dedi ve beti benzi büsbütün atmış olarak duruverdi. Kendisini de, onu da söylemişti. İki arzu. İkisini de alevlerle yakıvermişti. Fakat kötü kaderleri çaresizlik gibiydi. Son dönemlerde sık sık gönlüne dolarak nefesini kesen derdi buydu sanki.
Fakat Mekiş bunu anlamamıştı. O, eskiden hiç duymadığı deminki gibi beklenmedik sözler içinden sadece “yâr” kelimesini anlamış, bunun üzerinde durmuştu. Abay’a sordu:
– Anlamadım. Buradaki “yâr” dediğin de kim ki?
Abay ablasına o kadar da açılacak değildi:
– “Yâr” dediğim, yüreğe keder salan bir insan işte! “Yâr” deneni bilmiyor muydun?
– Benim bildiğim, insan “yâr” diye evindeki yoldaşına der!
Abay irkilerek dönüp baktı:
– Dilda’yı mı kast ediyorsun?
– Evet! Dilda değil mi?
Söz buraya gelince delikanlı söylediklerine pişman olmuş gibi hızla geri döndü. Kederlenip sıkıntılanarak:
– Oy vay Allah’ım! Mekiş efendim Dilda’n kim? Sen ne diyorsun?
Mekiş, Abay’ı çok rahatsız eden sözünden mahcup oldu. Huzursuzlanarak güldü:
– Eyvah eyvah! Sözüm sana törpü gibi dokundu efendim! Biçare Dilda’nın ne günahı var ki?
– Doğru Dilda’nın günahı yok. Fakat benim de onu arzulatan hayal şarkısı söyleyecek takatim yok. Dört evlat doğuran Dilda’yı söyleyişin nedir?
– E-e! Suçu sana evlat doğurması mı?
– Suçu yok. Bilakis evlatları güzel! O çocuklarımın anası. Anamla babamın bulduğu yoldaşım. Hepsi bu kadar işte! Ama alevli yürek, ihtiraslı dostluk dersen, bunların tamamı sönmüş onun gövdesinde. Olduğu zamanlarda da o kadar parıldayan bir kandil yoktu ya, dedi. Bundan fazlasını konuşmak istemeyen Abay susuverdi.
Bu konuşmalardan sonra içinde bulundukları fayton şehirden ilk çıkışlarındaki kalıbına geri döndü, sohbetsiz olarak gitmeye devam etti…
Uzun salınımlı kalabalık bir göç gibi tozutarak art arda giden süvariler arabaların hemen peşinden geliyorlardı. Bunlar üçer dörder, beşer altışar kişilik gruplar hâlinde toplaşan kendi boyunun insanları ile şehir sakinleri idi.
Bu atlılar topluluğunun orta yerinde Takejan vardı. Onun yanındaki dört kişi molla Ğabithan, Cumağul ve Erbol ile hizmetçi yiğitlerden biri olan Doskan idi.
Takejan babasının durumu hususunda şehirde de yol boyunda da içten içe kaygılanarak yaşasa bile ümitvâr genç gönlü güvenilir desteğini bulmuş gibiydi. Hâlâ sağlıklı ve kuvvetli olan babası “sağ salim döner” şeklinde inancı vardı. Abay’ın söylediği yol zorluklarını o kadar derinlemesine düşünmüş değildi. Şehirden çıkınca biraz şüphelenerek molla Ğabithan’dan sorduğunda, hayatı boyunca alabildiğine güvenilirlikle baktığı iyi niyetli Ğabithan hiçbir kaygı hissettirmemişti ona.
Beri tarafı çöl olsa da Kazakların arasında seyahat edecekti, öte tarafı ise gerçek Müslüman olan din kardeşlerinin ülkeleriydi. Onlar, kendileri de hacılık seyahatine çok giderlerdi ve yardımlarını esirgemezlerdi… Bu mahiyetteki sözler Takejan’ı çok sevindirdi.
Bu sıralarda kilo alarak şişmanlamaya başlayan ve delikanlı ağabeyi çağına gelen Takejan şakacı ve güleç bir insandı. Özellikle yakınındaki bir kişiyi diline dolayıp sataşmadan, alaya alıp dalga geçmeden kursağına bir lokma yemek girmezdi. Karşılaşıp birlikte seyahat edecek olsalar daima dalga geçtiği kişi, özellikle yine bu molla Ğabithan olurdu…
Takejan, aksanı ilginç ve saflığı Nasreddin Hoca gibi olan Ğabithan hakkında nice alaycı mevzular yaymıştı halk arasında. Bu mevzular çoğunlukla Ğabithan’ın Kazak dilini kendi diliyle karıştırmasından kaynaklanan ve Kazak diline ters düşen, hoyrat anlamlara da çekilebilen abeslikleriyle ilgiliydi.
Son dönemde Takejan’ın Ğabithan hakkında diline doladığı en yeni mevzu şöyleydi: Takejan bu kış bir gün Ğabithan’ın evine gelmiş. O geldikten kısa bir süre sonra da Ğabithan’ın küçük kızı koşarak içeri girmiş. Kızın yüzü yıkanmamış, gömleği kirli, üstü başı pismiş. Onu görünce üzülen Ğabithan kızına bakarak: “Hey Allah’ım! Kızım Fatma, ne oldu sana? Aygır mı tepti yoksa” demiş diye konuşuluyordu.
Takejan’ın bu rivayeti, Kunanbay’ın peşine takılarak şehre gelen gençlerin ağzına uzun süre pelesenk olmuştu…
Takejan mollanın saflığını bazen kendisinin ufak tefek uygunsuz işlerinde de kullanıyordu. Bundan iki gün önce Tinibek’in konukevinde kalan kalabalık halk arasında Takejan’ın kamçısı kaybolmuştu. Darkan ile Cumağul’a evin sağını solunu arattıran ve bulunmayınca bütün konukların kamçılarını bir araya toplattıran Takejan, önünde yığılı kamçılara bakarken içlerinde olağanüstü güzel sarı ala bir kamçı görmüş. Sordurduğunda bunun Ğabithan’ın kamçısı olduğu ortaya çıkmış… Esasında Ğabithan kamçı, kemer, kın, bıçak gibi küçük eşyalara çok özenen ve herhangi bir yerde gördüğü görkemli ve güzel olanlarına sahip olmak isteyen biriydi. Nasıl ederse eder, beğendiği eşyaya benzer bir tanesine sahip olmadan rahat edemezdi.
Takejan önünde duran diğer kamçıları odasının eşiğine doğru atmış ve sarı ala kamçıyı eline alarak kıs kıs gülmüş:
– Bu benim kamçım olacak, demiş. Cumağul kuşku duyarak:
– Oy vay Takejan! Ğabithan vermez. Sevdiği eşyasına kızı gibi düşkündür bilirsin, nasıl versin, demiş. Takejan buna kulak asmamış.
– Sesini çıkarma, isteyip te alacağımı mı sanıyorsun? Çalacağım, deyince Cumağul da Darkan da karşı çıkamamış, kıs kıs gülüşmüşler.
Cumağul, o arada, Takejan’ın emri üzerine kamçının askı ipini değiştirmiş, parlak deriden yeni bir askı ipi takarak başka bir odaya götürüp saklamıştı.
Ğabithan bu arada geçen iki gün boyunca bütün konukların huzurunu kaçırmış, kamçısını aramış, iyice bitkin düşse de bir ipucu bulamamış ve dermanı tükenmişti. O huzursuz bir hâletiruhiye içinde kamçısını ararken ve dizini döverek kendi kendine üzülürken Takejan hiç oralı olmamış, ses çıkarmadan oturuvermişti…
İşte Takejan’ın o kamçıyı eline alarak dışarı çıktığı ilk gün, bugündü.
Takejan bugünkü yol boyunca uzun süredir Ğabithan’la birlikte at biniyor olsa da özellikle mollanın sağ tarafında bulunmaya dikkat ediyor ve kamçısını göstermiyordu. Ğabithan at binerken kamçı bulamamıştı. Kamçısız olarak Kunanbay’ın ardından at sürerlerken bir ara Takejan’ın elindeki kamçıya gözü takılan Ğabithan atının dizginlerini çekerek birdenbire durduruverdi:
– Oy Takejan! Minim kamşımnı sin aldın mı? Bu ne hıyanet, diyerek bir rezillik görmüş gibi baktı.
Takejan hiç utanıp sıkılmadı:
– Bırakınız molla! Kamçı benimki, dikkatli konuşunuz, dedi. Mollanın yüzüne şaşkın bir kişi gibi bakarken özellikle kibarca konuşmuştu. Şimdi kamçısını sergiye çıkarmış gibi boylu boyunca atının yelesinin üzerinde tutuyordu. Ğabithan ise iki kat afallamış olarak bir kamçıya bir Takejan’a bakıyordu. Örümü, sapı, sarı başı… Sapına işlenen bakır işlemeleri… Hepsi de kendi kamçısı ile tıpatıp aynıydı. Şüphe yoktu. Takejan’a kızarak fırçalayacak oldu. Çünkü onun yaşı daha büyüktü. Patavatsız Takejan’a bazen sert çıkışırdı:
– Üyy, ahmak! Bak hele minim kamşımnı çalmışsın, diyerek elini kamçıya uzattı. Takejan karşı koymadı. Bilakis kamçıyı kendisi uzattı mollaya:
– Molla, kızmadan önce iyi anlayınız. Kamçı benim, iyice bakınız. Bütün özellikleri sizin kamçınız gibiyse “gözüm gördü, imanım kâmil” deyip alınız. Ama sizinki ile aynı değilse şuradaki kalabalık önünde hainlikle suçlamayınız, dedi.
Ğabithan kamçıya yapıştı ve her yerini tekrar tekrar koklar gibi tutarak baktıktan sonra gözünü askı ipine dikti. Diker dikmez kaşlarını çattı. Bir eğilip yaklaşarak, bir uzaktan bakarak inceledi ve nihayetinde başını çalkaladı.
Bu arada Cumağul, Darkan ve Takejan gözlerini ayırmadan onun bütün hareketlerini takip ediyordu. Ğabithan kamçıdan ümidini kesmişti:
– Ay-Hay! Bolmas, bolmas… Hemmesi menin kamşım. Belki, şu, hayvan derisi miniki değil. Benzemesine benziyor, ama kamşı miniki değil. Takejan kuşura bakma, diyerek geri verdi.
Takejan başlangıçtaki oralı olmayan ağırbaşlı görüntüsüyle kamçıyı aldı:
– E-e moldeke, öyle olsun, dedi ve Cumağul’a bakarak sağ gözünü kırparken aynı taraftaki genzini de çekerek yanağını buruşturdu…
Takejan, Cumağul ve Darkan serbest olarak faytonların peşinden at koştururlarken bazen Ğabithan’ın gerisinde kalıyorlar ve göz göze gelerek sessizce gülüşüyorlardı. Bunlar bu şekilde eğlenerek giderken Kunanbay’la vedalaşacakları bir duraklık mesafeye nasıl geldiklerini de anlamadılar.
Öndeki faytonlar durmuştu. Sürücülerin de faytonlarla yolculuk eden büyüklerin de hepsi aşağı inmişti. Önden giden ve faytonlarından inen büyüklere yaklaşan süvariler de belirli bir mesafe kalınca atlarından iniyor, onlara doğru yürüyerek yaklaşıyordu.
Tinibek’in faytonunun arkasına bağlanmış olan büyük saba çözülmüş, Kunanbay’ı çevreleyenlere doğru götürülmüştü. Bütün uğurlayıcılar bir araya toplandıktan sonra o sabadaki kımız ikram edildi. Kunanbay ile Izğuttı’yı ortaya alacak şekilde etrafını sarmış olan akrabalar son defa birlikte dem tadıştı.
Kunanbay artık daha fazla duraksamadan gitmek için acele ediyordu. Izğuttı bunu uğurlayıcı kalabalığa hissettirdi ve kımızı çabuk çabuk içmeleri için acele ettirdi. Nihayet Kunanbay oturduğu yaygının üzerinde ayağa kalktı. O kalkınca herkes ayaklandı. Kunanbay burada kısa bir konuşma yaptı:
– Ey yarenler! Uğurlamak için buraya kadar gelişiniz de yeterli. Halkıma, hemşerilerime selam söyleyin. Hoşça kalın akrabalar! Rızkımız kalmışsa, yiyeceğimiz lokma varsa sağ salim, mutlulukla görüştürsün Allah, dedi.
Tinibek başta olmak üzere bütün büyükler:
– İnşallah inşallah, âmin âmin, dediler.
Kunanbay Uljan’dan başlayarak bütün uğurlayıcılar ile kucaklaşıp vedalaştı. Jakıp ve Maybasar gibi kardeşleri:
– Güle güle ağabeyim!
– Güle güle saygıdeğerim!
– Güle güle bereketim, gibi kısa ve samimi sözlerle uğurladı.
Abay ve Kunanbay bu son kucaklaşmayı sessizce gerçekleştirdi. Babası ona uzun süre sarıldı, hâlâ kuvvetli olan kollarıyla sımsıkı sarılırken oğlunun kokusunu iyice içine çekti, nefesini derin derin alır gibiydi…
Azıcık buharlanmaları da olmasa henüz terleri çıkmayan ve yulaf yedirilerek hazırlanmış olan al don atlar sesli zillerini şıngırdatarak çekip gitti. Şıngırdayan ziller hızlı giden faytonun peşinden burularak havalanan tozla uzun süre oynaya oynaya, konuşa konuşa gidiyordu. Fakat uzaklaştıkça sesi kısıldı. Zilin sesi, sessiz bir şekilde gözlerini dikerek ardından bakan kalabalığa son bir defa eskisi gibi çınladıktan sonra kesildi.
Fayton uzaklaştı, top top yeşermiş otlarla bezeli beli aştı. Bir anda uzun seyahat yolcularını uğurlayıcıların gözlerinden kayboldu.
Daha hâlâ sessizce bekleyen kalabalık ancak o zaman dönmeyi düşündü. Her gönülde kıyamayan bir düşünce ıstırabı vardı. Her biri kendi iç dünyasında kendisiyle baş başa kalmak ister gibiydi. Ses de söz de azdı.
Abay ve Mekiş Uljan’a destek olarak kendi faytonlarına bindirdi. O binince faytonda kalan yer daralmıştı. Abay arabaya binmedi, annesini iyice yerleştirdikten sonra at bindi. Yanına sadece Erbol’u alarak kalabalıktan sıyrıldı, acele etmeden, ağır yürüyüşle döndü.
Her nedense aklında daha önce olmayan uzun ve ağır bir yalnızlık duygusu vardı. Karşı koymadan, bir teselli aramadan, bu duyguya kapılmış olarak sessizce ve tek başınaymış gibi hiç konuşmadan döndü…
2Günler öncesinden Tinibek’in evini istila eden konukların büyük bir kalabalığı Kunanbay’ın yola çıktığı gün vedalaşarak ayrıldı. Fakat Uljan, kocasını uğurladıktan sonra uzun süre kendi evine dönmedi. Uzun zamandan beri şehre ilk gelişiydi. Aynı şekilde köyünü, obasını özleyerek yaşayan Mekiş de annesini hemen göndermek istemedi. Hısmı Tinibek de Mekiş’in gönlünün babasının gidişi yüzünden kederle dolduğunu görünce:
– Gitmeyiniz, acele etmeyiniz. Bu Mekiş kızımın vaziyeti onu zayıf düşürebilir. Kocası da ticaret kervanıyla uzun bir seyahate çıktı. Onun elemi geçtikten sonra dönersiniz, diyerek arzusunu bildirmişti…
Tinibek hanesinin şimdi büyük bir saygıyla ve usulünce ağırladığı az sayıdaki konukları Uljan, Abay ve Takejan ile onların maiyetinde kalan üç dört yiğit idi. Bu dönemde Tinibek’in altlı üstlü büyük ahşap evinin bütün odaları yeni döşenen pek çok eşyanın güzelliğiyle göz kamaştırır gibiydi. Halılar, alacalar, oyalı nakışlı keçeler ile karşılıklı olarak asılan duvar halıları bütünüyle yıkanıp temizlenmiş ve tekrar serilmişti.
Halk kısa bir süre sonra yaylaya çıkacaktı. Şehirden uzaklaşacaktı. Çoluğun çocuğun, gelinlerin kızların yazlık elbiseleri olsun, obaya, konu komşuya ve konuklara ikram edilecek olan çay, şeker gibi sarf malzemeleri olsun, satın alınacak mal çoktu. Çok evli pek çok obanın anasına dönüşen Uljan’dan hediye bekleyenler de az değildi. Uljan şehirde bulunduğu bu günler içinde aklına düşen şeyleri Abay ile Takejan’a, Ğabithan ile Erbol’a sipariş ediyor, her gün pazardan bir şeyler aldırıp getirtiyordu.
Abay annesinin dönüş vakti yaklaşırken her akşam başka malzemelerle birlikte cilt cilt kitaplar da getiriyordu eve. Bu kış Abay altı ay boyunca babasını yola çıkarmak meşgalesiyle şehirden ayrılmamış, Rusça öğrenmeye büyük ilgi göstermişti. Birkaç yıldan beri kendini tümüyle verip üzerinde uzun süre durmasa da bu dili iyice öğrenmek, bu dildeki sanat ve eğitim bulağından beslenmek için gösterdiği gayretine ve çabasına ara vermemişti. Fakat Abay, zaman geçtikçe Rusçanın teferruatı ile öğrenilmesi zor bir dil olduğunu fark ediyor ve daima bunu düşünüyordu. Defalarca “çocukluk çağımda elimden kaçırmışım. Keşke o zaman peşine düşseydim” demişti.
Şehirde geçirdiği bu son aylarda, özellikle kış aylarının uzun gecelerinde ücradaki göz gezdirmeleri sonucunda Abay Rusça yazılmış olan kolay anlaşılır kitaplarla hikâyelerin pek çok yerini sözlüğe bakmadan anlayabiliyordu.
Şimdi anlamakta zorlandıkları Rus şairlerdi.
Fakat nasıl olursa olsun Rus kitapları artık onun dostu olmuştu. Son günlerde annesiyle birlikte köyüne göndermek için toplayışı da bundandı. Artık köydeki boş vakitlerini kitaplara verecekti. Dört beş yıldan beri yaptığı gözlemler sonucunda şimdi fark ettiği eksikliği; bu okumaları şehre geldiğinde yapması, köye gittiğinde elini eteğini çekmesiydi. “Artık paslanmamak için hızını kesmemek lazım” diye bir karar vermişti…
Uljan acele etmese de nihayet köye dönüş vakti gelmişti. Takejan, Ğabithan, Darkan ve Cumağul onunla birlikte gidecekti. Uljan ve Kaliyka faytona binecekti. Fayton sürücüsü, asi tayların terbiyecisi genç delikanlı Masakbay idi.
Annesi Abay’a “birlikte dönelim” demişti. Fakat oğlunun henüz bitmeyen ve onu beklettiren işleri vardı. Kunanbay’ın söylediği alış veriş gibi işler. Abay ve Erbol, peşlerinden gelerek yaylaya çıkacakları dönemde onları yakalamak üzere geride kalacaktı…
Kitaplarını faytonun arkasındaki uzunca bir sandığa tıka basa dolduran Abay annesine destek olarak onu arabaya bindirecekken, Uljan oğlunun ellerini tutarak son bir nasihatte bulundu:
– Uzun sefere çıkmış yolcu gibi altı aylık kış boyunca köyü görmeden yaşadın. Evdeki yâr yoldaşın sararıp soluyor evladım. Bıldır küçücük civciv gibi mahrum bıraktığın gencecik evlatların “babam, babam gelecek” diye seni bekleyeli ne kadar zaman geçti. “İkiz kuzu gibi Abiş’imle Mağaş’ım nasıl” desene! Onları özleyerek düşündüğümde benim de uykularım kaçıyor. Sen nasıl tahammül edebiliyorsun onların hasretine?
– Onları ben de düşünüyorum… Ben de özlüyorum ya ana! Şimdi söylediğin iki torunun benim de çok sevdiğim evlatlarım. Bana babalığı benimseten de onlar ya! Fakat mânimi siz de görüyorsunuz…
– Ben bilmem. “Bahaneye bahane eklemeyi mi kabullendin, şu şehrin tozunu yutmayı alışkanlık hâline mi getirdin” diyorum. Abaycan! Böyle yaparsan “ev de sokak da aynı” olur, sürüsünden ayrılan genç kulun gibi olursun. Çabuk dön, evladım, dedi.
Son sözlerinde Abay’ın gönlündeki bir çatlağı sezmiş gibi şüphe ve karşı koyma da görüldü. Şehre geldiğinden beri fark ettirmeden oğlunu süzen annesinin bilgece hissiyatlı gönlü kış boyunca köyüne dönmeyen evladının hâletiruhiyesini anlamıştı. Evdekileri özleyerek sorup soruşturan açık seçik bir tavrını görememişti. Bundan birkaç yıl önceki Abay böyle değildi.
Yoksa Mekiş’le kıyıda köşede konuştukları bir vakitte bu evladının Dilda hakkındaki ümitsiz ve soğuk sözlerini mi işitmişti?
Uljan’ın sözleri, evladının yüzünden okunmuş gibi nazikçe ve hafifletilerek söylenmiş olsa da arkası sır dolu, ağırlığı olan sözlerdi. Fakat burası, bu defa bunların açıkça söyleşileceği uygun bir yer ve uygun bir zaman değildi. Annesinin aklında şüphe bırakacağını bilse de Abay ses çıkarmadı. Sadece:
– Allah’ın izniyle halk yaylaya göçerken, sizler Şınğıs’ı aşmak üzereyken biz de ardınızdan yetişiriz. Çoluk çocuğa selam söyleyiniz. Yolunuz açık olsun! Yorulup takatiniz kesilmeden, rahat gidip sağ salim güzelce ulaşınız, diyerek dua etti ve annesinin yola çıkması gerektiğini hissettirdi.
Bu arada Takejanlar da Mekiş’le ve Tinibeklerle vedalaşmış, at binmiş, açık durmakta olan geniş kapının önünde toplu olarak bekliyorlardı… Uljan faytona bindikten sonra Masakbay atları kırbaçladı. Üç kula atın koşulduğu geniş fayton gıcırdayarak, şıngırdayarak ağır ağır harekete geçti, gürültü çıkararak yola koyuldu…
Bundan on beş yirmi gün sonra Abay ile Erbol da yola koyuldu. Şehirden gün doğarken çıkan süvariler ilkbaharın uzun gününde yolu hallaç pamuğu gibi attı. Abay ile Erbol hızlı at sürmeye dayanıklı, sağlam kişilerdi. İster kış olsun, ister yaz olsun, ne kadar uzak ve zorlu bir yol olursa olsun, biri diğerine “yoruldum” yahut “usandım” demezdi. Bilakis, gidişi sert atlarla gün boyu nefes almadan aceleyle koşturarak gelip akşam konaklayacakları yere yettiklerinde de vücutlarındaki ağrıları, yolda yaşadıkları sıkıntıları konuşmamaya gayret ederlerdi. Sanki ikisinin arasında dayanıklılığa kararlılık yemini veya bir dayanıklılık rekabeti varmış gibiydi.
İşte bugünkü gidiş te böyle sözü edilecek türden fevkalade bir gidiş oldu. Sadece bunların değil, at üstünde ivedi gidişi ömür boyu meslek edindiği için tamamen pişerek buna alışmış olan Karabas ve Cumağul gibi ulaklar da, Eleusiz ve Besbay gibi Oljay soyunun talancı yağmacıları da nadiren böyle giderlerdi.
İki yiğit Semey’den çıktıkları günün alacakaranlığında gün batarken Orda dağının Şilikti6 tümseğine yetti. Halkın büyük kısmı yaylaya doğru yönelmiş, yolda kalan obalar seyrekleşmişti. Konaklayacak tek yer Orda dağının bu yakasında olmalıydı. Tam da Şilikti bölgesinde Orda dağını kışlak olarak kullanan Mamay boyunun Bayşora denen fakirce bir atası vardı. Bunlar yaylaya biraz gecikerek çıkardı. Biniciler “bu obalardan birine yetişiriz” diye atlarını zorluyordu. Abay’ın kendi kışlakları üzerinden gitmeyip Orda dağından geçmesinin sebebi, Uljan obasının bu yıl da Bökenşilerin yaylası olan Köldenen’den geçerek hayvan sürülerine Bakanas nehri yakasını yaylatmak istemelerindendi. Oraya doğru giden kestirme yol Orda dağının üstünden geçiyordu…
Şehirle Orda dağının bu yakasının arası yüz otuz kilometre kadardır. Abay’ın altındaki al don sakarlı at uzun seferler için çok güvenilir bir attı. Eskiden binen Izğuttı yürüyüşü sağlam olan bu atın devamlı koşma hususunda tulparla denk olduğunu belirtmişti. Erbol’un yedek atı vardı. Tok yapılı ve kıvamında olan kara benekli kendi atı al don sakarlının baskısına dayanamadı. İkindi vakti beli gevşediği için kamçılanmayı gerektirdi. O zaman Abay:
– Yedekteki beşli aygır demir kırı çilliye bin, dedi. Abay o atı hoş görünüşüne ve demir kırına ilgi duyarak “sürüye katarım” diye şu son birkaç gün içinde almıştı.
Erbol at değiştirerek gitse de al don sakarlının debisi daha baskındı. Güneş yatmaya başladığında Orda dağının ardından bulut çıktı. Yolcuların karşısından sert yel esiyor, gökyüzü gürlüyor, bir hayli yoğun yağmur geliyordu. Bunu anlayan Abay “göz gözü görmez olmadan meskûn mahalle yetişelim” diyerek gidişi daha da sertleştirdi. Al don sakarlının devamlı yelişi vardı. Döşünden vuran soğuk yel al donlunun belini yükseltiyor, coşkusunu arttırıyordu. “Yorulmaya başladı mı ki” diyeceği kuşkulu vakitte al don sakarlı sanki çekişmeye düşmüş gibi gayretlenmişti. Gemini çiğniyor, başını ileri geri sallıyor, sümkürür gibi burnundan nefes vererek araziyle didişiyordu. Abay dizginini tutarak frenlemese inatlaşarak var gücüyle koşacak, ateş gibi yanarak gidecekti.
Erbol uzun süredir al donlunun gidişine bakıyordu. Abay’ın dizgini biraz daha serbest bırakarak gidişini hızlandırması ile bir ara demir kırı ile arkada kaldı, daha sonra koşturarak peşinden gelip yetişti. Azıcık uyumlu hâle gelip al donluyu geçince göz ucuyla baktı:
– Tüh! Tüh maşallah! Şu serdengeçtiden şikâyet olmaz Abay! Sanki döşünün terini kurutuyor mübarek. Eyvah eyvah! Bu ne zamana kadar dayanacak, dedi. Abay da al donluyu çok güvenilir ve sağlam bir dost olarak görmeye başlamış, sevinerek gidiyordu:
– Hiç bilmiyorum Erbol. Hayran oldum. Belinin sağlamlığı, ta Tinibek’in kapısından çıktığımızdaki gibi. Esasında insan dayanabilse bu atın gideceği mesafenin sonu yok efendim, dedi.
Sert rüzgârın hızla getirdiği yağış, Abaylar Şilikti bölgesine yaklaşırken merhametli bir şekilde yavaş yavaş yağmaya başladı. Rüzgâr da kesilmişti. Orda dağının yakın yamaçları al kızıl selinler, pelinler ve tüllüşahlarla capcanlı olmuştu. Biniciler bitki örtüsü kurumuş olan patika yolu yararak giderken yağmurun etkisiyle daha da canlanan taze yeşilliklerle dolu vadideki selin ve pelin kokuları kesintisiz olarak dalga dalga geliyordu.
Fakat bir süre sonra bulutlar iyice koyulaştı, yağış arttı. Güneşin hangi menzile ulaştığını anlamak imkânsızlaştı. Batı yakası çepeçevre yağışla sarılmış, güneş bütünüyle kapanmıştı. Akşam karanlığı yaklaşmış gibiydi. Kandillerin yakılacağı vakit mi başlıyordu, yoksa yağmur bulutları yüzünden akşam güneşinin sezilmeyişi miydi? Her nasılsa, batı yakasındaki ufuk çizgisinde sarımsı puslu bir ışık vardı. Söner ümit, biter hayat gibi zayıflayan, giderek hâlsizleşen son ışık. Biraz sonra o da bir deri bir kemik kalmış iskelet gibi cılızlaştı, azaldıkça azaldı. Sarımsı ışık bozardı. Yine bir müddet sonra loşlaştı, karamsı koyu kahverengi pembe renge büründü. Giderek göğerdi. Gösterişsiz gökyüzünün elemli gece pusuna yol verdi.
Göz gözü görmüyordu. Abaylar ancak o zaman burnundan solutup hızla koşturarak küçük taşlık tepeye çıkıvermişti ki ön taraflarından ürüyen it sesi duyuldu. O yana doğru baktıklarında yağışlı geçen elverişsiz bir vakitte çakan ümit ışığı gibi pırıl pırıl yanan akşam ateşlerini gördüler. Yakın bir yerde, yolun sol yakasında, etrafı yeşillenmiş bulak başında yedi sekiz evli gösterişsiz bir oba vardı.
Yoksulca obanın azıcık koyunu bir çitin içinde toplaşmıştı. Az sayıdaki sığır ve deve yağmurdan koruna koruna nefesleniyordu. Keçiler ise her bir evin dibine yapışmış, arkalarını yağmura vermiş bir vaziyette donmuş gibi sessizce duruyorlardı. Oba dışında urganlarla bağlanmış olan bukağı ile yayılan beş altı at vardı. Abaylar oba çevresine yaklaşınca sert gidişi azaltmışlardı. Şimdi gidecekleri evi kestirmeye çalışıyorlardı.
Epey önce havlayarak önlerine çıkan pek çok it obanın huzurunu kaçırmış, havlayışları dağlardan yankılanacak kadar şiddetlenerek çoğalmıştı. Atlılar obaya yaklaştıkça itlerin sayıları çoğalıyor, inatlaşırcasına seslerini yükseltiyorlardı… Kışlık tüyleri dökülmemiş kıvrık kuyruklu kancıklar. Arkası büzük, kulağı sarkık, eğri bacaklı raşitik iri köpekler. Kötü sesli, huysuz, dostluksuz, doyumsuz, sevimsiz melez enikler.
Bütün güçleriyle havlayan kancıklarla korkakça uğuldayan mecalsiz iri köpekler ve onların enikleri… Hepsi de kadir bilmeyen yarım akıllılar. Bu yüzden Abay onların havlayışını içinden alaya aldı ve kendisiyle konuşuyorlarmış gibi diyaloga dönüştürdü. İtler onlara:
– Haydi, uzak dur! Kalamazsın! Ne yani, “gezgin abdalları doyuralım” mı dedik? Size verelim de biz ne yiyelim? Yağmur varsa ne edelim… Gidin! Gidin! Çekilin. Islanmak istemiyorsan atının kasığına tıkıl. Bana sorarsan, eyer takımını sırtına sarın! Git… Git… Gidin, diyerek kovuyorlarmış gibiydi…
Erbol girecekleri evi dış tasarımlarına göz atarak seçmeye çalışıyordu. Bu sekiz kiyiz ev içindeki en iyi ve büyük görüneni ortada duran beş kanatlı yayvanca ev idi. Abay’ın biraz önünden giderek o eve yöneldi.
Abay da onun arkasından giderek eve yaklaşırken ev sahibi dışarı çıktı. Kepenek giymiş sakallı biriydi. Bir ayağını aksak basıyor gibiydi. Erbol hemen kendilerini tanıtmış, “konuğunuz olmak istiyoruz” demişti. Ev sahibi: