. Korkuyla kulağını dışarıya doğru çevirdi.
Ürkmüş olduğundan anlayamıyordu. Burnundan solutularak koşturulan at sesi de yoktu. Bu, yakın yerdeki bir yayanın sesi idi. Abay annesinden önce anladı. Sesini özellikle kalınlaştırıp büyükleştirerek bağırmakla birlikte bu bir çocuk sesiydi. Hatta tam da haşarı Ospan’ın sesiydi.
O, kırdaki oyundan dönerken “kötü âdettir”, “şudur”, “budur” diyenlere aldırış etmemiş, kaygısız ve tasasızca yalandan ağıt yakmayı sürdürerek:
– Oy vay, kardeşim Kodar! Vay vay, Kodar, diye diye kendi butunu şaplaklayıp at gibi koşturarak gelmişti. Kodar’ın ölümünü bütün oba gibi o da işitmişti. Bugün akşama doğru bulak başındaki bir çoraklıkta toplanan arkadaşlarıyla birlikte böyle ad haykırarak uzun süre oynamıştı: Çoraklığın ortasına çukur kazmışlar, kuru bir kemiği meyyit gibi taşıyarak getirip gömmüşler, üzerini mezar gibi kabartmışlar, her tarafını andız dallarıyla çevirmişler ve “ad haykırarak” uzun uzun bağrışmışlardı.
Uljan, Abay’ın hastalığına üzüldüğü yetmez gibi kendisini deminki haylazlığıyla çok kötü korkutan Ospan’ın bu yaptığına çok öfkelendi. Gün boyu batakta gezen, ayağı bacağı hem kirlenen hem de nasırlaşmış olan Ospan eve girince:
– Hey! Beri gelsene oğlum! Beri gelsene, diyerek hiç belli etmeden ve kızmadan yanına çağırdı. Kızıp azarlayarak söylese Ospan her zaman yaptığı gibi söve söve kaçacak ve kimseye yakalanmayacaktı. Ospan ayaklarını pat pat vurarak annesine doğru koştu, tam evin ortasında yanan ateşin yanından Abay’ın döşeğine değin sıçradı ve Uljan’ın dizine çarparak önünde durdu.
Annesi onu aniden sol kolundan yakaladı:
– Sen deminki ad koyduğun şeyi nereden çıkardın? Bunun kötü âdet olduğunu söylememiş miydim? Evde ağabeyin hasta yatarken, ha! İt peşinde gezen deli! Bu yaptığın ne, derken hırpalayarak yüzükoyun yatırdığı Ospan’ın kaba etini şaplakladı ha şaplakladı.
Ospan, babası vurunca ağlamasa da annesi vurunca hepten sulu göz oluyordu. Babası ağlamasına aldırmıyordu. Ama bu kendini koruma ağlayışı annesine karşı bazen etkili oluyordu. Şimdi de bağırmaya başlamıştı. Bütün gücüyle çığırıyor, gürültü çıkarıyordu.
Annesinin elinden kurtulunca zıplayarak sol taraftaki yüksek tahta karyolanın üstüne atladı ve yüzüstü yatarak ağladı. Fakat bu defa ne kadar ağlasa da annesinin onu avutacak hâli yoktu. Bunu biliyordu. O yüzden, gözünde yaş olmasa da arada sırada yalancıktan bağırıp duruyordu. Kendisi de ağlamaktan usanmaya başlamıştı. Nihayet bir kez daha dalgacı ve haşarı mizacına bürünüp ağlarmış gibi yatarak seyrek de olsa kısaca:
– Oy vay, kardeşim, diyordu. Bir iki defa hafifçe dönerek gözünün ucuyla annesinin tarafına bakıyor, kimse hareket etmiyorsa bir defa daha bağırıyor, bağırışının ardından bir kez daha o belayı söylüyor ve deliliğini sürdürüyordu. Bir defasında “oy vay, kardeşim Abay” diyerek inledi. Abay, başı ağrısa da gayri ihtiyari gülüverdi.
Ospan annesinin büyük ve şişman vücudunun yerinden kımıldamaya başladığını fark etti. Ayağa kalmak üzereydi. Yine bir tehlike olacağını anladı ve annesi kalkıncaya kadar zıplayıp döşekten indi:
– Oy vay, kardeşim Abay! Abay! Abay, diye bağırarak kapıya doğru fırladı. Annesi kalkıp hamle yapmak istedi, kalkamadı:
– Hey, kim var orda? Yakalayın! Yakalayıp getirin şu deliyi, diye dışarıya doğru seslendi. Ospan kapı önünde kasılarak yürüdü, kenardaki evlere doğru hoplaya zıplaya sıvışıp gitti. Orada annesinin buyruğunu işiterek bunu yakalayıp getirmek için hemen harekete geçen büyük ağabeyi Takejan’ı gördü…
Abay bu şekilde bir hayli uzun süre hasta kalmıştı. İlk günlerde biri “uçuklamış”, biri “nöbet geçiriyor”, başka biri “karahummaya yakalanmış” diyerek çeşitli tahminlerde bulunsa da tam olarak açıklayabilen olmamış, özellikle tedavi için bir şey yapılmamıştı.
Sadece hastalandığı ilk günün ertesinde ninesi buyruk verince yaşlı bir kadın günbatımında Abay’ı dışarı çıkarmış, yeni kesilmiş koyun akciğeriyle çıplak vücuduna vurmuş, yüzüne su sıçratarak okuyup üflemiş, “git felaket, git! Göç oğlumdan, göç” demiş, batmakta olan kıpkızıl güneşe baktırarak bir türlü tedavi uygulamıştı. Ona göre de Abay korkup uçuklamıştı…
Abay, kendine geldiği bu akşamüstünde eklemleri çözüle çözüle ve başı dönerek zorla çıkmıştı evin önüne. Gözleri bulandığından mı, nedir? Şimdiki dünyanın kızılı, eskiden görmediği şekilde bir başka görünüyordu gözlerine. Hayal mi, düş mü? Her nasılsa, bir başka âlemin farklı bir sureti gibiydi çevre.
Oba, iki gün geçtikten sonra Kölkaynar’dan Şınğıs’a doğru göçtü…
Bir süreden beri boyların büyükleri ve sürü sahipleri “yaylanın besleyiciliği iyi mi ki? Otları yetişti mi ki” diyerek gelen geçenden soruşturuyordu. Bağrı ve bayırları yeşermekle birlikte Şınğıs’ın belleri çabuk ısınmaz ve erken yeşermezdi. Bütün Tobıktı’nın suyu bol, yaylası geniş, otlağı uzun, büyük mekânları Şınğıs’ın öte yakasındaydı. Oralara ulaşmak için geçilmesi gereken beller ise üzerine çok kar yağan yüksek rakımlardaydı.
Kunanbay obası göçmeye başlayınca çevredeki başka pek çok oba da hemen peşinden göçmeye başladı. Aşağılardaki Jidebay, Musakul, Şüyginsu gibi bol gür otlu kışlık yerleşkelerde oturanlar da akarcasına göçüyordu. Her halk kendi yakınındaki Akbaytal, Köldenen, Jigitek, Şatkalan, Bökenşi gibi geçitlere yöneldi. Şınğıs dağının kimi geçitlerinin adı o çevreyi sahiplenen boy adıyla anılırdı. “Jigitek”, “Bökenşi” denenler, böyle geçitlerdi.
Bökenşi geçidine Kodar kışlağı ile Jeksen kışlağı arasındaki geniş alanlardan çıkılarak varılırdı…
Abay sağlıklı olsa göç sürecini sevinçle geçirir, gülüp oynardı. İlkbaharda Şınğıs’ı aşıp yaylaya göçmek büyüklere ve özellikle sürü sahipleri ile fakir fukaraya ne kadar ağır ve uzun süren bir meşakkat gibi görünse de çocuklar için güzel havada gezinti yapmak gibiydi.
Abay da, önceki yıllarda bu Kölkaynar’dan o kadar uzak yamaçta akan Baykoşkar nehrine ulaşıncaya kadar yapılan ona yakın seferi, insan ve mal kaynarcasına kalabalık bir pazarın ilgi çekiciliği bitmeden göçmesi gibi görürdü.
Bu yıl da göç öyleydi. Yol üzerindeki bilinen konaklama yerleri Taldıbulak, Barlıbay ve Kızılkaynar idi. Kimi konaklama yerlerine sabah erkenden gelip konuyorlar, akşamüstü yeniden yollara düşüyorlardı. Bunu apar topar göç olarak adlandırıyorlardı. Kimi konaklama yerlerinde ise ya bir ya iki gün konaklar konaklamaz gidiyorlardı. Bu durumda büyük evler kurulmuyor, “urankay23 (çadır)”, “abılayşa24 (tahta direkli)”, “jappa25 (çardak)”, “iytarka26 (çatma)” denilen nice türlü küçük, dar ve alçak çadırlar dikiliyordu. Herkes kendisinin sevdiği türden evciğini kuruyordu. Uçsuz bucaksız bölgedeki bütün obalar bu yaylaya göç seferinde çocuklarla birlikte “oba oba”, “kulübe kulübe” oyununu oynar gibi oluyordu.
Kışın, ilkbaharda ve güzün birbirinden uzakta yaşayan obalar bu seferler boyunca yerleşme durumlarıyla nispeten birbirine kavuşuyor, karman çorman karışarak yerleşiyordu. İnsanları, malları, çadırları da buluşuyor, bir obadan diğerini ayırmak zorlaşıyordu.
Bu şekildeki göçüş başkaları için kolay olsa da koyuncu, kuzucu, yılkıcılar için çok büyük bir huzursuzluk kaynağı ve asalaklık günleri olurdu. Birisinin yılkısına yabani atlar, başıboş avareler karışır. Birisinin koyununu başka bir obanın kuzusu emer, koyunlar koyunlara karışır, birbirine musallat olur giderdi. Böylesi telaşlı anlarda “ayakbastı”, “göz kıstı” diye, nice uysal kişinin toklusu ve devesi ele avuca sığmaz obaların yemi olurdu.
Kendisininkini yemekten imtina eden, gece boyunca başkasından gelen “karışma” ve “girmelerin” altını üstüne getiren, evirip çevirerek çiğli pişmişli yuvarlayıp yutan mal düşkünü kötü niyetli kodamanlar ve nice belanın başını çeken yöneticiler de olurdu.
Bu seferler sırasında pek çok halkın ivedi göçüyle birlikte deminki gibi yığılarak yerleşmesine sebep olan başka bir şey daha vardı: İlk günlerde dışarıda kurt çok olurdu. Issız olduğu için bu bölgelerdeki dağ bellerinde yavrulayan kurtlar halk gelinceye kadar sıçan ve dağ sıçanı avlayarak yaşar, her yer mal ile kaplandıktan sonra ise huzur vermeden kasırga gibi vururlardı. Pek çok oba gece boyunca hayvan barınaklarını at üstünde gözetir, obaların kenarına fasılasız alevlenen ateşler yakar, bağırış çığırış ile sabahı sabaha eklerlerdi. Bütün bunlar yaylaya göç seferini, her şey yerli yerindeykenki ve başka dönemlerdeki diğer yaşayış tarzlarının hepsinden farklı kılardı. Gündüzleri bütün halk at üstünde olurdu. Erkekler ise mızrağını, sopasını veya ay baltasını göç boyunca ellerinde taşırdı. Abay, kitle hâlinde seyahat edilen genel göç seferinin bu görüntüsünü yağmalama saldırısına benzetirdi…
Her yıl olduğu gibi bu baharda da tekrarlanan göçler Abay’a ilk defa alabildiğine huzur bozucu bir meşakkat olmuştu. Onu sarıp sarmalayarak mağlup etmiş olan bir hastalığı yoktu. Fakat sağlıklı da değildi. Yürümek isteyince gözü kararıyor, başı dönüyor, olduğu yere düşüyordu. Ancak, onun hastalığına bakıp ta göçmemek uygun olmazdı.
Uljan’ın evine üç dört günde bir uğrayan Kunanbay çoğunlukla Uljan’ın güzel kuması Ayğız’ın evinde kalırdı. Arada sırada da baybişesi Künke’nin yanında kalırdı. Onun obası ayrıydı. Kunanbay, bu defa Künke’nin göçüyle birlikte seyahat ediyordu.
Oğlunun hastalığını hastalandığı ilk gün bir defa sorup sual etmiş, sonra unutmuş gibiydi.
Abay at binemedi. Annesi “yük devrilir, deve yıkılırsa ölür” diyerek yük taşıyan deveye de bindirmedi. Yaşlı nine ile Uljan’ın elinde yalnızca bir araba vardı. Esasında her bir boyunun ve her bir obasının her mevsimdeki yerleşim yeri yıllarca değişmeyen bu halk, yazın yaylaya, kışın kışlağa göçmek dışında başka bir yere gidip gelme ihtiyacı duymadığından araba kullanmazdı. “Tobıktı soyu içine gelen ilk araba, Kunanbay’ın yaşlı annesi Zere’nin bu mavi arabasıydı” denilse de yanlış olmazdı. Kunanbay Ağa Sultan seçildiği seyahatinde Karkaralı’dan özel olarak almış:
– Göçerken buna bin, diyerek annesine vermişti.
Bu yaşında dağlık yerde at binmek Uljan için de zordu. Yaşı ilerlemiş, vücudu ağırlaşmıştı.
Uljan Abay’ın hâlini düşününce kendi rahatını bırakmış, arabaya, ninesinin yanına Abay’ı bindirmişti. Kendisi uysal bir doru kısrağa binerek devamlı bu arabanın yakınında gidiyordu…
Yaylada Kunanbay obasının çoğunlukla yerleştiği alanlardan biri Botakan ocağı idi. Kölkaynar’dan buraya gelip yetişinceye kadar yaklaşık yirmi gün geçmişti. Bu yirmi gün içinde yol boyunca eğreti hasta hâlinden kurtulamayan Abay, ancak yeni yeni düzelmeye başlamış gibiydi. Kendi kendine ayağa kalkıp yürümeye, çıkıp dolanmaya da uygun duruma gelmişti.
Artık gönlünün de kendine gelmesi, eski çocukluk neşesini ve oyun meşgalesini bulması gerekliydi. Fakat hayret! Bu yıl, özellikle son günler içinde Abay çocukluğun ilginç meşgalelerinden ve meraklarından uzaklaşmış, soğumuştu. Çocukluğundan bütünüyle uzaklaşmış gibiydi. Hastalıktan yeni yeni kurtulmasından mı, yoksa son dönemlerde gönlünü ezerek geçmiş olan ağır sezgilerden ve derin azaplardan dolayı mıydı? Yahut hepten çocukluğun bitmesinden, büyüklüğe doğru gitmesinden miydi? Açıklıkta yokuşa tırmanırcasına çaresiz bir durgunluğa düşmüş gibiydi…
Bu yıl Abay on üç yaşını tamamlamıştı. Vücudu da biraz gelişmiş, boyu büyümüş, kolu bacağı uzamıştı. Eskiden burnu kümük gibiydi, bu yıl o da biraz uzamıştı. Siması ve genel görünüşü çocuktan ziyade iriceydi, delikanlılık hâline meyletmişti. Fakat daha hâlâ bu görünüşte büyüklük görüntüsü yoktu. Bütünüyle ergen değildi. Zayıflayıp uzayarak kof bir biçimde gerilmiş gibiydi. Bu görünüşü ile güneş görmeden büyüyen, solgun ve upuzun bir bitkiyi andırıyordu.
Önceden esmerdi, yüzünde biraz da allık vardı. Şimdilerde şehirden dönmüşlükten mi, yoksa hastalanmışlıktan mı, bilinmez bir şekilde beyazımsılaşmıştı. Seyrek kahverengi saçlarının arasından yer yer kafa derisi de görünüyordu. Bu da hastalanmışlıkla gün yüzü görmemişliğin bir işaretiydi…
Abay’ın bu şekildeki mutat mizacı da kendine bir başka türlü, kendince yaraşmıştı.
O, at binip gidebilecek duruma geldiği hâlde evden pek çıkmıyordu. Başka çocuklardan farklı bir uğraş, ayrı bir dost bulmuştu. Bu dost öncelikle ninesiydi. Ondan vakit kalırsa annesiydi.
Abay bunu, ancak bu yıl farkına vararak değerlendirebilmişti. Onun ninesi, bir başka ustalıkta hatip idi. İlginç konuşuyordu. Sözlerinin her yerini hoş kılıyor, meraklandırarak anlatıyordu. Evvela hastalanmaya başladığındaki günlerden bir gün akşam uyuyamadan yatarken ninesinden bir şeyler anlatmasını istemişti. O zaman ninesi, biraz düşündükten sonra:
– E-e… Gün belli etmeden geçermiş. Eskiden kim geçmiş, demiş ve azıcık şiirleştirerek konuşmaya başlamıştı. Abay bunu öğrenmişti. Bir dahaki sefere sohbetini rica ettiğinde ninesinin dizini usulca ittirerek:
– E-e… Gün belli etmeden geçermiş. Eskiden kim geçmiş, demiş ve yine bir şeyler anlatmasını istediğini bildirir olmuştu…
Ninesi eski devirlerle ilgili “Edil ile Jayık (İdil ile Yayık)”, “Jupar Korığı (Leylak Ormanı)”, “Kula Mergen (Tek Keskin Nişancı)” gibi pek çok masal anlatmıştı. Abay, onun sohbetini, göç boyunca sabah akşam dinler olmuştu.
Geçenlerde daha iyi bir duruma gelince ninesinden başka sözler de öğrenmişti. Bu sözler Tobıktı halkı içinde Zere’nin gençliğinden beri gördüğü ve işittiği konular hakkındaki sözlerdi. Günlerce halkla halkın savaşı, boyla boyun mücadelesi hususundaki pek çok şeyi dinlemişti… Ninesi bundan yirmi otuz yıl önce Naymanların bu ülkeye ve bu soya saldırdığını, o zaman kendisinin büyüttüğü Bostanbek adındaki oğlunun öldüğünü, Nayman askerlerinden biri olan ve bu oba tarafından esir alınan şair Kojamberdi’nin durumunu anlatmıştı… O, Kojamberdi’nin pek çok şiirine hayrandı… Bundan başka “Karaşor Şapkan27” gibi çarpışmaları ve nice talanları da anlatmıştı.
Yine başka günlerde Mamır gibi, Enlik gibi kızların kederlerini de anlatıvermişti. Abay yorulmadan ve usanmadan daima arzuyla dinliyordu. Bazen ninesi yorulup anlatmayı bırakınca annesine yapışıyordu. Uljan da pek çok hikâye biliyordu. O, sık sık ve çoğunlukla şiirli hikâyeler anlatıyordu.
Okumamış olan annesinin ve ninesinin bugüne kadar öğrendiklerini unutmadan koruyan zihinlerine şaşıyordu. Eski zaman destanları, atışmaları, öğüt verici lâtifeler gibi daha neler neler anlatıyorlardı. İki anasını heveslendirip tekrar anlattırmak için kendisi de bazen şehirden getirdiği kitaplar içinden “Jüsip Zıliyka (Yusuf ile Züleyha)” benzeri kıssalar okuyordu. Nağmeleştirip şarkılaştırıyordu. Yol boyunca annelerinin anlamadığı Oğuz Türkçesindeki sözleri Kazak Türkçesine çeviriyordu. Bu şekilde onları yeniden heveslendiriyor, yine eski hikâyeler anlattırıyordu.
Ninesi Zere, savaşları anlatırken, o zamanları “halkın başına musallat olan ve uğunurcasına ağlattıran kötü günler” olarak anardı.
Küçüklüğünden beri masal dinlemeyi çok seven çocuk bu yaz hepsinden fazlasını duymuş, daha fazlasını öğrenmiş gibiydi…
Bütün ilgisini böylesi anne sohbetlerine vererek yaşadığı günlerin birinde onların evine iki yabancı konuk geldi. Biri yaşlı biri genç, iki kişi! Abay genç olanı tanıyordu. Gördüğü anda seviniverdi. O, bıldır yaylaya gelmiş, bu evde üç gün kadar kalmış, “Kozı Körpeş ve Bayan” destanını anlatmış olan Baykökşe adlı destancıydı. Abay onun yanındaki yaşlı kişiyi tanımıyordu ama annesi çok iyi biliyordu.
Uljan konuklarla selamlaşıp hâl hatır soruştuktan sonra Abay’a bakıp gülümseyerek:
– Ya oğlum! Ninenle beni bıktırıyordun! Sohbet ve destan dükkânı, işte şimdi geldi. Bu büyük kişi; şair Barlas, dedi.
Abay, sadece bir tutam beyazlaşmış sakalı olan, yakışıklı, gür sesli, ak sarı tenli Barlas’ı görür görmez beğenmişti. Bildiklerini içinde saklayan, ses çıkarmadan oturan diğer büyükler gibi değildi. Anında konuşan, neşeli, açık sözlü biriydi. Bu evde uzun zaman kalmış bir oba insanı gibiydi. Abay’a:
– E, yavrum! “Hatibin konuşması su gibi akar, dinleyicinin kalbi ona düşen kireç gibi yumuşar” derler ya! Konuşmayı da dinlemeyi de seven halk, bizim halkımızdır. Sen dinlemekten usanmazsan, Baykökşe de anlatmaktan yorulmaz, dedi ve genç yol arkadaşına bakarak gülümsedi…
Mamay boyundan olan Baykökşe’nin obası seyahat sırasında onların obasına katılmıştı. Her yıl, bu şekilde yan yana gelip birkaç ayı birlikte geçirirlerdi. Yaylaya gelip yerleştikleri günden beri yabancı konuklar da geliciydi. Bu konuklardan biri olan Barlas Sıban boyundandı. Yerleşimleri yaylaya yakınlaştığı için her yıl yaptığı âdeti üzere selamlaşmak için oba oba geziyordu.
Konukların gelişinden evdeki herkes bütünüyle memnun kalınca iki şair de kolay çözüldü. Barlas o akşam yemek pişinceye kadar “Kobılandı Batır” destanını söyledi. Abay’ın, hayatı boyunca Kazak ağzından işitip kitap sayfasından okuyarak öğrendiği en güzel, en tesirli, en güçlü destan buydu. Barlas destanı bitirdikten sonra elini yıkamaya hazırlanırken, Abay:
– Bunu söyleyen kim? Bu şiiri yazan kimmiş, diye sorarak, deminden beri kendisini mest eden şairin adını bilmek istedi.
– Bunun aslına “eskiden geliyor” derler, efendi oğlum. Fakat Janeken, “tam deminki gibi derleyerek söyleyen şair; Kişi Jüz28 soyundan Marabay’dır” derdi, dedi. “Janeken” dediği, ozan Janak idi.
Özellikle Kobılandı’nın vedalaşması, Tayburıl’ın çarpışması, Kazan ile Kobılandı’nın teke tek vuruşması Abay’ı mest eder gibiydi. Uyarılmış olan hisleri dolayısıyla yattığında uzun süre uyuyamadı.
Ertesi gün Uljan, Barlas ve Baykökşe’yi göndermedi:
– Gitmeyin. Acele etmeyin. Birkaç gün daha konuğumuz olun, dedi. Bu, Abay’ın isteğiydi. Abay eskiden “ibret numune kitapta, bilim ve edebiyat yalnızca okulda” diye düşünürdü. O, destan ustası olarak Nizamî, Nevaî ve Fuzulî’yi, kaside üstadı olarak Şeyh Sadi ve Hoca Hafız’ı, kahramanlık şairi olarak Firdevsî’yi bilirdi.
Kazaklarda “Bayan Sulu ve Kozı Körpeş” gibi neler neler, “Akbala ile Bozdak” gibi nice destanlar varmış da kendisi bilmiyormuş.
Barlas ile Baykökşe’nin sırayla anlattığı destanların dili anlaşılır, hayatları bildik olduğundan mıydı; bazen şarkılaştırarak anlatmalarından mıydı; yoksa bazen yavaşlatarak, bazen süratlendirip estirircesine çalarak heveslendiren nağmelerinden miydi? Veyahut uygun bir şekilde aheste aheste inleyen ufak dombıradan mıydı? … Nasıl olursa olsun! Abay, bugüne kadarki hayatında, tam da bu Barlas ile Baykökşe’nin sunduğu hikâye ve destanlar gibi hiçbir şey işitmemişe benziyordu.
Hem gündüz hem gece Barlasgilin yanından ayrılmıyordu. İki şair, Uljan’ın evini bütün bu obanın kaynayan pazarı gibi kalabalık bir toy evine dönüştürmüştü.
Kısrak bağladıktan sonra, öğleye doğru, oba halkı kımız içmek için toplanıyordu. Coşkuyla destan dinliyorlardı. Gündüzleri daima uzun destanlar söyleniyordu. Veya seyrek olarak dâhilerin, dilbazların söylediği şiirli tartışmalar, hükümler, davalar anlatılıyordu.
Barlas, halk işine gücüne dönüp yalnız kaldıklarında kendi yazdığı destanların peşinden Asankayğı, Bukar Jırau, Marabay, Janak, Şortanbay, Şöje, Sıbanbay, Balta, Alpıs gibi şairlerin şiirlerini de ekliyor, kendisine yaşıt başka şairlerin söylediği destanları da çalıp söyleyerek sunumunu renklendiriyordu.
Bunlar içinde dönemin kederlerine ve halkın elemlerine ilişkin sözleri ayırarak özellikle anlatıyordu. Barlas birini övüp yalakalık yapan, birisinden bir şey isteyip yalvaran bir ozan değildi.
Abay ile annelerinin akşam vakti dinlediği destanların çoğu Barlas’ın kendisinin sevdiği kulağı hoş tutan, gönlü okşayan, yüreği kanatan termeler29 idi. Böyle anlarda Barlas, gündüz ki Barlas’tan bütünüyle bambaşka görünüyordu. Yalnızca ilgi uyandıran, coşturan, sohbeti kızıştıran hikâye ve destanları söyleyen, güldürücü ve eğlendirici ozan olmaktan çıkıyordu. Akşam vakitlerinde o bazen büyük bir nasihatçiye, bazen de dertli bir ihtiyara dönüşüyordu.
Böyle anlarda kendi içini de dökerek:
“…Kulak ver destanıma,Düşünerek bak sırrıma,Mutlu, mesut değilim ha!Boş tay gibi oyalansam da,Türlü türlü ezgiler çalsam daBarlas’ı kaygısız sanma!…”Diyerek çalıp söyler, kendi hâlini dile getirirdi. Abay, bazen:
– Kaygısı ne, diye annesinden sorardı. O zaman Uljan:
– Büyük vasfını uygunsuzca kocaman gösterip övme âdeti yok. Kapı kapı gezen bir ozan değil ya! Bunun sözlerini iyi anla, derdi.
Abay, Barlas’ı dinlerken yine yeni sözler işitmişti. Bunlar, o dönemin büyükleri ile beylerini anlatan, eleştirip ayıplayan sözlerdi. Bir termenin içinde Barlas:
“…Ağa Sultan, yönetici var,Ele malûm, ettiği hatalar!“Öl” deyince ölmesen, sen,“Yaşa” deyince yaşamasan,Zincire vurur kapatırlar.Malı çok hilebazlar!…”Deyiverdi…
Abay babasının evde olmayışını hatırladı, “keşke gelmese”, “başka yerde gezse” diye düşündü. Gerçekten de Kunanbay, Barlasgil geldiğinden beri bu evine hiç uğramamıştı. O, bir grup büyüklerle beraber sefere çıkmış, ülkeyi dolaşıyordu. Uljan’ın Barlas’ı göndermeyişi de bundandı. Kunanbay’ın burada olmayışı olmasa, herhangi bir ozan ile şarkıcı onun obasına bu kadar yakınlaşamaz, ayak uzatıp yatamazdı.
Barlas “büyük”, “bey” derken kimi kastediyordu? Bunu açıkça söylemiyordu. Fakat Abay, onun bu şekildeki destanlarını daima kendince anlıyor, verdiği örneklerin çoğunu yakından takip ediyordu. Lâkin bu çocuk da sırlarını kimseyle paylaşmıyordu. Barlas:
“…Başçavuş denen yönetici var,Fayda görür ona yakın olanlar.Kalabalık halktır, onun tek yemi!Tipili günün azdırıp elleştiğiAç kurt gibi kovalar biçareleri.…”Deyince, “bu Başçavuş Maybasar olmalı” diye düşündü Abay.