– Ne duruyorsunuz yiğitler, inin haydi! Nasibiniz varmış! Soframız hazır! Haydi, dedi ve Abay’ın atını kiyiz evin kuşağına kendisi bağladı.
Erbol bu adamı tipinden tanımıştı. Eve girmeden önce aheste bir şekilde fısıldayarak Abay’a:
– Bu Orda dağında Bekey ve Şekey denen iki ağabeyli Bayşora vardı ya. Bu onların Bekey’i, dedi.
Yiğitler daha önce bu obada bulunmamıştı. Ev içindeki ateş parıldayarak yanıyordu… Konuklar içeri girdi, selamlaştı. Oturduktan sonra içten içe tahminlerde bulunuyorlardı. Ev ahalisi kalabalık değildi. Sağ taraflarında serilmiş olan yer döşeğinin üstünde dört beş yaşlarındaki torununu kucaklayan kumral tenli nine oturuyordu. Uzun boylu, sıska yüzlü, sarışın bir kadın vardı. Tahminen kırklı yaşlarına yeni gelen kara gözlü bir kadın. Zamanında kuğu gibi uzun boylu ve güzel olan birine benziyordu. Bekey’in dışında evde bulunan kişiler, şimdilik bunlardı.
Abay ev sahibini ancak şimdi açık seçik görebilmişti. Kıvırcıkça uzun sarı sakallı, pembe yüzlü, mavi gözlü, büyük burunlu, yakışıklı bir adamdı. O, yiğitlerin nereden gelip nereye gittiğini sordu. Sesi sert, nidası güçlü idi. Abaylar girdiğinden beri parıldayarak yanan kuru tezeğin ateşi daha hâlâ isteklice alevli ışık veriyor, onları yağmurdan koruyan bu evi şefkatli konukevi, elverişli yuva gibi kılıyordu. Ateşin üstündeki uzun bacaklı sacayağında büyük ve kara bir güğüm asılıydı…
Bekey annesinin bulunduğu tarafa oturmuştu. Abayların hâlini vaziyetini öğrendikten sonra annesine döndü, kendi aralarında aheste bir şekilde hırıl hırıl konuşmaya başladılar. Bunların kendi aralarındaki fikir alışverişi uzun sürmedi. Bekey ayağa kalktı, dışarıya çıkmak için hazırlanırken karısına:
– Tezeğini tutumlu yak. Kuru yakacağın yetmeyebilir. Kazanı doldurmaya yeterli mi suyun? Ben deminki çocuklardan birini alayım da hayvanları kapatıp geleyim. Kazan suyunu hazırlayıver, çabuk, diye buyurdu. Karısı ses çıkarmadı, bütün söylediklerini kabul etmiş, onaylamış gibiydi. Kısa bir süre sonra dışarıdaki Bekey’in sert ve kuvvetli nidası duyuldu:
– Naymantay! Hey, Naymantay! Haydi, gel hele balam, diyerek birisini çağırıyordu.
Çabucak kaynayan çay Abayların önüne konulurken kiyiz evin keçe kapı örtüsü tamamen açıldı. Kapıyı açan Bekey idi. İçeriye sokmak istediği de keseceği hayvan idi. Ev içindeki alevli ateşten ürkerek huzursuzca direnmeye çalışan kızıl yünlü kebeyi7 boylu boyunca iteleyen delikanlı Naymantay da onun ardından içeri girdi.
Kış daha yarılanmadan doğan kebe semiz görünüyordu.
Abaylar çay içiyordu. Kırmızı desenli basma elbisesinin eteğini uçkuruna kıstırarak düren kadın o sırada ateş üstüne ocak kurmuş, kazan asmış, pişirme suyunu doldurmuştu.
Bekey şimdi evin bu tarafına oturmuş, konuklarının çayını kendisi sunuyordu. Naymantay kebeyi çabucak kesip derisini yüzdü, kolunu bacağını, sırtını kaburgasını ayırdı ve başını ateş üstünde tutarak tütsülemeye başladı. Abaylar da çaya kanmıştı.
Kebe kesilip parçalarına ayrılırken Bekey bir iki defa karısına:
– Şükiman nerde ki? Gelip seninle konuşmadı mı, anlaşmadınız mı efendim, diye sormuştu. Karısı:
– Ne yapacaksın Şükiman’ı? Şuradaki evde, damatların yanında. Kendimiz de yaylarız yahu, o oynaya dursun, demiş ve adı geçen kişiyi çağırttırmamıştı.
Erbol Şükiman adını işittiğinden beri “bu bir kız adı efendim! Yoksa bu evin yetişkin kızı da mı var” diye düşünüyor, bununla ilgili açık seçik bir emare görmek için etrafa bakınıyordu. Kiyiz evin sol yakasında, Bekey’in ağaç karyolasının baş tarafında bir yer döşeği daha vardı. Yorganı yastığı kırmızılı yeşilli, yeni bir döşeğe benziyordu. Eğer bu evin yetişkin bir kızı varsa ve bu Şükiman ise, bu yatak onun yatağı olmalıydı. Ses çıkarmadan evin içine göz gezdiren Erbol bu kanaate vardı. Evin hanımı suyu kaynayan kazana et doldurmaya başladığında Bekey “koy, onu da koy” diyordu. “Yeter yahu, durdurmayacak mısın” der gibi yüzüne bakan karısına:
– Daha damatlar da dem tatmış değil yahu bu evden. Şükiman bunu söyleyerek kapris yapıp sızlanıyordu. Hem konuk az, hem de onların akranı yahu. Onlar da gelir, bugünkü yemeği burada yerler… Eltine de haber ver, dedi.
Sarışın kadın da Naymantay’a bakarak:
– Sen git de söyle! Şükiman yemek pişinceye kadar konuklarını buraya getirsin, dedi…
Kazan asıldıktan sonra ateşin üstüne bol bol tezek konmuş, kızışan ateş ev içini iyice ısıtmaya başlamıştı. Dışarıdaki yağmur durmuş, rüzgâr kesilmiş, ılık ilkbahar gecelerinden biri başlamıştı. Hayatı ağır, aheste, sıkıcı, karanlık gece…
Sessizce oturan Abay’ın başı dönüyor, sıcaktan bunalıyor, uykusu geliyordu. Nitekim yemek pişinceye kadar uyuklamak için oturduğu şiltenin üstünde yanlamasına düşüp kıvrılıverdi. Erbol da uyuyakalmıştı.
Abay ne kadar süreyle uyuduğunu bilmiyordu. Fakat aniden irkilerek uyanıp başını yastıktan yolarcasına kaldırdığında açık seçik farkına vardığı husus; konuşarak, sayıklayarak uyandığı idi. En son sözleri hâlâ hafızasındaydı ve daha hepsi söylenmemiş gibiydi:
– Gel! Gelsene beri sevgilim, sözünü açıkça söylemişe benziyordu.
Sesli olarak mı söylemişti? Ev ahalisi işitmiş miydi? Onu bilemedi. Onun uyanışı ile Erbol da başını kaldırmıştı. Abay’ın iki gözü kıpkızıl olmuş, göz çevresi kabarıklaşmıştı. Kâbus mu görmüştü yoksa? Fakat mevzuu bu değildi… Abay başını kaldırarak oturur oturmaz telaşlanmış, dışarıya kulak kabartmış, pür dikkat dinliyordu. Erbol şimdi farkına varmıştı. Komşu evden tek bir kadının nazikçe söylediği çok güzel bir şarkı sesi duyuluyordu. Onu dinlerken bütün vücudunu hareket ettirircesine titreyen Abay’ın sabrı taşmış gibi göründü. Erbol daha dikkatli düşününce yoldaşının kâbus gören biri gibi yerinden fırladığını ve bir uyurgezer gibi çıkıp gideceğini anladı. Yüzü sararmış, benzi kaçmıştı. İki gözü yaşla dolmuş, nefesi titremeye başlamış, omuzları çökmüştü. Fevkalade değişmiş, tarumar olmuş gibiydi. Başını çalkalıyor, kan torbası gibi kızaran gözleriyle yukarıya doğru bakıyordu. Şahane sırlı şuleler görmüş, bu dünyayı unutmuş gibiydi. Erbol’u acele ettirmek istercesine sert sert dürttü:
– Kalk, kalk! Kalksana Erbol, dedi. Erbol:
– Bu ne, ne oluyor Abay, derken çekinerek baktı. Ürkmüştü. Aklında “yüzü ne kadar tuhaf görünüyor. Ateşi mi çıktı acaba? Hastalandı mı ki” şeklinde nice türlü korkunç şüphe vardı. Abay onun aklındakileri fark edip anlayacak durumda değildi. Kalpağını giydi, kaftanını omzuna aldı ve Erbol’a:
– Yürü! Dışarı çıkalım, dedi.
Ev ahalisi onların aniden hareketlenmesiyle ilgilenmemişti. Yaşlı kadın uyuyakalmıştı. Bekey konuklara arkasını dönmüş, ateş başında kaynayan ete bakarken içi geçmişti. Onların sezmeyişi iyi olmuştu. Çok değişerek yadırgatıcı bir heyecana kapılan Abay daha düzelmemişti. Kulağı ile hevesi dışarıdaydı. Sadece bir seste! Yoksa şarkıda mı?
Aniden ilk ayağa kalkışında bütün eklemleri tir tir titremiş, yıkılıp düşeyazmış, ancak Erbol’un destek oluşuyla zorlukla ayakta durabilmiş, fakat o zaman bile kendi kendisinin farkına varamamıştı. Bir puslu düş içinde aceleyle, titreyerek, yeltenerek sadece ilerideki bir ışığa doğru gitmek ister gibiydi. Biraz ötedeki şarkı bitmiş değildi. Kulağını ondan ayıramıyordu. Bütün kalbiyle ona akıyor, can kulağıyla dinliyordu. Kapıyı nasıl bulduğunu, evden nasıl çıktığını da bilmiyordu.
Evden çıkar çıkmaz kalpağını yolarcasına başından çıkaran Abay sesin geldiği tarafa doğru bütün gücüyle hamle ederken birdenbire olduğu yere çakılmışçasına kalakaldı ve sesin geldiği eve kulağını yapıştırmış gibi dinlemeye daldı. Şarkı “Topayköy” idi. Ancak şimdi nahif bir ezgiyle alabildiğine güzel bir biçimde şımararak, dalgalanarak gelmiş ve olması gerektiği gibi sona ermişti. Şarkı bitmişti. Abay olduğu yerde geriye dönüp Erbol’a doğru yekindi:
– Toğjan! Eyvahlar olsun, bu Toğjan! Toğjan’ım yahu bu! Onun sesi. Tadı bozulmayan kendi ezgisi! Kendi bestesi! Erbol, efendim! Ben neredeyim? Şu evden beni çağıran Toğjan’ım yahu, dedi, azıcık takatini de tüketti, daha da fazla fenalaşıverdi.
Abay’daki değişim olağanüstü olmakla birlikte Erbol onu şimdi anlamaya başlamıştı. Hakikatte, kendisi de şaşkınlık içindeydi. Deminki ses, az önceki evin içindeyken ilk defa duyduğunda ona da çok tanıdık bir ses gibi gelmişti. “Bu ses kimin sesi” diye o da düşünmüştü. Ama Abay metaneti kalmamış olan ve insanın aklını başında bırakmayan küçük bir çocuk gibi çırpınıp yeltenerek gidiyordu. Erbol’u sürükler gibi peşine takmış, aklı derdinde, az önce şarkı söylenen eve doğru hücum edercesine akmaya uğraşıyordu…
Abay’ın Toğjan’a düşkünlüğünden kaynaklanan ağır hülyalarının uzun yıllar boyunca iyileşmeyen büyük bir dert olduğunu çok iyi biliyordu. Fakat hiçbir zaman Abay’ın takatinin tam da şimdiki gibi bittiğini, ruhunun savrulduğunu görmemişti. Beklenmedik bu hâliyle yabancı insanlara yakışıksız görünecek davranışlarda bulunabilecek, abes sözler söyleyebilecek gibiydi. Bunu düşünen dostu Abay’ı sert bir şekilde çekti ve durdurdu:
– Oy, Abay, dur! Bu ne? Ateşe mi düşeceğiz? Önce aklımızı başımıza toplayalım. Senin için önemli olanı söylesene, dedi. Abay daha hâlâ itaat etmiyordu. Erbol:
– Pekâlâ, Abay, azıcık sabırlı ol. O eve ikimiz birlikte gitmeyelim. Ben gideyim de öğrenip çıkayım.
– Git, git öyleyse. Başını sok da hemen çık. Bak ta gör, Toğjan o evde!
– Oy vay Abay! Sayıklıyorsun. Hangi Toğjan? Mümkün değil…
Abay konuşturmadı, mani oldu:
– Bırak Erbol… Söyleme onu. Daha yeni kendisi gelip ayan oldu, dedi.
Özellikle bu söz Erbol’a yadırgatıcı geldi, deliceydi. Fakat Abay hakkında kötülük düşünemeyen, kıyamayan dost gönlü ona acıdı. Küçük kardeşini şımartır gibi içtenlikli bir bağışlayıcılıkla gülüverdi. Sağ koluyla sarılarak kucakladı ve Bekey’in evinden uzaklaştırırcasına açıklığa götürdü.
– O şarkıyı söyleyen kişi birazdan yanımıza gelir. Azıcık sabırlı olalım ve evde bekleyelim. Fakat “ayan oldu” deyişin de nedir? Kendini böyle çocuk gibi telaşa sokman da nedir? Bunun anlamını söylesene bana, diye buyurarak konuştu.
Abay tavırlarının Erbol’a alabildiğine yadırgatıcı ve abes geldiğini şimdi anlamıştı.
– Ben anladığımı bütünüyle anlatayım. Şimdi bana ister “çocuk” de, ister “çılgın” de, ister “deli” de… Ben de bilmiyorum. Ama hayatım boyunca başımdan geçmeyen muhteşem bir gizem içindeyim. Fakat bunu söylemeden önce yemin etmeni istiyorum. Kim gelecek, ne zaman gelecek? İşim yok, sabrım yok. Benim iç dünyamı duymak istiyorsan şimdi bu eve gideceksin, bütün insanları açık seçik göreceksin, gelip bana bilgi vereceksin. Buna söz vermezsen hakikatimi söylemem, dedi.
İki elini Erbol’un omuzlarına atarak bir kucaklayıverdi, bir sarsıverdi, acele cevap verdirmek ister gibiydi. Erbol tereddüt etmedi, “gideceğim” diye söz verdi. Ancak ondan sonra Abay tereddüt etmeden sesi titreyerek acele acele konuştu, başından daha yeni geçen anlaşılmaz bir durumu arkadaşına açıkladı:
– Bu düş değil! Apaçık, ayan beyan gördüm. Uyanık olmasam da müthiş bir hâl Erbol. Başında o kunduz börkü. Saç tokası, kara pelüş hırkası da eskisi gibi. Ta ne zamanki Janibek nehrindeki gece imiş. Hayatım boyunca azıcık gördüğüm saatler içinde hiçbir vakit böylesine yan yana gelmemiş, bu kadar serbest olmamış ve açık seçik görüşmemiştik. Kibar bir utangaçlık gösterirdi ya! Bu defa alabildiğine alevlenerek gelip intizar sesiyle “özledim yahu, yokluğunun sıkıntısındayım” dedi. “Senin öğrettiğin Topaykök vardı. Onu ben gündüzleri de geceleri de söylüyorum. Dinle beni” dedi. Çok güzel bir sesle tek kuple söyledikten sonra “artık gel, gelsene yakın. Ben, işte yanındayım. Engel yok, yanında tek başımayım” dedi. Ben de kucağımı açarak yekindim “gel, gelsene beri sevgilim” diye yanına giderken uyanıverdim.
– Doğru, sen öyle söyledin. Böyle diyerek uyandın, deyiverdi Erbol.
– Dur hele! Gerisi daha şahane… Gözümü açsam ki düş görüyormuşum. Fakat şarkı: Topaykök! Aynı Toğjan’ın, sadece onun önünde söylediğim makamıyla! Aynı Toğjan’ın kendi sesiyle söyleniyor, kesilmeden şakıyordu. Başkaları düş olsun, ya bu ne? … Düşümde o! Uyandığımda da başka bir kişinin sesi değil, gerçek yârimin kendi sesi. Tam yanı başımda belirmesi de neyin nesi, diye şaşkınlığını ifade ederken bir kez daha sabırsızca hamle etti. Yerinde duramayarak kımıldandı, birdenbire Şekey’in evine doğru dönüp aceleyle yürümek istedi…
Abay o akşam gerçekleşen hâlini, aynı günün gecesinde de ertesi sabahında da anlamamıştı. Esasında Erbol’un da düşündüğü gibi “şahane” hiçbir şey yoktu. Abay’ın gördüğünün başlangıcı rüya idi. Toğjan’ı düşünde görerek yatmış, huzursuzluk veren rüyadan yarım yamalak uyandığında da o evdeki şarkıyı işitmiş, böylece düş ile şarkı birbirine girmişti. Böylesi bir durum uyku ile uyanıklık, rüya ile başı ayıklık arasında, özellikle çok yorulunulan günün uykusunda yaşanabilen ilgi çekici ve geçici bir hâl idi…
Erbol’un az önce verdiği söz vardı. O, Abay’a ikinci kez söyletmeden kendisi yöneldi. Giderken yoldaşına:
– Evet! Şimdi dur hele, ben gidip geleyim. Sen beni dışarıda bekle, çabuk çıkarım, dedi ve hızlı adımlarla gitti.
Söylediği gibi kısa bir süre sonra dışarı çıkan Erbol, Abay’a doğru süratle yürüyerek çabucak geri geldi. Fakat şimdiki Erbol deminki Abay’dan da beter bir şaşkınlık içindeydi. Gelir gelmez dostunun yakasını tuttu, adeta bağırır gibi nefes nefese konuştu:
– Hey Allah’ım! Senin gördüğün düş değil Abay! Kendisi, içerideki ta kendisi!
– Ne diyorsun can efendim! Toğjan mı, kendisi mi? Tamam! Pekâlâ, diyen Abay yakasından tutmakta olan Erbol’u eve doğru çekiştirdi. Erbol, sesi öncekinden de sert bir şekilde buyurarak:
– Dur! Toğjan değil. Kendisi değil.
Aniden Erbol’a dönen Abay sıkıntı içinde:
– Oy, ne diyorsun! Ne dedin, dedi. Erbol’un sözlerinden duyduğu memnuniyetsizlik açık seçik hissediliyordu.
– Kendisi değil. Fakat aynı onun ikiziymiş gibi tıpkısı. Kurban olduğum Allah! Aynı Janibek’te gördüğümüz suretiyle hiç değişmeyen Toğjan gibi. Serpildiği gençlik günündeymiş gibi. Toğjan’dan ayırması mümkün olmayan, farklılığı anlaşılmayacak bir kız var.
– Gerçekten mi? Oy! Bu ne harika! Şarkıyı söyleyen de o muymuş?
– Şarkıyı kimin söylediğini bilmiyorum. Adını da sormadım. Görünce aklım başımdan gitti.
– Hakikaten bu kadar benziyorsa, şarkıyı da o söylüyor olmalı. Başkası olamaz.
– Ben de öyle düşünüyorum… Peki, öyleyse bu nasıl bir sihir efendim! Derin uykuda yatarken bunu nasıl sezdin? Yoksa bir kehanetin mi var canım efendim? Düş değil bu bir kâhinlik yahu. Yoksa yol yorgunluğu ile ağırlaşan uykumuzdan kafamız mı karışıyor, diyen Erbol, kendisi de sara hastalığına yakalanmış biri gibi titremeye başlamıştı…
Erbol “hiç değişmeyen Toğjan” dediğinden beri Abay, bu kısa ifadeyi fısıldayarak tekrar tekrar söylüyordu. Yüreği doludizgin koşturan at gibi çarpıyordu. Gönlünde sevinç de vardı. Ama “benzemezse, bütün bunlar bir rüya ise, sadece sayıklama ise, geçici bir serap gibi uçup gider mi ki” şeklinde korkular da vardı içinde.
Ne de olsa bir şuleye aceleyle yekinerek yelteniyordu. Yanarak düşeceği yer ateş de olsa, bu yelteniş hâliyle çırpınarak düşecekti içine…
İkisi de eve doğru yürüdü.
O sırada Şekey’in evinin kapısı açıldı, içeride yanan ateşin pembe ışığı dışarıya süzüldü. Gülerek konuşan, dışarıya çıkmakta olan kadın ve erkek sesleri duyuldu.
– İşte, onlar da çıktı. Şimdi hepsi akşam yemeği yemek için Bekey’in evine girecek, diyen Erbol, Abay’ı konuk oldukları eve doğru çekti. Onlardan önce gireceklerdi.
İki yiğit eve geldi. Eski yerlerine, başköşeye oturdular. Erbol ateşe yakınlaştı, köz küreğiyle tezek ateşini karıştırdı, külleri kenara korları ortaya toplaştırırken:
– Aydınlıkça olsun, şu ateşe biraz el atsanıza, dedi.
Abay sabırsızlanarak bekliyordu. Gençler o kadar çabuk girmedi. Dışarıdan komik şaka sesleri geliyor, biraz duraksıyorlardı. Evdeki Bekey ile Naymantay, yemekten önce konukların elini yıkaması için su ve leğen hazırladılar. Sarışın kadın annesini uyandırmış, tutacak almış ve kazana yaklaşmıştı.
O sırada kiyiz evin kapısı ardına kadar açıldı, gelen konuklara yol verdi. Eve, evvela iki yiğit girdi. Kalpak ve kaftanları gösterişsizdi. Dize kadar gelen deri çizmeleri vardı. Yüzleri mütevazı, yumuşak bakışlıydı. Selam verip, hürmet göstererek giren damatla arkadaşıymış. Onların hemen ardından küçük kızlar geliyordu. Çiçeği burnunda bir iki gelincik girdi. Hepi topu yedi sekiz kişi.
Abay sabırsızca gözünü dikmiş bakıyordu. Birazcık duraksadıktan sonra, başına, yüzünün yarısını kapatırmışçasına önüne düşen bozca kaftan örtünen orta boylu bir kız girdi. Burnu kalkıkça, kara yağız idi. Şekey’in nişanlı kızı bu olmalıydı. Tam da onun ardından saç tokası aheste bir şekilde şıngırdayan, hafif pembeliği ak benzine nur gibi yaraşan aynı Toğjan’ın kendisi geliyordu. Nazikçe tebessüm edip gülümseyerek girdi içeri. Kusursuz ak pak dişleri elle dizilmiş gibiydi. İki yanağındaki nahif hoş pembelik, acelesiyle bekleyen seher vaktinin tan kızıllığı gibiydi.
Daha hâlâ geçmemiş olan utangaç kibarlığıyla konuklara bakarak usulca selamlaştığında yüzüne ani bir dalga düştü. Yanaklarının üstündeki nahif pembelikler birbiriyle birleşerek bütün yüzüne yayıldı. İncecikleşen genç kızlığın çok utangaçlaşan, sıkılganlaşan işareti belirginleşti. Onu utangaçlaştıran Abay idi…
Kız orta boylu idi, tam da Toğjan’ın boyu gibi. Bütün görünüşü benzer idi. Yüz görünüşü, aklığı kızıllığı, Erbol’un dediği gibi “hiç değişmeyen Toğjan” sanki… Bunun da uzun ve gür, ipek telli kara saçı vardı. Ağzı burnu da; tam da o özlediği aşığının tek bakışıyla Abay’a bir başka sıcak görünen çok güzel ve sevimli ağzı ile burnu gibiydi. Hafif kalkık köşeli burnu uç bölgesine gelince yuvarlakçalaşıyor, bir başkaca uyumlu görünüyordu. Çocukluk ve masumiyet esintisi gibi zarif kırmızı dudaklarında sıcaklığının etkili gücü vardı. Etrafını sevindirip hayran bırakan masum ve nazik sevinç gülüşü vardı… Bu kız, apaçık yâri Toğjan idi! Fakat az önce düşünde gördüğü gibi, o eski günlerdeki nahifliğini koruyan genç Toğjan. İlk defa Tüyeörkeş’deki Süyindik’in evinde, ilkbaharın elverişli bir akşam vaktinde gördüğü o güzeli! Şaşırtıcı şahane hâldeyken yeni doğmuş bir ay görmüştü sanki. O eski zamanlardaki sevgili aydınlık yeniden canlanmış, değişmeyen cibilliyetiyle yeniden dönüp gelmiş, gökyüzünde kendisine uygun münferit yeri almış gibiydi.
Kız gelip yerine oturuncaya kadar, Abay’ın aklı ile duyguları gizemli ve puslu bir hüzne battı. Abay kendisini de çevresindeki herkesi de bütünüyle unutmuştu. Sadece gördüğü rüyadan sonra gerçekleşen yürek fırtınasına kapılmıştı.
“Yanındayım. İşte, geldim” demişti yahu. Dediği doğru, yalanı, yanlışı yok. Kendisi, kendisi geldi. Körpe gibi taze, nahifleşmiş duygulu bir hâlde, nazik yürek dalgalanışıyla, titreyişiyle geldi…
Genç kız içeri girdiğinde taşlaşmış gibi gözlerini ayırmadan kendisine bakan Abay’ın beti benzi alabildiğine yadırgatıcı idi. İki gözü yuvasından çıkmış, delercesine dikilip kalmıştı. Kanı kaçan yüzünde; gökyüzünden gelecek baht yıldızını bekler gibi tuhaf bir ışıltı, sahipsiz kalmışlık ve şaşkınlığa düşmüşlük çaresizliği ile dudakları fısıltıya düşüren sessiz bir sığınış vardı.
Eve girenler selamlaşıp tokalaşıyordu. Abay bunu hissetmedi. Hiç kimseyi görmüyordu. Sadece bir cana arzu duyan meyli akmış ve dökülmüştü.
Hissiyatlı güzel kendisine dikilen gözleri görür görmez anlamış ve utanarak selamlaşmıştı. Fakat gözlerini ayırmadan, aklını yitirmiş gibi bakakalan yiğit kızın selamlaşmasına da cevap vermedi. Dudakları öylesine boş ve anlamsız bir şekilde fısıltıyla ses çıkardı. Güzel kız bundan utanıp sıkılarak kıpkırmızı olmuştu.
Erbol, Abay’ın kızları mahcup eden bakışını görmüş, dikkatleri kendi üzerine çekmek için ev ahalisiyle ve yeni konuklarla güler yüzle sohbete girişmişti. Damatları Mamay boyundan Elaman imiş… Erbol onların obasını da biliyor, aksakallarını tanıyordu.
Onların obası şimdi nerede? Dışarıya, yaylaya göçtü mü? Şınğıs’ı aştı mı(?) türünden bilindik sorular soruyor, haberler alıyordu.
Abay’ın Toğjan’a benzeyen kız hususunda dikkat ettiği tek şey, onun bu evin çocuğu olduğuydu.
Konuklar yerleşip oturduktan sonra Bekey ona bakarak:
– Şükiman, gözümün nuru! Annene yardım et, şuradan sofra bezi al da sofrayı yayıver, demişti.
Bunun üzerine Şükiman kiyiz evin keregelerine yaslanarak oturan kalabalığın önünde tek başına ayakta kaldı, öylesine bir iki endamlı harekette bulundu, kendini gösterdi. Onun da hırkası ve ak gömleği kendisine çok yakışıyordu. Sadece başındaki sarımsı boz tüylü yaşlı kunduz derisinden börkü uygun düşmemişti.
Abay, içindeki görkemli hayali bozar gibi gördüğü bu börkü “çıkarır mı ki” diye düşündü. “Şükiman” adını da beğenmemişti.
Erbol, yemek sırasında top sakallı esmer damat Elaman ile hiç ara vermeden sohbet etti…
Şükiman Abay hakkında söylenen bir iki hususu duymuş, gıyabından tanıyordu. Bundan bir iki yıl kadar önce, “Kunanbay’ın oğlu delikanlı Abay bu ülkenin Konırkökşe adlı bölgesine Bolıs oldu” diye duymuştu. Yine bu kış, o Bolıslık makamından kendi kararıyla ayrıldığını da işitmişti. Fakat Şükiman bunlara bir kıymet vererek üzerinde düşünmüş değildi. Abay hakkındaki güzel sözleri de kötü sözleri de pek fazla işitmemişti.
Irak bir yerde olsa da kaya gibi katılığı, soğuk kuru ayazı sezilen Kunanbay adlı bir Mırza vardı. Onun Bolıs olan evladının bu küçücük ve uysal obada ne işi olabilirdi? Mırza olsun, Bolıs olsun! Buradaki insanların onlarla işi olmazdı. Özellikle bu evler arasında şımartılarak yaşayan, serbestçe çocukluk meraklarının peşinde koşan, şarkı söylemeye düşkün Şükiman’ın hiçbir işi olamazdı…
Şükiman, deminki Şekey’in evinde dururlarken Abay’ın geldiğini işitmişti. Fakat görmek için acele etmemişti. Az önce gelip, iki elini çaprazlamasına göğsünde kavuşturarak ve hafifçe öne eğilerek selam verdiğinde Abay’ın cevap vermeden kalışını da kaba bir tavır olarak değerlendirmişti.
“Mağrur ve kodaman obanın Mırzası ‘bahtın açık olsun’ demeye de tenezzül etmemiş olabilir” diye düşünmüş, sinirlenmiş, incinerek kendini kenara çekmişti. Şimdi başını çevirerek Abay’a baktığı da yoktu…
Yemekten sonra büyük kara güğüm tekrar asıldı. Ateş tekrar parıldayarak, canlanarak yandı.
Naymantay öteki evden gösterişsiz bir dombıra getirdi, damat arkadaşı Elaman’a verdi.
Bekey o yiğide bakarak:
– Çocuklar, o evde türkü söyleyerek kulakların pasını siliyordunuz ya! Burası da çekinecek bir yer değil. Çalıp söyleyerek oturun çerağlarım, dedi. Abay önceden de Bekey’i beğenmişti. Bu yaptığı, şahane bir buluş gibiydi. Güleryüz göstererek onun sözünü destekledi, ancak şimdi kendine gelmiş olarak konuşmuştu:
– Doğru arkadaşlar! Buraya gelip bize katılınca eğlencenizin demi bozulmasın. Güzel bir şarkı da işitiliyordu. Yadsıyıp yadırgamayınız, dedi.
Erbol da “söyleyen sendin değil mi” der gibi gözlerini Şükiman’a dikti, tekrar dinlemeyi dilediğini belirtircesine “o güzel şarkı” diye överek altını çizdi.
Şükiman utanıp yüzü kızararak gülümsese de cevap vermekten çekinmedi. Berrak ve nazik bir sesle aheste biçimde güldükten sonra:
– Türkü sadece bizde miymiş? Pek çok yerde işitip, pek çok yerde kana kana dinliyorsunuz. Asıl sizde ya! Konukların da hediyesi olmalı değil mi, diyerek Abay’a baktı ve tekrar güldü.
Gülüş sesi ne kadar da şıngırdayıcı, ne kadar da berrak ve nazik idi. Bunun gülüş sesi Toğjan’ın sesinden de etkileyiciydi. Şarkı gibi kulaktan gitmezcesine ezgili bir gülüş idi.
Abay tereddüt etmedi:
Yolu töresi beni bulmuşsa, kötü de olsa bir türkü bulup seslendireyim, dedi ve ev ahalisini memnun ederek güldürdü. Dombıranın akordunu düzeltti, çevik bir şekilde çaldı.
Hissiyatla dolu gönülsüz türküde Şükiman’ın daha önce işitip öğrenmediği türden hüzünlü ve güzel sözler vardı:
“Işıldamaz kara gönlüm ne yapsa da,Ay ile güneş gökyüzüne çakılsa da.Dünyada senin gibi yâr bulunmaz bana,Belki sana, benden üstünü bulunsa da…”Bu sözlerde bugünün alışılmış hayalleri değil, alev ve güven gibi parlak şulelerin silueti vardı. Sahibini bulmuş, sadece ona ithaf edilmiş gibi; ses titreşimi ile ezgi salınışı ümit yakasına doğru işaret edercesine alabildiğine uzuyor, boy veriyordu.
Abay ev ahalisinin severek dinlediğini görünce bu şarkısını fasıla vermeden üç defa tekraren söyleyiverdi.
Ondan sonra Şükiman’a bakarak dilekte bulundu: