Diyerek “dert yanar gibi” olunca, Abay, Barlas’ın kaygısını da anlar gibi oldu.
“Halkın iyilik dayanağı sarsıldı” derler ya, tam da o şekilde Barlas’ı sarsan, Abay’ın eskiden işitmediği bir derdi, bir kederi var gibiydi.
Yüzünden anlaşılmasa da her zaman iç çekerek ve derdini dökerek gezinen yaşlı ninesi gibi çok yaşamış ve çok keder görmüş olmaktan gelen büyük bir elemi vardı. “Bu kederlerin kaynağı kim” sorusunun cevabını tam olarak bilmiyordu Abay. Fakat bu şuurlu keder ninesi ile anasında da olsa bile kendi babası Ağa Sultan Kunanbay’da yoktu. Bunu anladı. Babası yalnızca kendi murat maksatları doğrultusunda konuşuyor, başkalarının derdini işitmiyor, işitmek için bir arzu da duymuyordu…
Bu defa Abay, ya kendi olgun tavrıyla ya annesi üzerinden ağırlık koyarak Barlas ve Baykökşe’yi tam bir ay göndermedi. Bu süre içinde genç delikanlı, Barlas ve Baykökşe ile tamamen dost oldu, yakınlaştı. Hatta son günlerin gecelerinde o, Barlas’ın koynunda uyumaya başladı. Gündüzleri elinden geldiğince hizmet ediyordu. Onun anlayışlı akıllılığından çok hoşlanan ve büyük memnuniyet duyan, içtenlikle hayran olan Barlas bir ara öylesine tıngırdatıp:
“…Gözümün nuru, yetişir er olursun,Er olsan, peki, ne eder, ne bulursun?Çalıp söylesen çok uzaklarda duyulursun,Kendini verip çalışırsan, zirveye kavuşursun.…”Dedi ve gelip dombırasını Abay’a sundu:
– İşte, oğlum! Benim duam bu olsun. Bütünüyle içtenlikli merhamet içinde söyler durursun, dedi. Abay huzursuzlanarak utandı, ses çıkarmadı. Bu söz, “Barlasgil yarın gidecek” denilen gecede, yemek öncesinde söylenmiş bir söz idi…
Ertesi gün ozanlar atlarını eyerleyip gitmeye hazırlanırken Abay annesini dışarıya çağırdı:
– Ana, ikisini de memnun edecek hediye vererek gönder lütfen, dedi. Uljan bir şey demedi.
Konuklar kımız içti, vedalaşmaya geldi. Uljan Barlas’a bakarak bir söz söyleyecekmiş gibi tavır gösterdi. Konuklar duraksadı:
– Bu oğlum eğitimden döndüğünden beri eğreti hastaydı, tam olarak iyileşemiyordu. Siz geldiğinizden beri söylediğiniz güzel sözlerinizle şifa getirmiş oldunuz. Gelişi kutlu konuklar oldunuz, dedi.
Hakikaten de Abay, tam da bu günlerde kendi kendisini bütün hastalıklardan kurtulup iyileşmiş gibi, tam bir güç kuvvet toplamış gibi hissediyordu. Annesi ses çıkarmasa da, açıkça söylemese de “bilgili, teşhisi belli, tecrübeli” gibi göründü. O, biraz duraksasa da henüz sözünü bitirmemişti:
– Yine bekleriz. Şuradaki yaşlı ninesini ve beni çok rahatlattınız. Yolunuz açık olsun! Gelişiniz dolayısıyla dışarıya küçük bir hediye bağlattım. Alıp gidin… Memnuniyetle, güle güle gidin, dedi.
Abay dışarıya çıkıp Barlasgili yolcu ederken gördü. Bu obanın iki yılkıcısı olan Berkimbay ile Jarkın, Barlas için azılı bir atı, Baykökşe için doru bir kunanı gemlemiş tutuyorlardı.
Ozanlar kendileri için hazırlanmış olan iki atı yedeklerine aldılar, bir kez daha “hoşça kalın” dedikten sonra atlarını ökçelediler.
Abay annesinden çok memnun kalmış olarak sevinçle geldi, eski küçüklük günlerindeki gibi şımarıklaşıp sırnaştı. Uljan’ın büyük gövdesine sarılıp kucakladı, sertçe sıktı ve yüzünden, burnundan, gözünden tekrar tekrar öptü…
KAT KAT OLDUĞUNDA
1Kunanbay’ın kendi obaları da yakın akrabalarının obaları da bu yılki kışlık ot biçimini Tobıktı soyunun diğer boylarından daha erken yapmıştı. Eskiden, büyük sürülerin ot ihtiyacını yerinde karşılamak için hiç olmazsa biraz kar serpiştirmeden güz yerleşiminden göçmek istemezlerdi. Şimdi ise Kasım’ın ortasına gelir gelmez kışlağa doğru göçe başlamışlardı.
Jigitek, Kötibak, Topay, Torğay gibi yakınındaki komşu yerleşimlerde bulunan akraba boylara göçme yerleşme hususundaki düşünce ve tavsiyelerini de söylememişti Ağa Sultan…
Süyindik bu duruma şaşırmış ve rengi atmış vaziyette Böjey’in evine gelmişti:
– Akrabanın bu hareketini anladın mı? Bu ne için yerinde duramayıp gitti, ha, diye sordu.
Tüsip de Böjey’in evindeydi. Koca burunlu, deste sakallı, gür sesli Tüsip, Jigiteklerin Böjey’den sonra gelen en önemli şahsiyetlerinden biriydi. O:
– Böyle yapmazdı. Bu ne yapıyor? Yoksa güzlüğünün otu mu bitti, dedi. Böjey buna meraklı gözlerle baktı ve “hah” diyerek dudağının ucuyla yalancı bir gülücük attı. Sabırsızlanan Süyindik:
– E, bak hele! Güzlüğün otu biter miydi? Her yer ot, dedikten sonra “Böjey’in bir bildiği var efendim” diye düşünerek ona döndü ve afallamışçasına bakarak “pekâlâ! Mal doyumu da bütünüyle fevkalâde. Gırtlağını erkenden kışlağa götürürse, kış günü ne yedirir sürüsüne? Bunun ot biçimini önceden yapışı da, bu göçme yerleşme işini erkenden yapma hesabındanmış desene! Yoksa sen biliyor muydun? Söylesene” dedi. Süyindik’in merakına ortak olan Tüsip:
– Söylemese de onun köze gömdüğü kömbeyi sen bulursun. Tamamen kuşkulandırma, söylesene, diye üsteledi. Bunun üzerine Böjey:
– Kunanbay baharda erken göçse, basar alır Uvak’ın arazisini de. Yaylaya erken gelse, göz diker Kerey’in yerleşimine. Ama kışa doğru, yoktur atının varamayacağı mesafe. Eğer Tiney’in sarı kuşu gibi kendi kendini öldürmezse, dedi ve bulmaca gibi konuşarak bir tehlikenin varlığına dikkat çekti. Süyindik Böjey’in anlattıklarından iğrendi. Fakat sözlerine bir anlam veremedi:
– Canım efendim! Yoğurt gibi yayıldı, ayran gibi kabardı ya! Juvantayak’ı kovdu. Anet’ten alacağını aldı. Kökşe’yi de sıyırıp attı. Artık arazisine göz dikeceği kim kaldı? Güzlükteki Takırtuma’dan, ta yayladaki Baykoşkar’a değin otuz göz yerde fasılasız onun baharlığı, güzlüğü, kışlağı, yaylası! Bir yerleşiminden ötekine göçerken devesinin sırtını terletecek ıraklık yok yahu, dedi.
Hakikaten de Irğızbaylarınkilerle karşılaştırılsa nüfusu çok daha kalabalık olan Jigiteklerin bile yerleşim yeri daha az, otlağı daha dar idi…
İnsanlar bir tepeden bahsettiğinde Tüsip için o, sadece bir tepeyi ifade ediyordu. Süyindik’in saydığı Kunanbay yerleşimlerini gözünün önüne getirdi:
– Kuzu göçürecek kadar hepten birbirine yakın yerleşimler yahu, dedi.
Jigiteklerle özellikle bu hususta dert ortağı olan Süyindik Tüsip’le karşılıklı konuşmaya daldı:
– Hem de ne biçim yerleşimler! Tertemiz billur kaynakları, ipek gibi gözeleri, düzgün akan nehirleri, mavi renkli derin gölleri…
– Hele yaylaya gidince… Bütün bir soyun tüm halkı tek bir bulak başına yığılırken, bunun her bir obası derin akan birçok nehirden pay alıyor değil mi?
– Bütün bunları birkaç yıl içinde sahiplendi. Peki, şimdi hangi hisseye niyetlendi!
– E-e-e! Hangi hisseye niyetlendi desene?!
Böjey bu ikisinin konuşmasını öylesine dinliyordu. Artık rahatsız olmuş gibi başını dikleştirdi:
– E-eh! Hisse paylaştırıcı siz olsanız, söyler misiniz, diyerek artık bıkmış gibi ellerini yakasından aşağıya doğru silkeledi. Bu tür konuşmaları dinlemek istemediği belliydi. Arkasından ekledi:
– Konuşursan, hayal çok lafta! Bu büyük hastalıktan ne kazandınız bugüne kadar ha, deyip biraz kaşlarını çattı. Damağı kurumuşçasına yutkunduktan sonra Tüsip’e “o illetlinin de hayali çok! Fakat hayalini bilmek azık olur mu bize? Çaresini, hilesini bulamayınca konuşsak ne, konuşmasak ne” dedi.
Tüsip şimdi algılamaya başlamıştı. “Hayal” dediği şey Böjey’in içini kemiriyordu… Şiy boyunda Tüsip ile Böjey’in meşhur atası Kengirbay’ın mezarı vardı. Onun yanındaki büyük otlaklar Jidebay ile Barak idi. Kunanbay “kışlak yapacağım” diyerek buraları da sahiplenmişti. O zaman Böjey’in gururu kırılmış, çok sinirlenmiş ve eline geçirse öldürecekmiş gibi olmuştu. Fakat Kunanbay Tüsip’i çağırmış ve çözümünü bulmuştu. Tüsip Böjey’e gelerek güvence vermiş, elini kolunu bağlamıştı. Böjey’in Kunanbay’a karşı açık açık yaptığı tek çıkışması da bu olmuştu. Son yıllarda içinde yaşattığı memnuniyetsizliğin en önemli sebebi buydu. O hesap da henüz kesilmemişti. Sonradan kızgınlığı artarak hakikati konuştuklarında, Tüsip’e, nice defalar:
– Kunanbay’la konuşacak söz bitti. İşten başka çare yok. Erkeksen işe dayan! Yoksa alışkanlıklarına göre yaşa, verdikçe ver, demişti.
Bunu Süyindik’e de hissettiriyordu. Onun gibi, Jigitek içindeki kollayıcısı Baydalı’ya da söylüyordu. Bir kenarda baş başa kaldığı her bir kişiye hissettiriyordu…
2Güzlükten bütünüyle göçüp Kızılşokı, Kıdırğa, Kölkaynar’a ulaşan Irğızbay boyu şimdi bu yerlerdeki kışlaklarına dağılacak idi… Fakat dün sabah Kunanbay buyruk vermişti:
– Haber almadan göçmesinler! Dağılmasınlar, demiş ve yanına Maybasar’ı alarak kendisi Şınğıs’a gitmişti. Yer uzak olsa da Kunanbay gün boyunca at sürmüş, ancak akşamüstü dönmüştü.
Dönüp indiği yer büyük baybişesi Künke’nin obası idi. Bugün, buraya hediye getiren pek çok hanım konuk vardı. Künke’nin kumasının annesi Tanşolpan da bunların arasında idi. Akberdi’nin annesi de buradaydı. Yaşlı yengesi Bopay’da gelmişti. Künke’ye biri gelin ise diğeri elti olan Irsay’ın annesi, Juma’nın annesi, Jortar’ın annesi gibi pek çok hanım da gelmişti…
Başka boylardan ayrılarak erkenden göçmüş olan bu bir grup oba, Irğızbay boyu obaları idi. Bunlar en fazla yirmiye yakın obadan oluşuyordu. Çoğunluğu Irğızbayların hanımları ile Öskenbay’ın hanımlarından töremiş olan akrabalardan meydana geliyordu.
Kunanbay’ın evlerine yılda iki defa hediye yiyecek hissesi getirmek; bu elti, yenge ve gelinlerin bir âdeti idi. Yakınına yerleşmişlerse en önce Zere’nin oturduğu büyük evden başlarlar, Kunanbay obalarını birer birer ziyaret ederler, Künke’nin evine de gelirlerdi. Hediye yiyecek hissesi olarak tuzlanıp kurutulan ve kışın tüketilmemiş olan etlerden getirirlerdi… Kış boyunca gelip gidememişlerse hediye yiyecek hissesinin biri havalar ısındığında, baharda verilirdi. Hediye hissenin ikincisini ise şimdiki gibi birbirlerinden ayrılıp kışlaklara dağılacakları zaman getirirlerdi…
Kunanbay gelip ininceye kadar hep beraber konuşan ve gülüşüp şakalaşarak oturan hanımlar Kunanbay ile Maybasar gelip kapıyı açtıklarında sepsessiz kaldı. Erkekler içeri girip başköşeye oturduktan sonra Tanşolpan:
– Bu annelerin ve yengelerin hediye yiyecek hissesi getirdi. Artık dağılacaklar, evladım. Yaşlı ninenin yeri bir başka! Onun hediyesi ayrı gidiyor, diyerek Zere’yi de hatırlattı. Büyük küçük herkes Zere’ye, hepimizin ninesi anlamında “yaşlı ninen” dediği için Tanşolpan da son yıllarda kendi yaşıtı olan Zere’yi böyle adlandırıyordu.
Kunanbay ses vermedi. Tanşolpan yürekli annelerden biriydi. Taze gelin olduğu dönemlerde düşman yılkıya(!) musallat olunca eyersiz ata binmiş, eline mızrak alarak çarpışmış olmaktaki yiğitliğini yurdun tamamı bilirdi. Kendisinin evli barklı dört oğlu vardı. Böyle çok oğullu kumaların kendi kendine yüreklenmesi de âdetten idi. Tanşolpan Kunanbay’ın sessiz oturuşunu beğenmeyerek şöyle bir kımıldandıktan sonra:
– Hediye yiyecek hissesini Künke’ye getirmiş değiliz. Oğlum da olsan, baş oldun, sana getirdim. Yarın kışlaklara gideceğiz de kış boyu ine girmiş gibi damlarımızda yatıp kalacağız. Kadının ömrü bu ya! Yıl geçinceye kadar esenlik diliyorum sana. Edeceğim dua bu evladıma. Elimizden ne gelir bundan başka, dedi.
Kunanbay ona baktı, ses çıkarmadan baş eğdi. Biraz durduktan sonra:
– Göçüp ayrılacağız mı diyorsun? Peki ya “yine bir kurutulmuş tuzlu et yemeli” desek de göçüp ayrılmasak ne yapacaksın, diyerek güldü.
Kunanbay gülünce evdeki konuk hanımların hepsi gülüştü. Uzun boylu, ince yüzlü, kara yağız Künke kocasının güler yüzlülüğünden faydalanarak:
– Bugün bohçaları ve yükleri çözdürtecektim, yarın da evleri kurdurtacaktım. Yine bir göçme yerleşme mi var? Bu halkı da bizi de belirsizlikte bıraktınız ya, deyip Maybasar’a baktı. Kaynı Maybasar da gülerek:
– İki hisse yersin ya! “Belirsizlik” dediğin bu mu acaba, dedi ve sorunun cevabını söylemedi. Kunanbay:
– Bohçayı yükü çözdürtme, evi kurdurtmak için de zahmet etme! Yarın yine göçeceksin, dedi. Şaşkınlaşan Tanşolpan gözünü Kunanbay’a dikerek:
– E, evladım! Bu ne göçü, diye sordu.
– Hepiniz birlikte göçeceksiniz. Yarın sabah Şınğıs’a göçeceğiz. Yerleşim yerlerine bakıp geldik. Gidip obalarınıza da söyleyin! Bohçaları bağlayıp düğümleyin, hazırlanın, dedi…
Kunanbay’ın dediği gibi oldu. Tünlüğünü sabah ilk önce Künke’nin evi topladı. Irğızbayların yirmi obası hep birlikte göçtü. Gittikleri yer Şınğıs’ın geniş odağı idi…
Göçenler kopuk kopuk ve aralı mesafeli değil, eğri büğrü topluca ve hınca hınç kalabalık bir şekilde harekete geçti. Esasında göç, kazlar ve turnalar gibi dizi dizi dizilerek yapılırdı. İlk anda bir araya toplanmış olan bu halk, şimdi, topluluğuna doğan çarpmış ördek sürüsü gibi karman çorman ve alt üst olmuştu. Çünkü tan atar atmaz Kunanbay acele buyruk vermişti:
– Çöreklenip kalmasınlar, tez göçsünler! Katar katar olmasınlar, hep birlikte harekete geçsinler! İvedi yönelsinler, şeklindeki kısa kısa emirlerini her obaya haberci göndererek söyletmişti. Alışılagelmişin dışındaki göçün alışılagelmişin dışındaki görüntüsü de bundandı.
Göç Kızılşokı’dan Şınğıs’a doğru giderken geçidin sol yakasında tek bir tepe vardı. Kunanbay yanına Maybasar ve Kamısbay’la birlikte Künke’den olan oğlu Kudayberdi’yi de aldı, bütün göçten ve bütün atlılardan önce geldi ve bu tepeye çıktı. Altında kuyruğu ayaklarına dolanan doru at vardı. Yağlanmaması için sadece sabahları bir kez beslenen ve adeta kapıdan evin başköşesine kadar uzun boylu görünen semiz doru at heybetli duruyordu. İki kulağını kamış gibi dikerek aşağıdaki hınca hınç kalabalığa “hadisenize” der gibi bakıyordu. Kunanbay da yola revan olan göçün önünü keserek onlara bir şeyler söylemek ister gibiydi.
Daha gün doğmamıştı, alacakaranlık idi. Yirmi oba yüklerini yüklerken ne kadar sessiz ve gürültüsüz hareket etmişlerse, şimdi tam tersine develerini kaldırıp yürümeye başladıklarında meleşen kuzular gibi nice türlü seslere bürünmüşlerdi. Bazen yükü ağır gelen ve sırtına batan bir deve bağırıyor, bazen annesini kaybeden bota bozluyordu. Her obanın hırslı itleri bir birine havlıyor, hırlaşıyordu. Heyheyleyerek koşuşturan atlıların ve yük taşıyıcı yiğitlerin bağrışları birbirine karışıyordu. Uykusunu alamayan çocuklar ağlaşıyor, anneler susturmak için onları azarlıyordu. Ara sıra nara atarak mal güden malcıların, gençlerin ve yaşlıların sesleri de bunlara ekleniyordu…
Göçler apar topar hareket ederken Kunanbay, Kamısbay ile Kudayberdi’ye:
– İkiniz çabuk gidin! Bütün göçenlerin belli başlı kişilerini, büyüklerini, toplayıp buraya getirin, dedi.
Kudayberdi ile Kamısbay bu buyruğu işitir işitmez atlarını topukladı. Uzun boylu, ince belli genç delikanlı Kudayberdi ile geniş omuzlu Kamısbay kalabalığa doğru at sürerken göçün önüne doğru boylu boyunca yarışır gibi gidiyorlardı. İkisi çabucak vardı, göçen göçün önünde giden erkekler topluluğunun yanında bir an duraksadı ve tekrar hızlanıverdi. Bunların önünde duraksadığı her gruptan bir iki kişi derhal sıyrılıp çıkıyor, tek tepeye doğru yele uçurtarak at koşturuyordu. Kunanbay’ın beklediğini görenler yaltaklanırcasına kamçı basıyor, aceleyle geliyordu.
Kudayberdi göçün öteki başına ulaştığında Kunanbay’ın yanına yirmi otuz atlı toplanmıştı bile…
Elverişli hava şartlarında geçen güz mevsiminin bugünkü günü rüzgârsız ve durgundu. Gökyüzü de açıktı. Sonuncu atlılar Kunanbay’ın yanına geldiğinde erimiş kızgın demir gibi uçkun saçarak parlayan büyük güneş uzaktaki Arkat dağının eğri büğrü yamacına tırmanmaya başlamıştı.
Göçün önünde, yan yatmış gibi kat kat heybetli etekleriyle Şınğıs görünüyordu. Gün ışığı uzaklara doğru sınırsızca uzanan büyük dağın yüksek yamaçlarını bir anda altına bulanmış gibi sarartıp renklendirdi. Dağlar gecenin loşluk veren örtüsünü üzerinden şimdi sıyırıyordu. Göçün önündeki yuvalarından kalkarak uçuşan ve gökyüzünü kaplayan sığırcıklar cikirdeşerek havalanıp semada süzülüyor, göç üstündeki havayı binlerce çeşit ötüşle keyiflendiriyordu.
Ötüşleri “hoşça kal, hoşça kal” der gibi yankılanan uçsuz bucaksız bir turna kafilesi de göz hizasındaki bir yükseklikten uçarak güneye gidiyordu.
Kudayberdi ve Kamısbay altlarındaki iki bozu nefes nefese bırakıp terleterek en sonuncu üç büyük kişiyi peşlerine takmış hâlde Kunanbay’ın yanına gelirken o tek tepede yaklaşık elli atlı vardı. Son gelen üçlünün ortasındaki kişi Kunanbay’ın yine bir kuma annesinden doğan Jakıp idi. Kunanbay bunun selamını alır almaz ökçeledi, “deh!” dedi.
Bütün topluluk bu tek tepeyi tars turs çiğneterek Şınğıs’a doğru ilerledi. Göç kafileleri çaprazlamasına yanlarından geçip gidiyordu. Fakat bu grup onlardan daha acele etmiyordu.
Yakın akrabalarını onar onar iki tarafına alan Kunanbay kalabalık atlıların merkezinde gidiyordu… Bu topluluk içinde Kunanbay’ın babasıyla akraba olan Ürker, Mırzatay, Jortar gibi amcazadeleri, kuma annelerinden doğan Jakıp, Maybasar gibi akran kardeşleri ile daha nice torundaş hısımları vardı…
Kunanbay kendisi, bir annenin tek çocuğuydu. Baybişenin bir tanesi, baba ocağının sahibiydi. Büyük zenginlik ve iktidar ile otorite sahibiydi. Yaşı bakımından da akrabalarının çoğundan büyüktü. O yüzden büyükbabaları Irğızbaylardan töreyen bu yirmi obayı oluşturan gruplar içindeki hiçbir kişi bugüne kadar Kunanbay’ın yoluna çıkmamıştı. Bütünüyle küskünlükleri ve kırgınlıkları olsa bile açık açık söyleyemezlerdi. Ama Kunanbay’ın ağzından konuşulması gerektiğinde yahut kol gücüne ve baskı ile hiddete ihtiyaç duyulan bir durum olduğunda bu topluluk içinde tereddüt eden kimse olmazdı. Bu, kor ateş gibi bir topluluk, sağlam bir gruptu. Bunlar yer almak, ülke basmak, kolay mal kazanmak gerektiğinde Kunanbay’ın kaşını çattırmadan gereğini yapardı. Nice baybişe ve kuma birbirine yakın obalarda kat kat yatmakla birlikte birbiriyle iyi geçinmek zorundaydı. Bunların arasında bir kırgınlık veya geçimsizlik olduğunda da Kunanbay çabucak ortadan kaldırırdı. Küskün kalanları nice defalar faydadan ve ganimetten mahrum bırakmış, cezalandırmış, kendi iradesine boyun eğdirmişti.
Kunanbay, bu topluluğa, kendi aralarındaki birliğin kazanç olduğunu iyice öğretmişti. Irğızbay boyu bunu anladıktan sonra zenginleşmişti…
Son dönemlerde içten içe tamamen çekişmeli olan biri diğerine ortak kadınlar da memnuniyetsizliklerini ifade edemez duruma gelmişlerdi. Bunların yaşlısının da gencinin de sesini, ya kaynı ya beyi ya da evladı evden dışarı çıkarmadan kesiyor, bastırıyordu. Daha da olmazsa bu kadınları ya beyine yahut haşarı bir kaynına dövdürüyor, böylece “ibret-i âlem olsun” dedirterek başkalarını daha da ileri gitmekten alıkoyuyordu.
Bütün ittifakı bu şekilde Kunanbay’a bağımlı kılan yirmi oba tam bir kurt sürüsü gibiydi. Kalabalık Tobıktı içindeki en kuvvetli ve en sağlam topluluk olmalarının sebebi de buydu. Küçücük muhitleri sımsıkı olunca onun etrafındaki akrabalardan Topay, Torğay, Kötibak boylarını da kendi ittifaklarına çekmiş, bastırarak yönetimleri altına almışlardı. Anet, Juvantayak, Sak Toğalak, Kökşe gibi nüfusu çok yiyecek hissesi yok boyları da beslenmeye alıştırarak kendi etraflarına paravan yapmışlar, bir dediklerini iki ettirmiyorlardı. Irğızbaylardan birileri böyleleriyle tek tük hısımlık ve uzaktan akrabalık bağları kuruyor, “uzun atkı, geniş bukağı” düğümlüyordu. Bazen özellikle kendileri dürtüyor, bir belaya bulaştırıyor, tekrar bundan kurtararak onları kendilerine gebe bırakıyorlardı.
Az obalı Irğızbay boyunun en azından yirmi boy içinde samimiyet, yakınlık, hısımlık, arkadaşlık şeklinde tuzaklarının örtüsü olacak bastırıcı ve kıyıcı ilişkileri vardı. Yapa yalnız Kunanbay’ı Kunanbay yapan şartlar böylesi çetrefilliğin içinde oluşmuştu.
İşte! Irğızbay boyunun bu topluluğu Kunanbay’ı çevreleyerek at sürerken: “Nereye göçüyoruz”, “niye göçtük” gibi bir soru dahi sormuş değildi. Alışkanlıklarına uygun olarak “bize kötülük yapacak, zarara sokacak değil ya! Önümüzdeki günlerde görürüz nasıl olsa” diye düşünüyorlardı.
Kendisi acele etmeden gitse de arkadan gelenleri kısa adımlarla koşmaya zorlayan uzun doru at, gayri ihtiyari, topluluğun tamamını tırıs yürütüyordu. O zaman dahi tam ortadaki doru atın başı ile boynu diğerlerinden öne çıkıyordu. Koşturarak giden topluluk telaşsız doru üstündeki iri vücutlu Kunanbay’ı namazdaki imam gibi öne çıkarıyordu. Tek tük gençlerin atlarının başı ansızın ileri geçse yanlarındaki büyükleri hiddetlenerek bağırıyor “dizginle, gerile” deyip geri çektiriyordu. Kunanbay tek gözü ile sağını solunu kolaçan ediyordu. Topluluk içinde Irğızbay olmayan kimse yoktu. Her birinin obasında “konu komşu”, “hizmetçi, uşak”, “ecnebi, devşirme, girme” denen yabancılar olsa bile onlar bu topluluğa giremezdi. Onlar sahibinin ağzıyla konuşurdu, ama asla sürüye girmiş değillerdi… Kunanbay çevik bir şekilde giderek topluluğu maiyetine almış, göçün önüne düşmüştü.
Giderken yirmi obanın önde gelen yirmi kişisine Şınğıs içindeki hangi bağa ve hangi kışlağa ulaşıp çatı çatacaklarını söyledi. Sözleri, müşavere değil, karar idi. Belirttiği; kesip, biçip verdiği; emir ile buyruk idi…
Irğızbay boyunun göçtüğü yoldan, altı gün sonra, daha başka bir sürü göç geldi. Bunlar Bökenşi ile Borsak boylarının göçleriydi. Bunlar da Kızılşokı’dan geçip Şınğıs’a girmek üzereydi. Sürülü göçler değildi. Ama göçen halkın nüfusu çok idi. Yığılıp toplanarak değil, dağınık bir hâlde ölçüsüzce yayılarak kendi başlarına geliyorlardı. Göç yanında at binen kişiler de azdı. Her göçte sadece tek tük erkekler ile göçün önünden giden yaşlı hanımlar at üstündeydi. Bunların dışındaki çoluk çocuk ile yaşlı ve genç hanımların çoğu yük taşıyan develere binmişti. Yılkı sürülerini otlağa ya da ortakçıya göndermiş, sadece kışa tahsis edilen biniti tasarrufuna almış halklara benziyorlardı.
Az da olsa taylaka30 veya öküze binmiş erkekler de vardı. Kalabalık halk içinde yalnızca iki üç obanın göçü diğerlerinden başkacaydı. Bunlar Bökenşi boyundan Süyindik ve Sügir’in göçleri ile Borsak boyundan Jeksen’in göçü idi.
Süyindik, Sügir ve Jeksen gibi yaşlı genç yaklaşık yirmi kişi biraz ileri çıkmış, bu göç kafilelerinin önünden geliyordu. Bu toplulukta nükte de, gülüşme de, sohbet de yoktu. Hepsi kürk ve kaftan giymiş olan huzursuz topluluğun görünüşü de şimdiki güzün huzursuz ve esef verici havası gibi yarı karanlık ve keyifsizceydi. Özellikle Süyindik, Sügir ve Jeksen küplere binmiş gibiydi. Halkın çoğu yalnız Süyindik’in ağzına bakmakla birlikte, o usulca:
– Gidelim bakalım! Yüz yüze görüşelim. Cevabını kendi ağzından işitelim, demişti.
– Ne olursa olsun, gidelim bakalım!
– Hangi hakikate, hangi geleneğe sığdırmış? Kendisinden işitelim, diyen Sügir ile Jeksen de onun bu fikrini desteklemişti. Bu topluluktaki çiftçi gençler de yaşlılar da boğazlarını düğümleyen bir öfke içindeydi…
Kunanbay güzlükten erken göçünce diğer halklar da alışılmışın dışında güzlükteki hasadı erkenden toplamış ve yollara düşmüştü… Kunanbay, yaz boyunca, Bökenşi ile Borsaklara güler yüz göstermemiş, kırgınlık ve küskünlük içinde karışık duygular sergilemişti.
Süyindik bundan kuşkulanarak, o gün, Böjey ile müşavere yapsa da aklındaki sorulara cevap bulamadan dönmüştü.
O yüzden yaylaya daha geç gelmiş olsa da erkenden ayrılan Irğızbay obalarının nerede gecelediğini ve nereye konmak için hareket ettiğini soruşturarak takip ediyordu.
Irğızbayların aynı atadan akrabaları olan Topay, Torğay, Kötibak boyları da Bökenşilerin arkasına eklenmiş olarak göçmekteydi.
Göçler Şınğıs dağının eteklerine girerken vadiden aşağı doğru iniyor, her biri kendilerinin her yıl kış aylarında kışladığı bölgelere yöneliyordu. Bökenşi ve Borsak boylarının Şınğıs içinde kışladığı alanlar o kadar da geniş değildi. Bu alanların ortası Jeksen kışlağı olan Karaşokı idi. Baharda Kodar’ı asarak öldürdükleri yer…
Kimigöçlerivadivadibölerekkendiyollarındangöndermiş olsalar da Süyindik ve Jeksen’in önderlik ettiği erkekler topluluğu birbirinden ayrılmamıştı. Pek çok kalabalık göçü arkalarına takmış vaziyette dosdoğru Karaşokı’nın ormanlı nehrine girmişler ve onu takip ederek aşağı doğru gidiyorlardı. Bir müddet sonra dağ eteğini aşıp Karaşokı bağrındaki yeşil düzlüğe çıktılar. Kodar’ın atıldığı büyük uçurum da görünmüştü… Onun eteğindeki geniş çayırlık bütünüyle oraklanmış, yığın yığın dürülüp toplanmıştı. Bir sürü sığır ve deve Jeksen avlusuna yayılmış, çok otağlı ak oba uçurumdan biraz yukarıya kurulmuştu. Evlerin tütünü yükseliyor, koyunu kuzusu meleşip kaynaşıyordu. Buralar artık Jeksen kışlağı değil gibiydi ve buraya kurulan bu obanın mekânı olmuşa benziyordu.